3 Eylül 2016 Cumartesi

Yoksa İsrailoğulları yahudiler değil mi?

Bu, bencileyin bir 'komplo teorisi' yazısı olacak. Belki endişesinde isabet de etmeyecek, ama (huyumu biliyorsunuz) yine de yazılacak. Son zamanlarda birçoklarında İsrailoğulları ile ilgili ayetleri 'ırk/millet' üzerinden değil de 'zihin/ahlak kodları' üzerinden okumaya bir yatkınlık görüyorum. Üstelik son on yılda arttı da bu yatkınlık. (Konu hakkında yazılmış makaleler ve çıkarılmış kitaplar dahi var.) Bu yaklaşım bir açıdan doğru da. Kur'an'daki ayetlerin sadece 'olay okuması' olarak değil, o olayın haber verdiği 'her zamanda geçer kanunların okuması' olarak düşünülmesi bakışaçımızı çok zenginleştiren birşey.

Mürşidimin kıssa-i Kur'aniye bahsinde dikkatimizi çektiği gibi: "Kur'ân-ı Hakîm'de bazı hâdisât-ı tarihiye suretinde zikredilen cüz'î hadiseler küllî düsturların uçlarıdır." Ancak bu okumalar sırasında unutulmaması gereken hassasiyet kanaatimce şudur: Küllî düsturun arayışında olan kişi, o düstur-u küllînin adına/sarhoşluğuyla haddini aşıp, zikredilen olayı inkâra yeltenmemelidir. Eğer inkâra başlarsa, bu, Cenab-ı Hakkı (yüzbin defa hâşâ) Kur'an'da yalan buyurmakla itham olur ki, mü'min böyle bir halt işlemez. İşte bu püf noktası, bizi, Kur'an'a tarihselci bakanlardan ayırır. Biz kıssa-i Kur'aniyeyi 'düstur-u küllîler adına' inkar etmeyiz. Ancak kıssa-i Kur'anîyeyi 'salt tarihsel olaylar' diye de okumayız. Onlara inanır, düne ve bugüne bakan pencerelerimiz kılarız. Kim 1. ve 2. Lem'alara veya 20. Söz'e bu gözle baksa, işin sırrını çözer.

Peki, İsrailoğulları ile ilgili ayetlerin bir 'ırk/millet' analizi gibi değil de salt bir 'zihin/ahlak kodu' olarak okunmasının ne gibi tehlikeleri var? Bencileyin arzedeyim: Birinci tehlike; yukarıda da ifade ettiğim şekilde, Kur'an'ın ırk/millet üzerinden buyurduğu hakikatlerin 'aslında öyle olmadığı halde Kur'an'da öyle denildiği' imasıyla okunmasıdır ki, bu, 'bâtınî sapkınlığında' bir Kur'an okumasıdır. Çünkü ayetin zahiri bu imkanı bize vermez.

Fakat yanlış anlaşılmış olmayayım: "Burada tek kastedilen İsrailoğulları değildir!" demek başkadır, "Burada kastedilen İsrailoğulları değildir!" demek başkadır. Birincisine işarî mana kabilinden hakk-ı hayat tanınsa da ikincisine bu kolaylık gösterilmez. Çünkü burada verilecek bir serbestî Cenab-ı Hakkın 'öyle demek istemediği halde öyle dediği' iması taşır. Bu dolaylı yoldan Allah'ın aczle ithamıdır. Biz, Rabbimizi her türlü eksikten/kusurdan tenzih ettiğimiz gibi, böylesi bir acz imasından da tenzih ederiz.

Bizim Allahımız 'öyle söylemek istediği halde böyle söyleyen' veya 'öyle söylemek istediği halde böyle söylemek zorunda kalan' bir Allah değildir. Ki, hatırlayacaksınız, Kur'an-ı Hakîm'de müşrikler/münafıklar üzerinden 'ırk/millet' tayini yapılmadan ifade buyrulmuş ahlak saptamaları da vardır. Allah vahyinde böyle bir yolu zaten murad etmiş ve yine edebilecekken İsrailoğullarını kavim olarak anmışsa, şüphesiz bunda aklını kullanan bir topluluk için farklı tefekkür imkanları vardır.

İkinci tehlike: İlgili ayetlere böyle bakmaya başladıktan sonra kıssa-i Kur'aniyenin tamamının bu zehirli bakışaçısından hissedar olmasını engelleyecek duvar yoktur. Kur'an, böylesi bir okumayla, tam da tarihselcilik iddiasında bulunanların beyan ettiği şekilde, 'alınacak dersler adına okunan mitolojik/masalcı bir kitap' haline gelir. Bu maraz bir insanda hasıl olursa, Kur'an'a istediği herşeyi dedirtecek veya demeye getirtecek bir cür'et görür kendinde. (Allah cümlemizi korusun.) Üçüncü tehlike; selef-i salihîn döneminden beri yapılan/yazılan tefsirlerin, İsrailoğularını, tam da olması gerektiği şekilde 'İsrailoğulları' olarak tefsir ettikleri için eksik veya yanlış görülmeye başlanmasıdır. Ki bu tefsirlerden birisi de Risale-i Nur'dur:

"Yahudilere müteveccih şu iki hükm-ü Kur'ânî, o milletin hayat-ı içtimaiye-i insaniyede dolap hilesiyle çevirdikleri şu iki müthiş düstur-u umumîyi tazammun eder ki, hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeyi sarsan ve sa'y-u ameli, sermaye ile mübareze ettirip fukarayı zenginlerle çarpıştıran muzaaf ribâ yapıp bankaları tesise sebebiyet veren ve hile ve hud'a ile cem-i mal eden o millet olduğu gibi; mahrum kaldıkları ve daima zulmünü gördükleri hükûmetlerden ve galiplerden intikamlarını almak için her çeşit fesat komitelerine karışan ve her nevi ihtilâle parmak karıştıran yine o millet olduğunu ifade ediyor."

Bu maraz bir insanda hasıl olursa, dinî hükümlerin üzerine bina edildiği eski tefsirlerle veya onların ifade ettikleri sarih manalarla cedelleşmeye ve kendince hata/eksik bulduğu konularda reform talep etmeye başlar. (Artık hepiniz az-çok aşinasınız bu meseleye.) Kur'an'ın modernist okumaları ve bid'akâr faaliyetler hep bu damardan beslenir.

