17 Ağustos 2016 Çarşamba

Modern akılla nereye kadar?

Modern aklın hadis tahlilinde tek kıstas haline getirilmesinden doğacak sakınca ve sıkıntıya ne güzel işaret ediyor Bediüzzaman'ın 24. Söz'deki şu örneği: "Deccalın çıktığı vakit umum dünya işitecek olan kaydı, telgraf ve radyo halletmiştir. Kırk günde gezmesini de, merkebi olan şimendifer ve tayyare halletmiştir. Eskiden bu iki kaydı muhal gören mülhidler şimdi âdi görüyorlar..." Öyle ya! Aklın imkanlılık/imkansızlık algısı şahit olduğu imkana göredir. Yeni imkanlara şahit olduğunda mümkünü de değişir. Bu nedenle salt akılla hadis inkârına girişmek akılsızlıktır. Zira analizini üzerine bina ettiği kıstaslar zamanının çocuğudur, değişkendir. Bugün 'muhal' olarak gördüğü şeyin yarın 'mümkün' haline şahit olduğunda 'imkansızlık tayini' de berhava olacaktır. Peki, Allâmu'l-Ğuyûb'un bildirmesiyle gaybdan haberdar olan Allah Resulü aleyhissalatuvesselam, şu eksik akıllıların noksan terazisine uymaya mecbur mudur? Yine mürşidimin konuya dair bir ifadesiyle bitireyim: "(...) hakiki hüşyar ve yakzan olan zâtın gördüğünü, sen kendi rüyanda inkâr değil, tabir et."

16 Ağustos 2016 Salı

Süfyan açığa çıktı. Peki ya fetvacılar?

Bir fitneyi tutuşturan başındaki 'sapkın' olsa da onun asıl tesir alanını belirleyen etrafındaki 'samimi'lerdir. Malcom X'in hayatına dair malumatı olanlar, Elijah Muhammed'in İslamiyet olarak tanıttığı sapkınlığın (kendisini de 'peygamberi' olarak tanıtıyordu) hakiki tesirinin kendi gayretleriyle değil, Malcom ve benzerlerinin çabalarıyla vücuda geldiğini bilirler. Nitekim, ne zamanki Malcom hac vesilesiyle hakiki İslamiyetin Elijah Muhammed'in anlattığı gibi olmadığını anlamış ve anlatmıştır, o zamandan sonra Elijah Muhammed'in bir numaralı düşmanı haline gelmiştir. Şehadetinin de yine Elijah Muhammed yanlıları eliyle olduğu söylenir. En azından katillerden birisinin ifadesi/gerekçesi bu yöndedir. Cinayetin Amerika'nın derin devletiyle ilişkisi ise hâlâ sır.

Mürşidim ahirzamana dair hadis-i şerifler üzerine yazdığı 5. Şua'da fitnenin bu yönüne de dikkat çeker: "Hem bazı ehl-i velâyetin istihracatıyla anlaşılıyor ki; İslâm devletinin başına geçecek olan Süfyanî Deccal ise, gayet muktedir ve dahi ve faal ve gösterişi istemeyen ve şahsî olan şan ve şerefe ehemmiyet vermeyen bir sadrâzam ve gayet cesur ve iktidarlı ve metin ve cevval ve şöhretperestliğe tenezzül etmeyen bir serasker bulur, onları teshir eder. Onların fevkalâde ve dâhiyâne icraatlarını, riyasızlıklarından istifade ile kendi şahsına isnat ve o vasıtayla koca ordunun ve hükûmetin teceddüt ve inkılâp ve harb-i umumî inkılâbından gelen şiddet-i ihtiyacın sevkiyle işledikleri terakkiyatı şahsına isnad ettirerek şahsında pek acip ve harika bir iktidar bulunduğunu meddahlar tarafından işâa ettirir."

Daha önceki yazılarımda da altını çizdiğim gibi: 5. Şua'ya dair yaptığımız tefekkürleri 'olay' analizinden 'kanun' analizine yükselttiğimizde ahirzaman fitnesinin yapısına dair genel-geçer çıkarımlar da elde ederiz. Örneğin: Bu kısımda, ahirzaman fitne veya fitnelerinin 'bizzat fitnenin kurucusu' tarafından değil de 'fitnenin yayıcısı' konumundaki insanlarca tesirli/güçlü kılındığını görürüz.

Birçok iyi haslet de taşıyan bu yardımcılar, o iyi hasletleri bu kötü yolun/rehberin emrine seferber ettikleri için tehlikelidirler. Bizzat kötü oldukları için değil. Dalalet önderine boyun eğen bu iki karakter, aslında, yine üzerinden kanun okuması yapılabilecek iki insan prototipidir: "(...) gayet muktedir ve dahi ve faal ve gösterişi istemeyen ve şahsî olan şan ve şerefe ehemmiyet vermeyen bir sadrâzam ve gayet cesur ve iktidarlı ve metin ve cevval ve şöhretperestliğe tenezzül etmeyen bir serasker..." Bunlardan birisi fikirsel yeteneklerini önderinin emrine verirken, diğeri de bedensel yetenekleriyle önderinin emrine girmektedir.

Mezkûr eserde meselenin fikirsel boyutuna değinilen ikinci bir kısım da şurasıdır: "Rivayette var ki, 'Süfyan büyük bir âlim olacak, ilimle dalâlete düşer. Ve çok âlimler ona tâbi olacaklar.' Ve'l-ilmu indallah, bunun bir te'vili şudur ki: Başka padişahlar gibi ya kuvvet ve kudret veya kabile ve aşiret veya cesaret ve servet gibi vasıta-i saltanat olmadığı halde, zekâvetiyle ve fenniyle ve siyasî ilmiyle o mevkii kazanır ve aklıyla çok âlimlerin akıllarını teshir eder, etrafında fetvacı yapar."

