2 Haziran 2016 Perşembe
Kalp utanılacak birşey değildir
‘Bilginin İslamîleştirilmesi’ üzerine çokça yazılan-konuşulan bir tema. Fakat hapsolmuş bir alanda. Âlimi tartışmadan ilmi tartışır durumda. Bana sorarsan arkadaşım: Kendimce İslamî bilgiyi 'gayb'la ayırabiliyorum. Evet. Bakara sûresinin hemen başında haber verdiğidir. İslamî bilgi ‘gaybı hesaba katan bilgi’dir. “Onlar ki gayba iman ederler.” Ama dikkat: Bu 'hesaba katış' sadece anmakla olmaz. 'Taraftar olmakla' kendini gösterir. Eğer bir metin, gayba taraftarmış gibi durmuyorsa, mutlu-razı konuşmuyorsa, her ihtimale eşit muamele ediyorsa, yani ki iman etmemişse, İslamî olduğunu söyleyemeyiz. Yazarının müslüman olması da durumu değiştirmez.
İslamî metinde aradığımız her satırında 'aynı yolda olduğumuzu' hissettirmesidir. Bu hissin 'objektiflik övgüsüyle’ tarumarına taraftar olamayız. Evet. Bitarafane muhakeme, Bediüzzaman'ın ifadesiyle, 'muvakkat bir dinsizlik'tir. Şeytanî tuzaktır. Tevhid bayrağının altındakiler olarak bilginin iman-küfür arasında nötr-tarafsız olduğuna inanamayız. Bilgi müslümandır. Allah’ın mahlukatı Onun öğrettiğinden başkasını haber vermez. Dolayısıyla ayetliği ona sonradan katılan birşey değildir. Varlığın bizdeki hakkıdır. Eğer İslamca konuşturmazsak mahşerde davacımız olur.
“Ey Şeytan! Bîtarafâne muhakeme iki taraf ortasında bir vaziyettir. Halbuki hem senin hem insandaki senin şakirtlerin dediğiniz bîtarafâne muhakeme ise taraf-ı muhalifi iltizamdır. Bîtaraflık değildir. Muvakkaten bir dinsizliktir. Çünkü Kur'ân'a kelâm-ı beşer diye bakmak ve öyle muhakeme etmek şıkk-ı muhalifi esas tutmaktır. Bâtılı iltizamdır. Bîtarafâne değildir. Belki bâtıla tarafgirliktir.”
İslamî metinlere bakın. Sapkınlığın şüpheleri nasıl da 'hâşâ'lı, ‘estağfirullah’lı, ‘subhanallah’lı, ‘hiç mümkün müdür ki’li katılmama vurgularıyla söylenmektedir. Bu durum, dalaletin zeminini izah ederken bile, istikametine iştiyakından vazgeçmediğini gösterir müellifin. Karşı tarafın iddiası ancak 'çürütülmek için' anılır onlarda. İslamî bilginin bu bağlamda 'objektifliğe konsantre olduğunu’ söylemek zordur. (Konsantre olunan daha çok hakperestliktir.) Elhamdülillah ki zordur. Nurunu oradan alır çünkü. Hakka taraf olan ancak Allah'ın ayetlerini görebilir. Taraftarlığını yitirense hidayet denizini damlayan musluk sanır. Yani ki objektifliğin zokasını yutmak aldanmaktır.
Biyolojide yaratılışı ‘bir teori olarak’ okuduğumuzu hatırlıyorum. Hocamız, bilimselliğe uygun davranabilmemiz için, bütün şıkların mümkünlüğünü konuşmamız gerektiğini söylemişti. Sınıfsa buna razı olmuyordu. Yaratılışı tam bir taraftarlıkla savunuyorduk. Zira imanımızın başka türlü yapmaya müsaade etmediğini düşünüyorduk. Bir mü’min ilk canlıyı nasıl tesadüfe verebilirdi ki? Şakası bile olmazdı şunun. Kalbindeki imanla çelişirdi. İzleyenler anımsayacaklar: Benzeri bir diyalog yaşanmış bir hikayeden sinemaya aktarılan ‘Concussion’da da geçiyordu. Will Smith’in Dr. Bennet Omalu'yu temsil ettiği filmde, Omalu "Tanrı insanları futbol için yaratmamış!" şeklinde bir cümle kurunca, sunumunu yayınlayacak olan uzman onu şöyle düzeltiyordu: "Tanrı'yı bu işe karıştırmayalım." Halbuki Dr. Omalu, birçok misal verdiği sunumunda, canlıların 'yaptıkları şeye uygun yaratılmış fıtratlarına' dikkat çekiyordu. İnsansa Amerikan futboluna uygun değildi.
Bu muvakkat dinsizlik bilimsellik adına dayatılıyor. Okullarımızda öğretiliyor. Hakikati bulmanın tek geçer akçesi olarak aşılanıyor. Uyanık olmalıyız. Karşı koymalıyız. İtikadımızın olmazsa olmaz umdelerinin birer teoricik kadar ancak kıymet bulduğu bu alan İslamî bilginin üretim alanı olamaz. Dinî bilginin üretimi dine taraftarlık yitirilerek başlayamaz. Buradan çıkan bilgi de aklı geveze eder belki amma kalpte hareket yaratamaz. Ancak tenkitçi kılar. Ancak tenkitçi çıkarır. Çünkü bidayetini mesafe kılmıştır. Objektiflik adına uzaklaşmıştır. Din sosyolojisine dair metinlerde apaçık görürsünüz bunu.
Mesela Bakara sûresinin başındaki ayete geri dönelim. Müslümanlar neden günahtan sakınmaktadır? Yahut daha da somutlaştıralım: Neden domuz etini haram bilir bir müslüman? Din sosyolojisi buna şöyle cevap verir: “Müslüman bireylerin sahip oldukları teolojiden dolayı. Filanca dinde de sığır eti haramdır...” Getirilip dayandırıldığı en son nokta budur: Teoloji. Ötesi? Ötesi yoktur. Halbuki bir mü'min için itikadî konular “Müslümanlar da böyle inanıyor canım!” işi midir? Hâşâ. Asla. Müslüman için bunlar kesinliktir. Yani takvanın üzerine bina edileceği gayb hakikaten vardır. “Öyle de güzel böyle de güzel!” havası yoktur. Aksi mümkün değildir. İman aksinin imkansızlığıyla birlikte varolur. 'La ilahe illallah'tan aldığımız derstir bu.