Şimdi asıl konuya gelelim: "Kur'an yahudi düşmanlığı barındırmaz!" yahut "Kur'an ırkçılık yapmaz!" veyahut da "Kur'an'da dinsel milliyetçilik olmaz!" tarzı spotlar altında yedirilmeye çalışılan yeni 'yahudi yaklaşımını' bize bugün ne ninni söylemektedir? Bu soruya cevap vermeden önce şunun altının çizilmesi önemli: Mezkûr ayetlerin 'olduğu gibi anlaşıldığı' hangi dönemde müslümanlar yahudi düşmanlığı yapmıştır? İddia sahiplerinin buna vereceği bir cevap var mıdır? Onların yoksa biz verelim: Hiçbir dönemde müslümanlar yahudilere karşı ırksal/dinsel bir zulüm yapmamışlardır. Bunu, tarih boyunca İslam toplumunda huzurla yaşayan yahudiler söylemezse, Endülüs'ten kaçıp Osmanlı'ya sığınan yahudiler söyler. Buradan da anlaşılır ki: Zikredilen uyarı 'husumet' için değil 'temkin' içindir.

Komplo teorisine gelirsek: Bence bu yeni yaklaşım, yani yahudiliğin salt bir ahlak/zihin koduna indirgenmesi, müslümanların yahudilere karşı karınlarını yumuşatmaya yönelik sistemli bir çalışmanın parçasıdır. Kur'an'daki İsrailoğulları ile ilgili ayetleri 'ırk/millet' bağlamından koparıp 'zihniyet/ahlak kodlarına' indirgemek, aynı zamanda Kur'an'daki tesbitleri kişisizleştirmektir.

Dikkat edin: Son zamanlarda sıkça duyar olduğumuz, hatta kitapları dahi yazılan 'yahudileşme temayülü' veya 'yahudi psikoloji' gibi kavramlar, teenni içinde olunması gerekenin yahudiler değil kendimiz olduğunu bize aşılar. Bunu anlatırken de genelde İsrailoğulları ile ilgili ayetleri kullanırlar. Aslolanı reddetmediği ve vurguyu ondan şuna kaydırmadığı sürece bunda sakınca yoktur.

Fakat tersi olduğunda, bu, müslümanların 'ılımlı İslam' projesi içinde sokulmak istendiği "Yaşadığım her belanın suçlusunu sadece benim!" psikolojisini besler. Üzerine basan düşmanının ayağını öpme arzusu uyandırır. Moğolların da İslam ülkelerini işgal ederken müslümanların direnişini benzer argümanlarla kırmaya çalıştığı anlatılır. Mesela derler ki: "Zalim Allah'ın kılıcıdır. Haketmeyene onu musallat etmez. Cengiz de zulmedebildiğine göre onlar bunu hakediyor olmalıdırlar. O halde Allah'ın verdiği bu hükme nafile yere karşı koyulmamalıdır. Müslümanlar düzelirlerse Cengiz de onlara musallat olmaz..." Tam bir âl-i Cengiz oyunu öyle değil mi?

Müslüman coğrafyada her ne bela zuhur etse, küresel güçleri (yüzbin kere hâşâ) Allah'ı tenzih eder gibi tenzih edip, alabildiğine kendi değerlerine ve milletine saldıran, sürekli kendi mazisinde ve itikadında kusurlar arayan müslümanlarla bizleri tanıştıran bu ve benzeri sapmalardır. Ben, şimdilerde, Kur'an'daki İsrailoğulları ile ilgili ayetler üzerine geliştirilen bu yeni okuma şeklini de endişeyle karşılıyorum. Bu tür tefsir ve tevillerin bizi götüreceği yer; İsrailoğullarına karşı Kur'an'ın bize aşıladığı/öğütlediği teenniyi yitirmek ve bu teenniler eşliğinde sahip olduğumuz izzeti ve feraseti kaybetmektir. Teenni ve temkin hem ferasetin hem de izzetin yarısıdır. Temkininizde direnin! Zannın fazlası zarar olduğu gibi hüsnüzannın da fazlası zarardır.

1 Eylül 2016 Perşembe

Yazmak ama neden yazmak?

'Neden yazmak?' diye her sorulduğunda (koltuklarımızın altına birer büyük karpuz girmiş gibi) kasılmamıza gerek yok. Kimseyi esirgemiş, kimseye lutfetmiş, hazinemizden bağışta bulunmuş değiliz. Alan eliz, veren el değiliz. Asıl fakir biziz, esas zengin değiliz. Hiçbirimizin birden fazla yolu yoktu. Yazmak veya yazmamak diye iki seçeneği yoktu. Üzerine yaratıldığımız şey, aynı zamanda bir açlık olarak içimize bırakıldığından dolayı, buyurgan ve karşıkonulmaz tavrıyla bizi büktü. Mecburduk ve öyle yaptık. Öyle yapmak bize sevdirildi. Öyle yapmak karşıkonulmaz kılındı bizler için. Öyle yapmak kaçınılmazdı. Ve öyle yaptık.

Donan suyun demiri parçalaması kadar safça ve başkası olamazca işlenmişti bu fıtratımıza. Biz de şükür ki taraf tuttuk, iştiyakla ve hatta aşkla yaptık. Fussilet sûresinde kulağımıza fısıldanan birşeydi bu: "Bundan başka, duman halindeki göğe yöneldi ve hem ona, hem de yeryüzüne 'İsteseniz de, istemeseniz de gelin' buyurdu. İkisi de 'İsteyerek geldik' dedi!"

Şu kibre hiç gerek yok: Şıklar birden fazlaydı da birisini seçmiş değiliz. Sırf seçmekle olsun dünyaya bir bağışta bulunmuş değiliz. Çaresizdik. Başka şey beceremiyorduk. Başka herşey hayatımızda iğreti duruyordu. Ondan yazdık. Yazmaya kaçtık. Bunun için yaratılmışız gibi geliyordu. Çünkü ancak bunu yaparken rahattık. Yazarken iyiydik ve gerçek hayat yaşıtlarımıza göründüğü kadar cazibedar/güleryüzlü görünmüyordu bize. En gerçeği ve de samimisi: Beceremiyorduk. Daha fazla alınıyor ve daha çabuk güçten düşünüyorduk. Kollarımızın gücünü değil hayallerimizin öcünü sevdik bu yüzden. Yazarak öç aldık dünyadan. Dünyadan, yine çok sonraları uyandığımız bir nimet olarak, soğutulmuştuk.