Buraya kadar konuştuklarımızın yaşadığımız FETÖ fitnesiyle ilgili olduğunu düşünmekteyim. Neden mi? Bugün de aynı örgütün içinde 'akıllarını sözde mehdisinin cebine koymuş' çok sayıda insan var. Baksanız, belki genel anlamda kötü insanlar da değiller, en azından çevrelerinde öyle bilinmiyorlar. Fakat tüm bu iyi hasletlerini bir dalalet önderinin emrine verdikleri için tehlikeliler. Ve onların dalalet içindeki varlığı fitneyi de daha güçlü kılıyor(du). Bunlardan kimisi bedensel yeteneklerini/gayretlerini FETÖ'nün hizmetine adamışken, kimisi de fikirsel yeteneklerini/gayretlerini FETÖ'ye adamış vaziyetteler(di). Metinde dikkat edilmesi gereken şeyse şu: Bu insanlar ahmak değiller. Hatta dahi de olabilirler. Ancak 'deha' da olsalar 'teshir' olmuşlar. Zekiler fakat akıllı değiller. Zekanın yola çıkacağı mizanları kendileri üretmiyorlar, önderlerinden replik gibi alıyorlar.

Hepsini aynı şekilde suçlamak yanlış olur. Örgüt içindeki yerleri de, bu yere göre işledikleri cürüm de basamak basamak, mertebe mertebe... Hatta kendisinin bu örgüte mensup olduğunu düşünmedikleri halde suçta payı olanlar da var. Nasıl mesela? Fethullah Gülen'den 'büyük bir dinî önder' gibi bahsettiğinde kitaplarının daha çok satacağını düşünen ve bu sebeple eserlerinde onu okurlarına methedenler de bu suçta pay sahibi. Çünkü bir şekilde 'fetvacılık/meşrulaştırıcılık' yapıyorlar. (Çıkarcı fetvacılar.)

Bazıları da ilmini bu örgütün tastamam hizmetine vererek ehl-i ihtisas olduğu alandaki bilgisini/yetkisini örgütün düşünmesini emrettiği yönde veri üretmek için kullanabiliyor ve onu dinleyenleri de bu şekilde etkileyebiliyor. (Maaşlı fetvacılar.) Kimisi de tam kapılmış. Hakikaten Fethullah Gülen'i asrın en büyüğü olarak görüyor ve çevresine de öyle anlatıyor. Onun yaptığı 'fetvacılık' diğerlerinden de yaman. Zira yıllardır insanlar içinde 'sözüne güvenilir' imajı çizdiği için, onun sözüne inananlar, sizin uyarınıza da inanmaz oluyorlar. (İnanmış fetvacılar.) Bu fetvacılığı/meşrulaştırıcılığı daha fazla da kategorize edebiliriz.

Hepsine verebileceğim örnek isimler var. Ancak onlarla yazıyı uzatmayacağım. Bu yazıda altını çizmek istediğim 'meselenin neden ehemmiyetli olduğu' idi. 'Fetvacılar' eğer fetvacılıklarının tevbesini alenen ve sağlamca etmezlerse, bir ikinci fitnede yine fetvacılık vazifesine dönebilirler. Yine avam-ı nâsın sâfî kalbini/aklını karıştırabilirler. Bu noktada biz de Bediüzzaman'ın İşaratü'l-İ'caz'da öğütlediği gibi davranmalıyız: "Yaptıkları kizbden pişman olup, nedamet etmedikleri takdirde, beynennas yalancılıkla teşhir ve bir alâmetle tevsimleri lâzımdır ki, başkalar onlara itimad edip marazlarına maruz kalmasınlar." Unutmayalım: Fetvacılık/meşrulaştırıcılık da süfyaniyetin bir rüknüdür. Görmezden gelen tekrarına katlanır.

15 Ağustos 2016 Pazartesi

17 Aralık'tan sonra gözü açılmamışa 15 Temmuz'dan sonra güvenilir mi?

"Yaptıkları kizbden pişman olup, nedamet etmedikleri takdirde, beynennas yalancılıkla teşhir ve bir alâmetle tevsimleri lâzımdır ki, başkalar onlara itimad edip marazlarına maruz kalmasınlar." İşaratü'l-İ'caz, Bakara sûresinin 9 ve 10. ayetlerinin tefsirinden...

"Andolsun ki Yusuf ve kardeşlerinde, (almak) isteyenler için ibretler vardır." Dikkatimi bu detaya ilk kez Metin abi çekmişti: Hz. Yusuf aleyhisselam kardeşlerini ne zaman affetti? Görür görmez mi? Hayır! Ancak hatalarını itiraf etmelerinin ardından affa mazhar oldu Yusuf'un kardeşleri. "Yusuf dedi ki: Siz, cahilliğiniz yüzünden Yusuf ve kardeşine yaptıklarınızı biliyor musunuz? Yoksa sen, gerçekten Yusuf musun, dediler. O da: (Evet) ben Yusuf'um, bu da kardeşim. (Birbirimize kavuşmayı) Allah bize lütfetti. Çünkü kim (Allah'tan) korkar ve sabrederse, şüphesiz Allah güzel davrananların mükâfatını zayi etmez, dedi."

Benzeri bir durum kıssanın bir diğer kahramanı Züleyha için de geçerlidir. Yusuf aleyhisselamın Züleyha'yı affı onun hatalarını itirafından sonra olmuştur: "(Kral kadınlara) dedi ki: Yusuf'un nefsinden murat almak istediğiniz zaman durumunuz neydi? Kadınlar: Hâşâ! Allah için, biz ondan hiçbir kötülük görmedik, dediler. Azizin karısı da dedi ki: Şimdi gerçek ortaya çıktı. Ben onun nefsinden murat almak istemiştim. Şüphesiz ki o doğru söyleyenlerdendir."

Peki, bütün bunlar gizli-kapaklı yaşanan şeyler midir? Hayır! Kıssasını dikkatle okuduğumuzda Yusuf aleyhisselamın bütün bu itirafları özellikle 'herkesin içinde' aldığını görürüz: "(Adam bu yorumu getirince) kral dedi ki: Onu bana getirin! Elçi, Yusuf'a geldiği zaman, (Yusuf) dedi ki: Efendine dön de ona: Ellerini kesen o kadınların zoru neydi, diye sor. Şüphesiz benim Rabbim onların hilesini çok iyi bilir." Neden bu affedişi herkesin içinde alınmış itiraflardan sonra yaptı Yusuf aleyhisselam? Ona da sûrenin başka bir ayeti cevap veriyor sanırım: "(Yusuf dedi ki): Bu, azizin yokluğunda ona hainlik etmediğimi ve Allah'ın hainlerin hilesini başarıya ulaştırmayacağını (herkesin) bilmesi içindir."

