9 Eylül 2019 Pazartesi

Tarikatçılar içimizi neden deliyor?

Çin işkencesini hepimiz biliyoruz. Tamam. Çok şükür. Başımıza gelmedi ama bir kulak aşinalığımız var. Tekrar eden su damlalarının gücünün taşı delmeye de insanı delirtmeye de yeter olduğunu biliyoruz.

Ursula K. Le Guin'in Zihinde Bir Dalga'da 'esas iç örgütlenme aracı' olarak tarif ettiği 'tekrar'a dair bir savunusu var. Diyor ki: Tekrarın aşağılanması daha çok modern döneme ait bir olgudur. Okuryazarlığın artmasıyla ilgilidir. Basılı yayınlara ulaşmak kolaylaştıktan sonra ortaya çıkmıştır. (Çünkü basılı bir yayında 'tekrar' mükerrer okumalarla sağlanabilir.) Sözlü kültürün insanlığa hâkim olduğu bütün asırlar boyunca tekrarla kimsenin bir sorunu olmamıştır. Hatta sözlü anlatım tekrarları ister. Sever. Gerektirir. İnsanın yazılı kültürün hegemonyasına girmediği çocukluk devirlerinde aile büyüklerinin anlattığı masalların/hatıraların tekrarı arzulanır. Hatta bu tekrarlar eğer daha önce anlatılan asıldan çok saparlarsa büyükler uyarılır: "Çok kötü anlattın anne. Olmadı ki. Düzgünce bir daha anlat."

Yine, bir ölçüde sözlü anlatıma benzer tarafları bulunan, sinema yapımlarında da 'kaçırabileceği detaylar' izleyiciye bazı tekrarlarla yeniden tahattur ettirilir. Örneğin: Katilin kim olduğunun ortaya çıktığı bölümde dedektifin parçaları birleştirişi, filmin öncesinden yapılan alıntılarla, izleyiciye de yaşatılır. Çünkü izlemek okumak gibi değildir.

İşi hepten tarihselcilerin/sosyologların ellerine düşürmeden bunu Kur'an-ı Hakîm'in beyanına da taşıyabiliriz. Kur'an, Bediüzzaman'ın da mükerreren beyan ettiği üzere, irşadda ilk muhatap olarak ekseri, yani avamı, muhatap kabul eder. Avamın da çoğunluğu 'ümmi'dir. Yani okumayazma bilmez. (Kur'an'ın ilk indiği kavim, yani Arap kardeşler, zaten ümmilikleri ile meşhurdurlar. Yine ekseri İslam'la bahtiyar olan Türklerin/Kürtlerin de mazisi farklı değildir.) Veyahut da, eğer modern asır üzerinden konuşacak olursak, okuryazarlığı vardır ama okumayla başı hoş değildir. Bu nedenle vahyin beyanında tekrarlara sıkça rastlanır. Fakat, yine mürşidimin dikkat çektiği üzere, bunlar sûreten tekrarlardır. Aslında her tekrar edişte aynı kıssa/kelam üzerinden hakikatin başka bir yönü parlatılır. Nazara verilir. Yerinden bir alıntıyla bu bahsi süsleyelim:

"Hem Kur'ân müessistir, bir din-i mübînin esasatıdır ve şu âlem-i İslâmiyetin temelleridir ve hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeyi değiştirip muhtelif tabakata, mükerrer suallerine cevaptır. Müessise, tesbit etmek için tekrar lâzımdır. Te'kid için terdad lâzımdır. Te'yid için takrir, tahkik, tekrir lâzımdır."

Tekrarın 'kişisel gelişim'de ise apayrı bir fonksiyonu var. Eğer başarı, kendine yardım, NLP veya kişisel gelişim türünden bir eser okuduysanız, ki bunlar eskiden ayrı ayrı türler değildiler, bilirsiniz: Bireyin hedeflediği sonuçlara ulaşmasında tekrar edilen 'motto'ların büyük ehemmiyeti vardır. Hatta, Küçük Emrah'ın, annesi Oya Aydoğan'ı medenî(!) bir kadın haline getirmeye çalıştığı filmde, hoca olarak tuttuğu kişinin Aydoğan'a tekrarlattığı cümleyi hatırlatalım: "Ben gözel karıyam!" Bunu neden tekrarlatıyordu? Çünkü köylü kızı Aydoğan'ın özgüvenini arttırmak istiyordu. Yani bu tekrar işinde insanın içinde tesis etmek istediği şeyleri inşa eden bir yan da var. Az-çok bunun misallerini hepimiz biliriz.

Partiler sloganlarıyla taraftarlarını motive ederler. Yine her türden hareketin etbaını şevklendirmek için tekrar ettiği sloganları vardır. Firmalar bile alıcılarında alış arzusu inşa etmek için böylesi 'tekrarları' kullanırlar. Yaz başladığında başlayan kola/dondurma reklamları sayesinde her sene bir sürü yeni spot cümleniz olur. Hayırlı olsun.

Bütün bu girizgâhın ardından asıl mevzua gelelim. Mürşidimin Mesnevî-i Nuriye isimli eserinde geçen bir bahse değineceğim. Her okuduğumda bana ilginç şeyler düşündürür. Üşenmeyelim. Hemen alıntılayalım. Ki sonradan ne üzerine konuşacağımız açık edilmiş olsun:

"İşte Nakşibendîler, zikir hususunda ittihaz ettikleri zikr-i hafî sayesinde, kalbin fethiyle, ene ve enâniyet mikrobunu öldürmeye ve şeytanın emirberi olan nefs-i emmârenin başını kırmaya muvaffak olmuşlardır. Kezâlik, Kâdirîler de, zikr-i cehrî sayesinde tabiat tâğutlarını tarümâr etmişlerdir." Fakat başı olmayınca böyle yarımca pek birşey anlaşılmadı değil mi? Alıntılayalım. Tam olsun: "İ'lem eyyühe'l-aziz! Tohum olacak bir habbenin kalbi, yani içi delindiği zaman, elbette sümbüllenip neşvünemâ bulamaz, ölür gider. Kezâlik, ene ile tâbir edilen enâniyetin kalbi, 'Allah Allah' zikrinin şuâ ve hararetiyle yanıp delinirse, büyüyüp gafletle firavunlaşamaz. Ve Hâlık-ı Semâvat ve Arza isyan edemez. O zikr-i İlâhî sâyesinde ene mahvolur."

Ben bu bahsin yıllar önce bir kişisel gelişim kitabında okuduklarımla ilgili olduğunu düşünüyorum. (Adını sormayın. Tüm hatırlama çabalarıma rağmen çıkaramadım. İsimsiz kaldı.) En azından o kitapta anlatılan şeyin bu bahsi idrakte yolu kolaylayan bir yanı var. Uzatmayayım. Anladığımca deniliyordu ki o kitapta: Bir amaca ulaşmaya çalışırken, sizi engelleyen şeyin dışınızda olduğunu düşünürseniz, sloganınızı/mottonuzu dıştan tekrar edin. Yani sesli söyleyin. Yok, eğer asıl engelin içinizde bir yerlerde olduğunu düşünüyorsanız, o zaman sloganınızı/mottonuzu içinizden tekrar edin. Sessiz söyleyin.

Ne demek bu? Açmayı deneyelim. Diyelim ki: Bir koşu yarışmasına katılacaksınız. Rakipleriniz dışınızda. Engeller dışarıda yani. O zaman kendinizi şöyle bir cümleyi sesli söyleyerek motive etmelisiniz: "Ben daha hızlıyım! Ben daha hızlıyım! Ben daha hızlıyım!" Ama yok. Sorun bu değil. Koşuya hazırlanma sürecinde yeterince çalışkan olmadığınızı düşünüyorsanız, o zaman engel içinizde demektir, şu cümleyi içinizden tekrar ederek motive olun: "Daha çok çalışabilirim! Daha çok çalışabilirim! Daha çok çalışabilirim!" Yani, yokuş dışınızdaysa dışınıza doğru, yokuş içinizdeyse içinize doğru hakikatinizi tekrar etmelisiniz. Hakikatin düzenli tekrarı; hayalden, vehimden, sanrıdan, korkudan veya önyargıdan oluşan putları kıracaktır.

İşte, bence, zikrullahın da insanda gördüğü böyle bir fonksiyon var. Cümle hak tariklerin tâbilerine ödev olarak verdikleri zikirler aslında belli bir mana dünyasının çağrışımlarını içeriyorlar. Yani tâbi, tarikatinin usûlüne göre, zikr-i cehrî (açıktan) veya zikr-i hafî (içinden) virdini tekrar ederek hakikati hayaline hatırlatıyor. O ifadenin içerdiği manayı hatırına çağırıyor. Gafletinin sathîliğinde 'mış gibi' oluşabilecek tüm korkuları dağıtıyor. Sanrıları öldürüyor. Önyargılarını kırıyor. Evet. Allah'ı hatırlamanın da böyle bir işlevi oluyor kalbimizde. İnsan, ister içine, ister dışına doğru 'Allah olanın ancak Allah olduğunu' hatırlatırken/hatırlarken unutulmasıyla neşv ü nema bulacak vehimleri de gidermiş oluyor.

