15 Ocak 2017 Pazar

"Çocuk dövmemek sünnettir" üzerine bir küçük itiraz

Ey insanlar! Sizden evvel yaşamış toplumların neden dolayı yollarını şaşırıp saptıklarını biliyor musunuz? Asilzadeleri bir hırsızlık, haksızlık, yaptığı zaman onu affeder, zayıf ve kimsesizleri bir suç işler, birşey çalarlarsa onları cezalandırırlardı. Allah'a yemin ederim ki, böylesine kötü bir hırsızlığı, suçu, Mahzum kabilesine mensup Fatıma değil, kendi kızım Fatıma yapmış olsaydı, kesinlikle onun elini de keserdim.” (Müslim, Hudud 2)

Bu meselede şunu reddetmem: Son yıllarda modernistlerin Amerika'yı yeniden keşfeder gibi İslam'ı yeniden keşfetmeleri 'yeni buluşlara' karşı bizi daha hassas bir hale getirdi. Bugüne kadar hakkında 'acaba' demediğimiz namaz gibi, hac gibi, oruç gibi, tesettür gibi, takva gibi birçok kavram modernistlerin dilinde 'O aslında öyle değil şöyledir'le anılmaya başlayınca din ayaklarımızın altından çekilir gibi oldu. Biz de "İslam geçtiğimiz pazartesi gelmedi ki kardeşim. 1400 yıldır var!" diyerek zemine daha güçlü tutunmaya başladık. Bu da şu refleksi beraberinde getirdi:

Dine dair 'daha önce bildiğimiz şeyleri değiştirecek' veya tabir-i diğerle 'ezberbozan' ne duysak "Acaba selef-i salihîn bu konuda ne demiş?" diye bakmaya kendimizi mecbur biliyoruz. Eğer yeni duyduğumuz şeye oradan bir dayanak çıkıyorsa habersizliğimizi (çok şükür) cahilliğimize verip rahatlıyoruz. Yoksa tereddütte kalıyor ve soğuk bakıyoruz. Hem bu konuda mürşidimiz de bize benzer bir kaygıyı salık veriyor ki, onu da şurada buluyorum ben:

"Kur'ân-ı Hakîmin esrarı bilinmiyor; müfessirler hakikatini anlamamışlar, diye beyan olunan fikrin iki yüzü var. Ve onu diyen, iki taifedir. Birincisi: Ehl-i hak ve ehl-i tetkiktir. Derler ki: Kur'ân bitmez ve tükenmez bir hazinedir. Her asır, nusus ve muhkemâtını teslim ve kabul ile beraber, tetimmat kabilinden, hakaik-i hafiyesinden dahi hissesini alır, başkasının gizli kalmış hissesine ilişmez. Evet, zaman geçtikçe Kur'ân-ı Hakîmin daha ziyade hakaiki inkişaf eder demektir. Yoksa—hâşâ ve kellâ—Selef-i Sâlihînin beyan ettikleri hakaik-i zâhiriye-i Kur'âniyeye şüphe getirmek değil. Çünkü onlara iman lâzımdır. Onlar nasstır, kat'îdir, esastırlar, temeldirler. Kur'ân ("Bu Kur'an'ın lisanı apaçık Arapçadır...") fermanıyla, mânâsı vâzıh olduğunu bildirir. Baştan başa hitab-ı İlâhî o mânâlar üzerine döner, takviye eder, bedâhet derecesine getirir. O mensus mânâları kabul etmemekten—hâşâ sümme hâşâ—Cenâb-ı Hakkı tekzip ve Hazret-i Risaletin fehmini tezyif etmek çıkar."

İşte duyduğumuz yeni şeyler 'tetimmat kabilinden' ise rahatlıyoruz. Değilse, 'Selef-i Sâlihînin beyan ettikleri hakaik-i zâhiriye-i Kur'âniyeye şüphe getirmek' anlamına geleceğinden korkup bazı karşı çıkıyor bazı tevakkuf ediyoruz. Benim Metin Karabaşoğlu ağabeye (Allah afiyetle uzun ömürler versin) twitter'da yaptığım itiraz da biraz bu arkaplana yaslanıyordu.

İtirazlarıma şahit olmayanlar için bir kısa özet geçeyim: Metin ağabeyin "Çocukları Dövmemek Sünnetir" başlıklı güzel bir yazısı var. Yazının ilk kısmı, hiçbirisine itiraz edemeyeceğimiz ve hakikaten Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın şan-ı şefkatine pek yakışan misallerle, onun çocuk sevgisini anlatıyor. Fakat devamı, mezkûr şan-ı şefkatten hareketle “Onlar yedi yaşına geldi mi, çocuklarınıza namazı emredin. On yaşına gelince de kılmadığı takdirde, onları dövün.” (Ebu Davud, Salat 26; Tirmizi, Salat 2) hadisinin 'yanlış anlaşıldığı' iddiasında bulunuyor. Ve diyor ki:

"Hazindir ki, eğitim için bula bula ‘eğmek’ kökünden türetilmiş bir fiili bulan, dayağı ise ‘cennetten çıkma’ gören bir sosyo-kültürel ortam, rahmeten li’l-âlemîn aleyhissalâtu vesselamın hadislerine bakışa ve hatta hadislerini tercüme edişe de sirayet etmiş; algıdaki yanlış seçicilik bir hadisi nazarlardan gizlerken, bir diğer hadise yanlış mânâ verdirmiştir."

Yazının devamında ise 'ihtisas kesbetmiş bir isim' olarak anılan ancak kim olduğu söylenmeyen birisinden nakille (Ben bu kişinin Mehmet Emin Ay Hoca olduğunu tahmin ediyorum ve alanını da 'hadis' değil 'din eğitimi' diye biliyorum), Arapça dil kaidelerine göre, hadiste 'vurmak' diye anlaşılan kelimenin 'ısrarcı olun' veya 'teşvik edin' diye anlaşılması gerektiği söyleniyor.

İşte, Ahmed'in itirazları da tam bu noktada başlıyor. Çünkü Ahmed de küçüklüğünden beri karıştırdığı ilmihal kitaplarında bunu böyle öğrenmiş. Hatta twitter'daki itirazının ardından kontrol için merhum Ömer Nasuhi Bilmen Hoca'nın ilmihalini açıp bakıyor ve şu satırlara rastlıyor:

"Müslümanlar, henüz yedi yaşına girmiş çocuklarını namaza alıştırmakla görevlidirler. Bu çocuklara ana-babaları ve yetiştiricileri namaz kılmalarını öğretir ve yaptırırlar. On yaşına bastığı halde namaz kılmayan çocuğa velisi, üç tokattan ziyade olmamak üzere, hafifçe el ile vurur."

Bediüzzaman'ın çağdaşı olan böyle isimlerden daha eski âlimlerin kitaplarında mesele nasıl geçiyor, bunu tam olarak bilmiyorum. Ancak benzerleri günümüzde yetişmeyen bu insanların nasları yorumlarken 'sosyo-kültürel ortam' veya 'algıda seçicilik' eseri olarak hata yapabileceklerini kabullenemiyorum. Hatta, bilakis, 'sosyo-kültürel ortam' ve 'algıda seçicilikten' (buna bir de modernizmin dogmalarını ekleyelim) etkilenmeye daha müsait olanların biz olduğumuz kanaatine sahibim. Nitekim, bundan birkaç ay önce, Caner Taslaman'ın, Bediüzzaman'ın Mucizat-ı Ahmediye Risalesi'nde yer verdiği 'çocuğa beddua' olayını diline dolaması nedeniyle ona yazdığım cevapta bu arızaya dikkat çekmeye çalışmıştım. Hatta demiştim ki:

Eğer "Allah Resulü aleyhissalatuvesselam böyle şey yapmaz!" türünden 'göreli' bir itiraz ile bu meseleye bakılırsa, Kur'an'da, Hz. Hızır (a.s.) ve Hz. Musa (a.s.) kıssasında geçen 'Hz. Hızır'ın bir çocuğu öldürmesi' hâdisesi de itiraz edilebilir bir hale gelir. Bize böylesi meselelerde yakışan: Hz. Musa'ya (a.s.) (ve onun örnekliğinde de bize) yaşadıkları üzerinden öğütlenen sabrı ve hikmet arayışını yapabildiğimiz ölçüde gösterebilmektir.

Belki cehaletimin bu noktada tekrar altını çizmem gerek. Ben Arapça bilmiyorum. Ama Arapça bilmediğimi biliyorum. Bu yüzden de, başta Bediüzzaman'ın isabetle ifade ettiği gibi; onların dili, fehmi ve sosyolojisi üzerine inmiş bir kitap olan Kur'an'ı (ve tefsiri olan hadisleri) yorumlamada kendimi müstakilleştiremiyorum. Böyle meselelerde, ister istemez, aklıma şu soru geliyor: Metin ağabeyden (veya onun nakilde bulunduğu kişiden) önce bu hadise şu manayı veren olmuş mu?

Eğer olmuşsa, ne âlâ, demek böyle anlayabilmek de mümkündür. Elhamdülillah. Fakat yoksa? O zaman şöyle ikinci bir soruyla yüzleşmek kaçınılmaz oluyor: Bu yorum 'tetimmat kabilinden' birşey değildir. Bundan önce anlaşılanın yanlış olduğu iddiasındadır. O vakit, aman, bu yol bizi şuraya çıkarmasın: "O mensus mânâları kabul etmemekten—hâşâ sümme hâşâ—Cenâb-ı Hakkı tekzip ve Hazret-i Risaletin fehmini tezyif etmek çıkar."

Hem aynı fiilin farklı bir kullanımı Kur'an'da da kadınlar hakkında var: "Geçimsizliğinden korktuğunuz kadınlara öğüt verin, sonra onları yataklarında yalnız bırakın, sonra da hafifçe dövebilirsiniz." (Nisa sûresi, 34) Bu ayete 'dövmek' kelimesi üzerinden (ki hadisteki kelimeyle aynı kökten gelen bir kelimedir) 'sonra da onlara ısrarcı olun' veya 'teşvik edin' manası veren (bildiğim kadarıyla) bir tane müfessir yok.