Demek "Allah'ın hainlerin hilesini boşa çıkaracağını herkese bildirmek" Yusuf aleyhisselamdan aldığımız ders. Ve 'kardeşlik hukuku'nda da kıymeti görmezden gelinemeyecek bir öğreti. Ben bu kıssadan yaşadığımız süreç için de alınabilecek nasihatler olduğu kanaatindeyim. Asla affedilmeyeceklerin çekmesi gereken cezalar bir tarafa. (Onların takipçisi olacağız hem bu dünyada hem öteki dünyada.) Affedilebilecek konumda olanların da üzerine düşen görevler var. Öncelikle: Hatalarını itiraf edecekler. Hem de herkesin içinde itiraf edecekler. Ve kıvırmadan, lafı dolaştırmadan, samimiyetle itiraf edecekler. Daha önce böyle bir çukura düştüklerini ve düşebilir tıynette/yapıda olduklarını saklamayacaklar. Yokmuş gibi, olmamış gibi, yaşanmamış gibi davranmayacaklar.

İtirafsız istiğfar olmaz. Hatasına hata diyemeyeni affetmek onu hatasında daha şımarık ve ısrarcı bir hale getirir. Irvin Yalom'un Bugünü Yaşama Arzusu'nda dediği gibi: "Tedavi ancak suçlamanın bitip sorumluluğun kabul edildiği yerde başlar." O halde 'kardeşlik hukuku' adına bize 'aptallığa varan bir hoşgörüyü' tavsiye edenlere Yusuf aleyhisselamın sünnetiyle cevap verebiliriz: Hatalarınızın affedilmesini istiyorsanız istiğfarınızı ve itirafınızı herkesin içinde yapacaksınız. Kıvırmadan yapacaksınız. Saklamadan yapacaksınız. Fitneyi tutuştururken sergilediğiniz açıklıkta yapacaksınız. Ancak bundan sonra affedişe mazhar olabilirsiniz. Eğer itirafınızdan kalbimiz mutmain olursa...

Şahsen, bu dakikadan sonra, ancak 15 Temmuz gecesi sokağa çıkıp vurulmuş bir FETÖ'cü duyursam tevbesine inanırım. Böyle birşey yapmamış hiçbir FETÖ'cüye inanabilir durumda değilim. İstediği meydanda nutuk, istediği yürüyüşte slogan, istediği mitingde fink atsın. Hiçbir anlamı yok benim için. Ancak şu var: Onunla uğraşmayı bırakabilirim. Temkinli bir suskunlukla ve dikkatle izleyerek 'kendi halinde yaşamasına' izin verebilirim. Böyle bir açık itirafın/istiğfarın olmadığı hiçbir isme karşı merhamet hissetmiyorum. Teklif edilince de tiksiniyorum. Süreç içerisinde kendilerine uyarılar/eleştiriler yaptığım: Cemil Tokpınar, İhsan Atasoy, Gülay Atasoy, Nuriye Çeleğen, Vehbi Vakkasoğlu, Halit Ertuğrul, Âdem Güneş, Vedat Demir vs... Hepsi bu başlığın altına dahildir. Eskiden ne yaptıkları umurumda değil. Bize 15 Temmuz'u yaşatan cehenneme taşıdıkları odun yüzünden gözümde suçlular.

Bu isimlerden bazılarının tevbekâr olduğunu duyuyorum. Bu iyi birşey. Fakat kapı arkalarında fısıltıyla dilenmiş tevbelerin benim açımdan hiçbir ehemmiyeti yok. Üstelik bunlardan bazıları sanki daha önce bu sürece destek vermemiş, hiçbir zaman FETÖ'nün yanında/safında yeralmamış, sanki 17 Aralık'tan beri bütün bunlar yaşanmamış gibi davranıyorlar. Mitinglerde de kimseye boşluk bırakmıyorlar. Böyle davranan hiçkimse benim nazarımda affa mazhar değildir. Ve isimlerinin de unutulmaması gerekir.

Çünkü tevbeleri samimi bir itiraftan sonra gerçekleşmediği için sahici değildir. Konjonktür gereğidir. Bu insanların öncelikle yedikleri naneyi bizi inandıracak bir samimiyetle itiraf etmeleri gerekir. Ancak ondan sonra pişman olduklarına inanırız. Ama bu inanmamız bile 'kendi haline bırakma' inanmasıdır. Yoksa temkini ve tereddüdü asla yitirmemeliyiz. Bir daha bu insanları ehl-i âkıl ve vicdan bilmemeliyiz. Yaşayacağımız (Allah korusun) bir ikinci krizde de bu insanların kimden yana olacakları belli olmaz. Güvenmemeliyiz. 17 Aralık'ta gözü açılmamışa 15 Temmuz'dan sonra güvenilmez.

14 Ağustos 2016 Pazar

FETÖ'ye kızıp mehdi yakmak...

Şunu kabul etmek lazım elbette: Dünden bugüne ilerlemeler var. Hepten de yerimizde sayıyor değiliz. Bazı sorunlarımızı aştık. Bazı kavgaları kazandık. Örneğin: Bu yüzyılın başında cevap verdiğimiz safsataflardan birisi şu idi: 'Bizi din geri bıraktı. Dini terketsek ilerleriz.' Risale-i Nur okurları hatırlarlar. Bediüzzaman'ın da mezkûr iddiaya verdiği cevaplar vardır. Başka âlimlerin de (Allah hepsinden razı olsun) bu soruya verdikleri cevaplar var.

Allah'ın inayeti ve ehl-i sünnet ve'l-cemaatin topyekün gayretiyle bu arızayı aşmış gibiyiz. En azından muhataplarımız cevaplarımızın yerliyerindeliği karşısında sinmiş durumda. Eskisi kadar açıklıkla böyle şeyleri dillendiremiyorlar. Fakat bu muzaffer durum bizi kandırmasın. Hepten de bitmiş değil arızalar. Daha küçük ve lokal alanlarda hâlâ benzerî kavgaları vermeyi sürdürüyoruz. Mesela: Şimdilerde 'Bizi din geri bıraktı'dan 'Bizi mehdiye inanmak geri bıraktı'ya doğru kaymış gibiyiz. Üstelik FETÖ'nün sayesinde damarlarına kan da yürüdü bu kavganın. Muarızlarımızın gözleri parladı. Dillerine yeniden cür'et geldi.