Galiba biraz da bu hikmetle Anglo-Sakson kokulu akademi dünyamızdan gelen metinlerde dinin şeker-şerbet tadını bulamıyoruz. Evet. Onlar anlattıklarına taraftarmış gibi durmuyorlar. Halbuki tadından yenmez bulduğumuz İslam klasiklerinin tamamı 'tarafgir.' Gayba “Bazıları da öyle inanıyor...” tereddüdüyle değil “Zaten öyle!” kesinliğiyle bakıyorlar. Mürşidimin ifadesiyle “Tasavvur değil tasdiktir!” sırrına mazhar oluyorlar. Aktardıkları bilgi de bize daha fazla tesir ediyor. Çünkü müellifin yazdığı şeye aşkını seziyoruz. Ona kalbimizle eşlik ediyoruz. Elhamdülillah. Arkadaşım, evet, ‘Bilginin İslamileştirilmesi’nden bahsedeceksek, önce üretenlerin İslam'a taraftar olmalarından bahsetmeliyiz. Bu taraftarlığı ürettiklerinde görmeliyiz. İnsan ancak taraf olduğu şeye kalbinden katar. Ancak öylesinin metni kalbe alınır. Kalp utanılacak birşey değildir. Bizi aksine inandırmalarına karşı direnelim. Yoksa geleceğimizi tenkitçilere devrederiz. Bugün İlahiyat fakültelerimizde başımızı en çok ağrıtan durum da budur.
1 Haziran 2016 Çarşamba
Kışta ölmek de zordur
Ben yalnızca insanım. Ben yalnızca insanım. Ben. Yalnız. İnsan. Korkarım yalnızlığımdan. “Beni bana bırakma!” dilerim Rabbimden. Taşıyamayacağımı yüklemediğini bildiğim halde korkarım kendimden. İnsan akıldan ibaret değil ki. Kalbi de var. Hem sabır yalnız akıl işi değil ki. Sabretmesi gereken başka çok yanım var. Çok yaram var. Merhemleri bir değil. Dualanırım: “Bırakma bizi yalnız bu kadar acı karşısında ya Rabbi! Zarar gerçekten bana dokunacak diye korkarım. Sana olan tevekkülüme halel getirecek, kadere rızamı feci sınayacak, kalbim nefsime söz geçiremeyecek diye korkarım. Ya geçemezsem? Ya Mehmed Âkif gibi ciğerim çatlar da dersem: ‘Yetmez mi musâb olduğumuz bunca devâhi?/Ağzım kurusun...’ Yok. Ben diyemem.
Yahut Musa aleyhisselam efendim gibiyim. Bana vereceğin her hayra muhtacım. Çünkü sabretmek giderek zorlaşıyor. Manipülatörler çoğalıyor. Hergün bin şeytan nefsime endişelerini fısıldıyor. Bin yeni yokluk/yoksunluk öğreniyorum hergün. Bin yaram daha kanamayı belliyor. Sabrı ‘amelsiz bekleyiş’ sanmamı da sana şikayet ediyorum üstelik. Zalimden, zulümden, mazlumiyetimden önce zeliliyetimi şikayet ediyorum. Hatalıyım. Bu kadar eğilmesem enseme basılmazdı. Bu şahitlik çok yorucu. Unutmamak çok yorucu. Hergün ekranda parçalanmış ümitlerimizi görmek çok yorucu. Onları şehadetle yanlarına alıyorsun Allahım. Amenna. Hüküm Senin. Asker Senin. Terhis Senin. İmtihanları bitiyor. Bizimkisi sürüyor. Yıllardır böyleyiz. Ellerimiz açık beklemekteyiz. Dilemekteyiz. İstemekteyiz. Ellerimizi ümmete dua işinden azat et Allahım. Çünkü başka hiçbirşey yapamadan dua etmek de pek dokunuyor.
İnsan bir kere o kısırdöngüye kapıldı mı dünyayı hâzâ karanlık görür. Güzellik bakanın gözlerindedir. Zalimin zulmetle sıfatlanması biraz da onun beşerde yaptığı tesire işarettir. Zulmet karanlıktır. Müslümanların karamsarlığında bu zalimlerin, yani küresel karanlık üreticilerinin, payı yok mu? Onlar siyah bulutlar salıyorlar. Göğümüzü bizden çalıyorlar. Yıldızları, Ay’ı, Güneş’i unutturuyorlar. “Gökyüzüne bakmazlar mı?” buyruğuyla aramıza set oluyorlar. Bulutları yüzünden ümidimizi yitiriyoruz. Belki sislerine takılarak manzarada hata yapan da bizleriz. Fakat cidden acziyetteyiz. Bizi bu ümitkıranların ellerinden kurtar Allahım. Daha ne kadar sürecek bu talimimiz? Ramazan bile otuz gün sürer. Biz kardeşlerimizin mutluluğuna aç daha kaç yıl oruç tutacağız? Öncekiler iftarı göremeden gittiler. Ben onlardan daha acizim. Açım. Çaresizim. Kışta ölmek de istemiyorum. Ne olur bize bir bahar göster.
Acı zamanları zordur. Sana malumuz. Üzerimize üzerimize geliyor sanki dünya. Azap günleri daha uzun kalıyor hafızamızda. Yazık. Pek yazık. Güzel günleri çabuk unutuyoruz. Âdemoğlu yapılan iyilikleri kötülüklerden daha çabuk unutur. Biz de bize ferec verdiğin günleri daha çabuk nisyana atıyoruz. Siliyoruz. Nankörlük ediyoruz. Belki bu yüzden umutsuzluk gösteriyoruz. Zira umutsuzluk rahmete dair şahitlikleri hatırlamamaktan çıkar. Ümit, bir bebeğin sütten kesilmesi gibi, rahmetten kesilir önce. Ve, evet, ümit kesilmeden önce rahmetin aynamızdaki sûreti kesilir. O güzel yüzü tekrar hatırladığımızdaysa Bediüzzamanca kendimize kızıyoruz: “Herkese dünya terakkî dünyası olsun; yalnız bizim için mi tedennî dünyasıdır?” Neden böyle olsun ki?