Hatta fıkıh kitaplarında bu 'dövmenin sınırlarına' dair açılmış bâblar var. Nasıl birşeyle, nerelerine ve ne şiddetle vurulabileceğine dair izahlar yapılmış. Şimdi, yarın birisi de, tıpkı bu hadiste yaptığımız gibi Cenab-ı Hakkın veya Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın kadınlara gösterdiği şefkate dair misalleri topladıktan sonra dese: "Bu ayete şimdiye kadar verilen mana sosyo-kültürel etkinin veya algıda seçiciliğin ürünüdür." Bilmiyorum bu iddiaya ne cevap veririz?

Hülasa: Eğer bu hadise verilen mezkûr mananın selef-i salihînden bir dayanağı varsa bana düşen çenemi kapamak olur. "Elhamdülillah!" der ve yeni birşey öğrendiğim için Allah'a şükrederim. Fakat modern zamanlara kadar bu hadise şu manayı veren yoksa endişeyle sorarım: Sakın ha biz, modernizmin bize dayattığı ön kabuller nedeniyle, nasları büküyor hale gelmeyelim? Sakın, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın dilinden kendi doğrumuzu (modern zaman doğrusunu) diyor olmayalım?

Ben de endişemi ağabeyim bildiğim Metin Karabaşoğlu'na 'hakikati rendeçlemek' adına yazıyorum. İnşaallah, o beni delillerle cerh eder, ben de o delilleri paylaşmaktan iftihar ederim. Tevfik Allah'tan ve hamd yalnızca Ona.

14 Ocak 2017 Cumartesi

Mürtedin derdi modernistleri niye gerdi?

"Kim iman ettikten sonra Allah'ı inkâr ederse, kalbi iman ile dolu olduğu halde (inkâra) zorlanan başka, fakat kim kalbini kâfirliğe açarsa, işte Allah'ın gazabı bunlaradır; onlar için büyük bir azap vardır." (Nahl sûresi, 106)

Birileri kırmızı ışıkta duran arabaları soyuyor diye kırmızı ışıkta durmak suçun kaynağı olabilir mi? Veya bazı askerler kuşları avlıyor diye askerlere silah dağıtmak? Veyahut bazıları onunla elini yakıyor diye ateş yakmayı yanlış bulmak? Haydi, hepsini geçtim, Mustafa Akyol'un 'mürtedin katli' meselesiyle IŞİD arasında kurduğu bağda şunu ilmî bulup saygı duyabilmemiz mümkün mü: İslam'a bir anomali üzerinden teşhis konmaya çalışılıyor. Halbuki böylesi tesbitlerin ilmî olması (en azından) genel-geçerlikten beslenmeleriyle mümkündür. Meseleyi zihninize yaklaştırmak için çirkin bir örnek vereceğim:

Radyoaktif etkiye maruz kalmış bir anneden genetik anlamda çok kusurlu bir bebeğin dünyaya geldiğini düşünün. Bedeninin birçok detayında insan biyolojisinde hiç rastlanmayan anormallikler var. Ve bir grup biyolog, o bebeğin karşısına geçip, insan biyolojisine dair genel-geçer tesbitler yapmaya başlıyorlar. Sözgelimi: Bu bebeğin üç ayağı ve üç gözü var diyelim. Biyologlarımız pipolarını tüttürdükten sonra diyorlar ki: "İnsan üç ayaklı ve üç gözlü bir varlıktır." Bu çıkarımın ne kadar akıldan uzak olduğu anlaşılır.

İlmî olan; genel tesbitler için böyle 'garip' fertlerin değil, 'galip' olanların kullanılmasıdır. İnsanî annelerden doğan bebekler, iki ayaklıların garip karşılanacağı kadar üç ayaklı doğuyorsa, o zaman denilebilir ki: "Evet, insan üç ayaklı bir varlıktır." Yok, galip olan iki ayaklı bebeklerse ve üç ayaklılar nadirattan sayılacak kadar seyrekse, denilir ki: "İnsan iki ayaklı bir varlıktır." Bunun böyle olacağı ilim denilen şeyin kapısını henüz açmış birisinin dahi rahatlıkla bileceği birşeydir. Analizler istisnalardan değil ekserlerden yapılır.

Ancak bugün IŞİD üzerinden ehl-i sünnet ve'l-cemaate yüklenmeye çalışanlar, özellikle modernistler, hiç de böyle davranmıyorlar. IŞİD'in her sapkınlığında mal bulmuş mağribî gibi coşkuyla analizlere başlıyorlar. Bu analizler hastalık teşhisi gibi de olmuyor. Bilakis, hastalığa bakıp, sağlıklı bünyeye dair hüküm veriyorlar. Ehl-i sünnet ve'l-cemaatin pir u pak cadde-i kübrasını, medeniyetler haritası gibi tarihçesini, insanlığı taçlandırır ve insaniyet-i kübra olan İslamiyete yakışır hizmetlerini/duruşlarını görmezden geliyorlar. Başlıyorlar 'üç ayaklar' uydurmaya. Nitekim, Akyol'un 'mürtedin katli' meselesi üzerinden getirdiği eleştiri de tam bir 'üç ayak' vakıasıydı.

Diyeceğim şey, Ebubekir Sifil Hoca'nın, özellikle Akaid Bilinci Dersleri'nde dikkat çektiği birşeydir: Ehl-i sünnet ve'l-cemaat kişi bazında küfür tayininden mümkün olduğunca sakınır. Ancak itikadî veya fiilî alanda küfürün tayin ve izahını titizlikle yapar. Hatta yeni dalaletler ortaya çıktıkça bu izahlar gelişir, güncellenir, çoğalır. (Bu büyük oranda kelam ilminin konusudur.) Bunu da yapmaya mecburdur. Çünkü başka türlü istikameti/selameti net bir şekilde ortaya koyamaz. Yani 'aslında ne olduğunu' ifade edemez. Aslında ne olduğunu öğrenmek isteyenlere kendi yolunu gösteremez.

Şuna mantığını yitirmemiş herkes hak verir ki: Bir yolun veya alanın tarifi ancak sınırlarının ve dışarısının tarifiyle kemal bulur. Arabalara 'kullanacakları yola kaldırımların dahil olmadığını' söylemek trafiğin istikametinin gereğidir. Yine yolculara, yol ayrımına geldikleri her noktada, 'hangi yolun nereye gittiğini' söyleyecek tabelalarla yardım etmek 'yolculuğun istikametinin' şartıdır. İşte, İslam âlimleri de, yolların çatallandığı her noktada, sırat-ı müstakime gitmeyen yolu tarif etmek zorundadırlar. Zira herşey zıddıyla bilinir.

Demek ki; tekfir meselesi, değil sadece İslam'ın, insanlığı belli bir 'idea' çerçevesinde götürmek isteyen her inanışın veya ideolojinin lazımıdır. İslam, hak din kendisi olduğu için, dışındaki alanı 'bâtıl' ve 'küfür' çerçevesinde tarif eder. (İdeolojiler ise hainleriyle uğraşırlar. Hristiyanlar ise aforoz ederler.) Yakın geçmişi azıcık hatırlayanlar tarafların birbirlerini davaya ihanetle suçladığı birçok ideolojik tartışmaya şahit olmuşlardır. Reklamcılık yapan 'kapitalizm uşağı' eski solcuların hainlikle suçlandıklarını hangimiz okumadık veya duymadık? Benzeri tartışmaların her yerde yaşandığını kim bilmiyor? Hatta bu tartışmaların tarafları da bazen birbirleriyle kanlı-bıçaklı oluyor ve hainlerini infaz ediyorlar. Neyse, uzatmayayım, hepsinin zulmü kendisine...

Benim dikkatinizi çekmeye çalıştığım hakikat ise şu: Bediüzzaman'ın Sünuhat isimli eserinde ifade ettiği gibi; musavvibe mesleğinde giden ehl-i sünnet ve'l-cemaatin cadde-i kübrası 'atmaya' değil 'tutmaya' çalışır. 'İtmeye' değil 'çekmeye' gayret eder. Bu nedenle kişi üzerinden küfür tayininden mümkün mertebe kaçınır. Mürted meselesi küfr-ü inadî ile ilgili bir meseledir bu nedenle. Bu noktada, hristiyanlığın veya ideolojilerin meseleyi kişilere hapsetmesine ve tekfir müessesini kişiler üzerinden çalıştırmasına bedel, İslam, meseleyi kişilerden uzaklaştırarak mümkün mertebe 'tanımlar' ve 'tarifler' üzerinden ortaya koymaya gayret eder. İman ve Küfür Muvazeneleri diye eseri bulunan Bediüzzaman'ın şu sözleri meseleyi izah sadedinde yeterli değil midir?

"Halbuki Said'i bilenler bilirler ki, mümkün olduğu kadar tekfirden çekinir. Hattâ sarih küfrü bir adamdan görse de, yine te'vile çalışır, onu tekfir etmez. Her vakit hüsn-ü zanla hareket ettiği halde ona bu ittihamı yapan, elbette kendisi o ittiham ile tam müttehemdir."

İslam tarihi bu nedenle bid'at fırkaların katledildiği bir tarih değil, aksine, bid'at fırkaların bile fikirlerini eserleştirip ortaya koyabildiği bir tarihtir. Müşebbiheden tutun mutezileye, şiadan tutun hariciliğe kadar birçok bid'at fırkasının hem kitleleri hem âlimleri hem eserleri vardır ve ehl-i sünnet ve'l-cemaat bunları, onlar kendilerine kılıç çekmedikçe, öldürmemiştir. Halbuki; sevad-ı âzâmı oluşturan ehl-i sünnetin buna gücü her türlü yeterdi. Fakat sakındı. Bilakis, bid'at fırka mensupları, ehl-i sünnet dünyayı katliamlarıyla sarstılar ve kendileriyle, Hulefa-i Raşidin'den itibaren, cesaretle savaşıldı. Bugün IŞİD'le veya Haşdi Şabi'yle olan aslında dün de haricilerle ve haşhaşilerle olmuştu. Ve hem bunlar, hem ötekiler, aslında sakat doğmuş çocuklardı.