Sınava hazırlanırken ilgili tüm formülleri zihninde tekrar eden kişinin, cehaletin 'o mu, bu mu, şu mu' fitnesinden izale kalması gibi, tekrarlarla Allah'a dair manaları kalplerinde diri tutanlar da içten/dıştan şaşırtmacaların oyunlarına karşı daha uyanık oluyorlar. Daha tetikte duruyorlar. Mürşidimin ifadesiyle söylersem: Bazı şeylerin içini delik tutmak gerekiyor. Çünkü onların gerçek olmadığı ancak bu deliklerden anlayabiliyorsunuz. Tıpkı, karanlıkta gözünüze korkutucu görünen birşeyin, kalkıp şeklini bozduğunuzda rahatlamanız gibi. Sanrıların da şeklini tekrar edilen hakikatler alaşağı eder. Zikrullah şifamızdır bizim.

22 Ağustos 2019 Perşembe

Gökyüzü kaderin nasıl delili olur?

Bu da "Üstlerindeki göğe bakmazlar mı?" sual-i Kur'anîsi hakkında düşünürken hatırıma gelen birşey arkadaşım. Daha doğrusu: Hatırıma 'bahşedilen' birşey. Evet. Öyle ya! Nihayetinde dikkatimiz de ancak bir duadan ibarettir. Tefekkürümüz dilenciliğimizdir. Akıl mendilini böyle açar. Bir fikrin kafamızda/kalbimizde yoktan yaratılışı kimi zaman varlığın yoktan yaratılışından daha açık görünür. Kainatın 'bigbang'i bir defaysa ilhamımızın 'bigbang'leri herandır. Yani: Bir an önce habersiz olunan birşey bakarsınız aniden farkedilir olur. Bilinir olur. Görülür olur. Bizde yok iken varolur. Bu da bir tür yoktan yaratılış değil midir? Aynen. Benimkisi neyle ilgiliydi peki? el-Cevap: Göğün, sadece Allah'ın varlığının-birliğinin-büyüklüğünün değil, kaderin de bir delili olduğu üzerineydi. Arkadaşım, şöyle bir eşikten adımlamaya başlarsak, bir parça muvaffak olabiliriz zannederim. Tevfik Haktandır. Fehmimize yardımı Ondan dileriz.

Hani hakkında okumalar yaptıysan bilirsin: Sema müthiş mesafeler âlemidir. Işığın bile koşuşturmaktan yorgun düştüğü, güzelim güneşimizin dünyaya ancak sekiz dakikada haber yollayabildiği, en yakınımızdaki yıldızdan bilmem kaç yıl sonra haberdar olabildiğimiz bir genişliktir uzay bize. Üstelik bu iş öyle bir derecededir ki akıl tamamını anlamaktan aciz kalır. Uzağın arkasında uzak, ırağın arkasında ırak, gurbetin arkasında gurbet vardır. Güneşin hemen solundaki kardeşinin bize ulaşması belki de kırkbin yıl sürmüştür. Hatta bilimadamları derler ki: Işığı hâlâ ulaşmamış bir sürü yıldız da vardır. Varlardır ama görülmemişlerdir. Işıkları bir bardak su içip soluklanmadan milyonlarca yıldır bize doğru koşmaktadır. Bazılarınınsa ışığı ulaşmaktadır fakat kendileri çoktan yokolmuştur. Yani varlıklarının ışığı ulaşmış ama yokluklarının karanlığı henüz gelmemiştir. Bu nedenle bu yok kardeşleri de varlarmış gibi algılarız. Tıpkı, Allah saklasın, güneşimiz şimdi yok olsa bunu ancak sekiz dakika sonra anlayacağımız gibi.

Hülasa-i kelam: Gözümüzün tanışlığı ışığa mecbur olduğu için bilişimizin usûlü de ışığa tâbidir. Bize haberi kırk yılda ulaşan yıldızın malumumuz olan ahvali kırk yıl öncesinindir. Kırkbin yılda gözümüze teşrif edenin seyrettiğimiz sûreti kırkbin yıl evvelinindir. Daha hızlısını bilmemekten en hızlı şey sandığımız ışığın korkunç mesafeler karşısında katmerli bir kaplumbağa kesilişi gözün algıladığı ile aslında olan arasına nüanslar bırakır. Ancak bu nüanslar yine hikmetlidir. Öğreticidir. Gereklidir. Zira yine ancak bu nüanslar sayesinde insan aynı sahneye bakarken farklı farklı zamanları bir anda müşahade eder. Kırk yıl öncesinin manzarası kırkbin yıl öncesininkine karışır. Hepsi ‘şu anda oluyormuş gibi’ görünür. Yani, arkadaşım, semaya baktığımızda aslında kuşatamayacağımız kadar çok zaman dilimine aynı anda bakarız. Bir milyon yıl öncesi ile bir yıl öncesi aynı fotoğraftadır o anda. Nesneler arasındaki mesafe farklılıklarının tamamı artık âdemoğlu açısından farklı zaman dilimlerinin şahitliğinde dönüşmüştür.

Peki bu şahitlik bize ne kazandırıyor? Kanaatimce: Bu şahitlik bize öncelikle ‘ezel’i anlamakta bir parça yardımcı oluyor. Elbette bu yardım ancak ‘olabilirliğe’ açık bir kapı bulmakla fehmimize kazandırdığımız rahatlıktır. Hakikatini anlatmaz. Yalnız bir işaret eder. Fakat böylesi işaretler insanın gönlünü imana yaklaştırmakta faydalıdır. 'Olabilirliği' bir kerecik seyretmek şüpheleri bir hayli azaltır. Bu yüzden kurduğumuz bağı anacağız. Lakin, ona geçmeden, mürşidimin yaptığı ‘ezel’ tarifini burada anmak istiyorum: "Ezel, mazi silsilesinin bir ucu değil ki, eşyanın vücudunda esas tutulup ona göre bir mecburiyet tasavvur edilsin. Belki ezel, mazi ve hal ve istikbali birden tutar, yüksekten bakar bir âyine-misaldir. Öyle ise, daire-i mümkinat içinde uzanıp giden zamanın mazi tarafında bir uç tahayyül edip, ona 'ezel' deyip, o ezel ilmine, eşyanın tertiple girmesini ve kendisini onun haricinde tevehhüm etmesi, ona göre muhakeme etmek hakikat değildir."

Yani: Biz, kaderin lazımlarından birisi olan 'ezel'i, Cenab-ı Hakkın herşeyin sonradan ne olacağına karar verdiği bir 'zaman içi öncelik' gibi görmüyoruz. Biz onu bir tür 'zamanüstülük' olarak tarif ediyoruz. Zira zamanı da yaratan O olduğuna göre elbette sınırlarından/kayıtlarından münezzehtir. Öncesinde bir yerde durup sonrasında neler olacağını tahmin etmez. Tahminine göre işlerin yürümesine mecbur etmez. Evet. Öncelik-sonralık dediğimiz şeyler bize göre öncelik-sonralıktır. Cenab-ı Hak varlığı böyle müşahade etmez. Ya? O olmuş-olacak, gelmiş-gelecek, yaşanmış-yaşanacak herşeyi bir anda görür. Varlığın zaman diye birşeyle muhatap oluşu sınırlarından kaynaklanır. İnsan gözü mekanı sınırlı bir şekilde algılayabildiği için algıladığı parçaları birbirine zamanla bağlar. 'Önce bunu gördüm, sonra şunu gördüm, sonra onu gördüm'e çevirir.

Mürşidim tarifin devamında bu mevzuu açar şekilde diyor: "Senin elinde bir âyine bulunsa, sağ tarafındaki mesafe mazi, sol tarafındaki mesafe müstakbel farz edilse, o âyine yalnız mukabilini tutar. Sonra o iki tarafı bir tertiple tutar, çoğunu tutamaz. O âyine ne kadar aşağı ise, o kadar az görür. Fakat o âyine ile yükseğe çıktıkça, o âyinenin mukabil dairesi genişlenir. Git gide, bütün iki taraf mesafeyi birden, bir anda tutar. İşte, şu âyine, şu vaziyette, onun irtisamında, o mesafelerde cereyan eden hâlât birbirine mukaddem, muahhar, muvafık, muhalif denilmez. İşte, kader, ilm-i ezelîden olduğu için; ilm-i ezelî, hadisin tabiriyle, manzar-ı âlâdan, ezelden ebede kadar herşey, olmuş ve olacak, birden tutar, ihata eder bir makam-ı âlâdadır. Biz ve muhakemâtımız onun haricinde olamaz ki mazi mesafesinde bir âyine tarzında olsun."