“Ahirzamandır. Gittikçe daha fenalaşacak!” diyen yanıma bu soruyla karşı koyuyorum. Ama bunlar, bütün bu karşı koyuşlar, bir yere kadar. Nasıl söylesem? Bediüzzaman değilim. Hiçbirimiz onun kadar ehl-i ümit değiliz. Bizi kışta gelip kışta ölenlerden eyleme Allahım. Elbette hayat acılardan ibaret değil. Gülen her çocuğun yüzünde bir küçük cennet var. Ve her çiçekte bahar. Sen bize pek güzel günler de gösterdin üstelik. Belki tedavimiz de burada saklı. Onları hatırlamakta saklı.
“Sizi vaktiyle bütün milletlere üstün kılmış olduğumu hatırlayın.” Bizi de üstün kılmıştın. Fakat şimdi o kadar uzak görünüyor ki o günler. Oturup yâd etmekle kalbe bir teselli geliyor gerçi. Peki gözümüzü nasıl cennete götüreceğiz? Bu göz nereye gitse orası sanki cehennem olur. Bu hafızayla insan mutlu olamaz ki. Yüreğimizi açtık. Yalvarıyoruz: Darda kalmış müslümanlara ve bize yardım et. Güzümüzü baharınla şenlendir. Gözümüzü nuruna aç. Fethini göster. El açmaktan başka birşey yapamayışımızı da sana şikayet ediyoruz. Rüşdümüzü yeniden ilham et. Âmin.
30 Mayıs 2016 Pazartesi
Bencillik de güzeldir bazen
"Seninle gurur
duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin
ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O halde söyle bana bu kıza karşı takınman
gereken tutumu biliyor musun? Çünkü başka insanların gücü gibi zayıflığı da
seni mahvedebilir. Zayıf insanlar zararsız değildir. Zayıflıkları onların
güçleri olabilir. Bu kadar dengesiz biri senin için tehdittir Markie ve bir
tuzaktır." Philip Roth, Öfke'den...
Yürüyen karadelikler vardır. Konuşan, nefes alan, çay içen.
Maruz kaldığınızda karardığınızı hissedersiniz. Başkalarının enerjilerini emerek
yaşarlar çünkü. Acılarının zikriyle hayata tutunurlar. Esasında zayıf
değillerdir. Ama tasannu ile bile olsun kullanışlılığını öğrenmişlerdir. Evet. Sahibinin
silah olarak kullandığı bir zayıflık, eğer ondan bencillikle korunmuyorsanız, bir
karadeliktir. İçine çeker. Boğar. Batırır. Hatta diyebilirim ki arkadaşım:
Merhamet, eğer istikametle istimal edilmezse, sahibini ‘en kullanışlı aptallar’dan
eder. Yani şu âlemde ifratı-tefriti tehlikeli olmayan duygu yoktur.
İnsan şefkat ettiğinin parçası haline gelir. Ve onu da
parçası haline getirir. Kalbin tabiatı budur. Kalp dahlolarak sever. Ayık
akılsa hissedilene mesafe koymaya çalışır. Kendini dışarıya iter. Yörünge arar.
Kapılmamak ister. Mantık esasında bir mesafe arayışıdır zaten. Bütünü unutmama
gayretidir. Kuşatıcılığın verdiği dengedir. Sarhoşluğundaysa o da baktığında
boğulur. Artık başka kuvvelerin esaretindedir. O zaman bütünden vazgeçip
parçalanır. Parça olur.
Belki ben de çekildim arkadaşım. Çıktım-çıkamadım.
Bilemiyorum. Fakat umuyorum. Şunu da hatırlıyorum: Kapılanlardan çoğunu
mahveden şefkatiydi. İyi yaptıklarını sanarak yaptılar. Yanlış anlaşılmasın. Karıncayı
inciteceklerden değillerdi. İncitmediler de. Lakin kendilerine pek zulmettiler.
Nasıl? Neden? Niçin? Çünkü hepsini gerçek sandılar. O kadar çok acıdılar ki
sevdiklerine. Acılarını da aramsız sahiplendiler. Yapmacıklığı ayıracak tecrübeleri
yoktu. Manipülasyona yatkınlardı. Kahraman olmak istiyorlardı. Birilerini
kurtarmak arzuluyorlardı. Kurgudan fazlasını çektiler. Bunu samimiyetleri yüzünden
yaşadılar. Oysa yıpranmadı adına yıprandıklarının hiçbirisi onlar kadar.
Karamsarın ağzında dert biber değil sakızdır.
Memnuniyetsizliği keyifle kaşınmasıdır. Yakınmaları alışkanlığıdır. İyimserin
gamıysa hakikattir. Etkisini atlatamaz. Sarsıntısını teğet geçemez. Tasannuya
karşı kalkansızdır. Bu tabiatta olduklarını farkettiğim çocuklara şunu tavsiye
ediyorum: Ebeveynlerinizin sorunlarıyla mesafenizi koruyun. Neden mi? Çünkü
bilerek-bilmeyerek sizi kandırıyorlar. Gönül ayarlarınızla maytap geçiyorlar.
Şöyle ki: Onlar çoğu zaman duygularını sizin kadar yaralayıcı şekilde yaşamıyorlar.
Ağlamaları bile yaz yağmuru gibi. Sizdeki gibi hayata/kendilerine büyük
faturalar çıkarmıyorlar. Kalbinizdeki kadar şiddetli de sarsılmıyorlar. Çünkü
tecrübeliler. Çünkü büyükler. Duvarlarını inşa etmişler. Duygularından
korunacak kadar benciller. Ama siz onlara baktığınızda sizdeki gibi oluyor
sanıyorsunuz. Yanılıyorsunuz.