Diyorlar ki: "İşte başımızdaki bela budur. Mehdiye inanmaktan ötürü oluyor bütün bunlar. FETÖ'cüler de Gülen'in mehdiyetine inandıkları için bu vartaya düştüler. Başımıza bunca işi açtılar..." Buldukları deva ne peki? Onu da özetleyelim: "Eğer böyle birşeyin tekrar başımıza gelmesini istemiyorsak mehdiye inanmayı bırakmalıyız. Mehdiye inanmayı terkedersek bir daha FETÖ gibi örgütler zuhur etmez. Başımıza kem işler gelmez." Sadece bununla kalsa iyi dostlarım. Dahası da var. Mesela diyorlar ki: "Mehdiye inanmak tembellik yapıyor. Mehdiye inananlar kendilerini kurtarması için mehdi beklediklerinden ötürü çalışmayı bırakıyorlar. Ondan sonra da İslam dünyasının bugünkü hali ortaya çıkıyor..." Başka sözleri var mı? Var anam var. Yine diyorlar ki: "Mehdiye dair hadislerin tamamı uydurmadır. Böyle hadisler aslında yoktur. Olay sosyolojiktir. Bizden önce bütün dinlerde olan 'kurtarıcı' beklentisi bizim dinimize de gafiller eliyle sinmiştir..." Daha bir sürü komplo teorisi yazılıp duruyor. Peki, söz çok da, bu işin altındaki hakikatin boyu ne kadar?

Bu konuya dair biraz araştırma yapmış bir kardeşiniz olarak söylüyorum: Bu iddiaların tamamı dogma. Bir kere mehdiye dair hadislerin tamamının 'uydurma' olduğunu söylemek başlıbaşına bir facia. Çünkü İslam'ın en muteber hadis kaynaklarının içinde geçiyor mehdiye dair hadisler. Ebu Davud'da, Müslim'de, kısacası: Kütüb-i Sitte'de mevcutlar. Hem de bir tane-iki tane değil, birçok geçiyorlar. Üstelik şu bizim modern zaman süperzekaları dünyaya gelene kadar mehdiyi inkar etmeye cür'et eden ancak bir-iki kişi var. Onlar da zaten ehl-i sünnet ve'l-cemaatin akaid veya hadis konusunda fikrine itibar ettiği kişiler değiller. Buna ek olarak: İtibar edilen kişilerce yazılmış mehdiye dair müstakil birçok eser de var. Mehdiye dair hadislerin toplandığı eserler de var. Bu konuya gelen eleştirilere cevap niteliğinde kaleme alınmış eserler de var. Var, var, varoğlu var yani sizin anlayacağınız. Olay ehl-i sünnet canibinde hiç de 'tartışmalı' değil. Kesin ve net. Peki, bu durumda ne yapmalı? Mürşidim cevap veriyor: "Sevâd-ı âzama ittibâ edilmeli. Ekseriyete ve sevâd-ı âzama dayandığı zaman, lâkayt Emevîlik, en nihayet Ehl-i Sünnet cemaatine girdi. Adetçe ekalliyette kalan salâbetli Alevîlik, en nihayet az bir kısmı Râfızîliğe dayandı." Zaten birazcık kurcalasanız 'mehdi inkarcılarının' hadis konusundaki bilgilerinin de dökülür vaziyette olduğunu görüyorsunuz.

Peki, mehdiyi hadis ilminin kıstaslarına göre inkar etmiyorlarsa, ya neye göre inkar ediyorlar? Aslında mehdiyi öncelikle modern bilimlerce tecavüz edilmiş kafalarına yatmadığı için inkar ediyorlar. Çünkü kafaları İslamî ilimlerin yerel hendeseleriyle değil, sosyoloji gibi modern bilimlerin üvey hendeseleriyle çalışıyor. Fakat şu çıkmazla yüzleştirdiğinizde kekelemeden cevap verebileni yok: Sosyoloji, sadece mehdi inancını değil, Allah inancını da insanlığın zaaflarıyla izah ediyor. Mehdi konusunda sosyolojiden akaid dersi almaya azmetmiş arkadaşların, acaba, Allah'a iman konusunda da böyle bir ders alasıları var mı? Örneğin: Sosyolojinin "İnsan varolduğu ilk günden beri birşeylerden korkmuştur. Korktuğu şeylere de tapmıştır. Din ihtiyacı buradan çıkmıştır..." tarzı cümlelerini duyduklarında mehdi meselesinde olduğu gibi "İslam'da aslında Allah da yoktu. Bu bize önceki dinlerden israiliyat olarak geçti!" falan diyesileri geliyor mu? Gelmiyorsa niye gelmiyor? İddialarında daha tutarlı olmaları adına bu konuda bir izah bekliyoruz.

Gelelim mehdiye inanmanın tembellik yapması meselesine... Doğrusu, bu konuda da mehdi inkarcısı arkadaşların ellerindeki bilimsel verileri pek merak etmekteyim. Acaba hangi laboratuvarda yaptıkları deneylerin sonuçları ile bu tesbiti yapıyorlar? Sosyoloji bile delil ister. En azından veri ister. Mesela: Bu arkadaşların acaba 'mehdiye inananlar' ve 'mehdiye inanmayanlar' diye ayırdıkları iki topluluk hakkında, birisinin daha tembel olduğu, ötekinin daha sıkı çalıştığı üzerine elle tutulur bir çalışmaları var mı? Bugün dişmacunu firmaları bile yumurtaların yarı tarafını fırçalayıp sirkede bekleterek birşeyleri ispat ediyorlar kendilerince. Biz de birazcık burhan görmek istesek hata mı ederiz?