Peki, 'mürtedin katli' diye birşey İslam'da neden var? İşte, mürtedin katli, mürtedin küfr-ü inadîsinden bozulan insaniyetinden dolayı var. Düşünün ki; Allah Resulü aleyhissalatuvesselam, Medine'deki münafıkları bile (isim isim bildiği halde) katletmemiştir. Ondan sonra görev alan Raşid Halifeler de (Allah hepsinden razı olsun) kapı kapı dolaşıp mürted veya münafık avına çıkmamışlardır. (Bırakın imanını sakladığı günahını dahi araştırmak iyi karşılanmaz İslam'da.) Ya nasıl olmuştur mürtedin katli? Ridde savaşlarında olduğu gibi, mürtedin kendini netlikle ve husumetle ortaya koymasıyla. Bu ortaya koyuş nasıldır? Genelde ümmet-i Muhammed'e savaş açarak. Dikkat edin: Sapkın fırkalar dışında, mürted avına çıkıp, bireysel ve hatta yargısız infazlar şeklinde, kendilerince kafir olanları katledenler yoktur. Mürtedin katli, İslam devletinin ve fıkıhta detayları titizlikle belirlenmiş şartların ekseninde, ekseriyetle mürtedler İslam'a savaş açtıkları için, yaşanmıştır. Kendisine savaş açanlara karşı İslam'ın kendi duruşunu/savunuşunu ortaya koyuşudur mürtedin katli. Bediüzzaman'ın izahları da meselenin bu yönüne ışık tutar:

"Hem İslâmiyet sair dinlere kıyas edilmez. Bir Müslüman, İslâmiyetten çıksa ve dinini terk etse, daha hiçbir peygamberi kabul edemez. Belki Cenâb-ı Hakkı dahi ikrar edemez ve belki hiçbir mukaddes şeyi tanımaz; belki kendinde kemâlâta medar olacak bir vicdan bulunmaz, tefessüh eder. Onun için, İslâmiyet nazarında harbî kâfirin hakk-ı hayatı var. Hariçte olsa, musalâha etse; dahilde olsa, cizye verse İslâmiyetçe hayatı mahfuzdur. Fakat mürtedin hakk-ı hayatı yoktur. Çünkü vicdanı tefessüh eder, hayat-ı içtimaiyeye bir zehir hükmüne geçer. Halbuki, Hıristiyanın bir dinsizi, yine hayat-ı içtimaiyeye nâfi bir vaziyette kalabilir. Bazı mukaddesâtı kabul eder ve bazı peygamberlere inanabilir ve Cenâb-ı Hakkı bir cihette tasdik edebilir."

Burada söylenenler, Bediüzzaman'ın kişisel görüşü değil sadece, tarih boyunca yaşananlardır, öyle bakılmalı. Ve İslamiyeti terkeden 'müslümanlara göre' güzelliğin aslını/özünü terkettiği için, başka yerde de güzellik bulamaz. Kötüleşir. Bozulur. Sair dinlerin içindeki güzellikler, eğer böyle küçük güzelliklerden bahsedilecekse, onların da İslam'dan (çünkü İslam, Hz. Âdem'den bugüne nebilerle öğretilen hak dindir) aldıkları hisseden kaynaklanır. İslamiyeti terkedenler, sair inanışlarda aslı bu dinde zaten olmayan bir güzelliği bulamazlar ki, bunu terkedip ona gitsinler, onunla insaniyetlerini korusunlar. İslam insanî güzelliklerin yekûnü olduğu içindir ki, onu terkeden, insaniyeti de terkeder.

Demek, mürtedin katli konusundaki 'acaba'lar biraz da kişinin İslam'a ve Allah'a bakışıyla ilişkileniyor. İnsanın İslam'ı terketmekle insaniyet-i kübrayı terketmediğini düşünenler, elbette, mürtedin katli meselesinde 'hık, mık' diyebilirler. Bunu 'cadı avı' gibi lanse edebilirler. Dinlerine müslüman gibi, Allah'larına mü'min gibi iman edenler ise, burayı terkedişin insanın 'insanlığında' ne tür bir yıkım yaptığını takdir ederler. Ve kendisine ilim erbabı diyenler de, bir teşhis yapacaklarsa eğer, bunu küresel güçlerin radyoaktif etkisiyle genleri bozulmuş dokularda değil, vücudun sağlam olduğu zamanlarda/insanlarda yapmalıdırlar. Bunun dışında yapılanlar ilim değil 'fırsat bu fırsat vurun abalıya'dır. Allah cümlemizi istikamet üzere eylesin. Âmin.

11 Ocak 2017 Çarşamba

Bediüzzaman'dan IŞİD çıkar mı?

"Kim iman ettikten sonra Allah'ı inkâr ederse, kalbi iman ile dolu olduğu halde (inkâra) zorlanan başka, fakat kim kalbini kâfirliğe açarsa, işte Allah'ın gazabı bunlaradır; onlar için büyük bir azap vardır." (Nahl sûresi, 106)

Ebubekir Sifil Hoca'nın derslerinde sıkça atıf yaptığı Selman-ı Farisî'ye (r.a.) ait hikmetli bir söz var: “Sonra gelenler, ilmi önce geçenlerden öğrendiği sürece insanlar hayır üzeredir. Ne zaman ki sonra gelenler kendilerinden öğrenmeden önce geçenler göçüp gider, işte o zaman insanlar helak olur.” Bu sözü aktardıktan sonra diyor ki Ebubekir Hoca: "Bizi istikamet üzere tutacak olan ilim, her bir neslin kesintisiz biçimde Efendimiz (s.a.v)’e dayanan silsilelerle öğrenip aktardığıdır." Ben, zikredilen bu hakikatin bir vechini, mürşidimin Lemeat'ta altını çizdiği 'kavram karmaşası' üzerinden okuyorum. Diyor ki orada mürşidim: "Zaman olur ki zıd, zıddını saklarmış. Lisan-ı siyasette lâfz mânânın zıddıdır. Adalet külâhını zulüm başına geçirmiş. Hamiyet libasını, hıyanet ucuz giymiş. Cihad ve hem gazâya, bağy ismi takılmış. Esaret-i hayvanî, istibdad-ı şeytanî, hürriyet nam verilmiş. Zıdlarda emsal olmuş, suretlerde tebâdül, isimlerde tekabül, makamlarda becâyiş-i mekânî."

Zulmün adalet, cihadın bağy, esaret-i hayvanînin hürriyet olarak yutturulduğu bu 'becayiş-i mekânî' neden yaşanmaktadır sizce? Bence, arıza, tam da Ebubekir Hoca'nın dikkatimizi çektiği şekilde, öncekiler ve sonrakiler arasında yaşanan kopuştadır: "Doğru bilginin mevcudiyeti maksadın husulü için yetmez, ona sahih biçimde ulaşabiliyor olmak da şarttır. İşte medrese sisteminin ve 'icazet' usulünün ne denli alternatifsiz olduğu tam bu noktada dikkatimizi çekiyor. Doğru bilgili elinde bulunduranlarla temasın kesildiği nokta, medreselerin kapatılıp, ulemanın itibarsızlaştığı sürece denk geliyor. Ve dikkat edin: Yaşamakta olduğumuz 'kafa karışıklığı' da tam bu noktada ortaya çıkıyor."

Evet, biz, İslam tarihinde daha önce hiç yaşanmamış bir şekilde öncemizden koparıldık. Harf inkılabından tutun medreselerin kapatılmasına kadar bir dizi balyoz darbesi, bizi, öncemizle eskisi kadar sıkı bağlar kuramaz hale getirdi. Bunun sarsıcı etkilerinden birisini de kavramlar dünyasında yaşadık. İslam'ın hakkını verdiğimiz dönemlerde kullandığımız kavramlar/ıstılahlar bugünkülerle aynı olsa da, onlara verdiğimiz karşılıklar birebir aynı değildi. Öncekilerin dilini konuşmak, sadece lisanla değil, o lisanın zihinde uyandıracağı doğru karşılıklara da sahip olmakla mümkün olurdu. Karşılıklar farklı olduğunda, aynı sesleri çıkarsak da, aynı dilin konuşmak mümkün olmazdı. Bunu şöyle bir örnekle zihinlerinize yaklaştırmak istiyorum:

Öyle bir hafıza kaybı hayal edelim ki: Kişi, kelimeleri ses olarak hatırlıyor ve kullanabiliyor, fakat o kelimelerin geldikleri anlamları hatırlayamıyor olsun. Siz de bu kişiye dilini yeniden öğrenmesi için bir sözlük veriyorsunuz. Ancak hilecisiniz. Hakikatten başka amacınız var. Kelimelerin manalarını 'zıddı karşılıklarla' değiştirmişsiniz bu sözlükte. Siyahın karşısında beyazın anlamını, dürüstlüğün karşısına yalancılığın karşılığını koymuşsunuz.

Mezkûr kişinin sözlüğü ezberledikten sonra okuduğu metinlerle veya işittiği hakikatlerle muhatabiyeti nasıl olacaktır? O metinlerde dürüstlüğünden bahsedilen bir insanı nasıl tasavvur edecektir? Kendisine karlı bir manzara tarif edildiğinde zihninde nasıl canlanacaktır? Şu an bizde canlananlar gibi değil, hatta tam zıttı, öyle değil mi? (Orwell'ın 1984 romanını okuyanlar buna yakın birşeyin Winston Smith'in çalıştığı Doğruluk Bakanlığı'da yapıldığını hatırlarlar. Bakanlık, doğruları siyasi konjonktüre göre sürekli yeniden kurgulamakta ve eski evrakları, tanımları ve tarihi yok etmekteydi.)