İşte bence "Üstlerindeki göğe bakmazlar mı?" ayeti bize tam da bu noktada büyük bir hakikati ders veriyor. Sahi, arkadaşım, biz üstümüzdeki göğe baktığımızda aslında ne görüyoruz? Bir anı değil mi? Evet. Biz aslında anların fotoğrafını çekiyoruz. Herşeyi nazarımızda 'şimdi'leştiriyoruz. Fakat, yukarıda anlattıklarımızdan hareketle düşünecek olursak, aslında çektiğimiz fotoğraf anın değildir. Orada on yıllardan yüzyıllara, yüzyıllardan bin yıllara, bin yıllardan milyon yıllara farklı düzeyde birçok zamanın parçası vardır.

En uzakdaki yıldızın milyonlarca yıl önceki haliyle en yakındaki yıldızın kırk yıl önceki hali aynı kareye girmiştir. Hepisi de hep beraber bizim nazarımızda 'şimdi' olmuştur. Sahi bu ‘farklılıklar içre şimdilik’ bize bir parça 'ezel'i anlamakta yardımcı olmaz mı? Bahardaki dirilişlerin şahitliği haşirdeki dirilişe delil oluşturduğu gibi, göğe bakan insanın gözündeki bu toplanış da 'manzar-ı âlâdan, ezelden ebede kadar herşey, olmuş ve olacak, birden tutar, ihata eder bir makam-ı âlâ'yı anlamayı sağlamaz mı? Bana sanki bu mesafeli yaratılışın bir hikmeti bu olabilirmiş gibi geliyor. Elbette en doğrusunu bilen Allah'tır. İstikametimizi Ondan dileriz.

14 Temmuz 2019 Pazar

Parçanın adaleti bütünü bozar

Bir önceki yazıdan hareketle konuşmaya devam edelim. Bediüzzaman'ın "Erkeğe iki kız hissesi vardır!" gibi birkaç hükmü 'modern hukuk-İslam hukuku' kıyaslaması içinde ele aldığı bahsi/bahisleri okuyanlar bilirler: Mürşidim orada fıkhî hükümleri "Sen şunu aldın. Ben bunu aldım. Olmaz. Hayır. Cık. Sen bir dilim fazla aldın!" şeklinde analiz etmenin yanlış olduğunu söyler. Yani: Mevzu sadece paylaştırılan pastadan, pastadaki dilimlerden, onların eşitliğinden ibaret değildir. Ya?

Bir de bu pastayı paylaşanların fıtratlarının, o fıtratlar eşliğinde şekillenen ilişkilerin ve bu ilişkilerin oluşturduğu sosyolojik gerçeklerin hakkı vardır İslamî yasalarda. Şekeri olan elbette pastadan daha küçük bir dilim alır. Tok olan pastadan daha az yer. Aç olana daha fazla iltifat edilir. Onlara adalet böyle yapılır. Yani büyük resmin vücudîliğine devam etmesinin hakkı küçük parçaların hukuklarını da etkiler.

Evet. Büyük resmin ahengini sürdürebilmesi için detaylarında ona göre bir denge gözetilmesi gerekir. Dalak "Yerim dar oynayamıyorum!" deyu akciğerin arsasına çökemez. Kulak "Ben niye kenarda kaldım?" diye ağzı yerinden edemez. Vücuda zarar veremez. Verirse vücud devam edemez. Resim üzerinden misallendirmeye devam edersek: Mesela, Yeşil, ne kadar parlak bir tonda olursa olsun, çöl resmine yayılmaya teşebbüs edemez. Mavi, ne kadar güzel görünürse görünsün, şehrin siluetini istila edemez. Aşağıda uygulanan bu gibi sınırlayıcı yasaların, yasakların veya oranların, parçaların birer birer kusurlu-kusursuz, eksik-fazla, gerekli-gereksiz oluşuyla ilgisi yoktur. Resmin sahibinin gözükmesini istediği manzarayla ilgisi vardır. O hangi rengi, ne oranda, hangi baskınlıkla kullanmak istiyorsa parçalar ona göre şekillenir. Aksindeyse parçanın adaleti bütünü bozar.

'Parçanın adaleti' önemli bir ifade. Hatırlarsanız, yine bir önceki yazıda 'beşerî hukuk' ile 'ilahî hukuk' arasındaki bir nüansı konuşmuştuk. İlahî hukukun, parçaların tamamının üstünde 'ezelî' bir otoriteden tayin edildiği için, genel geçer olduğunu; beşerî hukukun ise, sınırlı parçalar tarafından tayin edildikleri için, diğer parçalar tarafından sürekli sorgulanır olduğunu ifade etmiştik. Hatta demiştik ki: Beşerî hukuk parçaların, sınıfların, tarafların mücadeleleri eşliğinde devamlı bir değişim geçirir.

Aldığı her yeni konum bir sonraki konum tarafından sınanır. Asla 'tamam' olmaz. Olmadığı için de yasama eşiğindeki kavgalar asla son bulmaz. Sınıflar çatışır, taraflar çatışır, bireyler çatışır, devletler çatışır. Herkes birbirinin bölgesinden 'kendi diliminin eşitliği adına' pasta tırtıklar. Bu çatışmalar biraz da mutlak bağlayıcılığın sözkonusu olamayışından beslenir. Haklar verilir-alınır, verilir-alınır, verilir-alınır. Yani beşerî yasaların 'beşerîliği' bizzat üzerlerine yaşanan kavgaların nedenidir.

İlk kanın dökülüşünü de anımsayalım. Kabil Habil'i neden öldürmüştü? Çünkü ilahî yasanın bağlayıcılığını kabul etmemişti. Habil'e verileni kendi hakkı olarak görmüştü. İşte, denilebilir ki, insanlık tarihinin tamamı esasında Habiller ve Kabiller arasındaki mücadelelerdir. Daha doğrusu: İş artık Kabiller ile Kabiller arasındaki münakaşalara dönmüştür. Çünkü şimdilerde kimse kendisine düşen paya razı değildir.

İslam bizden kendi yasalarına bağlılık istiyor. Zira yasasız bırakıldığımızda birbirimizin bölgesine ne tecavüzler yapabileceğimizi biliyor. Ve yasalarında bu tecavüzlere açık fıtratımızın mahiyetini de gözardı etmiyor. Mürşidimin Sözler'ine geri dönersek, orada, "Erkeğe iki kız hissesi vardır!" hükmünün 'kız çocuk-baba' veya 'kız kardeş-erkek kardeş' arası ilişkileri geliştirici, olgunlaştırıcı, arttırıcı yapısına dikkat çekildiğini görürüz. Yani, kız mirastan daha az hisse almakla, hem babasından hem de erkek kardeşinden daha çok himaye/şefkat görür. Aksi takdirde hem babanın hem erkek kardeşin gözünde 'servetin yarısını alıp ele götürecek bir potansiyel' olarak kalır. Cenab-ı Hak da, sırr-ı imtihan gereği, kızın maldan payını azaltır ama şefkatten hissesini arttırır: "Şu halde, o fıtraten nazik, nâzenin ve hilkaten zaife ve nahife kız, sureten az birşey kaybeder; fakat, ona bedel, akaribin şefkatinden, merhametinden tükenmez bir servet kazanır. Yoksa, rahmet-i Haktan ziyade ona merhamet edeceğiz diye, hakkından fazla ona hak vermek, ona merhamet değil, şedit bir zulümdür."

Bakınız, burası çok önemli, çünkü bugün İstanbul Sözleşmesi veya Kadem'in çalışmalarıyla yerinden oynatılan kaya tam da şurada duruyor. Gerçi kaya zaten modern hukukla epeyce yerinden oynadı. Şimdi biraz daha oynatılmaya çalışılıyor. Cinsiyet eşitliği dediğimiz mesele esasında tastamam parçaların adalet anlayışı. Daha doğrusu: Parçalardan birisinin diğerinin diliminden daha fazla tırtıklamak istemesi. Ha, eğer orada istediği hak, şer'î hukuka göre de hakkıysa, zaten alması lazım. Her müslüman bunu destekler. Fakat biz bugün bu tarz çalışmalarda ilmihalin kapağını açıp bakana rastlamıyoruz. Ya nereye bakılıyor? Batı'ya, yani cambaza, cambaza baktıkça arkamızdan bize yanaşıyorlar. "Bu meselede Allah'ın razı olduğu nedir?" diye soran yok. Varsa da sesleri Kabil çığlıkları içinde duyulmuyor. Kayboluyor. Siliniyor. Yapılan değişikler de kendi kökümüzden beslenmediği için ağacımızın ayarını bozuyor.