Böyle bir çocuk ailenin yaşadığının on katını yaşar. Mesela:
Ebeveyni küçük bir borçtan dolayı tartışır ama o mâli felaketin eşiğinde
olunduğunu sanır. Her gerilimde yuvasını uçurumun kenarında zanneder. Bu yüzden
her ebeveynin yapması gereken açıkça anlatmasıdır: Bizim birşey için endişelendiğimizi
düşünürsen hissettiğin gibi olmadığını bil. Kalbimiz kalbinizden farklıdır.
Aşırı duygusallık empati yükünü ağırlaştırır. Muhatabınızda ‘bir’
sizde ‘yüz’ olur. Zayıflıklarını silah kılanlar size kolay zarar verirler. Hem
de kullanırlar. Böyle birisinin dertlenmesi beş dakika sonraki kahkahasını bile
kaçırmaz belki. Fakat sizin uykularınız kaçar. Neden böyle olur? Bence şundan:
Şefkat kurguyu gerçeğe kalbeder. Yansıtılan yalan olabilir ama sizdeki tesiri gerçektir.
Şefkat gibi bencillik de hikmetsiz değil arkadaşım. Allah bir
yerindelik ile yaratıyor herşeyi. Dozunda bencillik de mezkûr karadeliklerden
korumamızı sağlar işte. Kurgu saldırılara karşı duvarımız olur. İçimizdeki
depremleri önler. Tam da bu noktada bir ayrıma girişmem gerek. Evet. “Avcı: Kış
Savaşı” filmindeki karakterler üzerinden yapacağım bu ayrımı. Buz Kraliçesi
Freya (Emily Blunt) ve kız kardeşi Ravenna'nın (Charlize
Theron) yansıttığı iki farklı bencillik var bence.
Açalım: Freya'nın bencilliği ‘acılardan korunma isteği’nden
doğuyor. Kaybının ardından yaşanıyor. İfratından da kötüleşiyor. (Kötülük
bencilliğin ifratıdır çünkü.) Ravenna'nınki öyle değil. O kuvve-i şeheviyesiyle
kötü. Arzularından dolayı kötü. Menfaatleri ekseninde bencil. Aynası gözlerini
kör etmiş. Sahip olmak istedikleri bencilleştirmiş. Freya'nın bencilliği ‘kuvve-i
gadabiyesi/korunma güdüsü’ ile gelişirken Ravenna'nınki ‘kuvve-i
şeheviyesi/elde etme güdüsü’ ile şekilleniyor. Yani ki arkadaşım: Freya dünyaya
düşmansa kalbinin kırılmasını istememesinden. Ravenna düşmansa eline
geçmemesinden. Birisinin sembolü ayna. Ötekisininki buz.
İşte, ben de tam burada arkadaşım, kuvve-i gadabiye
noktasında bir bencilliğin kuvve-i şeheviye hususunda bir bencilliğe göre
hikmetli bir duruşa sahip olduğunu iddia ediyorum. Bu tarz bir bencilliğin
(elbette ifrata gidilmeden) bir ölçüde bizi esaretten kurtardığını düşünüyorum.
"Allah'ın rahmetinden fazla rahmet
edilmez. Allah'ın gazabından fazla gazap edilmez. Öyle ise işi bırak o Âdil-i
Rahîme. Fazla şefkat elemdir; fazla gazap zemîme..." derken
Bediüzzaman'ın da böylesi istikametli bir mesafe tavsiye ettiğini düşünüyorum.
Eğer ‘bencilliğin maslahatından (veya maslahatlı bir bencillikten)’
bahsedeceksek, bu, ötemizle ilgimizi kuran duygularımızın ‘bizi onların esiri
haline getirmesinden korunmak’ bağlamında anlaşılabilir diye yorumluyorum.
Allahu’l-a’lem.
Anahaberlerin, sosyal medyanın, çeşitli manipülatörlerin
dolduruşuna gelip dünyayı dertten-kederden ibaret görenlerimiz için böylesi bir
bencillik gerekli birşey. İstimalinden zarar görmezler. Duygularını tahrişten
korumuş olurlar. An şart ki: Aşırıya kaçmazlarsa! Büsbütün vurdumduymazlığa
koşmazlarsa! Öyle ya: Taşıyamayacağı yükün altına girmek en itaatkâr köleyi
bile sahibine küstürür. Nefsine ettiği zulüm en nihayet âdemoğlunu da nefsi
kudret elinde olan Zat'a isyankâr eder. Bu büyük bir tehlikedir. İnsan bundan
da korunmalıdır.
Evet. Ona isyan edeceğine biraz bencil ol. Mesafeni koru. Kalbini
ötenden ayır. Çünkü hepsine yetişemiyorsun. Ellerin küçük. Hem yetişsen bile gücün
yetmiyor. Pazuların zayıf. Kur'an'ı hatırla. Hidayete ermeyen yakınları için
rahmet dilemekten men edilen nebileri düşün. Elbette bu haberlerin bize
gelmesinde bir hikmet var. Ne biliyorsun? Taşıyamayacağın yükün altına
girme diye verilmiştir belki de şu bencillik? Nihayetinde mürşidim de ‘rahmet-i
İlâhiyeden daha ileri şefkati sürmek mânâsız ve haksız’ demiyor mu?
28 Mayıs 2016 Cumartesi
Hiçbir kitap yalnız değildir
Arkadaşım, sen de biliyorsun, müstakim bir araştırmacının birkaç çalışmasını birden okumak, hatta eserlerinin bütününe hâkim olmak, ‘hakikatte ne söylediğine’ daha çok aşina kılar bizi. Daha hâkim bir noktaya getirir. Beyanını daha iyi kuşatmış oluruz böylece. Bütünün resmini daha iyi çekeriz. Birbirini açan yerleri yakalarız. Birinden anlamadığımızı ötekinden anlarız. Hatta çoğu zaman onlar tavsiye ederler bunu. “Bu konuyu şu eserimde daha detaylı işledim!” diye gönderme yaparlar. Böylece farkındalığımızı açarlar. Biz de ardınca okumalarımızı sürdürürüz. Bütünü kuşatmanın hakikate yaklaştırdığını biliriz. Fıkradaki Bektaşî’dir ancak metinlerin ‘işine gelecek kadarıyla’ muhataplık isteyen. ‘İçkiliyken...’i okumayıp ‘... namaza yaklaşmayın’ ile amel eden.