İşte, Bediüzzaman'ın da dikkatimizi çektiği 'operasyon' budur. Bugün, biz, İslamî birçok kavramın 'aslında ne anlattığı' bilgisinden yoksunuz. Kulakla bir aşinalık duysak da kastettiği şeye dair yoksulluğumuz var. Bu nedenle 'cihad' veya 'şeriat' denildiğinde yüzümüzü bir ekşilik kaplıyor. 'İslamcı' veya 'dinci' sözlerini işittiğimizde, aslında anlamları ne kadar şeker ve çiçek olursa olsun, 'şekerci' veya 'çiçekçi' denildiğindeki gibi hoşluklar doldurmuyor gönlümüzü. Çünkü kelimenin kastettiği şey başka türlü nakşedilmiş beynimize. Nitekim, tersi anlamda, hürriyetin kötü bulduğumuz hiçbir yanı yok. "Pornoma dokunma!" diye pankart açıldığında azıcık uyanır gibi olsak da, yine, hürriyet taleplerinin sınırları üzerine pek bir eleştirimiz yok.

Bu, mezkûr meselenin 'genele' bakan tarafı. Bir de nur talebelerine bakan daha özel bir yönüne dikkat çekmek istiyorum şimdi. Bizler, mürşidimize de bu fonksiyonu yüklediğimiz için 'tecdid/müceddid' kavramlarına, diğer birçok ehl-i sünnet ve'l-cemaat grubundan daha fazla vurgu yapıyoruz. Bu vurgu özünde zararlı birşey mi? Kesinlikle değil. Nitekim bu kavramları ilk kullananlar da biz değiliz. Tarihte birçok ehl-i sünnet büyüğü için bu kavram/tanım kullanılıyor. Örneğin: İmam-ı Rabbanî Hazretlerinin lakaplarından birisi de müceddid-i elf-i sâni, yani 'ikinci bin yılın müceddidi.'

Fakat arkadaşlar, bu kavramdaki vurgumuz üzerinden, modernistlerin bize çekmek istediği bir operasyon var. Vurgu azı çoğa galip eder. Bediüzzaman'ın, Risale-i Nur metinleri boyunca ehl-i sünnet ve'l-cemaat kimliğine yaptığı vurguya ve Mirkatü's-Sünne gibi birçok eserinde ehl-i bid'aya geliştirdiği sert eleştirilere rağmen, bir kısım modernistler, nur talebeleriyle yakın takılarak 'tecdid' kavramının içini daha değişik bir biçimde doldurmak istiyorlar. Bu 'daha değişik'ten kastım, neredeyse 'tam tersi.' Tıpkı Lemeat'ta söylediği gibi: "Zıdlarda emsal olmuş, suretlerde tebâdül, isimlerde tekabül, makamlarda becâyiş-i mekânî." Halbuki Kenan Demirtaş Hoca'nın gözetiminde hazırlanan Risale-i Nur'da Geçen Terimler ve Kavramlar Sözlüğü'nde bakınız tecdid nasıl anlatılıyor:

"Müceddidler dine yeni birşey ilave etmezler. Veyahut ondan birşey eksiltmezler. Bulundukları asırlarda dinin ruhuna uygun olmayan bid’at veya dalâlet yollarını kapatır, dinî emirlere karşı meydana gelen lakaytlığı da bertaraf ederler. Diğer bir ifadeyle üzerindeki külü üfleyip içindeki koru gösterirler."

Peki, modernistler tecdidin nasıl anlaşılmasını istiyor? Cevabı için fazla uzağa gitmeye gerek yok: Onların tecdidden anladıkları, kelimenin 'yenilenme' manasını farklı bir yöne bükerek, dine özünde olmayan yeni şeylerin eklenmesi veya dinin eksiltilmesi veyahut değiştirilmesi manası saklayan bid'at veya reformizm anlamları. Hatta bu kadarla kalmıyorlar, Mustafa Akyol gibi kimileri, Bediüzzaman'ın İçtihad Risalesi gibi eserlerindeki 'yeni delikler açmama' vurgusuna rağmen, 'fıkhın tecdide ihtiyaç duyduğunu' söyleyebiliyorlar. Malum, kendisi geçenlerde twitter'da şöyle yazmıştı: "Satranç günahtır gibi absürt hükümler İslam fıkhındaki tecdid (yenilenme) ihtiyacını bağırarak önümüze koyan örneklerdir."

Sonra, işi orada bırakmamış, dört mezhebin üzerinde ittifak ettiği bir mesele olan 'mürtedin katli' mevzuunu IŞİD gibi terör örgütlerin sütannesi ilan etmişti: "Gayr-i Kur'anî 'dinden çıkan öldürülür' hükmü sorgulanmadan IŞİD'le ideolojik yüzleşme olmaz." Tabii bu 'gayr-ı Kur'anîlik' ilanıyla (sahabe ve selef-i salihînden beri bu yaptırım uygulanageldiği için) cümle İslam tarihini 'haybeden adam öldürür' konumuna düşürdüğü bir tarafa, nicedir selamlar çaktığı nur talebelerini ve adına sunumlar yaptığı Bediüzzaman'ı da IŞİD'in sütannesi konumuna getirmiş oldu. Zira Bediüzzaman mükerrer diyor:

"Hem İslâmiyet sair dinlere kıyas edilmez. Bir Müslüman, İslâmiyetten çıksa ve dinini terk etse, daha hiçbir peygamberi kabul edemez. Belki Cenâb-ı Hakkı dahi ikrar edemez ve belki hiçbir mukaddes şeyi tanımaz; belki kendinde kemâlâta medar olacak bir vicdan bulunmaz, tefessüh eder. Onun için, İslâmiyet nazarında harbî kâfirin hakk-ı hayatı var. Hariçte olsa, musalâha etse; dahilde olsa, cizye verse İslâmiyetçe hayatı mahfuzdur. Fakat mürtedin hakk-ı hayatı yoktur. Çünkü vicdanı tefessüh eder, hayat-ı içtimaiyeye bir zehir hükmüne geçer. Halbuki, Hıristiyanın bir dinsizi, yine hayat-ı içtimaiyeye nâfi bir vaziyette kalabilir. Bazı mukaddesâtı kabul eder ve bazı peygamberlere inanabilir ve Cenâb-ı Hakkı bir cihette tasdik edebilir."

Hem yine diyor:

"Ey Müslümanları dünyaya şiddetle teşvik eden ve san'at ve terakkiyât-ı ecnebiyeye cebirle sevk eden bedbaht hamiyetfuruş! Dikkat et, bu milletin bazılarının din ile bağlandıkları rabıtaları kopmasın. Eğer böyle ahmakane, körü körüne topuzların altında bazıların dinden rabıtaları kopsa, o vakit hayat-ı içtimaiyede bir semm-i kàtil hükmünde o dinsizler zarar verecekler. Çünkü mürtedin vicdanı tamam bozulduğundan, hayat-ı içtimaiyeye zehir olur. Ondandır ki, ilm-i usulde 'Mürtedin hakk-ı hayatı yoktur. Kâfir eğer zimmî olsa veya musalâha etse hakk-ı hayatı var' diye usul-i şeriatın bir düsturudur. Hem mezheb-i Hanefiyede, ehl-i zimmeden olan bir kâfirin şehadeti makbuldür; fakat fâsık merdûdü'ş-şehadettir. Çünkü haindir."

İşte, Mustafa Akyol'da iş bu noktaya kadar vardı. İşlenen tüm cinayetleri devletin idam cezasına bağlamak veya haricilerin katliamlarından 'hakem ayetini' sorumlu tutmak kabilinden İslam hukukunda sınırları/şartları belli bir yaptırımı, birileri suçunu onunla ilişkilendiriyor diye, o suçların anası gibi gösterdi. İnşaallah, bu durum biz nur talebelerini "Bediüzzaman'ı her övene gönül verme" sevdasından kurtarır. Ve tecdid kavramını da bid'ayı, modernizmi, reformizmi kapsar şekilde yeniden inşa etmeye çalışanlara karşı bir uyanıklık sağlar. Bu kadar çamurlu suçlamalar içinde, inşaallah, böyle güzel bir gül biter. Bu zaman, nur talebelerinin, ehl-i sünnet ve'l-cemaatin bir parçası olduklarını daha şiddetli bir şekilde hatırlamaları gereken bir zaman. Yoksa kalbimizde ve beynimizde 'becayiş-i mekânî'ye maruz kalmamız kaçınılmaz. Bitirirken son bir not: Mürtedin katli meselesini bir sonraki yazımda müstakil olarak ele almak istiyorum. Tevfik Allah'tan ve hamd yalnızca ona.

5 Ocak 2017 Perşembe

Dinle satranç oynanır mı?

"Fakat Allah, gerekli olan emri yerine getirmesi, helak olanın açık bir delille helak olması, yaşayanın da açık bir delille yaşaması için (böyle yaptı)." (Enfal sûresi, 42)

Siz, bu meselenin Cübbeli Ahmed Hoca'ya bakan yönüyle oyalanadurun, ben size Mustafa Akyol Hoca'ya bakan yönüne dair birşeyler söyleyeceğim. Malum, Akyol Hoca, geçtiğimiz günlerde twitter'da şöyle yazdı: "Satranç günahtır gibi absürt hükümler İslam fıkhındaki tecdid (yenilenme) ihtiyacını bağırarak önümüze koyan örneklerdir." Bu 'süper ilmî' tesbiti gördükten sonra aklıma gelen şeylerden birisi de, yine geçtiğimiz günlerde dinlediğim, Ebubekir Sifil Hoca'nın bir hadis dersiydi. Mişkatü'l-Mesabih isimli eserin Kitabu't-Tahare bahsinin 3. Bâb'ındaki 367 numaralı hadis-i şerifle başlayan ders; aslında Asr-ı Saadet'ten bugüne insan psikolojisinin çok da değişmediğini gösteriyordu.