Eğer yoksa hiç kusura bakmasınlar. Ben bu tür argümanlara canıgönülden 'dogma' diyeceğim. Evet, hakikaten de bu bir dogmadır. Mehdiye inananların tembelleştiği, inanmayanların ise daha çalışkan olduğu üzerine yapılmış psikolojik veya sosyolojik hiçbir çalışma yoktur. Bu bir modern zaman efsanesidir. Sorgulanmadan iman edilmiş bir oryantalist ezberidir. Üstelik laboravutarların en büyüğü olan tarih de bu iddiayı yalanlar. Nasıl yapar bunu? Mehdiye imanı akidesinin bir parçası olarak muhafaza etmiş ehl-i sünnet ve'l-cemaat topluluklarının tarihteki muvaffakiyetleriyle yalanlar. Hulefa-i Raşidin döneminden Abbasilere, Selçuklulardan Osmanlılara mehdiye ehl-i sünnet çerçevesinde iman etmiş hiçbir topluluk 'mehdiyi yatarak beklemek' gibi bir hataya düşmemiştir. Hatta bir adım ötesine giderek diyebilirim ki: Bu argüman insanın fıtratına da aykırıdır. Hiçbir insan halihazırda yaşadığı problemler için kurtarıcı beklemez. Yüzyüze geldiği problemlerin çözebildiğini çözmek insanın fıtratında vardır. Acaba, tarihe bakıldığında, bu ümmet ehl-i sünnet itikadının görece sağlam olduğu dönemlerde mi daha başarılıdır, yoksa bu modern zaman süperzekâlarının mehdiyi inkar etmeyi öğrendikleri dönemde mi? İnsan yalan söyleyecekse bile bari yatsıya kadar ayakta kalabilecek olandan söyler.

Uzağa aklınız yetmiyorsa yakını konuşalım. Acaba sünni olduğunu bizzat kendisi de açıklıkla ifade eden Erdoğan mı mehdiye inandığı için tembellik yapmıştır? Elmalılı Hamdi Yazır Hocaefendi mi tembeldir? Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri mi tembeldir? Süleyman Hilmi Tunahan Hoca mı tembeldir? Esat Coşan Hocaefendi mi tembellik yapmıştır? Zahid el-Kevserî Hazretleri mi yatarak mehdi beklemiştir? Yahu hakikaten merak ediyoruz. Bilen bir arkadaş yardım etsin: Şu mehdiye iman etmenin tembellik yaptığı kişi veya kişiler kimlerdir? Kimlerdir ki, birer hayalet gibi varlıkları anılmakta, ama isimleri anılamamaktadır? Üstelik ima ile tembellikle suçlanmış ehl-i sünnet ve'l-cemaat öyle isimler bulunmaktadır ki; bu inkarcılar bir bu kadar daha hayat yaşasalar, onların zekatı kadar iş/hayır yapamayacaklardır.

FETÖ gibi sapkın grupların mehdiyi suistimal etmelerine gelince... Buna da mürşidimin bir metniyle cevap vereyim de zaten çok uzayan yazıyı toparlayayım: "Ey Türkler ve Kürtler! İnsaf ediniz. Bir râfızî bir hadîse yanlış mânâ verse veya yanlış amel etse, acaba hadîsi inkâr etmek mi lâzımdır, yoksa o râfızîyi tahtie edip nâmûs-u hadîsi muhafaza etmek mi lâzımdır?" Ben de, hamiyet namına bu yanlış davayı güdenleri, sapkınların hataları ile 'hakikat-i mehdiye' ve 'mehdiye dair hadislere' ilişmemeleri konusunda uyarıyorum.

Böyle meseleler detaydan da görülse mühimdir. Zira onlara gösterilecek tavra göre aynı ilmin kanunuyla ayakları bağlı diğer hakikatlere de bir renk verilir. Nasıl ki; Ebubekir Sifil Hoca, İslamî Bilincin İhyası'nda, Hz. Muâviye'ye (r.a.) ehl-i sünnetin istikametli bakışını izah sadedinde alıntılıyor: "Mu'âviye, kapının halkası mesabesindedir. Onu yerinden oynatanı, ondan daha yukarıdakilere kastetmekle itham ederiz." Vekî' b. el-Cerrâh'a atfen İbn Asâkir'in Târihu Dimaşk'ta naklettiği bu sözün devamında diyor ki Ebubekir Hoca: "Sahabe hakkında 'gözden çıkarılabilecekler listesi' tasarlayıp, Hilafet'i Saltanat'a dönüştürme sürecinde saltanatı boyunca ortaya koyduğu icraatlar konusunda tarih kaynaklarının yer verdiği birtakım nakillere istinaden Hz. Mu'âviye bu listenin başına yerleştirildiği zaman arkası çorap söküğü gibi gelecektir."

Bir kere neşter işlemeye başlayınca Hz. Ali'ye (r.a.) muhalefet etmiş sahabenin tamamı da, karşı çıkmasa bile tarafsız kalanların tamamı da, sonra süreç içinde Hz. Ali'den (r.a.) ayrılanların tamamı da aynı neşterden kurtulamazlar. Mehdiye konusundaki sıkıntı da buna benzerdir. Sırf aklına yatmadığı için sahih hadisleri inkar etmeye başlayan bir adam, velev ki buna iyi niyetle(!) ve mehdiyetle başlamış olsun, nihayetinde varacağı yer felakettir. Bugün mehdinin mantıklı gelmediği 'sosyolojik akla' yarın sünnet-i seniyye ile sabit olmuş dinin diğer parçalarının da mantıklı gelmeyeceğini kim söyleyebilir? İnsan gerçekten bu cesarete hayret ediyor! Kapının kulbunu çeviren içeriye hücum edenlerin vereceği zarardan mesuliyetini düşünsün. Aklı varsa titresin.

12 Ağustos 2016 Cuma

Kadere iman imanın kemalidir 8: Kadersiz adalet 'mutlak' olabilir mi?

Mürşidim, Kur'an'daki peygamber mucizelerine dair bir dersinde, Süleyman aleyhisselama verilen 'celb-i suret ve savt' üzerinden diyor ki: "Ey ehl-i saltanat! Adalet-i tamme yapmak isterseniz, Süleymanvâri, rû-yi zemini etrafıyla görmeye ve anlamaya çalışınız. Çünkü, bir hâkim-i adaletpîşe, bir padişah-ı raiyetperver, aktâr-ı memleketine her istediği vakit muttali olmak derecesine çıkmakla mes'uliyet-i mâneviyeden kurtulur veya tam adalet yapabilir." Bu bahis, sadetinden hariç olarak, Ehadiyet'e dair de ilginç birşey söyledi bana. Daha doğrusu: Ehadiyet ve ism-i Adl arasında bir ilgi kurmamı sağladı. Cenab-ı Hakkın herşeyin Rabbi olduğu gibi her bir şeyin de Rabbi oluşunu ifade eden Ehadiyet, adalet penceresinden bakıldığı zaman hakikatini pek güzel bir şekilde ortaya koyuyor. Ve bir kısım itikadı bozukların iddia ettiği şekilde 'yaratıcının cüziyata/detaylara ilgisizliğini' Allah'ın kemal-i adaleti adına reddediyor.