Buradan şuraya geleceğim. Mürşidimin eserlerine aşina olanlar da bilirler ki: En çok dikkatimizi çektiği şeylerden birisi de Kur'an-kainat ilişkisidir. Nasıl bir ilişkidir bu peki? Sanki ‘aynı müellifin iki kitabı’ olmaktan daha fazlası vardır aralarında. Bir kere konumları kesinlikle eşit değildir. "Kâinat mescid-i kebirinde Kur'ân kâinatı okuyor..." diyen Bediüzzaman benzeri bir cümleyi tersi şekilde kurmaz. Hatta metinleri içinde yolculuğa çıktığınızda şöyle ifadelere rastlarsınız:
"Kur'ân-ı Hakîm, şu Kur'ân-ı Azîm-i Kâinatın en âli bir müfessiridir ve en beliğ bir tercümanıdır. Evet, o Furkandır ki, şu kâinatın sahifelerinde ve zamanların yapraklarında kalem-i kudretle yazılan âyât-ı tekvîniyeyi cin ve inse ders verir. Hem herbiri birer harf-i mânidar olan mevcudata 'mânâ-yı harfî' nazarıyla, yani onlara Sâni hesabına bakar. 'Ne kadar güzel yapılmış; ne kadar güzel bir surette Sâniinin cemâline delâlet ediyor...' der. Ve bununla kâinatın hakikî güzelliğini gösteriyor."
Bu hiyerarşi vahyin hem 'olmazsa olmazlığını' hem de 'hikmetini' anlatır bize bence. Evet. Elhamdülillah. Öyledir: Kainatın da tefsire ihtiyacı vardır. Bu ihtiyacın kaynağı da muhataplarının aczleridir. Ayetlerini kavramaktaki müşkülleridir. Kesretten vahdete dönmekteki zorluklarıdır. Yani Kur'an-ı Hakîm bize bir tefsir olarak da lütfedilmiştir. Onun rehberliği sayesinde beşer varlığa hangi perspektiften bakması gerektiğini öğrenir. Mevcudatın herbir parçasının Cenab-ı Hakkın isimlerine nasıl delalet ettiğini bilir. Arkadaşım pahabiçilmez bir ikramdır şu. Biraz da bu yüzden belki Kur'an ilk emri 'Oku!'dur. Yani herşey artık uyandırdığı açıdan okunmaya başlayacaktır: “Yaratan Rabbinin adıyla oku!”
Eh, bu eşikte artık ‘müfessirliğin meşruiyetini’ tartışmak da anlamsız oluyor arkadaşım, değil mi? Sünnetin fonksiyonunu sorgulamaksa hepten saçmalaşıyor. Çünkü; nasıl ki insan aklının kainat ayetleri karşısındaki şaşkınlığını Kur'an tefsiriyle gideriyor; aynen öyle de; Kur'an ayetleri karşısındaki şaşkınlığımızı da sünnet gideriyor. 'Üç küllî muarrif' analizi içinde Aleyhissalatuvesselamı, 'dört küllî burhan' analizinde ise vicdanı bu bütünlüğe dahil eden Bediüzzaman aslında Allah'ın hiçbir kitabının yalnız okunmaması gerektiğini de öğretiyor bizlere sanki. Kitap kitapla tamamlanıyor yani. Kitap kitapla tam irşad ediyor. Allah’ın kitaplarına aşina olundukça, bütünü nazara alındıkça, marziyatı daha net anlaşılıyor. Elhamdülillah:
“Rabbimizi bize tarif eden üç büyük, küllî muarrif var: Birisi şu kitab-ı kâinattır ki, bir nebze şehadetini on üç Lem'a ile Arabî Nur Risalesinden On Üçüncü Dersten işittik. Birisi şu kitab-ı kebîrin âyet-i kübrâsı olan Hâtemü'l-Enbiyâ aleyhissalâtü vesselâmdır. Birisi de Kur'ân-ı Azîmüşşandır.”
Hakikat de istikamet de bütünün dengesinden çıkar arkadaşım. Parçalar yanılgıya açıktır. Hem Mevlana Celaleddin Hazretlerinin ‘körlerin fili tarifi’ misali hem Bediüzzaman Hazretlerinin ‘gavvasların hazineyi tarifi’ örneği bize ‘parçadan yapılacak yorumların eksikliğini’ anlatır. Bu açıdan diyebiliriz ki: Kainat Allah'ın delilidir ama ona Kur'an'la bakmasını bilirsen. Kur'an-ı Hakîm sana ayetleri görmesini öğretir ama sünnet-i seniyye ile okumasını bilirsen. Sünnet sana Kur'an'ı doğru okumayı öğretir selef-i salihinden sana miras istikametli ilme/usûle güvenirsen. Bunların inşa ettiği tutarlı içeriğe sahip olursan ancak aklın selim olur. Nazarın keskin olur. Ferasetin tam olur.
Yani arkadaşım ‘kitapların birbirini gölgelemesi’ diye birşey yok. Çünkü aralarında çatışma yok. Zıtlaşma yok. Tenakuz yok. Aksine birbirini tamamlıyor onlar. Tersini savunanlara da istihza ile sormak gerekir: Sünnete kulak vermenin Kur'an'ı anlamaya engel olduğunu düşünenler Kur'an'a kulak vermenin de kainatı anlamaya engel olduğu düşünüyorlar mı? Düşünmüyorlarsa neden? Aynı gerekçe sünnete neden delil olamıyor? Fonksiyonunu anlatmıyor?