Özetle ve bilmana nakledeceğim: Hadisin başında bir müşrik Selman-ı Farisî'ye (r.a.) alaycı bir üslûpla soruyordu ki; "Arkadaşınız (Allah Resulü aleyhissalatuvesselamı kastediyor) size tuvalette ne yapacağınızı bile öğretiyormuş?" Ve hadisin devamında da Hz. Selman ona cevap veriyordu. Burada Ebubekir Hoca'nın hikmetli bir şekilde dikkatimizi çektiği şey şu idi: Hz. Selman, bu alaycı sual karşısında hiçbir 'acaba' yaşamadan, büyük bir özgüven ve rahatlıkla diyordu ki: "Evet, o bize def-i hacette şöyle şöyle yapmamızı öğretti." Zaten mezkûr hadisin Kitabu't-Tahare bahsinde yeralması içerdiği 'temizlik adabı'na dair bilgilerden ötürüydü.

Hakikaten de Asr-ı Saadet'ten bize ulaşan bütün misaller, sahabenin, Aleyhissalatuvesselamın konumunu sadece bir 'postacı' olarak değil, hayatın her alanında rehberliğinden istifade edilmesi gereken bir 'muallim' olarak gördüklerini gösteriyordu. Hadis kitaplarında yeralan ve hayatın her alanıyla ilgili ümmete rehberlik sunabilecek olan nakiller, Efendimiz aleyhissalatuvesselamın hiçbir davranışının sahabe tarafından 'absürt' bulunmadığını; bilakis, dikkatle takip ve zaptedilerek/nakledilerek muhafaza edilmesi gereken birşey olarak görüldüğünü ortaya koyuyordu. Bu rivayetlerin içerisinde tuvalet adabı da vardı, eşler arasındaki ilişkiler de, hangi kapıdan hangi ayakla girileceği de... Sahabeye göre bunlardan hiçbirisi 'absürt' değildi. Müşriklere göre durumun aynı olmadığını ise mezkûr hadis-i şeriften anlıyoruz.

Ben, bu sorunun, sadece 'peygamber' kavramına bakıştaki bir arızadan kaynaklanmadığını düşünüyorum. Çünkü mürşidim "Neden bir cüz-ü hakikat-ı imaniyeyi inkâr eden kâfir olur ve kabul etmeyen Müslüman olmaz?" sualine verdiği cevapla bana öğretiyor ki: İmanın esaslarından birisinde arıza yaşayan insanın bu arızası aslında esasat-ı imaniyenin tamamıyla ilgilidir. Başta Allah'a iman olmak üzere, iman esaslarının tamamı, birbirine yaslanarak ayakta duran taşlar gibidir. Birisinde devrildiğiniz (veya birisi devrildiği) zaman bu gösterir ki: Diğerlerinde de arızalarınız var.

"Elcevap: İman, altı rüknünden çıkan öyle bir vahdânî hakikattir ki, tefrik kabul etmez. Ve öyle bir küllîdir ki, tecezzî kaldırmaz. Ve öyle bir külldür ki, kabil-i inkısam olmazlar. Çünkü, herbir rükn-ü imanî, kendini ispat eden hüccetleriyle, sair erkân-ı imaniyeyi ispat eder. Herbiri herbirisine gayet kuvvetli bir hüccet-i âzam olur. Öyle ise, bütün erkânı bütün delilleriyle sarsmayan bir fikr-i bâtıl, hakikat nazarında birtek rüknü, belki bir hakikati iptal edip inkâr edemez."

İşte, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamana da 'öğretisiyle hayatın her detayına nüfuz eden bir muallim' olarak değil de 'mesajı iletmekle işi bitmiş bir postacı' gözüyle bakmak; aslında Allah'a da 'ilmi, iradesi, kudretiyle hayatın her anında müdahale eden, her yerde isimleriyle hazır, nazır ve mahlukatına ilgili olan bir ilah' olarak değil de 'kainatı başta kurmuş/yaratmış sonra kendi haline bırakmış bir saatçi' gözüyle bakmanın neticesidir. Biri diğerinin anasıdır. Bu arıza doğduktan sonra da Allah (hâşâ) ufaktan ufaktan (önce) müdahale ve (sonra) varlık sahasından iteklenmeye başlar.

Önce fıkıhtan rahatsız olmaya başlarsınız. (Çünkü Allah fıkıh sayesinde hayatınızın her anına karışabilmektedir.) Sonra sünnet-i seniyye canınızı sıkmaya başlar. (Çünkü sünnet, size dair, ama sizden üst bir otoritenin belirlediği yoldur.) Sonra sahabe rahatsız eder. (Çünkü dinin hayata yansımasında rehberliği kaçınılmaz bir otoritedir.) Sonra da... Neden uzatıyorum? Sonra da önce deist olur vahyi itelersiniz. (Çünkü dışarıdan insanlığa bir müdahaledir.) Sonra da determinist olur Allah'ı kainatta hiçbirşeye karışmaz hale getirirsiniz. (Çünkü dışarıdan kainata bir müdahaledir.) Yani hevanız hatrına 'azıcık da kendinize yer açmaya çalışmakla' başlayan yolculuğunuz, Allah muhafaza, en nihayet Allah'a yer bırakmamakla biter.

Şimdi ben de, buraya kadar yazdıklarımdan hareketle, Mustafa Akyol Hoca'nın gösterdiği yere değil, parmağına bakmayı teklif ediyorum sizlere. Evet, yanlış okumadınız, parmağına! Bu parmak, satranç haram olsun veya olmasın, dinde verilecek bir hükmü neye bağlıyor? Onun 'absürt' olup olmamasına değil mi? Peki, birşeyin absürt olup olmaması hangi kaideyle bağlıdır? Hangi ilmî usûl çerçevesinde birşey absürt olur veya olmaz? Ben cevap vereyim: Hevadan başka birşeye bağlı değildir. Çünkü absürtlük tayini bir usûlle yapılmaz.

Daha açıklayıcı olmak adına twitter'da verdiğim örneği tekrarlayayayım: Biz normalde selamı ne zaman veririz? Bir yere yeni geldiğimizde değil mi? Peki namazdan çıkarken neden sağımıza ve solumuza selam veririz? Bir yere yeni gelmekle ne ilgisi vardır bunun? Mescide neden sağ ayakla gireriz? Bir işe sağ ile başlamanın sol ile başlamaktan, biyolojik olarak, ne farkı vardır? Daha hızlı ilerleyelim: Eğer siz, fıkhî bir meselede 'absürtlüğü' bir usûl olarak işletmeye başlarsanız, dinin özellikle 'taabbüdî' diye tarif edilen kısmına ne olur?

Mugalata ile kıvırmaya gerek yok: Duman olur. İşte, Akyol Hoca'nın, işaret ettiği yere değil de, parmağına bakınca görülen facia budur. Cübbeli Ahmed Hoca'ya bir cevap verilecekse bu 'heva' ile değil ehl-i sünnet kıstaslarının kabul edeceği 'bir usûlle' verilmelidir. Ben de, meseleyi satranç üzerinden değil, Akyol Hoca'nın ve benzerlerinin kem niyetli parmağı üzerinden konuşalım istiyorum. Zira bu usûlsüz parmak çok göz çıkaracak gibi duruyor. Nitekim, Kur'an da, o parmaklardan birisinin "Çürümüş kemikleri kim diriltecek?" sorusunu, yani 'tekrar dirilişi absürt bulan tavrını' haşmetle cevaplamıyor mu: "De ki: Kim onları ilk başta yaratmış ise o diriltecek. O yaratmanın her türlüsünü bilir."

3 Ocak 2017 Salı

Kim Allah'a daha yakın? (4)

"Bazı anlar vardır ki uçabileceğini hissedersin. Bazı şeylerin sadece senin için yaratıldığını hissedersin..." Ek Main Aur Ekk Tu filminden...

Serinin üçüncü yazısında dördüncü bir yazı için söz vermiştim. Ancak aradan zaman geçtikten sonra eteğimde dördüncü bir yazıyı dolduracak kadar malzeme olmadığını üzüntüyle farkettim. Fakat yine de, söz tutmak kabilinden, dikkatinizi çekmek istediğim şeye değinmek istiyorum. Anlatmak değil ama işaret etmek kabilinden. Belki altı yeterince dolu bir işaret de olmayacak bu. Fakat yine de işaret olacak. Parmakla gösteremese de kaşı-gözüyle işaret edecek.

Elbette kaşıma ve gözüme eski yazılarımın destek olması için 'akrebiyet' ve 'kurbiyet' kavramlarını bir miktar anmakla işe başlayacağım. Hatırlarsınız, mezkûr kavramların bir mü'minin sadece nübüvvete ve velayete bakışına değil; tarih ve sosyoloji algısına kadar daha birçok şeye tesir ettiğini ifade etmiştim. Hatta şimdi diyebilirim ki: Bir mü'minin bütün ilim ve bilim dallarına bakışı dünyasında varolan bu iki kavramın 'ikili kemal sistemine' göre şekillenir. Bu ikili kemal sisteminde akrebiyet elbette daha üst bir kemal sınıfını temsil eder. Kurbiyet ise hayatta daha çok karşımıza çıkandır. Ancak her ikisinin varlığından da haberdar olmak, bizi; hayata, bilime, tarihe, dine vs. bakışta daha istikametli kılar. Biraz daha cüretle diyeceğim ki: Varlık algımızı imanın istediği şekle sokan bu ikili kemal sistemini doğru bir şekilde anlamamızdır.