Buna nasıl muvaffak oluyor? Buna adalet ve ilim arasındaki ilgi sayesinde muvaffak oluyor. Birşey hakkında âdilane hüküm vermek o şey hakkında bilgi sahibi olmakla mümkündür. Mutlak seviyede yanılmaz ve şaşmaz bir adalet ise o olayın veya şeyin tüm detaylarına vakıf olmakla mümkündür. Sadece mahkemede hâkimlerin verdikleri türden değil kastettiğim, hayatta verilen bütün kararlar da bu kapsama dahildir. Her karar bir yargıdan beslenerek ortaya çıkar. Yaramazlık yapan çocuğunuza vereceğiniz cezada kıldığınız karar, yaramazlık ve çocuk hakkındaki yargınızdan doğar. Suçun detaylarına ve suçlunun içinde bulunduğu şartlara vakıf oldukça müeyyideniz de adalete yaklaşır. Yanlışlıkla mı yapmıştır? Çok mu mutsuzdur? Üzerine mi gelinmiştir? Çocuğun psikolojisine ve olaya vukufiyet bizi adalete yaklaştırır.

Bu açıdan bakıldığında kader adaletin de gereğidir. Kur'an'ın dört ana esasından birisi olan adalet aynı zamanda kadere de delil oluşturur. Detaylara vakıf olmak o detaylara ilgili olmakla olur. Allah'ın tevhid gereği detayların da yaratıcısı olması gerektiğine basmassa eğer bir kafa şöyle ikinci bir izahta bulunulabilir: Allah'ın adaletinin 'mutlak/sonsuz' veya 'kemalde/tastamam' olması ancak Allah'ın tüm detaylara vakıf olmasıyla mümkündür. Birşeyi en iyi bilen ise onu yaratandır ancak. Bu nedenle Allah cüziyata, yani bizce küçük görünen detaylara, ilgilidir. Hiçbirşey onun bilişinin ve yaratışının haricinde kalamaz. Eğer haricinde birşeyler kalırsa bundan tüm isim ve sıfatları gibi adaleti de etkilenir. Herşeyi yaratan ve bilen Allah'tır ancak mutlak adalet sahibi.

Kur'an'da Cenab-ı Hakkın bize yakınlığını ifade etmek için buyrulan "Biz ona şahdamarından daha yakınız..." gibi ifadeler, yapıp ettiklerimize Allah'ın ne derece hazır ve nazır olduğunu da hatırlatan ifadelerdir. Ve aynı zamanda Allah'ın insanın cüziyatına dair herşeye en derin şekilde vakıf olduğunu da bildiren ifadelerdir. Yine Allah'ın 'kişi ile kalbi arasına girmesi' Onun cüziyatımıza/detaylarımıza ilgisiz olmadığının delilidir.

Bütün bu deliller öylece ortada dururken tanımı gereği sınırsız olması gereken ilaha 'detaylarla bile olsun' bir sınır koymak aslında ilahı insanlaştırmaktır. Kaderin inkârı; öncelikle Allah'ın sonsuz bilişinin inkârı, sonra ancak öyle bir bilişin sonucu olabilecek yaratışının inkârı, sonra da o yaratışın ve bilişin gereği olan ilgisinin inkârıdır. İlgisizin âdil olduğunu söylemek ise hamakattir. Çünkü ilgi adaletin de gereğidir. Yani demem o ki: Mezkûr arıza insanın kendi sınırlarını Allah'ta tasavvur etmesidir. Pekçok sapkınlık buradan çıkar. Hakikatte ise hal Bediüzzaman'ın dediği gibidir: "Vâcibü'l-Vücud, zâtında, mahiyetinde mümkine benzemediği gibi, ef'âlinde de benzemiyor. Çünkü, Vâcibü'l-Vücudun kudretine nisbeten yakın-uzak, az-çok, küçük-büyük, fert-nev', cüz-küll aralarında fark yoktur. Ve keza, Onun fiilinde bizzat mübaşeret yoktur. Fakat, mümkinin kudreti bu derece değildir. Bunun için nefis, Vâcibü'l-Vücudun ef'âlini fiillerine benzetemiyor. Hakikatini fehmetmekte akıl mütehayyir kalıyor. Fiili fâilsiz zannediyor."

11 Ağustos 2016 Perşembe

5. Şua'dan bir 15 Temmuz okuması...

5. Şua fitne zamanlarında kendisini bir başka okutturuyor. Ben de bu sıralar bazı bahislerine tekrar be tekrar bakıyorum. Rivayetleri sadece birer 'olay gibi' değil, mürşidimin ders verdiği şekilde 'kanun gibi' okumaya çalışıyorum. Peki, kanunun olaydan farkı nedir? Olay, kanunun ferdidir. Zaman vücudundaki parçasıdır. Şöyle bir örnekle anlatayım: Havaya attığınız her cisim yere düşer. Şu an atsanız şu an düşer. Bu olaydır. Ama yerçekimi kanundur. O size der ki: "Havaya atılan herşey yere düşer." Kanun okumasına ulaştığınız zaman olaya dair eriştiğiniz marifet bütün zamanları kuşatacak şekilde genişler. Bu bir öngörü sağlar. Nihayetinde olaylar kanunların vücuda gelmiş fertleridir. Görünür olmuş parçalarıdır. Olayların aynı şartlardaki tekerrürü sayesinde kanunları farkettiğiniz gibi, kanunlar sayesinde de olayların tekerrür edeceğini farkederiz.