Halbuki İslam'ın belirlediği, aslında Allah'ın ezelden bakıp tayin ettiği, yani büyük resimde manzaranın güzelleşmesini sağlayan şey. Parçaların görüşüyle gözden düşebilecek birşey değil. Parçaların saygısızlığı esasında kendi aralarındaki gerilimi arttırıyor. Lût kıssasında hep dikkatimi çeker. Hikaye edeyim. Lût aleyhisselam "Misafirlerimin peşini bırakın da kızlarım hükmünde olan eşlerinize dönün!" dediğinde kapısına yığılmış LGBT sürüsü ona şöyle cevap verir: "Bizim senin kızlarınla işimiz yok!"

Bu tepki belki de daha geride kadınlar-erkekler arasındaki bir gerilimin ifadesidir. Bakınız, feminizm çalışmalarının arkasını biraz kolladığınızda, iş dönüp-dolaşıp 'kadının aslında erkeğe ihtiyaç duymadığına' en nihayetinde de 'biyolojik olarak da muhtaç olmadığına' varıyor. Yani feminik damarları kabaranlar gide gide şöyle kem bir çıkışa varıyorlar: Lezbiyenlik. Evet. Açıkça ifade etmek gerek bunu. Bu tartışmaların arttığı yerlerde paralel olarak eşcinselliğin de arttığını görmek bizi şaşırtmamalı. (Günümüz Hollywood yapımlarında dahi 'lezbiyenlik' ile 'kadın hakları' aynı senaryolar içinde işleniyor.) Zira orada bir gerilim sürekli tetikleniyor, besleniyor, harlanıyor. Taraflar pastadan alıncak paydaki belirsizlik nedeniyle birbirlerine karşı bileniyorlar, içleniyorlar, dişleniyorlar. Sonra da ya 'tek gecelik' ilişkilerle yahut 'sperm bankaları' marifetiyle veyahut da 'lezbiyenlik' seçimiyle sapkınlıklar inşa ediyorlar.

Serinin ilk yazısında atıf yaptığımız 5. Şua'ya geri dönelim: 'Ahirzamanda bir erkeğin kırk kadına nezaret edeceğini' haber veren hadis-i şerifleri tefsir ederken, Bediüzzaman, 'erkeklerin evlenmekten kaçınacağına da' atıfta bulunuyor. Yerinden okuyalım: "Rivayette var ki: Âhirzamanda bir erkek kırk kadına nezaret eder. Allahu a'lem bissavab, bunun iki te'vili var. Birisi: O zamanda meşru nikâh azalır veya Rusya'daki gibi kalkar. Bir tek kadına bağlanmaktan kaçıp başıboş kalan kırk bedbaht kadınlara çoban olur." Bu tefsir zinanın artacağından başka neyi haber veriyor sizce?

Bencesini söyleyeyim: Kadın-erkek arasındaki çatışmaların 'erkeği evlenmekten kaçındıracak kadar' artacağına da bir işaret var burada. Yani kadın haklarına dair yapılan müfrit çalışmaların varacağı yer 'daha mutlu kadınlar' değil 'daha çok terkedilen kadınlar.' Belki de 'kirletilen' kadınlar. Belki de 'aldatılan' kadınlar. Ahirzamandaki 'hürriyet-i nisvan' meselesi bunu tetikliyor. İlişkinin dengesini bozuyor. Dahası: Homoseksüelliğin de yine kadın-erkek arasında artan bu gerilimden besleneceği muhakkak. Evet. Lût kıssasında kavmin verdiği tepki çok öğretici bu noktada. Lût aleyhisselama kızıyorlar. Çünkü kadınlar konusunda nefretliler.

Ben Bediüzzaman'ın 5. Şua'da yaptığı ikinci tevili de bir 'gelecek öngörüsü' olarak kendimce şöyle tasavvur ediyorum: Bugün birçok kadın 'sperm bankaları' marifetiyle 'babasız çocuk' sahibi oluyor. Tıp şu an ne noktada bilemiyorum. Acaba çocuğun cinsiyeti seçilebiliyor mu? Eğer seçilebileceği bir noktaya gelirse, kadınlarda sürekli tetiklenen erkek düşmanlığının, gelecekte 'erkek çocuk doğurmama' noktasına evrilebileceğini, bunun da doğan kız çocuklarının sayısında bir artış yaşatabileceğini öngörebiliriz. "En doğrusunu Allah bilir!" kaydıyla ifade edelim.

Hasılı: Eğer dindar insanlar İslam'ın değişmez yasaları üzerinden kadın konusunda yapılan çalışmalara itirazlarda bulunuyorlarsa, bu itirazların, hele dindar bir hükümet tarafından görmezden gelinmesi doğru değildir. Dikkate alınmalıdır. Zira mutlaka bu küçük bozulmaların büyük resme zararı/zararları olur. Allah'ın şeriatına dokunan dolayısıyla fıtrata dokunur. Allah ayaklarımızı istikametten ayırmasın. Âmin.

12 Temmuz 2019 Cuma

Hukukumuzun da bir izzeti yok mu?

Bugünlerde tartıştığımız meselenin şöyle bir yanı da olduğunu düşünüyorum: Bu zamanın müslümanı kafası ile kalbi arasına sıkışmış durumda. Ne demek bu? Belki biraz şu demek: Biz 'beşerî hukuk' dediğimiz birşeyle yönetiliyoruz ama yüreğimizin anahtarları 'ilahî hukuk'un ellerinde. İmanımızdan ötürü, elhamdülillah ki elhamdülillah, hakikatin farkındayız. Olması gerekenin bugün ve yarın 'kıblesi dört mezhep bir fıkıh' olduğunu biliyoruz. Hukuk dediğimiz şeyi de, en azından gönlümüzde, fıkhın eşiğinden bakarak tanımlıyoruz. Çerçeveliyoruz. Sınırlandırıyoruz.

Fakat ahirzaman bizi birkaç paralel evrende birden yaşamaya itti. Aynı istikamete gitmeyen birkaç yolda birden yürümeye çalışıyoruz. Evet. Bugün yönetimimiz beşerî bir hukukun ellerinde şekilleniyor. Yasalarımız insanî. Yani insanlar tarafından yazıldı. Vahyin merkezinde teşekkül etmedi. Bu nedenle de sınırları sürekli oynuyor. Zira beşerî yasalar sınıflar-taraflar arası mücadeleye göre şekillenir. Hakkı alan ile veren arasında, veya yasa koyucular ile uyucular arasında diyelim, sürekli bir dalgalanma olur. Adaletin denge noktası, sürekli sarfedilen böylesi bir emekle, kollanır. Emekle sermaye mücadele eder, kadınla erkek mücadele eder, bireyle toplum mücadele eder, vatandaşla devlet mücadele eder, hatta taksici bile müşterisiyle mücadele eder."Hak verilmez alınır!" deyu bir kavga sürer gider.

Neden? Çünkü sınırlar herkesi bağlayıcı bir üst otorite tarafından belirlenmemiştir. Yasaları koyan sizin-benim-onun gibi 'zamanının oğlu' insanlardır. Yani sınırlılardır. Ve sınırlıların koyduğu yasa sınırötesinde yaşadığını düşünen insanları o kadar da bağlamaz. En azından sorgulanmaz, mutlak itaat edilir, boyun eğilir olamaz. Zaman üstü olmadığından sonralığın eleştirisinden kurtulamaz. Bu nedenle de beşerî hukuk sistemlerinde yasama ekseninde sürekli bir kavga vardır.

Hırsızlık oranı artarsa cezası arttırılır. Fakat ülkede hırsızlığı bir parça anlayışla karşılamayı gerektirecek mağduriyetler yaşanıyorsa tekrar bazı değişiklikler yapılır. Boşanmalarda kadınların mağdur olduğu görülüyorsa erkeğe dönük bazı yaptırımlar eklenir. Yok, tersi olmaya başlamışsa, kadına dönük de yaptırımlar eklenir. Hop, sonra bakarsınız, bu defa yine kadınlar mağdur olmaktadır. Hadi tekrar bir değişim. Hasılı: Son bulmaz süreç boyunca taraflar birbirlerinden koparabildikleri kadar et, pardon, hak koparmaya çalışırlar. Bazen de sürecin kendisi alınacak payı etkiler. Seçime doğru oy için emeği kollayan yasalar çıkarılır. Sonra aynı yasalarda sermayeyi de kollayan bazı değişiklikler yapılır falan. Bu iş böyle sürer. Ne herkes mutlu ne de mutsuz olur.