Kavramların ne anlattığına dair daha detaylı izahları serinin önceki yazılarına havale ederek, bu yazıda, akrebiyetin kurbiyetin tekdüzeliğine vurduğu Ehadî darbeyi ele almak istiyorum. Evet, biz, Allah'ın Ehad olduğunu daha çok akrebî tecellilerinden farkederiz. Kurbiyetle ilgili şeyler, 'özel ihsanlar' olmaktan çok, bizi ve benzerlerimizi müşterek kılan 'genel ihsanlar' kabilinden olduğundan, onlardan Ehadiyete uzanmak zordur. Hepimizin iki göze, iki kulağa, iki kola sahip oluşu; her ne kadar bunlar pahabiçilmez bağışlar olsa da; bizi 'bize özel muhatabiyetlere' karşı duyarlı kılmaz. Tabir-i caizse: Daha özel hissettirmez.

Herkesin işini düzenli bir şekilde yaptığı ve maaşını aldığı bir fabrika düşünelim. Bu düzeyde bir ilişkiyle 'patronun duyarlılığına' ve 'her personelle ayrı ayrı ilgili olduğuna' dair bir bilişimiz olmaz. Ancak acilen paraya ihtiyacı olan bir personelin patrondan özel bir ikramiye alması veya çocuğu doğan bir personele patron tarafından hediye yollanması veya hasta olduğu için verimi düşmüş bir personele patronun telefon edip halini-hatırını sorması... işte bunlar patronunuzu farklı bir şekilde yanımızda hissetmemizi sağlar.

Peki, ne değişti? Bir önceki ilişki düzeyinde patronun varlığından haberdar değil miydik? Hayır, farkındaydık. Fabrikayı onun idare ettiğine inanmıyor muyduk? Evet, inanıyorduk. Bu sorulara cevabımız mezkûr olaydan önce ve sonra değişmedi. Ancak şu oldu: Patronun diğerlerinden ayrı ve özel olarak bize bulunduğu ihsan veya teveccüh, bizimle ayrıca da ilgili olduğunu gösterdi bize. İşte, biz, Ehadiyet ve Vahidiyet arasındaki nüansı, aslında hakikati aktarmakta pek de eksik olan, bu temsille anlamaya çalıştık. Fakat bu örneği beğenmeyenleri, 1. Lem'a'ya, yani Hz. Yunus aleyhisselam kıssasına havale etmem kaçınılmaz:

"Müsebbibü'l-Esbabdan başka bir melce olamadığını aynelyakin gördüğünden, sırr-ı ehadiyet, nur-u tevhid içinde inkişaf ettiği için, şu münacat birden bire geceyi, denizi ve hût'u musahhar etmiştir."

Biz, her neye baksak, Allah'ın Ehadiyetiyle (yani ona has tecellileri ve onu bütünün içinde onu gözetir ilgisiyle) yanında hazır ve nazır olduğuna inanarak bakarız. Çünkü izlerini her yerde görürüz. Evet, her birimizin benzer şekilde iki gözü, iki kulağı, iki kolu ve bir yüzü vardır. Ancak onlar öyle gözler, öyle kulaklar, öyle kollar ve yüzlerdir ki, her birisi, bir diğerine benzemez. Hem benzer hem benzemez. Benzedikleri yerlerde Allah'ın Vahidiyetine delil buluruz. Benzemedikleri yerde Ehadiyetine şahit oluruz.

İşte, kanaatimce, Ehadiyete mazhar olduğumuzu farkettiğimiz her nakış, aynı zamanda, akrebiyetten nasipdar olduğumuzu hissettiğimiz bir bakıştır. Yani Allah'ın bütün kullar ve hatta mahluklar içinde bizi kendisine yakınlaştırdığını, özel ihsanlarda bulunduğunu, akrebiyet üzerinden onunla ayrı ve özel bir ilişki kurduğumuz anlarda farkederiz.

Demek akrebî yakınlaşmanın izleri kurbî yakınlaşmanın izleri içinde bizi Allah'la daha farklı bir şekilde muhatap ediyor. Bunu, ben, Fatiha sûresi üzerine yaptığım bir tefekküre dair "O tefekküründen sen tefekkürüne..." isimli yazımda ele almaya çalışmıştım. Hakikaten de Fatiha'da 'Malikiyevmiddin'den 'İyyake na'büdü...'ye atlanan eşik, Allah'ı 'o' olarak anmaktan 'sen' olarak anmaya bir geçiştir. Bediüzzaman bunu 'gaibane' ve 'hazırane' muhatabiyetler olarak isimlendirir. Vahidiyet gaibane muhatabiyete, Ehadiyet hazırane muhatabiyete bakar. Akrebiyet hazırane muhatabiyete, kurbiyet gaibane muhatabiyete bakar. Rahman gaibane muhatabiyete, Rahim hazırane muhatabiyete bakar. Şimdi, bu kısmı çok uzun tuttuğum için, aceleyle asıl meseleye geçiyorum:

Biz biyolojiye bakarken neden 'maymundan gelip mükemmele giden' bir insan tasvir etmiyoruz? Veyahut bizim toplum idealimiz neden seküler sosyoloji anlayışında olduğu gibi mevhum bir gelecekte, bir ütopyada değil de, Asr-ı Saadet diye tarif ettiğimiz bir zaman diliminde, çoktan gerçekleşmiş ve imrenilir oluyor? Biz neden teknolojik icadları insan eliyle 'yoktan yaratılmış şeyler' olarak değil, peygamberlerin mucizeleriyle kapılarını araladığı 'öğretilmiş hayaller' olarak görüyoruz? Neden tarih bizim için 'vahşetten medeniyete' değil de 'peygamberden peygambere' bir seyir izliyor? Neden bizim dinimizin istikbali gelecekte bir yerde değil de ilk müslüman nesillerin ellerinde/işlerinde yeralıyor? Neden bizim ilk insanımız yarı-maymun yarı-insan bir canavar değil de cennetten düşmüş yarı-melek yarı-insan (bu ifadeyi insanın özündeki melekî yöne atıf yapmak için kullandım) bir peygamber?

"Ebnâ-yı mazi'den muradım, İslâmların gayrısından onuncu asırdan evvel olan kurûn-u vusta ve ûlâdır. Amma millet-i İslâm, üç yüz seneye kadar mümtaz ve serfiraz ve beş yüz seneye kadar filcümle mazhar-ı kemâldir. Beşinci asırdan on ikinci asra kadar ben 'mazi' ile tabir ederim, ondan sonra 'müstakbel' derim."

Bütün bu soruların cevabı bence akrebiyet ve kurbiyet kavramlarını doğru anlamakta saklı. Bu iki kavramı, isim/tanım olarak zihnimizde tutalım veya tutmayalım, kabul ettiğimiz için nazarlarımız değişiyor. Biz bu sorulara modern medeniyetin dayattığı şekilde 'az gelişmişten-çok gelişmişe' mantığıyla cevap vermiyoruz, çünkü Allah'ın o kurbî düzene akrebî bir yakınlaştırmayla, yani Ehadî dokunuşlarla, ayrıca yön verdiğini biliyoruz. Allah'ın kainatı yaratıp öylece bıraktığına ve artık salt insanlığın kendisini geliştirmeye çalıştığına inanmıyoruz ki, sırf kurbiyetle gelişebilir bir âlem tahayyülümüz olsun veya ahirzamanın hayırsız çocukları Asr-ı Saadet'in salih evlatlarını geçsin.

Biz hem akrebiyete hem kurbiyete inanıyoruz. Bu yüzden insanlığın her çağı, bizim inancımıza göre, özel ihsanlarla kurbî açıklamaları anlamsız bırakabilecek bir yapıya ve düzene sahip. Ve yine bu yüzden Fahr-i Âlem aleyhissalatuvesselamın dizinin dibindeki o insanlara bugünün hiçbir süper modern aydını ve entelektüeli yetişemiyor. Hadis-i şerifin ifadesiyle; onların bir dirhem sadakasına sonrakilerin dağlar kadar altınları kavuşamıyor. Hem çünkü varlığı sadece kurbiyetle açıklamaya çalışmak bizi ya deizme, ya determinizme veya evrime götürür. Akrebiyeti reddetmek kurbiyet anlayışını giderek neden-sonuç ilişkisine hapseder. (Bir deist olarak ölen Yaşar Nuri Öztürk buna ne ibretlik bir delildir.) Her şekilde burnumuzun batacağı çamur aynıdır. Varlığı Allah'ın kurup kendi haline bıraktığı bir saat şeklinde açıklamak.

28 Aralık 2016 Çarşamba

Kim Allah'a daha yakın? (3):

'Akrebiyet' ve 'kurbiyet' yazılarının üçüncüsü için verdiğim söz, onların, bugüne ve özellikle modernizme (ehl-i bid'aya) bakan yönlerine dairdi. Fakat modernistler sadece bugün için var değiller. Onların da bir geçmişi var. Kanaatimce, ehl-i sünnet ve'l-cemaat çizgisinden ayrılmış her fırkayı, zamanının modernisti sayabiliriz. İşte onlardan birisi de Farabî'dir. Farabî'nin, felsefî okumalarının ve odaklanmalarının yoğun etkisinde kalarak söylediği öyle şeyler vardır ki, ehl-i sünnet mizanlarıyla boşa koysan dolmaz, doluya koysan almaz. Bunlardan birisi de 'filozofların peygamberlerden üstün oluşu' iddiasıdır.

Farabî'nin bu görüşündeki delili ise; peygamberin isteği ve arzusu olmadığı bir durumda vahiy aldığı, filozofun ise çalışarak İlâhi bilgiyi (hakikati) elde ettiği, bu nedenle çalışanın çalışmayandan her zaman üstün olacağı şeklindedir. İşte, tam da bu noktada mesele yine 'akrebiyet' ve 'kurbiyet' kavramlarına bağlanır. Kişinin kendi gayretiyle hakikate ulaşması (kurbiyet), Allah'ın ihsanı olan bir bildirişten (akrebiyet) üstün müdür? Soruya verilecek cevap aslında biraz da 'kıstasın' kim/ne olduğu ile ilgilidir.