'Fail ve esma' veya 'esma ve şuunat' marifeti arasında da böyle derece farkları vardır. Bir kere rızık verenin (fail) aslında her kere rızık verdiğini (esma) anlamak aslında Rezzak'ı anlamaktır. İsim sahibi, bir kerenin değil, her kerenin failidir. Esmaü'l-Hüsna'nın sahibi bir kere yapan değil, 'hep öyle yapan' veya 'hep öyle yapabilir olan'dır. Bu esma mertebesinde bir kanun okumasıdır. Nazarı bu mertebeye çıkamayan gafil, bir kerecik olsun rızık vereni olarak görünmüş herşeyi Rezzak'ı sanabilir. Kanun okuması, onu taşıyabilecek özelliklere sahip failden başkasını fiilin failliğinden azleder. Sebeplere tapmak böyle bir nazar hatasından neşet eder. Halbuki her kere rızık verebilecek olandır ancak bir kere rızık verebilen. Zira her bir rızık diğer rızıklarla veya her bir fiil benzerî diğerleriyle kanun ilgisiyle bağlıdır. Fiiller, anlık olaylar veya müstakil vücutlar değil, kanun bağıyla birbirine bağlanmış zamansal zincirlerdir.

Rezzak olanın yarattığının ihtiyacını gidermekten bir lezzet-i münezzehe ve mukaddesesi olduğunu farketmek ise şuunat mertebesinde bir kanun okumasıdır. Şuunat okumasının esma okumasından farkı, Allah'ı fiil-fail düzleminde dikey ve mekanik bir bilişle bilmeyi aşıp, 'yaratış ahlakına dönük' bir marifetle tanımaktır. "Allah'ın ahlakıyla ahlaklanmak..." hakikati ancak şuunat bilgisine dönük bir marifetle mümkün olur. Mahlukatına nasıl davranmak Allah'ın şanındandır? Hangi yaratış şekli Allah'ın şanına daha çok yakışır? Kuluna nasıl muamele etmesi şanından umulur? Bu düzeyde bir sezgiye eriştiğimizde biz de Allah'ın yaratmaktan lezzet-i münezzehe duyduğu o şekle bürünmeyi isteriz. Misalen: Allah yarattığını temiz yaratıyor ve hep temiz tutuyorsa rızasının bu fiilin arkasında olduğunu biliriz. Biz de o fiili Onun rızasını kazanmak için eyleriz.

Sadede geleyim. 5. Şua'da şöyle bir bahis var: "Rivayette var ki, 'Âhirzamanın dehşetli bir şahsı sabah kalkar, alnında 'Hâzâ kâfir' yazılmış bulunur.' Allahu a'lem bissavab, bunun te'vili şudur ki: O Süfyan, kendi başına frenklerin serpuşunu koyup herkese de giydirir. Fakat cebir ve kanunla tâmim ettiğinden, o serpuş dahi secdeye gittiği için, inşaallah ihtida eder; daha herkes—yalnız istemeyerek—onu giymekle kâfir olmaz." Daha Mustafa Kemal'in ve şapka inkılabının piyasada olmadığı bir dönemde böyle bir tefekkür geliştiren mürşidimden mülhem olarak şöyle bir tefekkür geliştirdim kendimce:

Ahirzamanın dehşetli şahıslarının ve ahirzaman ümmetinin şöyle bir tabiatı var sanki: Bir sabah uyandığınızda farkediyorsunuz herşeyi. O sabah gelinceye kadar bir tasannu ve takıyye içinde yaşanıyor herşey. 'Mış gibi' yapmalarla idare ediliyor kusurlar. Aptallığa yakın hüsnüzanlarla kör ediliyor feraset. "Yahu şu adamın alnında birşeyler yazıyor!" diyenler de körlerce körlükle itham ediliyor. Sonra bir sabah aslolan kendisini ortaya koyuyor. Bir sabahta açılıyor gözler. Bir sabahta aydınlanıyor yüzler. Alnında yazar gibi açık ve berrak... Okunuyor... Öyle ya! 17 Aralık'ta da 15 Temmuz'da da öyle olmadı mı? "5. Şua'nın verdiği dersten böyle bir kanun okuması yapabilir miyiz acaba?" diye düşünüyorum şimdi ben de. Ahirzaman fitnesinin ilginç bir özelliği: O gün gelinceye kadar gözlerimiz yazıyı farketmiyor. Çünkü yazıya dair dikkatimizi yitirdik. Mezkûr rivayet hem fitnenin karakterini hem de ümmetin yitirdiği hassasiyeti bize hatırlatıyor.

Hem yine demiyor mu: "Rivayette var ki, 'Süfyan büyük bir âlim olacak, ilimle dalâlete düşer. Ve çok âlimler ona tâbi olacaklar.' Ve'l-ilmu indallah, bunun bir te'vili şudur ki: Başka padişahlar gibi ya kuvvet ve kudret veya kabile ve aşiret veya cesaret ve servet gibi vasıta-i saltanat olmadığı halde, zekâvetiyle ve fenniyle ve siyasî ilmiyle o mevkii kazanır ve aklıyla çok âlimlerin akıllarını teshir eder, etrafında fetvacı yapar." Zaten o fetvacıları değil miydi gözlerimizi alındaki yazıya böyle kör eden? Ne diyelim? Allah tekrarını yaşatmasın.

8 Ağustos 2016 Pazartesi

Bediüzzaman'ın II. Abdulhamid eleştirisini anlamada bir fırsat olarak 15 Temmuz

Bediüzzaman'ın da içlerinde bulunduğu bir kısım ehl-i sünnet ulemasının yaşadıkları dönemde meşrutiyete yaptıkları vurgu ve mevcut sistem üzerinden II. Abdulhamid Han'a yaptıkları eleştiri, ancak gelişen iletişim/ulaşım imkanlarıyla ve buna bağlı olarak değişen sosyolojik şartlarla birlikte ele alınırsa anlaşılır olur. Neden? Çünkü 5. Şua gibi eserlerinde ahirzamanla ilgili rivayetlere yaptığı tefsirlere bakılınca görülür ki; 'deccalin üç günü' gibi konularda, o, ilgili metinleri 'müstebid iktidarın dönüştürücülüğünün gücü' üzerinden okumayı tercih etmiştir:

"Rivayetlerde var ki; 'Deccalın birinci günü bir senedir, ikinci günü bir ay, üçüncü günü bir hafta, dördüncü günü bir gündür." (...) (Gaybı ancak Allah bilir.) Bunun iki tevili vardır. (...) İkinci tevili ise: Hem Büyük Deccalın, hem İslâm Deccalının üç devre-i istibdatları mânâsında üç eyyam var. Bir günü, bir devre-i hükûmetinde öyle büyük icraat yapar ki, üç yüz sene yapılmaz. İkinci günü, yani ikinci devresi, bir senede, otuz senede yapılmayan işleri yaptırır. Üçüncü günü ve devresi, bir senede yaptığı tebdiller on senede yapılmaz. Dördüncü günü ve devresi âdileşir, bir şey yapmaz, yalnız vaziyeti muhafazaya çalışır diye, gayet yüksek bir belâğatla ümmetine haber vermiş."