Fakat ilahî yasalarda böyle bir oynaklık yoktur. En azından asıllarda böyle bir değişime rastlanamaz. "Erkeğe iki kız hissesi vardır!" buyuran ayete 14 asır sonra gelip "Nerede o eski erkekler!" deyu ayar veremezsiniz. Erkek erkektir. Kadın da kadındır. Çünkü Allah ezelîdir. Mahlukatına bakışı insan gibi zamanın kaydına bağlı değildir ki yasalarının kuşatıcılığı olmasın. Zamanları geçsin. Hükümleri kalksın. Kur'an'ın zamanı geçmez. Sünnetin zamanı geçmez. Bu nedenle onlarla şekillenen/sistemleşen fıkhın da zamanı geçmez. Zinhar ki emirlerini/yasaklarını beyan ederken kendileri hükümlerini tahdit etmeye. Yani sınır tayin etmeye. Bir çerçeveye almaya. Mevzuun bu kısmını özet geçerek tekrar konuma dönüyorum:

İşte bu iki hukukun farklı yapısı nedeniyle bugünün mü'min ve mü'minelerinin iradeleri akılları-kalpleri arasında bölünmüştür. Kalpleri der ki: "Olması gereken Allah'ın buyurduğudur. Murad-ı ilahîdir. Kur'an'da, sünnette ve fıkıhta söylenendir. Bunların doğru olduğuna tüm kalbimizle iman ederiz." Zaten bu kadarını yapmıyorsa, Maide sûresinin 44. ayetini tefsir ederken Bediüzzaman'ın da ifade ettiği gibi, 'kim hükmetmezse'yi 'kim tasdik etmezse' noktasında dahi anlamıyor, kabullenmiyor, yani 'iman etmiyor' olur. Oysa ki; biz, Kur'an'daki hükümlerle amel edemiyor olsak da hak olduklarına iman ederiz, elimizden geldiğince de uygulamaya çalışırız. Yani, baharı arzu ederiz, dileriz, isteriz, irade edemesek bile. Bu kalpteki imanı korumamızın gerek-şartlarından birisidir. En fazla buraya kadar çekilebiliriz. Bunu da zaruretten yaparız.

Fakat bugün iş başka bir hal aldı. Dindarlar cenahında yoğunlaşan İstanbul Sözleşmesi ve Kadem eleştirileri altında birazcık da bu yatıyor. Biz bekliyoruz ki: Elhamdülillah, dindar ve dine hürmetkârlardan oluşmakla bu iktidar, bizi kalbimizin arzuladığı yöne doğru götürsün. Hepsini yapamasa da istesin. İstediğini hissedelim. Eyleyemese bile arzusunun o tarafa doğru olduğunu soluklayalım, sezelim, bilelim. Çünkü yetki olabildiğince ellerindedir. Yani bizde olmayan irade onun tasarrufundadır.

Ancak bugün işler böyle dönmüyor. Sandığın başında "Yaşa, artık güzel dinimiz daha çok referans alınacak, daha çok yüzümüz Kur'an'a bakacak!" diye sevinirken elimize geçen Kadem'in Batı'yı norm/ideal olarak gören çabaları oluyor. Biz demokrasiyi dahi "Kur'an ve sünnetin tayin ettiği alana götürmeye araç olacak!" diye seviyorken, destekliyorken, demokrasi bir heyula gibi aramıza dikiliyor. Neden? "Çünkü, efendim, Batı'da bık, bık, bık..." Yahu biz bu işe o niyetle girmedik ki ama?

Her neyse. Meramımı anlattım sanıyorum. Evet. Zaman geçiyor. Asır başkalaşıyor. Fakat mü'minler kalplerinden vazgeçmiyorlar. Kafanın gösterdiği rotaya bilakayduşart teslim olmuyorlar. Ya ne oluyor? Hüsnüzanlar kırılıyor sadece. Kalp kafaya verdiği süreyi bitiriyor. Kafa kulak vermedikçe kalpten ayrılıyor. Uzaklaşıyor. Belki kalp de bu mesafeden dolayı sesini duyacak başka bir kulak aramaya başlıyor.

Bu çatlak, maalesef ki maalesef, büyüyeceğe benziyor. Zira şu anki hükümette de nüfuzlu kimi dindar veya dindar görünümlülerin zihinleri fena halde Batı müstemlekesi haline gelmiş gibi. Kendileri bile farkında değil belki. Bed halleri referanslarından anlaşılıyor. Bu hale gelmiş sizinlerin "Kur'an'ı asrın idrakine söyletmeyi" değil "Kur'an'a asrın idrakini söyletmeyi" amaçladıklarını, çünkü aksini tartışmaya bile açamadıklarını, zannediyor ve etkilerini de görüyoruz. Ne diyelim? Cenab-ı Hak izzet-i İslam'ı yalnız ekonomi, siyaset veya askerî alanlarda anlamayacak, hukukunun da izzetini savunacak bir güzel bir nesil nasib eylesin. Âmin.

11 Temmuz 2019 Perşembe

Bu gemi nereye gidiyor arkadaş?

Birkaç yıl önce memlekette şahit olduğum bir diyaloğu başlarken ansam belki bir parça meselenin açılmasına yardımcı olacak. Deneyelim: Efendim, bir dost ziyaretindeyiz, iki akraba konuşuyorlar. Ben dinleyiciyim. Konuşanlar neredeyse emsaller. Çocukluğundan beri İstanbul'da yaşayanı diyor ki: "Hayvanları falan satmışsınız?" Diğeri cevap veriyor: "He, başedemedik, sattık." Devam ediyor diğeri: "Nasıl başedemediniz?" Öteki kızgınlıklıkla söyleniyor: "Hanım uğraşmak istemiyor. Ben de yetişemiyorum. Sattık mecburen." İstanbullu gerilimi sezdi. Sever böyle şeyleri. Üzerine gidiyor: "Ne demek uğraşmayı sevmiyor yahu? Öyle rahatlık var mı? Sözünü geçiremiyor musun?" Bu sefer köyde yaşayan dökülüyor: "Şehirli kızlar böyle. Sıkıya gelemiyorlar. Köyde yaşadığına şükrediyoruz." İstanbullu: "Bulamadın mı köyden bir kız?" En nihayet bizimki isyanı patlatıyor: "Köyde kız mı kaldı ki gardaş? Hepsini siz alıyorsunuz. Onlar da şehirde yaşaması kolay diye hemen varıyorlar."

Efendim, bu diyaloğun arkaplanına dair bir-iki şey de ben deyivereyim ki, mesele iyice vuzuha kavuşsun. Sivas'tan İstanbul'a göçenler, eğer delikanlının aklı İstanbul'da çelinmemişse, gelinlerinin memleketten almaya özen gösterirler. Neden? Hem kültürel anlamda aileye daha iyi uyum sağlayacağını düşünürler hem de kırsalda büyüyen kızlar çalışkandırlar, hamarattırlar, evhanımı olmaya yatkındırlar. Bu yüzden anneler oğlanın aklı bulanmadan memleketle irtibatı kurup sağda-solda ideal eş adaylarını yoklarlar. Bu durum kız tarafı için de sevindirici olabilir. Zira bazı ebeveynler de kızlarının şehirde yaşamasının rahat edeceği anlamına geldiğini düşünürler. En azından köydeki/kırsaldaki zahmetli işler oralarda yoktur. Diğer yandan bu durum bir tür 'sınıf atlama'dır da. Prestijlidir. Velhasıl İstanbul'a gelin gitmek muteberdir.

Allah mutlu-mesud etsin, hepsi iyidir-hoştur da, memlekette doğup büyüyen erkeklere ne olacağını kimse düşünmez. Köydeki kızların şehirlere birer-ikişer gelin gitmesi köyde yaşayan delikanlıyı şehirden kız almaya mecbur eder. Alabilirse tabii. Köy hayatı zor olduğundan şehirli kızların çoğu zaten başta vetoyu basar. Ya şehre taşınılacaktır yahut da bu iş olmayacaktır. Ha, hep böyledir demeyelim, hasbelkader ikna olanlar da vardır. Fakat onlarda da yukarıdaki durum geçerli olur. Kız böylesi işlere alışık olmadığından ve o yaştan sonra adabte olmak da hiç kolay olmadığından veyahut da bu durum çevresi tarafından bir 'düşüş' olarak değerlendirildiğinden, elini işlere katiyyen değdirmez. Bu durumda erkek de yavaş yavaş tavsamaya başlar. Genelde de bu aile ilerleyen yıllarda tası-tarağı bırakıp şehre taşınır.

Böyle yazdığımda gülünecek belki ama Türkiye'de tarım-hayvancılık konusunda başlayan gerilemenin sebeplerinden birisi de budur. Köylü sınıfı giderek erimektedir. Bu sadece toplumsal bir sınıfın değil bir (ç)alışkanlık sınıfının da yokoluşudur. Ben lise bitene kadar memlekette yaşamama rağmen iddia ederim: Beni köyde bir sene işe koşun bir dahaki seneyi görmem. Bohçamı alır kaçarım. Halbuki hepten de bu işlerden habersiz değilimdir. Bir de şehirde doğup büyüyenlerin halini düşünün. Evden okula yürürken dahi ceptelefonu elinden düşmeyen hanımkıza ineğin memeleri nasıl tutturulacaktır? Süt sağılırken aynı anda yazışılmaz ki.