Biz, ehl-i sünnet ve'l-cemaat deriz ki: Hakikatin kıstası Allah'tır. Allah, nebîlerine gaybdan haber vermiş ve onları bizden üstün saymışsa, üstün olanlar onlardır. Kulları arasındaki hiyerarşiyi belirleyen odur. Bu konuda kulun kendi gayreti/çabası üzerinden ikinci bir hiyerarşi icat edip onunla hak iddiasında bulunması yanlıştır. Bu hem dayandığı zemin açısından yanlıştır hem de sonuçları açısından yanlıştır. Zira hiçbir filozof, eriştiği sözde marifetle, bir nebîyle boy ölçüşememiştir. Bediüzzaman'ın velayet üzerinden verdiği misal, bir açıdan, böylesi bir argümana da cevap oluşturur:

"Şu sırr-ı gamızın esası, akrebiyet-i İlâhiyenin inkişafıdır. Meselâ, güneş bize yakındır; çünkü ziyası, harareti ve misali âyinemizde ve elimizdedir. Fakat biz ondan uzağız. Eğer biz nuraniyet noktasında onun akrebiyetini hissetsek, âyinemizdeki misalî olan timsaline münasebetimizi anlasak, o vasıtayla onu tanısak; ziyası, harareti, heyeti ne olduğunu bilsek, onun akrebiyeti bize inkişaf eder ve yakınımızda onu tanıyıp münasebettar oluruz. Eğer biz bu'diyetimiz nokta-i nazarından ona yakınlaşmak ve tanımak istesek, pek çok seyr-i fikrîye ve sülûk-u aklîye mecbur oluruz ki, kavânin-i fenniye ile fikren semâvâta çıkıp semâdaki güneşi tasavvur ederek, sonra mahiyetindeki ziya ve harareti ve ziyasındaki elvân-ı seb'ayı uzun uzadıya tetkikat-ı fenniye ile anladıktan sonra, birinci adamın kendi âyinesinde az bir tefekkürle elde ettiği kurbiyet-i mâneviyeyi ancak elde edebiliriz."

Eğer üstünlük hakikatin bilgisine erişmenin kendisindeyse, bu bilgiye vahiyle erişenin eriştiği, aklıyla erişenin eriştiğinden elbette kat be kat üstündür. Çünkü vahiy, Malik-i Vahid olandan (yani bütünün tek sahibinden) gelen bütünün bilgisidir. Kulun kendi aklı ve gayretiyle öğrendiği ise parçalardan yol almaktır. Mevlana Celaleddin Hazretlerinin verdiği 'körlerin fili tarifi örneği' ile Bediüzzaman Hazretlerinin verdiği 'dalgıçların hazineyi tarifi' misali bize bu noktada büyük bir sırrı haber verir. Akıl, hakikate karşı körün fili tanımaya, dalgıcın hazineyi anlamaya çalıştığı gibi ilerler. Tuttuğu parçadan bütüne yönelik çıkarımlar yapar veya yapmaya çalışır.

Fakat aklın imkanı kısıtlıdır. Zira parça her zaman bütünden haber vermez. Haber verse bile bütünün sırrına kendisindeki vurguyla bakar. Bütünün bütün özelliklerini aynı dengeyle bize iletmez. Filin ayağına dokunan elbette bir 'şey' bilgisine erişir, ancak bu 'şey' bilgisi filin tümdetay veya tastamam bilgisi değildir. Hazineden eline bir inci geçen dalgıç, elbette, hazine farkındalığına varır. Ancak inci; elması, zümrüdü, yakutu ve daha nice nice değerli nesneyi anlatmaz. İnci hazineyi ancak kendisi kadar/gibi anlatır.

Bugünün modernizminde de aynı hastalık var. Parçalarla fazla meşguliyetten eline geçen bilgiyi 'bütünün haberinden' daha yüksekte tutuyor. Çünkü parçayı kuşatabiliyor. Somut, ona göre, kuşatılabilir ve üstün olan. Soyutun bilgisi, yani kuşatamadığının bilgisi, onun için makbul değil. İnternet, bilgisayar, başka kolaylaştırıcı donanımlar vs. gibi daha çok bilgiye ulaşmasını sağlayan herşeyi bizzat doğruluğun üstünde sanıyor. Bu gibi araçlarla eriştiği kurbiyeti, böyle cihazların hiç varolmadığı bir dönemde erişilen akrebiyete yeğ tutuyor, hatta akrebiyetle alay ediyor.

Sahabenin ve hadisin dindeki konumunun bu insanlar tarafından tartışılmaya açılması aslında yine aynı marazın bir sonucu. Bu insanların dünyasında her kurbiyetten aşkın bir akrebiyet tarifi yok. Akrebiyet kavramına dünyalarında yer vermedikleri için akrebî bir bilginin kurbî gayretlerinden daha üstün olabileceğine dair bir inançları da yok. Okuma-yazması olmayan bir sahabinin, hepsine canımız kurban olsun, hakikate kendisinden daha yakın olacağı kabul edilemez bunlar için. Çünkü hakikati 'daha çok şey bilmekle ilgili' sanıyor. Halbuki hakikat bütünün marifetinin bağışladığı istikametle ilgili birşeydir. Sadece 'ne söylemiş'e hâkim olmakla 'kim söylemiş, kime söylemiş, ne makamda söylemiş' bilgisine sahip olanın marifetini aşamazsın. İstediğin kadar bal hakkında kitap oku. Kütüphaneler devir. Külliyatlar hatmet. Bu bal kurbiyetiyle balın aslında ne olduğunu anlayamazsın. Balın aslında ne olduğunu akrebiyet ile parmağını bala çalanlar bilir. Nitekim mürşidimin İçtihad Risalesi isimli eseri de bize hep aynı şeyi söyler: Akrebiyetle bahşedilen yakınlık ile kurbiyet ile kurulan yakınlık asla bir olmaz.

"Amma şu zamanda, medeniyet-i Avrupa'nın tahakkümüyle, felsefe-i tabiiyenin tasallutuyla, şerâit-i hayat-ı dünyeviyenin ağırlaşmasıyla efkâr ve kulûb dağılmış, himmet ve inâyet inkısam etmiştir. Zihinler mâneviyâta karşı yabanîleşmiştir. İşte bunun içindir ki, şu zamanda birisi, dört yaşında Kur'ân'ı hıfz edip âlimlerle mübahase eden Süfyan ibni Uyeyne olan bir müçtehidin zekâsında bulunsa, Süfyan'ın içtihadı kazandığı zamana nisbeten, on defa daha fazla zamana muhtaçtır. Süfyan on senede içtihadı tahsil etmişse, şu adam yüz seneye muhtaçtır ki tahsil edebilsin.

Çünkü, Süfyan'ın iptidâ-yı tahsil-i fıtrîsi, sinn-i temyiz zamanından başlar. Yavaş yavaş istidadı müheyyâ olur, nurlanır, herşeyden ders alır, kibrit hükmüne geçer. Amma onun naziri, şu zamanda, çünkü zihni felsefede boğulmuş, aklı siyasete dalmış, kalbi hayat-ı dünyeviyede sersem olmuş, istidadı içtihaddan uzaklaşmış. Elbette fünun-u hazırada tevağğulü derecesinde, istidadı içtihad-ı şer'î kabiliyetinden uzaklaşmış; ve ulûm-u arziyede tefennünü derecesinde, içtihadın kabulünden geri kalmıştır. Onun için, 'Ben de onun gibi zekîyim, niçin ona yetişemiyorum?' diyemez ve demeye hakkı yoktur ve yetişemez."

Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın dizinin dibinden, sahabesinin dizinin dibinden, tabiinin dizinin dibinden, tebe-i tabiinin dizinin dibinden kalkanla televizyonunun başından henüz kalkanın bu ilimden hissesi bir olmaz. Pınara yakın olanın içtiğiyle denize döküldüğü yerden suyu yudumlayanın içtiği bir olmaz. Biz biliyoruz ki; namazda bile, ilk safta duran ile son safta duranın sevabı bir olmaz. Böyle bir bilişe sahip ümmetin torunları olarak ahirzaman yeniyetmelerinin istikamet ve isabette sahabeyi, tâbiini veya tebe-i tâbiini geçtiklerine nasıl inanırız? Her neyse... Bir dahaki yazıda 'akrebiyet' ve 'kurbiyet' kavramlarının modern zamanlara bakan başka bir yönüne daha değinmeye çalışacağım. Tevfik Allah'tan ve hamd yalnızca ona...

21 Aralık 2016 Çarşamba

Kim Allah'a daha yakın (2)

"Ashabıma, onlardan sonra gelenlere ve onları izleyenlere iyi davranın; onlardan (bu üçüncü kuşaktan) sonra yalancılık yayılır. Öyle ki, kişi yemin etmesi istenmeden önce yemin eder, şahitlik yapması istenmeden şahitlik yapar." (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/239)

Bir önceki yazıda, okuyanlar hatırlayacaktır, akrebiyetin 'ihsan'la, kurbiyetin 'kisb'le ilgisine dikkat çekmiştim. Azıcık daha hatırlatırsam: Akrebiyetin, Allah'ın, kulunun say u gayretini bir şart görmeden, tamamen fazlından bağışladığı (sınırlarını ancak kendisinin takdir edeceği) bir 'yaklaştırma' olduğunu; kurbiyetin ise, kulun göstereceği say u gayretle bir derece bağlı (ve yine diğerine göre bir derece sınırlı) bir 'yakınlaşma' olduğunu ifade etmiştim. Hatta akrebî yakınlık ile kurbî yakınlığın kategorisel/sınıfsal bir ayrım olduğunu, kurbî yakınlığın hiçbir açıdan akrebî yakınlık ile yarışamayacağını, Risale-i Nur'da geçen altın/gümüş kıyaslaması üzerinden dile getirmiştim.

Konu hakkındaki detaylı bilgiyi, Kenan Demirtaş Hoca'nın gözetiminde hazırlanan, Terimler ve Kavramlar Sözlüğü'ne havale ederek, bu yazıda meselenin ehl-i beyte bakan yönüne değinmeye çalışacağım. Çünkü bir önceki yazının sonunda, yine okuyanlar hatırlayacaktır, bunun sözünü verdim. O halde evvel-i kelam: Bismillah. Tevfik Allah'tan ve hamd yalnızca Ona.