O nedenle; mezkûr sorunun sorulduğu andan itibaren böbürlenip, sonra ağırca 'yazmak:...' deyip, sonuna benim koyduğum iki noktadan koyup, sonra derin derin izahata girişmenin anlamı yok. Yazmaya verdiğin anlamların hiçbirisi o iki noktanın ardında olmasaydı da sen yine yazacaktın. Hatta o iki noktanın ardından söylediklerinin çoğunu yazdıktan sonra farkettin. (Alınma ama, uydurdun hatta.) Önce felsefesini yapmış, sonra yazmış değilsin. Yazmanın kaderini senden başkası yazdı. Bu çok belli. Sen kaderinin bıraktığı ekmek kırıntılarını takip ettin meraklı bir güvercin gibi. O sebepten numarayı kesmemiz gerektiğini düşünüyorum. Tasannu ta buralarda bitmeli. Yazdıklarımız da daha fazla yapmacık olmadan.

Bu meseleye dair her ne yazsak veya söylesek başlangıcımız-sonumuz acz. Güçsüzdük, yazdık. İhtiyacımız vardı, yazdık. Açtık, yazdık. Muhtaçtık, yazdık. Herşey tastamam mürşidinin dediği gibi oldu: "Hem deme ki: 'Halk içinde ben intihab edildim. Bu meyveler benim ile gösteriliyor. Demek bir meziyetim var.' Hayır, hâşâ! Belki herkesten evvel sana verildi; çünkü herkesten ziyâde sen müflis ve muhtaç ve müteellim olduğundan en evvel senin eline verildi." Halimiz hep böyle. Fazlası değil. Fazlası yalan. Niye kendimizi daha fazlasıymış gibi yaparak sıkıyoruz ki? Olmadığın şey gibi görünmekten büyük çile var mı dünyada?

26 Ağustos 2016 Cuma

Kadere iman, imanın kemalidir (9): Kadersiz Kur'an olur mu?

Yaratış elbetteki yapıcılıktır. Ve yapıcılık yıkıcılık gibi değildir. İkisi de fiildir, fakat mahiyetleri farklıdır. Yapıcılık, gelişigüzellik değil, belirginlik ister. Tesadüf değil, düzen ister. Kader konusunda inkârcılarının en temelde anlayamadığı şey şu sanırım: "Bilmek yıkmaktan sonra gelir de yapmaktan sonra gelemez." Düzen bilmeksiz yaratılamaz. Birşeyin yaratılışı onun nasıl yaratılacağını bilmeden olamaz. Yani yaratılış sadece kudretle değil ilimle de ilişkilidir. Öncesinde (bu öncelik-sonralık beşerin sınırlılığı için geçerlidir) ilim olmayan yaratış olamaz. Bir dönem reklamlarda da vurgulandığı gibi: "Kontrolsüz güç, güç değildir." Öncesinde ilim olmayan fiil yıkıcıdır. Kudreti kontrolde tutan ilmin kalıbıdır. Yani sınırların belirginliğidir.

Peki, yaratılış sadece ilim ve kudretle mi ilişkilidir? Elbette hayır. Bir fiilin vücuda gelebilmesi için gereken üçüncü öğe de iradedir. İlimle kudret arasındaki bağı kuran odur. Nasıl yapılacağını bildiğiniz o kadar çok şey vardır ki, eğer onlardan birisini seçmezseniz, kudretiniz hiçbirisini elinize vermez. Yapmasını bildiğiniz yüzlerce yemek olabilir. Ama akşama ne yapacağınıza karar vermediğiniz sürece misafirleriniz açlık riskiyle karşı karşıyadır.

Kadere imanımız da, aslında, yaratışın ilim ve irade ile olan ilgisini kabulümüzdür. Tevhide inananlar için yaratışın ilim ve irade boyutunu, kaçınılmaz bir şekilde, 'kader' ifade eder. Bediüzzaman'ın 'Birşeyin neticesi, semeresi evvel düşünülür. Demek, vücuden en âhir, mânen de en evveldir...' ifadesi yapıcılığın yıkıcılıktan farkını da ortaya koyar. Eğer ilimle belirli ve iradeyle seçilmiş bir hedefe doğru gitmiyorsa fiileriniz, o bir yaratış değil, ancak yokediştir. Allah'ın rububiyeti, yani terbiye ediciliği, eğer (hâşâ) ulaşılacak kemalden haberdar olmayan bir rububiyet ise, nasıl o kemale ulaştıracaktır? Kader inkârcılarının ilk önce hesaplaşmaları gereken şey şudur: Öncesinde bir ilim ve irade olmadan yaratılış salt kudretle nasıl açıklanacaktır?

Yine mürşidimin sıklıkla ifade ettiği, 'insanın elinin hayırda kısa, şerde uzun oluşu' yoksun olduğu ilim penceresinden anlaşılabilir. İnsan yaptığı fiilerin ne kadarının sonuçlarına/içeriğine ilmiyle kaildir? Bu cahilliği nedeniyle yapacaklarının şerre yakın olması kaçınılmazdır. Çünkü ilimsiz eylem yıkıcılığa yaklaşır. Evet, Allah, bazı şeyleri onun istemesi üzerine yaratmaktadır. Fakat bu yaratışın içeriğini veya sonuçlarını taşıyacak ilim insanda bulunmamaktadır. Bu yoksunluk nedeniyle istemesinin yapış mı/yıkış mı olduğunu ayırabilmesi güçtür. Şeriat bu noktada bize 'yapıcıların' ve 'yıkıcıların' neler olduğunu tarif ederek kolaylık sağlar. Aleyhissalatuvesselam buyurur: "Din kolaylıktır." Biz bu âlemde yaşarız. Bu âlemde işleriz. Bu âlemde eyleriz. Fakat bu âlemi yıkmamak için gerekli olan kuşatıcı ilimden bihaberiz.

Bediüzzaman'ın "Madem ki yapar ve bilir; elbette konuşur..." cümlesi de kaderin yaratış, vahiy ve nübüvvetle olan ilgisini karşıkonulmaz bir şekilde ortaya koyar. Allah'ın yapması bilmesiyle ilişkili olduğu gibi, konuşması da yapması ve bilmesiyle ilişkilidir. Aslında ilim, irade ve kudret dediğimiz üçlü 'yaratış' üzerinden bize önce şunu söyler: Allah, mahlukatıyla ilgilidir. İlgilidir ki, yaratmıştır. Bu ilginin seviyesi ise yaratışı ve bilişi gibi sonsuzdur. Kur'an'daki ifadeleriyle, 'insana şah damarından yakın olan' veya 'kişi ile kalbi arasına giren' Allah, ilahlığının şanı olarak böyledir. Zira şah damarını yaratanın şah damarından, kişiyi ve kalbini yaratanın kişiden ve kalpten daha uzakta olması düşünülemez. Bu yakınlık elbette mekansal bir yakınlık değil, yaratışın ve bilişin haber verdiği ilgi yakınlığıdır. Kader böylesi bir yakınlıktan haber verir.