Yine deccale dair diğer bazı rivayetlerde de Bediüzzaman benzer bir okuma şeklini tercih eder: "Rivayette var ki, 'Âhirzamanın dehşetli bir şahsı sabah kalkar, alnında 'Hâzâ kâfir' yazılmış bulunur.' Allahu a'lem bissavab, bunun te'vili şudur ki: O Süfyan, kendi başına frenklerin serpuşunu koyup herkese de giydirir. Fakat cebir ve kanunla tâmim ettiğinden, o serpuş dahi secdeye gittiği için, inşaallah ihtida eder; daha herkes—yalnız istemeyerek—onu giymekle kâfir olmaz."

Bütün bu okumaların bize öğrettiği iki şey şudur: 1) İslam ülkelerindeki muktedirler yerli kodlarını (isterseniz 'ehl-i sünnet kodları' deyin siz buna) sonunda deccale varacak bir evrilmeyle kaybetmektedirler. 2) Ahirzamanda gelişen iletişim/ulaşım imkanları, iktidarları, tarihte eşi görülmemiş bir şekilde 'dönüştürücü' kılmıştır. Geçmişte iktidarı elde eden hiçbir müstebid ahirzaman müstebidleri kadar topluma tesir edebilir konumda değildir. Zira toplumu dönüştürebilmek için gereksinim duyduğu aygıtlara sahip değildir. Matbaanın bile bulunmadığı dönemlerden aşıp geldiğimiz internet çağı bizi hem 'kolay ulaşır' hem de 'kolay etkilenir' kılmıştır. Devletler daha merkezî ve otoriter bir hale gelmiştir. Bu nedenle bu devrin diktatörleri hadislerle ümmetin kendilerine karşı uyarılacağı kadar tehlikelidir.

Daha önceleri "Bediüzzaman Meşrutiyeti Neden Savundu?" başlıklı yazımda da dikkatinizi çekmeye çalıştığım gibi: Bediüzzaman ve benzeri ehl-i sünnet âlimleri meşrutiyete "Batı'dır, ne yapsa iyidir, biz de yapalım!" mantığıyla değil, tam da bu 'istibdat önleyici' yanından dolayı sahip çıkmışlardır. Yani 15 Temmuz'da bizim demokrasiye sahip çıkmamızın nedeni ne ise, onların da meşrutiyete sahip çıkmalarının nedeni odur. Muhataplarının II. Abdulhamid Han olması endişelerinde haksız oldukları anlamına gelmez. Zira eleştirileri kişiye değil sistemedir. Sistemin yanlış ellerde yapabileceği şeyleredir. Nitekim Bediüzzaman daha sonra yaşanılanların kendisini haklı çıkardığını da söyler:

"Eski Said, bazı dâhi siyasî insanlar ve harika ediplerin hissettikleri gibi, çok dehşetli bir istibdadı hissedip ona karşı cephe almışlardı. O hiss-i kablelvuku tâbir ve tevile muhtaç iken, bilmeyerek resmî, zaif ve ismî bir istibdat görüp ona karşı hücum gösteriyorlardı. Halbuki onlara dehşet veren, bir zaman sonra gelecek olan istibdatların zaif bir gölgesini asıl zannederek öyle davranmışlar, öyle beyan etmişler. Maksat doğru, fakat hedef hata... İşte Eski Said de, eski zamanda böyle acip bir istibdadı hissetmiş. Bazı âsârında, ona hücumla beyanatı var. O müthiş istibdâdât-ı acîbeye karşı meşruta-i meşruayı bir vasıta-i necat görüyordu. Ve hürriyet-i şer'iye, Kur'ân'ın ahkâmı dairesindeki meşveretle o müthiş musibeti def eder diye düşünüp öylece çalışmış."

Bence Bediüzzaman ve II. Abdulhamid Han üzerinden devam edegelen tartışmalarda 15 Temmuz'da bir eşik atlandı. Çünkü 15 Temmuz'da hepimiz bir asır önce başlayan bu tartışmaya müdahil olduk. Eğer 15 Temmuz darbe girişimi başarılı olsaydı iktidar meşrutiyet/meşveret ekseninden uzaklaşacaktı. Yerelliğini kaybetmiş bir Pensilvanyalının kucağına düşecekti. Bu, iktidardaki zâhiren bizden olsa da iktidarın aslında bizim olmamasıydı. 15 Temmuz'da bunun kavgasını verdik. Bugün biz buna 'demokrasi' ismini veriyor olsak da onun evvelki ismi 'meşrutiyet'ti. Bugün Bediüzzaman'ı II. Abdulhamid Han'a yaptığı eleştirilerden dolayı kınayanlar dahi 15 Temmuz günü müstebidlerin idareyi gasbına karşı çıktılar. Onlar istibdad istediler; bunlar, bin maşaallah, meşrutiyeti savundular.

Temsilin kusurlarına bakılmasın. Fethullah Gülen her ne kadar yerellikte cennet mekan II. Abdulhamid Han'ın tırnağı etmeyecek bir meczup olsa da, iktidarı isteyiş biçimi halkın onayına dayanmadığı için, başımızda bize rağmen değişiklikler yapan bir müstebid kesilecekti. Kimbilir, belki kendisini 'halife' de ilan ettirecekti. Biz bu sözde halifeye karşı tankların önüne çıkarak meşveret sistemimizi savunduk ki, yönetimimizi hür irademizle seçelim. Hür iradeyle seçtiğimiz başımızda kalsın. İktidarımız bize dayansın. Bize dayansın ki 'yerli' ve 'milli' olsun. ABD veya başka bir küresel güç, eyaletine vali atar gibi başımıza halife atayamasın. 15 Temmuz gibi bir hâdiseyi yaşadıktan sonra, Bediüzzaman ve emsali âlimlerin, II. Abdulhamid'in 'şahsına değil sisteme' dair yaptıkları eleştiriyi daha iyi/insafla anlamamız gerekmez mi? Bence yaşanılanlar bu açıdan da büyük bir fırsattır. Elbette okumasını bilene...

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...