Peki ben bunu nereye bağlayacağım? Becerebilirsem son zamanlarda üzerine çokça konuştuğumuz İstanbul Sözleşmesi vs. bağlamına çekeceğim. Evet. Öncelikle iktidarda geçen 17 yılın ardından şunu artık kabul etmek gerektiğini düşünüyorum: AK Parti toplumu dönüştürmekte etkisiz kalmıştır. Çünkü zaten böyle bir misyon da gütmemektedir. İmam-Hatipleri çoğaltmak ve okullardaki müfredata bir-iki küçük dokunuş yapmak dışında mevcut hükümetin geniş çaplı bir bilinçlenme/şuurlanma hamlesi yaptığını düşünmüyorum. Ha, süreç boyunca başına gelen işlerden dolayı rahat rahat bunu oturup çalışabildiğini de düşünmüyorum, fakat sonuçlar da ortada. Sokaklardan durumu okuyabiliyoruz. Dönüştüremiyoruz, aksine, dönüşüyoruz.

Birçok sebebe bağlanabilir bu durum ama bunlardan en önemlisi, kanaatimce, iktidarın 'ihya etmek' istediği belirgin bir 'itikad'ın olmayışıdır. "Ne sünniyim ne şiiyim!" tarzı libe-müslim söylemler bir ölçüde siyaseten anlaşılır olsa da sahada bu belirsizliğin inşa edeceği hiçbir gerçeklik yoktur. Gerçekler belirsizlikler üzerine inşa edilmezler. İdeolojik anlamda çerçevelerden yoksun kalış, amaçlanan suya-sabuna dokunmamaksa, muteber olabilir. Fakat suya-sabuna dokunup 'dindar bir nesil' yetiştirecekseniz, bunu, 'neye inanılıp neye inanılmayacağını' alabildiğine flû bırakarak çözemezsiniz. Dindar bir nesil yetiştirmenin öncesi elbette ve mecburen bir itikad hamlesidir ve itikad da belirsizlik kaldırmaz. Konuya dair okumaları olanlar bilirler: İmanından bahsederken bir mü'minin 'inşaallah' demesi bile caiz değildir. "İnşaallah müslümanım!" denilmez. "Elhamdülillah müslümanım!" denilir.

Bunu demekle de "Topluma itikad dayatalım!" zoruna girmiyoruz. Fakat birşeyler de tebliğ edebiliyor olabilmemiz lazım. Eğer AK Parti İstanbul seçimlerinde yaşadığı düşüşü hayra yormuyorsa, ki yorulacak birşey olduğunu sanmıyorum, bunu sadece ekonomik nedenlere bağlamamalıdır. Nihayetinde her yeni nesille birlikte Türkiye'nin sosyolojisi değişiyor ve bu değişim pek müsbet tarafa doğru görünmüyor. İstanbul'da şöyle bir sokakları dolaşınca bunu tayin/tesbit edebilmek mümkün. Oy verme yaşını aşağıya çekmenin de, Bediüzzaman'ın tabiriyle, 'akıldan ziyade hislerini dinlemeye yatkın' gençleri sandığa daha çok taşıdığı ortada. Onların iradeleri sandığa geldiğinde de işlerin akışı değişebiliyor. Cem Yılmaz, Yılmaz Erdoğan veya bir başka komedyenin hakikat lansesi Tayyib Erdoğan'dan daha etkili olabiliyor.

Üstelik 15 Temmuz'dan sonra iş daha da saçma bir hal aldı. Yargılamalarda yaşanan faciaları bir kenara ayırıyorum, dönüşü de yok onların, 15 Temmuz'dan sonra AK Parti'nin tam olarak hangi ideolojinin arkasında durduğunu tesbit edebilen var mı? İzmir'deki adayı neredeyse meyhaneye gidip "Maşaallah!" çekecek, başka bir yerdeki adayı başka bir halde, kimsenin söylediği diğerini tutmuyor, bin başlı bir dev gibi. Hatta, işin en "Yok artık. Bu kadar da olmaz. Buraya da varmaz!" dediğimiz kısmı, yani Mustafa Kemal hakkında hasbelkader bir eleştiri dile getiren olursa, onu da içeriye alıyorlar artık bu iktidarda. Tamam, hepimiz aynı gemideyiz de, gemi nereye gidiyor arkadaş? Oy kullanmaya başladığından beri AK Parti'den başka bir yere oy vermemiş birisi olarak söylüyorum: Geminin tam olarak nereye gittiğini söyleyebilen var mı?

Şimdi dindarların, bin maşaallah, hep bir ağız İstanbul Sözleşmesi'ne verdiği tepkinin arkasında da bu var. Bakınız, 44'e-54 fark attı Ekrem İmamoğlu. Ankara düştü. Büyükşehirler düştü. Hakkınızda hüsnüzan eden insanların sormak hakkıdır: Bu gemi nereye gidiyor? Evet. Bir kitapta okumuştum da çok hoşuma gitmişti. Yazar şöyle birşey diyordu: Bu ülkede okullar CHP seçmeni yetiştirir. Sonra onlardan gözü açılan olursa başka partilere verir. Şu an okullar hâlâ bu vaziyette. Çünkü cesurca bir meydan okuma yok. Bir karşına alma yok. MEB'in Kemalist endoktrinasyonundan geçmiş gençlerin hasbelkader Erdoğan'ın kaşına-gözüne âşık olup fikir değiştirmesini umuyoruz. Olmuyor böyle birşey. Hatta, işte tepki verilen şeylerden birisi, hükümetin kanatları altında yürüyen çalışmaların da diğer sosyolojiyi besleyen tarafları var: "Batı'da yapıyorlar biz de yapalım!" Yapıyorsun da, sonuçları ne oluyor, buna dair hiç okuma yapıyor musun? Yapanlara kulak veriyor musun? Yusuf Kaplan'ın dikkat çektiği şey de bu biraz. Hâkim söylemin gölgesine sığınan böylesi çalışmaların bildiğimiz dalı kesmekten farkı yok. Ötekinin ocağına odun atmalar bunlar. İnşaallah geç olmadan uyanırız. Tevfik ise Allah'tandır. Köyler iyiden iyiye boşaldı. Bari sandıklar boşalmasın.

10 Temmuz 2019 Çarşamba

Deccal'in de sapı bizden...

Zaman ahirzamandır. Belli ki kıyamete gidiyoruz. Bazı bozulmaların önü alınamayacak. Çünkü kendi toplumsallıklarını da inşa ettiler. Fıtrata benzer alışkanlıklara dönüştüler. Tevillerini ürettiler. Bunları yenemeyebiliriz. Yani bu kavgayı tastamam kazanamayabiliriz. Pes etmemiz mi lazım peki? Hayır. Asla. Pes etmek kitabımızda yazmıyor. Edemeyiz. Ölünceye kadar cihada mecburuz çünkü. Vazifeliyiz. Maddi olmazsa manevi. Kılıçla olmazsa yazmakla. Hakikati savunmaya devam edeceğiz. Bunu yapacağız, çünkü hakikati savunmak sadece dünya ile, dünyadaki muvaffakiyet ile ilgili birşey değil, işin ahirete bakan boyutu da var. Ahirette selamet bulmamız da bu dünyada doğru yerde durmamıza bağlı. 'Vazifemizi yapıp vazife-i ilahîyeye karışmamak' tam da böylesi zamanlarda lazım bir düstur. Bir denge.

Bediüzzaman'ın 5. Şua'da yaptığı tefsirlere/tevillere bakarken de yine bunlar geliyor aklıma. Mesela: 'Ahirzamanda bir erkeğin kırk kadına nezaret edeceğini' söyleyen rivayetleri ele alırken dedikleri. Evet. Kadın toplumsallığının öncesindeki hiçbir zamana benzemediği bir devirde yaşıyoruz. Araba lastiği reklamında bile kadın görüyoruz. Başımızı çevirdiğimiz her yerde canlı-cansız kadınlar var. Ve bu kadınların görünürlükleri de geçmiştekine benzemiyor. Albenili. Kurgulu. Vurgulu. Çeşitli. İmalı. Edalı. İşveli. Manipülatif. En yalın ifadesiyle 'daha çok' görünüyor artık kadınlar.

Sistem de onları daha çok görünmeye teşvik ediyor. Alkışlıyor. Ödüllendiriyor. Gösterdikçe yükselecekleri seküler cennetler vaadediyor onlara. Kafasının içiyle, emeğiyle, ürettikleriyle değil; balık suratıyla, makyajıyla, dekoltesiyle veya objektife şöyle bir döndüğü kıçının kenarıyla milyon dolarlar kaldıran fenomenlerle dolu piyasa. Dolmaya da devam ediyor üstelik. Erkeğin kendisini tutması zor. Tamam. Ama kadınınki daha da zor. Erkek bakmakla günaha giriyor. Kadınsa olmakla. Ahirzamandır. Herkesin kendisini bile-isteye içine atabileceği cennet görünümlü cehennemleri vardır elbette. İmtihan bu. Nefisle konuşanların tesirsiz kalması mümkün değil üstelik.