Bilinen şey aslında ilgilenilen şeydir. İrade edilen de ilgilenilendir. Yaratışın kudret kısmı da bir ilgi anlatır. Biz hem ilim, hem irade, hem kudret üzerinden Allah'ın bizimle hem Ehadî hem Vahidî düzlemlerde ilgilendiğini anlarız. Bu belki bu üç sıfattan yapılan ortak bir şuunat okumasıdır.

"Merhametine mazhar olanların, hususan Cennet-i bâkiyede nihayetsiz envâ-ı rahmet ve şefkatine mazhar olanların derece-i saadetlerine ve tena'umlarına ve ferahlarına göre, o Zât-ı Rahmânü'r-Rahîm, Ona lâyık bir tarzda bir muhabbet, bir sevmek gibi, Ona lâyık şuûnâtla tabir edilen ulvî, kudsî, güzel, münezzeh mânâları vardır. 'Lezzet-i kudsiye, aşk-ı mukaddes, ferah-ı münezzeh, mesruriyet-i kudsiye' tabir edilen, izn-i şer'î olmadığından yad edemediğimiz gayet münezzeh, mukaddes şuûnâtı vardır ki, herbiri, kâinatta gördüğümüz ve mevcudat mâbeyninde hissettiğimiz aşk ve ferah ve mesruriyetten nihayetsiz derecelerde daha yüksek, daha ulvî, daha mukaddes, daha münezzeh olduğunu çok yerlerde ispat etmişiz."

Allah bizi bilmektedir, çünkü bizimle ilgilenmektedir. Allah bizi irade etmektedir, çünkü bizimle ilgilenmektedir. Allah bizi kudretiyle yaratmaktadır, çünkü bizimle ilgilenmektedir. (Yine öncelik-sonralık ilişkisinin beşerin sınırlarıyla ilgili birşey olduğunu hatırda tutalım.) Bu açıdan bakıldığında denilebilir ki: Kullarıyla 'bilmek' ve 'yapmak' yönünden ilgisi aşikâr olan Allah'a 'konuşmak ilgisi' yönünde bir yasak konulamaz. Bilmek ve yapmak yönündeki ilgileri iktiza eder ki, konuşsun. (Deizm tam da bu noktada çıkmaza düşer.) Çünkü yarattıklarını konuşulabilir yarattığı gibi onlara yaşayışlarını yokedişlere çevirebilecek irade de vermiştir. Bunu da bilmektedir. Yaşayışlarını yokediş haline getirmemeleri için ilme ihtiyaçları vardır. Bu ilim de ancak 'konuşmak' üzerinden aktarılabilir. Bu da hem vahyi ve hem de nübüvveti gerektirir. Yani demem o ki arkadaşım: Kaderî bilişin akaidin tamamıyla ilgisi vardır. Sen bakma "Kur'an'da yok!" falan diye martaval okuyanlara... Kur'an'ın nüzulu dahi kaderî bilişin sonucudur. Kaderi inkâr eden iman kalesini yıkmaya başlar. Artık yokedişi nerede durur, bilinmez.

25 Ağustos 2016 Perşembe

Yaşamak düşmektir...

Mürşidim; "İnsan, yediklerine bir baksın. Biz suyu bol bol indirdik. Toprağı yardıkça yardık. Ondan daneler, üzümler, sebzeler, zeytinlikler, hurmalıklar, bol ağaçlı bahçeler, çeşit çeşit meyveler ve otlar bitirdik—size ve hayvanlarınıza rızık olsun diye..." (Abese Sûresi, 80:24-32.) gibi ayetlerin tefsiri sadedinde diyor ki: "Hem semere ve gayetini zikretmekle âyet gösteriyor ki, sebepler çendan nazar-ı zâhirîde ve vücutta müsebbebatla muttasıl ve bitişik görünür. Fakat hakikatte mabeynlerinde uzak bir mesafe var. Sebepten müsebbebin icadına kadar o derece uzaklık var ki, en büyük bir sebebin eli, en ednâ bir müsebbebin icadına yetişemez. İşte, sebep ve müsebbep ortasındaki uzun mesafede, esmâ-i İlâhiye birer yıldız gibi tulû eder."

Bu bahsi seviyorum. Zira nicedir aradığım bir cevabı da içinde saklıyor. Durun, durun! Acele etmeyelim. Cevaptan önce soruyu zikredelim: İnsana Allah'ı aratan nedir? Bir dakika. Bu çok çabuk oldu. Daha öncesine gidelim: İnsanı varolduğu gibi varolmaktan, varolagelmekten, varolagitmekten alıkoyan nedir? Yaşamak neden yetmemektedir insanoğluna? Neden yaşamın anlamına dair bir mesaiyi/arayışı kaçınılmaz bulmaktadır? Veyahut en net şekliyle ortaya koyalım sorumuzu: "İnsan neden hayvan gibi yaşayamıyor?"

Yese, içse, yatsa... Uyansa, eğlense, uyusa... Neden bütün bunlar insana yetmiyor? Neden daha fazlasını arıyor? Bence bütün bu soruların cevabı olan 'kutsanası insanî kararsızlığın' el-esmaü'l-hüsna ile yukarıdaki gibi bir ilgisi var. İnsan hayvandan farklı olarak esmayı sezecek şekilde yaratılmış. Daha evvel de 'tutunmak' ile ilgili yazılarımda bu konuya dokunmuştum: İnsan boşluktadır. Yaşamak düşmektir. (Neden rüyalarımızda sıkça düşeriz?) Ayet-i celilenin ifadesiyle ahsen-i takvimde (en güzel kıvamda) yaratılıp esfele's-safiline (aşağıların en aşağısına) inerken yaşadığı düşme hissini gidermeye çalışır her türlü çabasıyla. Çünkü ayetin devamında haber verilen şeyin bu düşmeyi durduracağını bilir: "İman edenler ve salih ameller işleyenler müstesna..."

