Mürşidimin sözünün şahidiyim. Özünde 'irşad' denilen şeyin de 'her defasında yeni bir yol inşa etme' değil, 'zaten varolan bir yolu yeniden gösterme' olduğunu düşünüyorum. Önceden sonraya 'peygamber varisi' bütün mürşidlerin yaptığının, yeni bir çığır açmak değil, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın zaten açmış olduğu cadde-i kübrayı (güçleri yettiğince) göstermek olduğuna kaniyim. Varsın müridleri/talebeleri o yolla ilk kez tanışsınlar. O mesleği/meşrebi ilk kez duysunlar. Kendilerini 'şucu/bucu' bilsinler. Onların hayretleri bizi şaşırtmaz. Tarikat-ı Muhammediye'nin dışında hak tarik, Sünnet-i Seniyyesinin dışında hak sünnet yoktur. Şeklî farklar gözümüzü aldatmasın. Öz yine Muhammed-i Arabî'nindir aleyhissalatuvesselam. Eğer o hakikatten öz almamışsa şu şekillerin, o çiçekten bal almamışsa şu peteklerin kıymeti yoktur.
Peki, mürşidler ne yaparlar? Mürşidler, hayatta kalmak ve hayatlarımıza katılmak için 'üzerinde taşınacakları hayatlara' ve 'dile getirilebilecekleri yeni söylenişlere' muhtaç olan kelimat-ı İslamiyeyi bize manasıyla aktarırlar. İcraat sözden güçlüdür. Fiilî dua kavlîsinden kuvvetlidir. Biz de salt metin olarak bize kadar gelen kavramların içlerinin ne kadar dolu olduğunu mürşidlerin hayatları/söyleyişleri ile öğreniriz. Mürşid irşadını sadece sözle yapmaz. Mürşidin bir şerhi de hayatıdır. Sözlerinin 'yaşanabilir' şeyler olduğunu, yani 'hayatta karşılıklarının hakikaten varolduğunu' mürşidin hayatıyla öğreniriz biz. Bu noktada Bediüzzaman'ın da hayatı Sözler'inin tesiridir.
Hakikatin, kendinden haber verir yeni yeni söylenişlerle ve mümkün olduğunu isbat eder yeni yeni hayatlarla dile getirilişi, hazineye açılan kapı mesabesindedir. Bir Bediüzzaman'a, bir Elmalılı Hamdi Yazır'a, bir Zahid el-Kevserî'ye (veya sayıları kitaplara sığmayacak Allah dostlarından birisine) şahit olan, silsilenin tamamına şahit olmuş gibidir. Çünkü onların hayatlarından 'silsilenin tamamının mümkün/vaki olduğunu' öğrenir. Kıssalar mitolojiden böylece ayrılır. Kerametler mucizelerin delili olur.
Allah dostlarını tanımak, mazi meclisinde yaşamış diğer Allah dostlarını ve sözlerini de canlandırdığı için, kıymetlidir. Belki biraz da bu yüzden İmam-ı Azam Hazretleri demiştir: "Âlimlerin güzel ahvalinin anlatılması bana fıkıh ilminin birçok meselesinin müzakere edilmesinden daha hoş gelir..." Hem Süfyan b. Uyeyne'ye Hazretleri demiştir: "Salihlerin anıldığı yere rahmet iner." Öyle ya! Fıkhı hayattar kılacak takva ve amel-i salih arzusunu mürşidin hayatı tetikler. Bediüzzaman ve Sözler'i de 'canıyla canlandırışı' itibariyle böyle bir anahtardır.
Sözü uzatmadan kendi şahitliğimi aktarayım. Bir 'sarı çiçek' şahitliğidir bu. Ben, Sordum Sarı Çiçeğe şiirinin ne anlamlara gelebilir olduğunu ancak Risale-i Nur sayesinde öğrendim. Yani o hazinen kapısı bana Risale-i Nur'la açıldı. Nasıl mı? Şiirin ilk kıtasını ele alalım: "Sordum sarı çiçeğe/Annen baban var mıdır?/Çiçek ey dür: Derviş baba/Annem babam topraktır..." Ben, Yunus Emre Hazretlerinin neden böyle şeyler sorduğunu, sarı çiçeğin ona nasıl/niye bu şekilde cevap verdiğini şu metni okuyuncaya kadar anlamazdım:
"Yeryüzünün tarlasında nebâtâtın herbir taifesi, lisan-ı hâl ve istidat diliyle Fâtır-ı Hakîmden sual ediyorlar, dua ediyorlar ki: 'Yâ Rabbenâ! Bize kuvvet ver ki, yeryüzünün herbir tarafında taifemizin bayrağını dikmekle saltanat-ı rububiyetini lisanımızla ilân edelim. Ve rû-yi arz mescidinin herbir köşesinde Sana ibadet etmek için bize tevfik ver. Ve meşhergâh-ı arzın herbir tarafında Senin Esmâ-i Hüsnânın nakışlarını, Senin bedî ve antika san'atlarını kendi lisanımızla teşhir etmek için bize bir revaç ve seyahate iktidar ver...' derler. Fâtır-ı Hakîm, onların mânevî dualarını kabul edip ki, bir taifenin tohumlarına kıldan kanatçıklar verir; her tarafa uçup gidiyorlar, taifeleri namına esmâ-i İlâhiyeyi okutturuyorlar (ekser dikenli nebâtat ve bir kısım sarı çiçeklerin tohumları gibi)."