Bediüzzaman, ehl-i beytle ilgili bahislerde, özellikle şianın ve sünniliğin ehl-i beyte bakışındaki farklılığı ortaya koymada, bu iki kavramın anlam dünyasına hayatî atıflar yapıyor. Maksad-ı kelamımızı hemen başta söyleyelim: Gerek 4. Lem'a olan Minhacü's-Sünne Risalesi'nde, gerek yine Lem'alar'da yeralan Âl-i Âba bahsinde, Bediüzzaman'ın ehl-i beyte muhabbeti emreden ayet ve hadislere getirdiği yorumlar tamamen 'kurbiyet' merkezlidir. Yani, mürşidime göre, ehl-i beytin hem nass-ı Kur'an'la 'sevilmesi emredilen kıymetliler' olması hem de 'Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın onlara özel bir muhabbet göstermesi' onların kurbiyetleri ile ilgili bir meseledir. Akrebiyetleri ilgili bir durum değildir.

"Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, küllî ve umumî vazife-i nübüvvet içinde bazı hususî, cüz'î maddelere karşı azîm bir şefkat göstermiştir. Zâhir hale göre o azîm şefkati o hususî, cüz'î maddelere sarf etmesi, vazife-i nübüvvetin fevkalâde ehemmiyetine uygun gelmiyor. Fakat hakikatte o cüz'î madde, küllî, umumî bir vazife-i nübüvvetin medarı olabilecek bir silsilenin ucu ve mümessili olduğundan, o silsile-i azîmenin hesabına, onun mümessiline fevkalâde ehemmiyet verilmiş. Meselâ, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Hazret-i Hasan ve Hüseyin'e karşı küçüklüklerinde gösterdikleri fevkalâde şefkat ve ehemmiyet-i azîme, yalnız cibillî şefkat ve hiss-i karâbetten gelen bir muhabbet değil, belki vazife-i nübüvvetin bir hayt-ı nuranîsinin bir ucu ve verâset-i Nebeviyenin gayet ehemmiyetli bir cemaatinin menşei, mümessili, fihristesi cihetiyledir."

Sahabenin, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın vahyinin ve hayatının birebir şahitleri olarak, ümmet içinde, kurbiyetle yetişilmeyecek akrebî/özel bir yerleri vardır. Fakat ehl-i beytin, gerek sahabe ve gerekse ümmet içinde, onlara kıyasla daha özel bir akrebiyeti/seçilmişliği yoktur. Yalnız şu var: Ehl-i beytin sahabe içinde yeralan fertleri 'sahabe' oldukları için, tabiin içinde yeralan fertleri 'tabiinden' oldukları için, tebe-i tabiin içinde yeralan fertleri de 'tebe-i tabiinden' oldukları için, sünnet-i seniyye ile irtibatları ölçüsünde, akrebiyetle bir derece temas içindedirler.

Bu temas, o kıymetli nesiller için, Cenab-ı Hakkın seçtiği bir kulunu nübüvvetle şereflendirmesiyle, yani onun şahsına/zamanına akrebî bir tecellide bulunmasıyla ilgilidir. Ona zamansal ve mekansal anlamda yakın olanlar, onun emirlerine itaat ve sünnetine ittibaları ölçüsünde, bu 'yakınlaştırmadan' istifade ederler. Fakat bu yakınlık neslî değil şuhudîdir. Kan bağı ile değil itaat ve ittiba iledir. Cenab-ı Hakkın akrebiyeti nübüvvet üzerinde 'soyundan gelenleri seçilmiş kılacak şekilde' değil; 'nübüvvet makamıyla/tebliğiyle ilgili olanları ışıklandıracak şekilde' tecelli eder ve etmiştir. Pekçok peygamber kıssası, hidayet bulmayan aile fertleri dair içerdikleri malum bilgilerle, bize bunu öğretirler. Kurbiyet ise her içeriden hem dışarıdan mümkündür.

Bediüzzaman'dan öğrendiğimiz ehl-i sünnet ve'l-cemaat duruşu budur. Biz, akrebiyeti ve bununla ilgili diğer kavramlar olarak masumiyeti, ismeti veya imameti Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın kanına/nesline yakınlıkla ilgili görmeyiz. Çünkü ne zamanında ne de ondan sonra başkası nebi değildir. Bu noktada ona yakınlaşmak mümkün değildir. Akrebiyetin nuru ona değmiş ve ondan yansıyarak bize gelmiştir.

Ehl-i beytin ümmet-i Muhammediye içindeki kıymeti de, yine, nübüvvetin dünyada kalan ışığını ifade eden sünnet-i seniyyeye ile irtibatları ve ittibaları ölçüsündedir. Onu değiştirmek, yerine yeni şeriat veya ibadetler getirebilmek, hele hele masumiyetinin/hata yapmazlığının mirasçısı olmak... vs. bunlar mümkün değildir. Çünkü akrebiyet tecellisi (veya akrebî yakınlık) vefatıyla birlikte kesilmiş, artık ümmetin elinde (bir imkan, sorumluluk ve ihtiyaç olarak) daha önce yansıyanların hıfzı ve istifadesi kalmıştır. Elbette bu hıfz ve istifadeye daha layık olanlar da ışığa zamanca daha yakın olanlardır. Sahabenin konumu bu nedenle eşsizdir, alternatifi yoktur, olamaz da.

Aleyhissalatuvesselamın torunlarına muhabbetini analiz ederken mübarek soylarından gelecek asfiya ve evliyaların haklarını gözeten Bediüzzaman; Hz. Ali (r.a.) hakkındaki hadislerin çokluğunu da 'gelecekte çok saldırıya maruz kalmasıyla' ilişkilendirir. Yani her iki meselede de, Allah Resulü aleyhissalatuvesselam, bu iltifatları 'nesline bir akrebî yakınlık atfettiği için' değil 'soylarından geleceklerin kurbiyetteki gayretleri' için göstermiştir. Yine hatırlayalım: Hz. Ali'nin (r.a.) fazileti ekseninde Bediüzzaman'ın hep atıf yaptığı şey 'velayeti'dir. Velayet aynı zamanda Bediüzzaman'ın kurbiyetle sık sık beraber andığı bir kavramdır. Ancak sahabenin bütününe veya Hulefa-i Raşidin'in ilk üçünün Hz. Ali'ye (r.a.) üstünlüğüne/rüchaniyetine dair bahislerde atıf yaptığı kavram nübüvvetin nuru olur. Nübüvvet ise Bediüzzaman'ın akrebiyet ile beraber andığı bir kavramdır.

Hasılıkelam: Aleyhissalatuvesselamın pâk neslinin kemali kurbiyetindendir. Onlara ayet ve hadislerde yapılan iltifatlar kurbiyetteki gayretlerindendir. Hakikaten de ehl-i beytin içinden çıkan binlerce asfiya ve evliya bu ümmetin kutup yıldızı gibi ışık saçmışlar ve müslümanları istikamete çağırmışlardır. Ancak bu kemal, şianın hata ile savunduğu gibi, akrebiyetleri/seçilmişlikleri üzerinden tanımlanmaz ehl-i sünnete göre. İstikametli olan da budur.

Hele hele sahabe içinde ehl-i beyte ayrı bir alan açıp, 'ehl-i beyt fıkhı' falan deyip, onları daha üst bir sınıfa yerleştirmek ve diğer sahabeyi görmezden gelmek büyük bir hatadır. Şianın büyük bir kısmı ise bu hatayı işlemektedir. Takıyye isimli eserinde Serdar Demirel Hoca bu arızanın sonuçlarına şöyle dikkat çeker: "Şianın İslam tarih tasavvuru ehl-i sünnetin tarih tasavvuruna taban tabana zıttır. Ehl-i sünnet, sahabe neslini İslam'ın en hayırlı altın nesli kabul ederken, şia onları İslam tarihinin en şerli nesli olarak görmektedir. Onları fısk ve günahla, irtidatla itham etmektedir."

Kendisi de bir şii âlimi olan Prof. Dr. Musa el-Musavî ise, Şia ve Şiilik Mücadelesi isimli eserinde, meseleye dair şunları söyler: "Büyük kayboluş asrı olarak bilinen hicrî 4. asra kadar hilafetin İmam Ali'den gasbedildiğine ya da kendisinden gasbedilen ilahî bir hak olduğuna veya Ashab-ı Kiram'ın bu meseleye iştirak ettiklerine vb... fikirlerden eser yoktu. Böylece, belirttiğimiz gibi, Ali'nin hilafete rüchaniyeti fikri, ilahî hilafete ve ilahî emre muhalefet fikrine dönüştürüldü."

İşte, arıza, kurbî üstünlüğün akrebî üstünlük olarak yorumlanmaya başlamasıdır. Atlanılan tehlikeli eşik budur. Nitekim mürşidim, şu kıymetli tesbitiyle, belki en çok buna dikkatimizi çekmektedir: "Demek Âl-i Beytten, vazife-i risaletçe muradı, Sünnet-i Seniyyesidir. Sünnet-i Seniyyeye ittibaı terk eden, hakikî Âl-i Beytten olmadığı gibi, Âl-i Beyte hakikî dost da olamaz." Evet, biz, hakiki ehl-i beyte, kurbiyetleri için her zaman dua ederiz. Ve kendi kurbiyet çabalarımızla da onların (inşaallah) dostu oluruz. Fakat, kesinlikle ve kesinlikle, sünnet-i seniyye ile bağını koparanın ayrıca akrebî bir yakınlığı olduğuna imanımız yoktur. Bir sonraki yazıda da akrebiyet ve kurbiyet meselesinin modern zamanlara bakan bir yönünü ele almaya çalışacağım. Allah, bizi, hayatımızı ve yazdıklarımızı istikametten ayırmasın. Âmin.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...