İman etmek ve salih amel işlemek... Bu ikisinden başka yol yoktur tutunmak için. Çevresini anlamlandırdığı ölçüde anlamdan duvarlara, mekanlara ve huzura ulaşır. Hayvan gibi sadece 'yapmak için yapmak' yetmez insanoğluna. O fiilin bir de amacı olmalıdır. Amaçlarının yüceliğinde inandıkça hayatında da bir lezzet hasıl olur. Fiilden alınan lezzet genelde nefsîdir. Amaçtan alınan lezzet ruhîdir.

Bazıları kendini sahte anlamlarla ve imanlarla kandırır. Tüm bâtıl akideleri bu başlık altında toplayabiliriz. Bazıları da kendini sahte amellerle ve çabalarla yanıltır. Fiillerin lezzetiyle ruhun açlığını bastırır(!) Bütün yıkıcılıkları, sefahati ve eğlentileri bu başlık altında toplayabiliriz. Ama nihayetinde, sapkın olsun mü'min olsun, her insanın varoluşu veyahut varoluşunun huzura kavuşması, 'amele' ve 'imana' bakar. Hiçkimse hiçbirşey yapmadan hayatta kalamaz ve hiçbir amaca hizmet etmeyen şeyleri de yapmak istemez.

Anlamlı olmaya açız. Ruhumuz ekmekten daha çok eylem ve anlam arıyor. Yüce bir amaç için yapıldığına inanmadığımız fiilerimiz zamanla omuzlarımızda biriken yüklere dönüşür. Amaç fiilin canıdır. Yahut da şöyle söyleyelim: İman amelin canıdır. O fiilin yalnız olmadığını, bir iman/amaç kardeşliğiyle-kanunuyla kendisiyle bitmeyecek bir silsileye bağlandığını hisseder insan yüce birşeye inanmakla. Bu onun sonsuzluk arzusunun zorunlu kıldığı bir çabadır. Allah bizi bir bütünün parçası olmaya müptela yaratmıştır.

Konuyu daha fazla dağıtmadan sadede geleyim: Bize hayvan olmadığımızı hissettiren şu 'kutsanası boşluğu' yaşatan nedir? İşte, bence o boşluk, Bediüzzaman'ın yukarıda altını çizdiği bu boşluktur: "(...) sebepler çendan nazar-ı zâhirîde ve vücutta müsebbebatla muttasıl ve bitişik görünür. Fakat hakikatte mabeynlerinde uzak bir mesafe var." Evet, hakikaten var bu. Ve biz bu boşluğu hissettiğimiz/sezdiğimiz için huzurlu olamıyoruz. Ağaçtan elmayı, bebekten gülücüğü, anneden şefkati, arıdan balı, böcekten ipeği, buluttan yağmuru, sevgiliden aşkı... Bunların hepsini alırken aslında aldıklarımızın verdiklerini yaratamayacaklarını seziyoruz. Bu bizi huzursuz kılıyor. Hatta bazen almaya alışık olduklarımızın vermeyi kesmesi bu sebep-sonuç arasındaki mesafeyi daha şiddetli hissettiriyor. Bir dostun yüzünü asması neden huzursuz eder? Bir yârin ilgisizliği kalbi neden cehenneme çevirir? Çünkü hatırlanan boşluktur. Onlar sonuçları olan şeyleri yaratmaktan çok uzaktırlar.

Kutsanası insanî boşluk hayvan olmadığımızı hatırlatarak kararsızlığımızı coşturuyor. Bu kararsızlık bizi yeni arayışlara itiyor. Ve biz, bu arayışlar sayesinde, Alak sûresinin ifadesiyle 'bizi azgınlaştıracak istiğnadan' kurtularak, insanlaşıyoruz. Yani; vahyin esmaü'l-hüsna ile öğrettiği, sırtımızı yaslayacak duvarların, elimizi koyacak mekanların, tutunacak kulpların bilgisidir. Esmayı bilmek hayatta tutunacak daha çok kulba sahip olmaktır. Fiilleri sönmeyen ve yokolmayan anlamlarla bağlamaktır. Kur'an'ın kendisini 'sapasağlam bir kulp' olarak tarif etmesi içinde esmanın bize kattığı bu dengenin payı büyük. En nihayet demem o ki: Düşüyoruz arkadaşım. Tutunmamız gerek. Hayvandan en büyük farkımız: O düşmüyor. Biz düşüyoruz. Ne mutlu düştüğünü farkedene...

23 Ağustos 2016 Salı

Yoksa Ahmed, Nouman Ali Khan'ı kıskanıyor mu? (2)

Daha önce de belirttiğim birşeyin altını tekrar çizmem gerek: Ben Numan Ali Han'ı çok bilmiyorum. İnternette denk gelen birkaç videosu dışında dinleyicisi olmadım. O yüzden şahsı veya itikadı hakkında yapacağım hiçbir tesbit isabetli olmaz ve yapmayacağım da zaten. Ancak hadis-i şerif sırrınca şuna inanıyorum: "Acele şeytandandır. Teenni ise Rahman'dandır." Bu yüzden özellikle muasırlarımlarımdan dinlediğim/okuduğum herkese karşı bir teenni sahibiyim. Bildiğim kadarıyla ehl-i sünnet mizanlarıyla sözlerini tartmaya meyyalim. Tartmadan yapılacak bir intisabın, en son örneğini FETÖ'de gördüğümüz şekilde, nasıl acı sonuçları olabileceğini biliyorum. Bu yüzden 'acaba' demekten vazgeçemiyorum.

Hem mürşidim, bizzat kendisini mevzubahis ederek, bana şöyle demiş: "Hiçbir müfsid ben müfsidim demez. Daima sûret-i haktan görünür. Yahut bâtılı hak görür. Evet, kimse demez ayranım ekşidir. Fakat siz mihenge vurmadan almayınız. Zira çok silik söz ticarette geziyor. Hatta benim sözümü de, ben söylediğim için hüsn-ü zan edip tamamını kabul etmeyiniz. Belki ben de müfsidim. Veya bilmediğim halde ifsad ediyorum. Öyleyse, her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz. İşte, size söylediğim sözler hayalin elinde kalsın, mihenge vurunuz. Eğer altın çıktıysa kalbde saklayınız. Bakır çıktıysa, çok gıybeti üstüne ve bedduayı arkasına takınız, bana reddediniz, gönderiniz."