Mevzuun başı 5. Şua'daki hadis-i şerif tevilleriyle de alakalı. Ahirzamanda kadınlar çoğalacak. Erkekler azalacak. Bunu tastamam sayı ile de anlayabiliriz görünürlükteki şiddet üzerinden de. Zira Dünya Savaşları'nda ölenlerin çoğu erkek. Erkeklerin bu kadar büyük sayılarla sosyal hayattan çekilmesi, kadınları, onların bıraktığı alanları, önceleri mecburen, doldurmaya itiyor. İşler bir şekilde dönmeli. Ekmek bir şekilde kazanılmalı. Evet. Kadın toplumsallaşması en külliyetli boyutlarıyla Dünya Savaşları'nda başlıyor. Hatta Bediüzzaman'ın da üzerine konuştuğu, yani 'kadınlar yuvalarına dönmeli' dediği mesele, Birinci Dünya Savaşı'nın ardından aydınlar-âlimler arasında vukû bulan meşhur bir tartışmanın parçasıdır. Şükûfe Nihal 'yuvalarına dönmek istemeyen kadınlar' penceresinden durumu şöyle izah eder:

"Uzun süren harp kadını kolundan tutarak zorla sokağa fırlattı. Erkeksiz ve aç kalan kadın, taş taşıdı, sokak süpürdü. Okuyan, şuuru işleyen, insanlığını idrak eden kadın da hayatında tek bir kıymet tanıdı: Şeref ve hürriyet. (...) Dışarıda çalışmak, kadın için belki daha yorucu, daha yıpratıcı, daha mütevazı bir hayat temin eden, lakin şerefli ve sigortalı bir şeydi. Bugün kâşanelerin sultanı iken yarın erkeğin bir kaprisi yüzünden kırılmak, ortada kalmak tehlikesi yoktu. İşte bir yandan iktisadî, bir yandan içtimaî sebepler yüzünden, kadın evinden çıktı, bir daha dönmeyecek."

Döner mi, dönmez mi, doğrusu kesin bir yargım yok. Ancak işin aldığı hal 'dönmeme' ihtimalinin giderek arttığını gösteriyor. Tamam. Bu kadınlar içinde 'fıtratının iktizasının evde yaşamak olduğunu' kabullenip bile-isteye, takliden değil tahkiken, hatta tecrübeyle evine dönmek isteyenler çıkıyor. Hatta bunu savunarak da dile getirebiliyorlar. Fakat toplumsal algı, biraz da Batının yıllardır sürdürdüğü endoktrinasyonun sonucu olarak, evde olan kadını küçük görüyor. Hanımlar dahi evhanımını 'olan' değil 'ne yazık ki kalan' olarak görüyorlar. Eğitimli kadınlarsa evhanımı olduklarında yarım kalmışlık hissediyorlar. Neden? Çünkü alışkanlıklar da ikinci bir fıtrattır. Günümüz kadını iki fıtrat içine sıkışmış bir haldedir. Hem evhanımı olup hem de toplumun 'maşaallah'ını aldığı devirleri görmediğinden 'Çocuk da yaparım kariyer de!' telaşını gütmektedir. Büyük resimde görünense yıkıntıdır. Çelişkilerden/çatışmalardan zaferler çıkmaz çünkü.

Bu konuda 'muhafazakâr siyaset'in temsilcilerinin de pek muhafazakâr davrandığı söylenemez. Zira kadın kolları faaliyetinin etkisi onları da epeydir baştan çıkarmıştır. Sahada kazanılan gücü dinî veya henüz sonuçları net seçilemeyen toplumsal endişelerle reddetmek kolay imtihan değildir. Zaten AB süreci epeyden beri tam bir kafa karışıklığıdır. AB salt ekonomik bir birlik değildir. AB, ekonomi süslü toplumsal nötralizasyon, daha doğrusu kitlesel homojenleşmeyi savunan bir ideolojidir. Evet. Öncelikle ideolojidir AB. Liberalizmdir. İslamcılığın, beka sorununu siyasi düzeyde bir "Bu toprağı kim yönetecek aga?" mevzusuna indirgemesi, toprağı yönetenlerin isimleri aynı ama içleri başka başka olmasını engelleyememesini netice vermiştir. Bugünün mü'mine hanımları, elbette genellemeler hatalıdır, eskisinden daha okumuş ancak daha esnektir. Hem de hiç esnememesi murad edilen konularda.

5. Şua bize 'hürriyet-i nisvan' meselesinin Deccal'in güç kaynaklarından birisi olacağını da söylüyor. Doğrusu bunu beklemiyor değildik. Asıl şaşırdığımız ise hürriyet-i nisvan başlığının zahir-i şeriata muhalefet etmeden açılan yeni cephesidir. Bir kadın "İstediğim yerimi açarım. Din bana karışamaz. Dininiz sizin olsun!" dese, müslümanlar buna bir çerçeve çizer, "Bu zaten dışarıdaymış!" deyu rahatlarlar. Hatta mü'mine kadınlar adına da endişelenmezler. Zira mü'mine kadınlar böylesi bed bir telkinden etkilenmezler. Fakat bugünlerde iş fenalaştı. Görece dindar hanımlar, yani görünüş itibariyle dindarlığı temsil edenler, eliyle savunulan bir hürriyet-i nisvan var.

En yakın misali: Tesettüründen taviz vermeyen ama erkeklerle aynı safta namaz kılabilmeleri gerektiğini savunan bir genç mü'mine grubuyla karşı karşıyayız. Grup diyorum. Zira az değiller. Hepsi bu açıklıkta/cür'ette olmasa da fıkıhtan müsaade istemeden 'gidebilecekleri yere kadar gitmeyi' düşünüyorlar. Şimdiye kadar gidememelerini ise 'gelenek' diye 'nerede dinden ayrıldığı belli olmayan' birşeye yüklüyorlar. İşin bu kısmı çok düşündürüyor. Çünkü bu grup ayetlerden/hadislerden kendilerine göre teviller de üretiyorlar. Sürekli dinî referanslı fakat meşru usûllere sahip olmayan bir argümantasyon peşindeler. Giderek de ustalaşıyorlar. Bu da sapmalarını kitleselleştiriyor. Çevrelerindeki gençler onlardan etkileniyor. İş büyüyor. Birkaç kişilik sapmalar bid'a fırkalara dönüşüyor. Allah sonumuzu hayretsin.

İstanbul Sözleşmesi eşliğinde başlayan ve çeşitli derneklerin kadın faaliyetlerine kadar uzanan yakın zamanlı tartışmalarda da ben bu meselenin izlerini görüyorum. Şu anda "Bu işte Allah'ın razı olduğu ne?" diye sorana rastlamadım. Sorduğunuzda 'Kadının toplumdaki yeri...' falan filan bir sürü şey söyleniyor. Kardeşim, onu sormuyoruz, sen bu mevzuda 'rıza' arıyor musun? Yoksa faaliyetin tastamam seküler faaliyet mi? Eğer öyleyse, tamam, fakat sen dindar görünüyorsun. Yaptıkların dinden sanılıyor. Görece dindar saydığımız bir iktidarın kanatları altında çalışıyorsun. Eylemlerinin o iktidarın tasarruflarına etkisi var. Veya 'var gibi' görünüyor.

Hoş, onlar da artık böylesi şeyleri ne kadar önemsiyorlar, bilemiyoruz. Ancak iş kem bir yere doğru gidiyor. Çünkü dindarlık S-400 füze sistemi, ihracaatta yükselen rakamlar, büyüyen ekonomi, siyasi nüfûz gibi şeyler cinsinden değildir. Dindarlık öncelikle 'itikad' sonrasında 'amel'dir. Doğru bir itikadı inşa edemediğimiz sürece, gelecek nesillere taşıyamadığımız sürece, sandıktaki zaferler ancak 'kemiyet zaferleri'leridir. Keyfiyete dönüşmezler. Kemiyetin zaferleri ise geçicidir. Ki geçiyor da. Gördünüz. Eğer bu işi büsbütün hürriyet meselesi sanırsanız, haberiniz olsun, siz hiçbir seküler fırka kadar hürriyet veremezsiniz. Onlar kadar dünyayı boyayamazsınız. Gençler de oylarını artık size vermezler. Şu işin bir tedbirini almak, düşünmek, kafa yormak gerekmez mi? Eh, ne diyelim, Cenab-ı Hak bizi istikamete uyandırsın. Âmin.