Güya Kur’an sevdası/müslümanlığı ile başlayıp en nihayet atlarını deizm uçurumuna sürenler gidişatı açık ettiler aslında. Tefsirleri teker teker düşürecekler. İslam’ın parçalarını teker teker eleyecekler. Evet. Bir tefsirden rahatsız olan her tefsirden rahatsız olur. Kaçınılmazdır şu. Bugün sünnetten rahatsız olan yarın kesinlikle Kur'an'dan da rahatsız olacaktır. Onu da elemeye bakacaktır. Deneyecektir en azından. Ve Kur’an-ı Hakîmimiz bize asırlar öncesinden haber veriyor ki: "Verdiği misallerle Allah ancak fâsıkları saptırır." Çünkü fâsık sapmaya meyyaldir. Aklı seyyiesine doğru bükülmüştür. Günahından vazgeçmektense meşrulaştırmayı ister. İnandığı gibi yaşamayı başaramayanlar, gün gelir, yaşadıkları gibi inanmaya başlarlar. Yaşadıklarının yasallaşmasını engelleyen her açıklamayı da karalarlar. Çıkarırlar. Saklarlar. Bektaşî gibi okumazdan gelirler. Allah öylelerden olmaktan korusun bizi arkadaşım. Âmin.
27 Mayıs 2016 Cuma
Duydun mu atmaya başlamış kalbi Taksim'in?
Lemeat’tan.
Bana öyle geliyor ki arkadaşım: Sezgiden aklın sonradan haberi olur. Yani ‘sezgi’ aklî uyanışlarından öncesidir. Zeminidir. Evet. Aynen. Yine bir farkediştir ama sırf akılla değildir sanki. Ondan ziyade şuura bakar. İsimsiz esintiler gibidir bu biliş akıl için. Görecek gözleri yoktur onu. Tutacak elleri yoktur onu. “Hava gibi, su gibi, nur gibi…” Bilinenin kendisi yoktur âdeta. Lakin tesiri vardır. Karşı konulamaz bir tekrarla dokunmaktadır. Bu farkındalık işte 'sezgi'dir. Şuurun farkındalığını aklın uyanışlarından ayıran şeyse, bir bilinç olarak değil, daha çok bir sızı/ferahlık olarak yaşanmasıdır. Vicdan azabı dediğimiz şey pek de akıl işi sayılmaz öyle değil mi? Hatta çoğu zaman akla bir ölçüde doğru gelmiş şeylerin yapılmasından dolayı yaşanır bu azap. Mürşidim de der: "Ve akıl dahi, şuurdan ve histen süzülmüş, şuurun bir hülasasıdır."
Şimdi bana "Vicdanla şuurun ne alakası var yahu?" diye sorabilirsin arkadaşım. Haklısın. Orayı biraz daha açmam lazım. Mürşidimin ayak izlerini öperek başlayayım yola o zaman: Bediüzzaman'ın ifadesiyle vicdan da bir fıtrat-ı zişuurdur. Fıtrat ne demek? Böyle söylemek çok kapitalistçe gelse de kolay anlaşıldığından istimal edeceğim: Fabrika ayarlarımızdır fıtrat. Yaratılış özümüzdür. Temiz kalıbımızdır. Hayır üzere varlığımızdır. Sahibimizin nakşındaki muradıdır. İnsan neyin üzerine yaratılmışsa onu yapmak ister. Hikmetinin dışındaki eylemler kulağına söylenen kötü sözler gibidir. Fıtrat bundan rahatsız olur. Bunun için yaratılmadığını sızılarıyla hissettirmeye çalışır. Köy yolunda kullanılan bir Ferrari gibi. Nasıl? Aracın ses çıkarabilen her yeri size bu yol için varolmadığını haykırır. “Beni burada sürme! Ben burada gitmek için yaratılmadım! Beni burada süründürme!” Fıtratınız da size vicdanın sesinden rahatsızlığını haykırır. Kendinize kaldığınız her yerde darlığını fısıldar. Kulağınız ondaysa elbette.
Hele şu söyleyeceğime dikkat buyur arkadaşım: Bu etkileşim aslında her an yaşanıyor. Fıtratımız bizimle konuşuyor. Sesi yüksek değil belki. Ama devamlı. Israrlı. Tekrarlı. Bu yüzden gafil insan yalnızlığı sevmiyor. Uyandırıcılardan hoşlanmıyor. Sessizlik zayıf sesleri de duyulur yapıyor. Uyandırıcılar içindeki uykucunun da yüzüne su serpiyor. Yine mürşidim Mesnevî-i Nuriye’sinde diyor ki: “Herşeyi Allah’tan bilip böylece iz’an ettikten sonra, sürur veren şeye de, zarar veren şeye de razı olman gerekir. Razı olmazsan mecburen gaflete düşersin. İşte bu sebebdendir ki zâhirî esbab vaz’ edilmiş ve gözleri gaflet perdesiyle örtmüştür.” Esbab sahte bir kurtuluş olmuş yani gafile. Arkalarına saklanarak korumuştur yaşatmak istediği uykuyu.
Hem şu da önemli: Sadece bizimle değil birbirleriyle de konuşuyorlar. Evet. Tanışıklığımızdan itibaren sevdiğimiz/sevmediğimiz insanlar da bize bir mesaj veriyorlar. Nasıl? Sanki kendilerinde tecelli eden esma üzerinden, başkalarına dair okumalar yapabiliyorlar fıtratlar. Hangi ismin gölgesini seviyoruz? Bunu net bir şekilde bilemiyoruz. Ama, ne tuhaftır, sevdiğimiz insanların özellikleri de az-çok birbirini tutuyor. Sevmediklerimizin de öyle. En önemlisi de şu arkadaşım: Sahibinin saflığını korumaya çalıştığı bir fıtrat korunmamıştan rahatsız oluyor. Aynı ortamda bulunmayı bile istemiyor. Canı sıkılıyor. Bunalıyor. Belki de fıtratındaki çığlıkları duyuyor. Sesten olmayan sesleri işitiyor. Tıpkı keşfe’l-kubur velilerin gafil mezarından geçmeye çekindikleri gibi. Göreceklerinden üzüldükleri-gerildikleri gibi. Kimbilir?