Hem yine demiş: "Nev-i insanın yüzde sekseni ehl-i tahkik değildir ki, hakikate nüfuz etsin ve hakikati hakikat tanıyıp kabul etsin. Belki, surete, hüsn-ü zanna binaen, makbul ve mutemed insanlardan işittikleri mesâili takliden kabul ederler. Hattâ, kuvvetli bir hakikati zayıf bir adamın elinde zayıf görür; ve kıymetsiz bir meseleyi kıymettar bir adamın elinde görse, kıymettar telâkki eder."

Ben de bu sözlerden ders alarak kulağıma gelen seslere karşı teenni ediyorum. Halkın teveccühünün ondan yana olması endişemi azaltmıyor. Özellikle 'aniden çok muteber olan' isimler hakkında teennim ziyadeleşiyor. Kısa sürede büyük başarılar elde edenlere karşı endişelerim artıyor. Neden böyle oluyor? Çünkü biliyorum: Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın İslam'ı yayması zorluklarla dolu 23 yıldır. Ama Müseyleme'nin koca koca kitleleri irtidat ettirmesi birkaç aylık hâdisedir. Yine mürşidimin dediği gibi: 'On senede yapılan bir sarayın bir dakikada harap olması...' mümkündür. Mesleği yıkmak olanın yapmak olanlara nazaran daha tumtraklı görünmesi, daha çok göze batması, daha faal telakki edilmesi mümkündür.

Teenni, parçada hızlı olana değil, bütünde haklı olana şartlanmaktır. Acele işe neden şer/şeytan karışır? Çünkü Muhakemat'ta dendiği gibi 'hayır külli, şer cüzi'dir. Çünkü acele edildiğinde muhatap olunan varlığın bütünü değil parçasıdır. Teenni sizi zamansal boyutta, zihinsel boyutta, kavramsal boyutta daha çok beklemeye zorlar ve parçasıyla muhatap olduğunuzun bütünüyle de muhatap olmayı sağlar. Hem Mevlana'nın (k.s.) körler ve fil örneğinde, hem Bediüzzaman'ın (k.s.) gavvas ve hazine örneğinde dikkatimizi çektiği şey aynıdır: Parçayla muhatap olanın bir gözü de teenniyle bütünü aramazsa hükmünün yanlış olması kaçınılmazdır.

"Bir kısmının da kürevî bir yakut eline geçer. Başkası, murabba bir kehribar bulur, ve hâkezâ, herbiri eliyle gördüğü cevheri, o hazinenin aslı ve mu'zamı itikad edip, işittiklerini o hazinenin zevâid ve teferruatı zanneder. O vakit hakaikın muvazenesi bozulur. Tenasüp de gider. Çok hakikatin rengi değişir. Hakikatin hakikî rengini görmek için tevilâta ve tekellüfâta muztar kalır. Hattâ, bazan inkâr ve tâtile kadar giderler. Hükema-yı işrâkıyyunun kitaplarını ve sünnetin mizanıyla tartmayıp keşfiyat ve meşhudâtına itimad eden mutasavvıfînin kitaplarını teemmül eden, bu hükmümüzü bilâşüphe tasdik eder. Demek, hakaik-ı Kur'âniyenin cinsinden ve Kur'ân'ın dersinden aldıkları halde—çünkü Kur'ân değiller—böyle nâkıs geliyor."

Peki, 'hızlı büyümek' konusundaki endişelerim nereden geliyor? Öncelikle FETÖ'den geliyor. Bilindiği gibi FETÖ, ortaya çıkış süreciyle yayılış süreci arasında korkunç bir hızın bulunduğu, dehşetli bir yapıydı. 70'lerde Nurculardan ayrıldıktan sonra, bırakın Türkiye'yi, dünyanın her bir köşesine yayılmaları birkaç on yıldan fazla sürmedi. Bediüzzaman'ın 1926'larda Yeni Said dönemiyle başlayan hayatından 2000'lere kadar devam eden nurcu geleneğe mensup bütün cemaatleri toplasanız FETÖ'cüler kadar çok değillerdi. Hatta neredeyse Türkiye'deki bütün dinî grupları geçtiler sayı çokluğunda... (İmkanlar açısından ise kesinlikle geçtiler.) Bu korkunç başarı da hem onların hem de bakanların başını döndürdü. Muvaffakiyetleri ihlasların delili sanıldı ve sayıldı. Sürece şahit olan herkes bu sözümü tasdik eder. Halbuki 5. Şua'da irdelenen rivayetlerin çoğu bizi 'az zamanda çok ve büyük işler yapanlara' karşı uyarıyordu:

"Rivayetlerde var ki; 'Deccalın birinci günü bir senedir, ikinci günü bir ay, üçüncü günü bir hafta, dördüncü günü bir gündür.' (...) İkinci te'vili ise: Hem Büyük Deccalın, hem İslâm Deccalının üç devre-i istibdatları mânâsında üç eyyam var. 'Bir günü, bir devre-i hükûmetinde öyle büyük icraat yapar ki, üç yüz sene yapılmaz. İkinci günü, yani ikinci devresi, bir senede, otuz senede yapılmayan işleri yaptırır. Üçüncü günü ve devresi, bir senede yaptığı tebdiller on senede yapılmaz. Dördüncü günü ve devresi âdileşir, bir şey yapmaz, yalnız vaziyeti muhafazaya çalışır...' diye, gayet yüksek bir belâğatla ümmetine haber vermiş."

Hem yine diğer bazı rivayetler fitnenin yayılış hızındaki korkunçluğa dikkat çekiyor gibiydi: "Deccalın çıktığı vakit umum dünya işitecek olan kaydı, telgraf ve radyo halletmiştir. Kırk günde gezmesini de, merkebi olan şimendifer ve tayyare halletmiştir. Eskiden bu iki kaydı muhal gören mülhidler şimdi âdi görüyorlar..."

Şimdi ben diyorum ki: Numan Ali Han'ı tanımadan/bilmeden ehl-i dalalet olmakla suçlarsam bu benim hatam olur. Bundan ve benzerlerinden Allah'a sığınırım. Hiçbir metnimde bunu demedim. Demem de... Ancak Numan Ali Han'ın gördüğü itibardan/ilgiden dolayı ona karşı teenniyi terkederseniz bu da sizin hatanız olur. Ehl-i ilim olanınız ilmiyle zaten onun sözlerinden kömür ile elması ayırır, ama ehl-i ilim olmayanların mezkûr teenniyi yitirmemesi gerekir. Çünkü teenniyi yitiren 'burhan' ile değil, 'kazıye-i makbule' ile çalışmaya başlar. Kazıye-i makbule ise en nihayet işte FETÖ fitnesinde olduğu gibi 'kişinin inanılmış muteberliğinden başka delil aramayan' adanmış robotlar ordusu çıkarır ortaya. Bir tek Numan Ali Han için geçerli değil bahsettiğim teenni. Bütün 'yabancı' daî ve âlimler için geçerli. (Aliya İzzetbegoviç'i severiz, ama mehdiyi inkâr etmesine katılmayız mesela.) Her gün internette birileri fenomen oluyor. Eğer itikadımızı veya amelimizi selef-i salihinin eline değil de internet fenomenlerinin ellerine bırakırsak mahvolduğumuzun resmidir, vesselam.