Şuradan ve buradan en nihayet anladım ki: Yunus Emre Hazretleri çiçekle sohbeti üzerinden bizimle sohbet ediyor. "Bu sarı çiçek her yerde bulunur. Gezdiğim her yerde ona rastlarım. Fakat bu kadar çok yavrusu olan birşeyin zahiren annesi-babası da yoktur. Görünmüyor. Yanında durup emzirmiyor. Annesi-babası denilebilecek en yakın şey toprak. Fakat toprak da çiçek cinsinden birşey değildir. Hem hayatlı değildir. Hayatsız birşeyin hayatlı bir evladı nasıl olur? Sarı çiçeğin bu hali bir mucize olarak bize Allah'ı hatırlatmalı değil midir?"
Ve yine mesela; "Sordum sarı çiçeğe/Niçin boynun eğridir?/Çiçek ey dür: Derviş baba/Özüm hakka doğrudur..." kıtasını şununla anlarım: "Bir bahar mevsiminde, garibâne, mütefekkirâne seyahate gidiyordum. Bir tepeciğin eteğinden geçerken, parlak bir sarı çiçek nazarıma ilişti. Eskiden vatanımda ve sair memleketlerde gördüğüm o cins sarı çiçekleri derhatır ettirdi. Şöyle bir mânâ kalbe geldi ki: Bu çiçek kimin turrası ise, kimin sikkesi ise ve kimin mührü ise ve kimin nakşı ise, elbette bütün zemin yüzündeki o nevi çiçekler Onun mühürleridir, sikkeleridir. Şu mühür tahayyülünden sonra şöyle bir tasavvur geldi ki: Nasıl bir mühürle mühürlenmiş bir mektup, o mühür, o mektubun sahibini gösterir. Öyle de, şu çiçek bir mühr-ü Rahmânîdir. Şu envâ-ı nakışlarla ve mânidar nebâtat satırlarıyla yazılan şu tepecik dahi, bu çiçek Sâniinin mektubudur. Hem şu tepecik dahi bir mühürdür. Şu sahrâ ve ova, bir mektub-u Rahmânî hey'âtını aldı."
'Özü Hakka doğru' olan, yani kendisi için değil başka birşeye (hakikate) işaret etmek ve bakmak/baktırmak için yaratılmış olan, yani mektup olan, yani mektubun üzerindeki mühür gibi olan...
Sarı çiçek dahi, tüm güzelliğine rağmen, ancak budur işte. 'Özünün Hakka doğruluğu'dur boynunu büktüren. Ve bu yönüyle bütün mahlukatın boynu büküktür. Çünkü onlara bakılması gereken açı mana-i harfîdir. Boyunları bükülüp başka yönleri gösterir. Özlerindeki Hak boyunlarını büker. Yine mürşidimin bir yerde ifade ettiği gibi: Ölümdür Allah'ın her güzel sıfatın hakiki sahibi olduğunu bize ihtar eden. Gidenler, madem ki gidiyorlardır, o halde bizim değillerdir. Gelenler, madem ki yeni geliyorlardır, o halde onlara bu hünerleri bir bağışlayan vardır. Hayatı, güzelliği, boynu dikliği bağışlayan başkasıdır. Gün gelir, benizler sararır, boyunları bükülür de, özlerindeki Hak aşikar olur.
Uzatmamak için diğer kıtaları (ve mukabil gelen 'sarı çiçek' metinlerini) almıyorum. Ancak bu kadarı bile Bediüzzaman'ın ve Yunus Emre'nin nasıl bir manevî bağ ile bağlı olduklarını, nasıl aynı coğrafyanın ve gönül ikliminin üzerinde gezindiklerini anlatmaya yetmez mi? Şunu bencileyin ifade edebilirim ki: Sadece Yunus Emre'nin değil, pekçok âlim ve mutasavvıfın anlamakta zorlandığım şiirlerini/metinlerini Risale-i Nur'la anladım. Onlardan onlara yol buldum. Bunları şunlara anahtar eyledim. O zaman mürşidimin en başta ne dediğini anladım. Anahtarını bulamayınca insan hazinenin de kıymetini anlayamıyor.