Tersinde de benzeri bir durum yaşanıyor bence arkadaşım. Nasıl? Açayım: Bence gafilin rahatsızlığı da müttakinin huzurudur. Onun çağrıştırdıklarıdır. Ezan sesidir. Minaredir. İbadettir. Zikirdir. Gürültü, duymak istemediğiniz şeylere engel oluyorsa, elbette ondan değil, yokluğundan rahatsız olursunuz. Disko telaşı istersiniz. Kalabalıkta kaybolmayı arzularsınız. Gözlerinizi kaparsınız. Kendinize bırakılmaktan uçurum gibi korkarsınız. Bundan daha doğal ne var? Çünkü sessiz ortam gürültülerin sıkletinden kurtarıcıdır. Gafil de vicdanını duymamak için gafilane gürültüyü arzular. Uyanıklıktan çekinir. İstemediği manaları çağrıştıranlardan rahatsız olur.
Bu sesler hayatın her yanında arkadaşım. Sezgi dediğimiz şey bu seslere daha duyarlılarımızın yaşadığı düşük yoğunluklu farkındalık. Doğru. Ahirzaman dikkatimizi dağıtacak pekçok ‘geçici olan’ karşımıza çıkardı. Aklımızı başımızdan aldığı gibi sezgimizi de fıtratımızdan aldı. Hayretimizi tırtıklayan birçok “Aaa duydun mu?” var artık hayatımızda. Belki de kalbimize güvenimizi yitirdik. Belki kalbimizi de. Hem sezgi de daha fazla dikkat istiyor. Dönüp dönüp kendisiyle ilgilenilsin istiyor. Beş vakit namaz istiyor. Ezanı istiyor. Minare istiyor. Hem sesi zayıf hem kurduğu cümleler uzun. Zamana ihtiyacı var. Ve bir de cümlesi bitene kadar kalacak bir dikkate. Kalp gibi atması lazım böylesi bir dikkatin. Bunu da şöyle bir parça açabilirim belki:
Akıl dinamik farkındalıkların alanı. Ve bu dinamizm farkındalığın şiddetinin de yüksek olmasını gerektiriyor. Şuur ise statik farkındalıkların alanı. Daha düşük tesirlerden de haberdar. Lakin bu tesirlerden dolayı fiillere teşebbüs etmesi 'bardağı taşıran son damlalar'la mümkün. Evet. Şuurla yapacaksanız bardağı sezgilerle doldurmak zorundasınız. Doğru çağrışımlar hayatınızın her yanından akmalı. Birikmeli. Kuşatmalı. Hamlıklarınız kısık ateşte pişmek zorunda. Minare minare görmek zorunda. Ezan ezan işitmek zorunda. Bu yavaş fakat kaliteli bir farkındalık olacak. Ağır ama isabetli kararlar alacaksınız. Yok, yaşadığınız farkındalık tokat gibi birşeyse, o zaman bardakla uğraşmaya da ihtiyaç yok. Akıl farkındalığının hakkını verecek. Farkındalığın şiddeti eylemeyi hızlandırır. Yalnız şu var arkadaşım: Şuurla yapan sanki yaptığında daha salabetli oluyor. Daha dik duruyor. Terkini daha imkansız görüyor. Allahu’l-a’lem. Allah cümlemizi istikametten ayırmasın. Kendi çağrışımlarından koparmasın. Âmin.
25 Mayıs 2016 Çarşamba
Yazmak da bir terapi çeşididir
Bana öyle geliyor ki: Yazmak da bir terapi çeşididir arkadaşım. Yani kalemiyle de yaralarını sarabilir insan. İnşaallah. Metinleri üzerinden hayatının dakik bir MR’ını (emarını) çektirebilir. Dışarıdan dokunamadığı dokularını böylelikle seyredebilir. Öyle. Hakikaten kıymetli bir aynalıktır şu. Lazım bir seyirdir. Neden? Niçin? Ayna neden önemli çünkü? 'Ben'i bir parça 'o' kıldığı için değil mi? Evet. Aynada yansıyan ister istemez 'o’ olur bizim için artık. (Biz de olsak odur.) Yani insan kendisini yazarken bile bir başkasıdır. Kendim benden başkasıdır. Ben kendimin ötekisidir. Kendisinin 'o'su olmayan yaralarına merhem çalamaz. Şifa sunamaz. İyileşmek isteyen bir 'o' bulmaya muhtaçtır daima. Doktorlar bile kendi hastalıklarını kolay kolay teşhis edemez.
Terzi söküğünü dikemez. Berber saçını traş edemez. Bu zayıflık özüne dair yargılarında ‘ötekilik imkanını/kıyasını’ yitirmesinden kaynaklanıyor belki de insanın. Ötekisizlik insanın zayıflığıdır. Ötekisi olmayanın berikisi de olmaz. Herşey kıyaslandığı şeylerle birlikte varolur. Farklılık farklı olduklarınla güzel. Varolmak başka olduklarınla. En azından masiva için bu böyle. Bizim arızîliğimiz ben’imizi sen’lere, siz’lere, o’lara, on’lara muhtaç ediyor. Biz’le ben ‘ben’ oluyor.
İşte, hayatını metinlerinden izleyenler, kendilerine ‘üçüncü kişi’ nazarıyla bakmayı da öğrenirler. Bu duygusallığın bencillik yahut da körlük olduğu zeminlerde bizi âkil olmaya zorlar. Üçüncü kişi olmak ehl-i akıl olmaktır. Birinci kişi olmak ehl-i kalp olmaktır. Bir öyküde veya romanda, kurguyu/yaşanmışı üçüncü kişi olarak anlattığınızda, aktarımı da karakterin özüne sınırlamış olursunuz. Üçüncü kişi kahramanın dünyasına ne kadar girebilir? Ne kadar tahlil edebilir veya buna okurunu ne kadar inandırabilir? Fatiha’da "Malikiyevmiddin..." ile "İyya kena'budu..." arasında atlanan eşiği hatırlayalım. Aynı zamanda bize verilen bir üslûp dersidir bu sanki. An gelir ki hissedileni anlatmaya üçüncü kişi yetmez. Hesap gününün sahibine “Ancak sana kulluk ederiz...” diyerek yaklaşabilirsin. Orada 'o' kalamazsın. Sen olursun. En çıplak/aciz halinle sen...