22 Ağustos 2016 Pazartesi

Güzelliğin bedeli...

Aslında hakkında yazacak kadar olgunlaşmadı kafamda. Ama madem sosyalmedyada üzerine müzakerelerde bulunduk, sarf-ı kelam etmek kaçınılmaz oldu. Allahu'l-alem deyip başlayalım. Mürşidimin şöyle bir ifadesi var: "Evet, nasıl ki hüsün elbette bir âşık ister. Taam ise aç olana verilir." İki yerde geçiyor bu ifade. 15. Söz olan "seb'a semavat" bahsinde ve 29. Söz olan "Bekà-i ruh ve melâike ve haşre dairdir..." bahsinde. 15. Söz'de geçişi az bir farkla şöyle: "Evet, hüsün elbette bir âşık ister. Taam ise aç olana verilir..." Her ikisinde de bağlam aynı. Bu sözler meleklerin varlığının isbatı için ortaya konan bir argümanın parçası olarak zikrediliyor. Peki, o argümanın devamı nasıl? İkisini de alıntılayalım.

Önce 15. Söz: "Evet, hüsün elbette bir âşık ister. Taam ise aç olana verilir. Halbuki, ins ve cin, şu nihayetsiz vazifeye, şu haşmetli nezarete ve şu vüs'atli ubûdiyete karşı milyondan birisini ancak yapabilir. Demek bu nihayetsiz ve mütenevvi vezaife ve ibâdâta, nihayetsiz melâike envâı ve ruhaniyat ecnâsı lâzımdır." Sonra 29. Söz: "Evet, nasıl ki hüsün elbette bir âşık ister. Taam ise aç olana verilir. Öyle ise, şu nihayetsiz hüsn-ü san'at içinde gıda-yı ervah ve kut-u kulûb, elbette melâike ve ruhanîlere bakar, gösterir."

Şimdi, benim bu bahislerden hareketle geliştirdiğim tefekküre bakalım: Bana öyle geliyor ki; Allah'tan başka herşeyin güzel olmakla ödediği bir bedel var. Bu belki de güzelliğin onlardaki arızî durumuyla ilgili birşey. (Kalmamasından dolayı farkedilmesine/şahitliğe muhtaçlar.) Ancak güzel olan herşey, güzel olduğu şeyle ilgili bir başka şeye açlık/ihtiyaç duymakla, bedel ödüyor. Her güzellik bir açlıkla birlikte yaratılıyor. Onu arıyor. Onu soruyor. Ona sancıyor. Bazen şuurunda oluyor bazen de olamıyor.

Mesela: Bir bebek, Allah'ın bahşettiği şirinlik ile (şirinlik de bir çeşit güzelliktir) aynı zamanda kendisinin o şirinlik şanınca sevilmeye muhtaç olduğunu hissettiriyor bizlere. Şirinliği ihtiyaç duyduğu şeyin alameti oluyor. Ve yine bir yazar, kendisine verilmiş 'güzel yazma' yeteneğinin istenciyle, takdirini arzuluyor metinlerinin başkalarınca. Yazışındaki özen de bunun alameti oluyor.

Her birimiz, şuurlu sahipleri olarak, bize bahşedilen güzelliğin bedeli olan açlığı omuzluyoruz. Çocuksak ilgi istiyoruz. Yazarsak okunmak istiyoruz. Güzelsek âşık olunmak istiyoruz. Çocuk büyürken güzelliğinde meydana gelen değişim ihtiyaç duyduğu hissediş şeklinin de değiştiğini haber veriyor. Kız çocuğu büyüyor, genç kız oluyor, çevresinin ona karşı hissedişi de güzelliğin rengindeki bu değişimle beraber değişiyor. Çünkü kızın açlığı da değişiyor.

Peki, bu bahsin meleklerle ne ilgisi var? Şöyle bir ilgisi var: Canlılar kendi açlıklarını kendileri hissederler. Peki, cansızların bedelini kim ödeyecek? Onların yüklendiği güzellikten gelen hissediş bedelinin sorumlusu kim olacak? Bence tam da bu noktada melek kardeşler devreye giriyorlar işte. Cansızın canına değmesi gereken her ne varsa müekkel meleğinin canına değiyor. Nasıl söylesem bunu? Bir genç kız güzel bulunmak ister de bir melek güzel bulunmak istemez mi?

Bence ister. O nedenle insanla bu kadar ilgililer zaten. Onlar Cenab-ı Hakka tesbihatlarını sunarken bizler de onları ve sorumlusu/nazırı bulundukları şeyleri güzel bularak sevindiriyoruz. Meleklerin mü'minler için istiğfar ettiklerini, dua ettiklerini, selam ettiklerini, merak ettiklerini bildiren ayetler/hadisler aynı zamanda onların bizimle olan ilgilerine işaret etmiyorlar mı?

İşte bu ilginin kaynağı bence tam da bu hissediştir. Cansızların güzel olmakla yüklendikleri açlık/ihtiyaç bedelini onlar adına müekkel melekleri yüklenir. Ve siz iltifat ettiğinizde çiçeğinizin daha bir coşkuyla açtığını görürsünüz. Ağzınız hoş sözlü ve dualı olduğunda nesneler sanki size kolaylık yüzlerini gösterirler. Onları güzel bulmuşsunuzdur, güzellikle anmışsınızdır, başlarındaki güzelleri sevindirmişsinizdir. Onlar da size gözkırpmazlar da işleriniz rastgider. Bütün bu güzellikler sadedinde belki, mürşidim, Duhân sûresinde geçen "Yer ve gök onlara ağlamadı..." ifadesini tefsir ederken der:

"(...) Mefhum-u sarihiyle ferman ediyor ki, ehl-i dalâletin ölmesiyle, insanla alâkadar olan semâvât ve arz, onların cenazeleri üstünde ağlamıyorlar, yani, onların ölmesiyle memnun oluyorlar. Ve mefhum-u işarîsiyle ifade ediyor ki; ehl-i hidayetin ölmesiyle semâvât ve arz, onların cenazeleri üstünde ağlıyorlar, firaklarını istemiyorlar. Çünkü ehl-i iman ile bütün kâinat alâkadardır, ondan memnundur. Zira iman ile Hâlık-ı Kâinatı bildikleri için, kâinatın kıymetini takdir edip hürmet ve muhabbet ederler. Ehl-i dalâlet gibi tahkir ve zımnî adâvet etmezler."