Fakat 'ben' olmak yorucudur. Kalbin pervanesi aklın motorundan o kadar büyüktür ki dikkatin benzini ona çok dayanamaz. "Hanzala kafir oldu!" diye endişesini haykırırken Hanzala radyallahu anhın söylemek istediği belki de buydu arkadaşım. İnsan hayatı bazı bazı 'ben' makamında, ama çoğunlukla da 'o' makamında yaşıyor. Ben olmaya uzun süre dayanamıyor. İhsan makamı ağır geliyor. Yine Mektubat-ı Rabbanî’de bu makamda deniliyor ki: “Şeyhü’l-İslam Hirevî buyuruyor ki: ‘Beni az bir zaman Hak Tealadan gafil edenin günahlarının affolmasını umarım.’ İnsanın yaşayabilmesi için gaflet lazımdır. Allahu Teala çok merhametli olduğundan herbirini yaratılışlarına uygun işlerle uğraştırmaktadır. Böylece gaflet hasıl olmaktadır. Varlık yükü bu şekilde hafifletilmiştir.”
'O' olmamız aczimizdendir. 'Ben' olmamız lütfundandır. ‘O’ olmamız kurbiyettir. ‘Ben’ olmamız akrebiyettir. Yazmak 'ben' olarak yaşarken zorlandığımız yerlerde bize 'o' olmayı nasip ettiği için de kıymetli arkadaşım. Evet. Buna kesinlikle inanıyorum: Yazmak bir terapidir. Varlık yükünde bir hafifletmedir. Kimse okumasa da. Çünkü ‘ben’imizi 'o' olarak da görebilmeyi öğretir. Uzaklaşmayı öğretir. Teşhis öğretir. Tedaviye kapı açar. Çünkü illa ki itiraf ettirir. Kalemimizi içimize dokundurur. O olmak parçası olduğumuz resme daha yukarıdan bakabilmektir biraz da. En doğrusunu Allah bilir. Fakat belki Alak sûresinde zikredilen ‘kalemle öğretilme’ beyanın bir vechi de budur. İnsan kaleminden kendisine dair bilmediği çok şeyi de öğrenebilir. Bu da bir keremdir.
Mürşidim de sanki bu sırra dokunur gibi Mesnevî-i Nuriye’sinde diyor: “Bunu neşretmeye hakkım olduğunu sanıyorum. Zira, kaleme alınmadığı müddetçe, herbir Remizde, tedaviye ihtiyaç tekerrür ediyor. Kaleme alınınca o ihtiyaç giderilmiş oluyor; fakat bu defa, neşredilmediği müddetçe bir nevi münakaşa temayülü devam ediyor. Neşredildiğinde o da zail oluyor ve kalb tatmin oluyor.”
24 Mayıs 2016 Salı
Çatlaklar nasıl tedavi edilir?
Yanlış biliyoruz. Yaşlanmak yıpranmak değildir belki de arkadaşım. Uzlaşmaktır. Uzaklaşmaktır. Resmin bütününe bakmaktır biraz daha. Evvelce canını yakan şeylere, bütünlükteki hikmetlerini farkederek, barış elini uzatmaktır. Kur’an’da buyrulduğu gibi: “Sulhte hayır vardır.” Hayır sulhle görünür çünkü. Parçalar barışmadan bütün olamazlar. Öyle ya: Düşmanlarımızla da barıştığımız birgün gelir. Her fırsatta kavga ettiğiniz o çocukla gün gelir geçmişi gülerek yâdedersiniz. Yaşlılık, vaktiyle ciddiye aldıklarınızla alay ettiğiniz, alay ettiklerinizi de ciddiye aldığınız bir süreçtir sanki. Gözler geriledikçe parçaların arasındaki uyum daha sıkı kollanır. Uyuma uyanıldıkça da detaylarla uzlaşılır.
Çocukken çocukluğumun her parçasıyla barışık değildim arkadaşım. Hatta pek tatsız bölümleri olduğunu hatırlıyorum. Fakat uzaklaştıkça güzel bulmaya başladım. Uzaklaştıkça dert hüsünleşti. Çirkinlik giderek ‘dolayısıyla güzel’ oldu. Bu, bir kısmını unutmamla ilgili olduğu kadar, bütünde ifade ettiği anlamı kavrayışımla da ilgiliydi. Yazmak uzlaştırıyormuş. Gördüm bunu. Tecrübe ederek hem de. Şunu da söyleyebilirim: Çocuklar çocukluğun hiç geçmeyecek bir devir sanıyorlar. Ama büyükler bir parçadan ibaret olduğuna uyanıyorlar. Sabır da biraz bu uyanıştan doğuyor sanki. Yaşadıklarının parça olduğunu düşünen sabredebiliyor. Bütün olduğunu sanrılayansa onda boğuluyor.
‘Güzel için’ olması, mürşidimin ifadesiyle, 'neticesi itibariyle güzel’ olması çirkini de ister istemez güzellik kılar. Dahil olduğumuzun sıfatlarından biz de istifade ederiz. Manzaraya iltifat edildiğinde en yoz kayaların dahi ondan bir hissesi vardır. Kur’an’da Musa aleyhisselama "İçyüzünü bilmediğin birşeye nasıl sabredeceksin?" diyen Hızır aleyhisselamın nazarımızı çevirdiği biraz da bu değil miydi? Bütünü sezemiyorsan parçaya nasıl sabredeceksin? Öyle ya: Birşeyin içyüzü anlamıdır aslında. Bütündeki yeridir. Özüdür. Arkadaşım buna da iyi kulak ver: İmanın en büyük 'bütünlük uyanışı’ olduğunu düşünüyorum ben bu eşikten bakınca. Yani en büyük resim imanla görülendir.
Tevhid herşeyi tek-bir manzaranın parçası kılar. O zaman hiçbirşey diğerinden kopuk olmuyor işte. Neye baksanız, Bediüzzaman’ın tabiriyle, ‘mana-i harfî’ye mecbur oluyorsunuz. Hepsini yaratan aynı Allah olduğuna hiçbir varlık 'isim' olamaz. Yalnız kalamaz. Sırf kendisi için bakılamaz. Kısa bir mealiyle Kur’an’da buyrulduğu gibi yahut: "İnsan başıboş bırakılacağını mı sanır?" Sahi. Parça bütünden kopabileceğini mi sanır?
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...