Melek kardeşlerimiz neden düşmanlık etsinler? Sen onları bulunmak istedikleri gibi güzel buldun. Bilfiil olmasa da binniyet buldun. Onların açlıklarını giderdin. Ruh-u tayyibenin gıdası kelime-i tayyibe idi. Sen de onları anılmak istedikleri gibi güzel andın. Örneğin: Denize Rabbisinin sanatı olarak iltifat ettin. Başındaki melek senden hoşnut oldu. Çünkü o denizdi. İsmi deniz değilse de ruh-u denizdi. Üzerine alındı. Ağaçta, taşta, karda, kışta, sıcakta, ayazda, dağda, kırda hep bunu yaşadın. Ahiretteki hukukunuza neden şaşırıyorsun? Bu dünyada gönüllerini aldığın güzeller elbette ahirette seni hoşamedi edecekler, inşaallah.

Yoksa Ahmed, Nouman Ali Khan'ı kıskanıyor mu?

Çok klişe olacak ama böyle başlayalım: İnsan sosyal bir varlıktır. Bir insanın doğduğu coğrafyadan ve o coğrafyadaki hâkim itikadî çizgiden/çizgilerden etkilenmesinden daha doğal birşey yoktur. Bu etkilenmeye dair endişe sahibi olmak da doğaldır. Hele bu insanın konumu talebelikten muallimliğe çıktıkça mezkûr endişenin artması kaçınılmazdır. Zira bu insan 'inandığını sadece kendisi yaşayacak' bir konumda değildir. Başkalarına da 'bildiklerini inandığınca öğretecek'tir. Bu nedenle ehl-i sünnet uleması geçmişten bu yana fikr-i bâtılların hâkim olduğu coğrafyalardan gelen âlimlere veya daîlere/davetçilere karşı müteyakkız davranmışlardır.

Öyle ki; İmam-ı Âzâm Ebu Hanife (r.a.) gibi ehl-i sünnetin surlarından bir âlim bile, bu teyakkuzun tezahürlerinden âzâde olamamıştır. Doğup büyüdüğü coğrafyanın mutezile gibi, mücessime veya müşebbihe gibi bâtıl fırkaların gelişim sahası olması, İmam-ı Âzâm Hazretlerine de bir kısım ehl-i sünnet büyüklerinin temkinle yaklaşmasına neden olmuştur. Bunların içinde bizzat gelerek kendisini sınayanlar bile vardır. Buna dair pekçok örneği Ebubekir Sifil Hoca eserlerinde okurlarına nakleder.

Kaybettiğimize en çok üzülmemiz gereken hassasiyetlerden birisi de bu: Biz, karşılaştığımız bir âlimi veya daîyi itikadının sıhhati yönüyle sınamıyoruz. Ya? Etrafında kaç kişinin toplandığıyla, cemaatinin ne kadar büyük olduğuyla veya kaç televizyon kanalında gezdiğiyle yargılıyoruz. Eğer bunlarda bir başarı varsa o âlim veya daî gözümüzde 'tadından yenmez' oluyor. (Bu yönüyle FETÖ fitnesinin verdiği dersin dahi yeterince anlaşılmadığını düşünüyorum ben.) Bugün bile hâlâ internette videosu çok tık almış, yayınevinde kitabı kapış kapış olmuş, seminerinde salonlar tıklım tıklım dolmuş, televizyonda programı rating rekorları kırmış insanlar makbul. Peki ya asıl sınanması gereken? Onu dile getiren var mı? Çok az.

Numan Ali Han'ın Türkiye ziyareti öncesinde dile getirdiğim endişeler de bununla ilgili. Ben Numan'ı çok izlemiş/okumuş birisi değilim. Hakkında yargıda bulunamam. Ama sevenlerinden kaçı onun ehl-i sünnet itikadına bağlılığı noktasında bir merak/sınama sahibidir, bilmiyorum.

Bunu neden önemsiyorum? Çünkü Numan Ali Han bir Daru'l-Harp çocuğudur. Daru'l-Harp'te yaşayan bir müslüman İslam'ın azınlıkta/zayıf olduğu bir toplumda büyür. Zayıf olan güçlü olana meyletmeye meyyaldir. Bu yüzden Daru'l-Harp'te yaşayan bir müslümanın seküler bir toplumdan etkilenme ihtimali Daru'l-İslam'a kıyasla daha fazladır. Bugün 'modernist/reformist/ehl-i bid'a birçok akımın Batı topraklarında büyüyen (veya hayatının bir devresinde oraya gitmiş-gelmiş-kalmış) isimlerce İslam topraklarına yayılması bu noktada bizi bir teyakkuza sokmalı değil midir? Ben gördüğüm örneklerin bu temkin için yettiğini düşünüyorum.

Numan Ali Han bize destek olmaya geldiyse, hoşgeldi. Elbette dünya coğrafyasında ilgi gören bir ismin kardeşlerine vereceği destek önemlidir. Ancak bütün bunlar yaşanırken Batı'da makbul olanlara karşı göstermemiz gereken temkini yitirmememiz gerekir. Bunun da bir adım ötesinde: Daru'l-İslam'ın dinini öğrenmesi gereken yer kendi topraklarıdır. Kendi toprağının özsuyu ile beslenmiş âlimleridir. Bu noktada, Daru'l-Harp'te muteber olana itibar gösterme bizi dolaylı yoldan bir Batı etkilenmişliği içinde bırakacaktır. Keyfiyetin kemiyete üstünlüğünü bari bu sefer hatırdan çıkarmayalım. Numan Ali Han'ın doldurduğu salon Elmalılı Hamdi Yazır'ın veya Zahid el-Kevserî'nin veya Bediüzzaman Said Nursî'nin asıl süt emmemiz gereken memeler olduğunu unutturmasın. Endişem özetle budur.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...