27 Haziran 2019 Perşembe

Bediüzzaman'ın dini 'demokrasi' miydi? (3)

Beni tanıyanlar 'ilkesellik' mevzuuna bir parça takık olduğumu düşünürler. Belki yazılarımda mezkûr bahiste zülf-i yâre dokunan şeylere de rastlamışlardır. Olabilir. Ne diyebilirim ki muhterem kârilerim? Şöhreti taşımak kolay değil. Evet. Doğrudur. Bir parça takığımdır. Yani mesela birisi yanımda "İlkesellik gerektirir ki..." gibilerinden birşeyler dedi mi, Allah Allah, nazenin tüylerim diken diken olur. Dikkatim çınlamaya başlar. Kulaklarım pur tilkisi gibi dikilir. "Vaay! Aaaa! Oooo! Cık, cık, cık. Neden efendim?" Nedeni belki biraz şudur: Ben ilkesellik argümanının, genelde sanılanın aksine, meseleleri 'sabitelere bağlamanın' değil 'sabitelerden kurtarmanın' aracı olduğunu düşünürüm. Zira kanaatimce; fıkhı olan bir dinde ilkelere tutunmak, sabitelik yolunda ileriye doğru değil, geriye doğru gitmektir. Direksiyonda oturanlar farketmese de.

Bunu bana ilk düşündürenlerse modernistlerdir. Onların, başta Kur'an olmak üzere, tüm kudsî metinleri birer 'ilkeler taslağı' haline dönüştürme taleplerinin altında yatan maksat, hepinizin artık malumudur ya, şudur: Eğer bu metinler taslak haline dönüştürülebilirlerse naklettikleri tecrübelerin somuttaki bağlayıcılığı da ortadan kaldırılabilecektir. Aslolanın 'tüm detaylarıyla ora' değil 'oradan ulaşılması gereken ilke' olduğu, tecrübenin içerdiği detayların ancak posa mesabesinde bir kıymet taşıdığı, yani esasında hiçbir kıymet taşımadığı, bu argümanın mü'min kalplerde gıdım gıdım inşa ettiği büyük bir sapmadır.

Misallendirelim: Hani, belki siz de rastlamışsınızdır onlara, müslüman olmaktan muradın 'iyi bir insan olmak' olduğunu söyleyenler vardır. Dedikleri yalan mıdır peki? Elbette değildir. Müslüman olmanın bir yanı elbette 'iyi bir insan olmaya' bakar. Fakat bir müslümana göre 'iyi' nedir? İşte işi ilkelerin yalınlığına götürürseniz 'iyi'nin içini istediğiniz gibi doldurabilirsiniz. Çünkü yalın olanı çarpıtmak kolaylaşır. Ne de olsa somutluğun bağlayıcılığı giysi gibi çıkarılıp atılmıştır. Artık "İyi insan dediğin dostlarıyla her akşam iki kadeh parlatandır!" dense "Ulan ne oluyor?" diyecek bir dayanağınız kalmamıştır.

Fıkhın ilkeye göre zenginliği buradan bize göz kırpar. Ulemamızın, Allah hepsinden razı olsun, gerek Kur'an'daki kıssalarda gerek Asr-ı Saadet anlatılarında, nakledilebilmiş her detayı hakikatin bir parçası olarak görmesi, hepsine ulaşmaya çalışması, hepsini hıfzetmeye gayret etmesi, bir meselede hüküm verirken bütün detayların bilinirliğini önemsemesi, hatta birbiriyle çelişir gibi görünen nakilleri bile beraber masaya yatırması, bütün bunlar işte 'somutluğun bağlayıcılığı'ndan vücud alır. Somutluğundan kurtardığınızda, yani ki detaylarını budadığınızda, bir yönüyle bilmeyi kolayladığınızı sanabilirsiniz. (Basit beyinler böyle düşünür.) Fakat siz aynı zamanda bilgiyi biçmişsinizdir. Farklı durumlarla karşılaştığınızda yanılmanızı engelleyecek inceliklerinden etmişsinizdir. Bakış açınızın kutucuğuna sığsın diye koca manzarayı makaslamışsınızdır. Bu yüzden derim ki muhterem kârilerim: Fıkıh diye birşey varken Hacivat gibi "Yâr bana bir ilkesellik medeeet!" diye nara koyurmanın, hakikate daha iyi sarınmak bağlamında, bir kıymet-i harbiyesi yoktur.

Hatırlarsanız, tabii okuduysanız ancak hatırlarsınız, bir önceki yazımızda Bektaşîlik ile hevâ arasındaki bağı konuşmuştuk. Bediüzzaman'ın Bektaşîlikle ilgili anlattığı bir fıkrayı, yine onun hevâyı tarif için kullandığı bir cümleyle bağlamış ve oradan da yine hevâya atıflı bir ayete doğru salınmıştık. Şimdi yeri geldi. İlkeselliğin basitleştirici mahiyetini konuşurken merhum Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Beş Şehir'de Bektaşîliğe dair söylediği birşeyi de analım: 'Hikaye basitleştirmekten hoşlanan Bektaşî zihniyeti...' Evet. Bence bu tesbitin yazımıza bakan bir tarafı da vardır. Çünkü hem 'ilkesellik' hem 'Bektaşîlik' hem de 'hevâilik' bükebileceği, kaydırabileceği, saptırabileceği, başka anlama getirebileceği bir yalınlık ister. Takdir edersiniz ki birşey basitleştirildikçe, netleştirici detaylarından kurtarıldıkça, onda yanılmak da kolaylaşır.

"Ahmed 27 Haziran 2019 akşamı saat tam 20:00'de ilkesellikle ilgili yazısına başladı!" cümlesini "Ahmed 20:00'de yazılarına başlar!" diye ilkeselleştirseniz, 27 Haziran'da doğruyu tuttursunuz, amma 28 Haziran'da işler karışır. Çünkü Ahmed'in somutluğu daha fazla detay içerir. Belki yazmalarına dair bütün rivayetler toplansa çıkacak ilke şu olacaktır: "Ahmed için belirgin bir yazıya başlama saati söylenemez!" Ancak durun. Acele etmeyin sakın. Bu da tam doğru değildir. Çünkü belki bazı günler de saatle yazıya başlamış olabilir Ahmed. Görüyorsunuz ya. İlkeye bağlamak için illa birşeyleri kapıya atmaya çalışıyorsunuz. (Kaideler istisnayı bozar illa.) Çünkü en özünde mevzuyu basitleştirmek için somutluğu biçiyorsunuz. Fıkıhsa bunu yapmıyor işte.

Fıkıh kitaplarını incelediğimiz muhteşem bir detaycılık görürüz. Aleyhissalatuvesselam seferde nasıl yapmıştır, mukimde nasıl davranmıştır, misafirlikte nasıl eylemiştir, evinde nasıl fiillemiştir, filancayla beraberken neden öyle demiştir, falancayla beraber neden böyle söylemiştir vs. Mümkün mertebe her detayın ortaya çıkarılarak ona ait hükmün/somutluğun ortaya konmaya çalıştığı görülür fıkıh kaynaklarında. Yani her durumun 'kendisine özel olarak' aydınlatılmaya çalışıldığı nazara çarpar. Bu sayede ne başarılır peki?

Elhamdülillah. Yanlış ilkenin yanlış durumda kullanılmasının önüne geçilir. Örneğin: "Sarhoşken namaza yaklaşmayın!" ayetinin "Yatsıyı kıldıktan sonra bir-iki kadeh parlatmakta bir beis yoktur!" diye ilkelenmemesini engelleyen şey fakihlerin o ayetin hükmünün nesholduğunu bize bildirmesidir. Yani fıkhın istisnaları/farklılıkları kollayan mahiyeti ilkesellikte bulunmaz. İlkesellik toptancılıktır. Fıkha kıyasla basitliktir. Kolaycılıktır. Üstünkörülüktür.

Çok konuştum. Yazı da uzadı gitti. Fakat sanıyorum girizgâh kısmında meramımı güzelce anlattım. İnşaallah o uzunluk da kısa gelmedi. Şimdi mevzuun Münazarat okumalarına bakan yüzüne dokunmak istiyorum. Evet. Bediüzzaman'ın Münazarat'ın yazıldığı dönemde konuştuğu bir sosyoloji var. Üzerine konuştuğu bir siyaset var. 'Meşrutiyet-i meşrua' dediği bir sistem var. Var, var, varoğlu var. Münazarat'ı doğru anlamak için öncelikle analiz edilmesi gereken birçok detay var. Fakat Münazarat okumaları yapanların bu hususlara bakmak gibi bir telaşları var mı? İçimden geçeni açıklıkla söyleyeyim muhterem kârilerim: Hak getire! Böyle bir telaşa hiçbir yerde rastlamadım.

Hasbelkader sesimi çıkardığım yerlerde de 'sus-pus' edildim. En nihayet vardığım kanaat şu oldu: Kimse konforunu terketmek istemiyor. Bu zor işe eğilmek istemiyor. Meşrutiyet ile demokrasinin uyumunu, İttihat ve Terakki ile CHP'nin nüanslarını, Bediüzzaman'ın o gün konuştuğu sosyoloji ile bugün bizim sahip olduğumuz sosyojinin ayrımlarını hiçkimse gündemine sokmuyor. 'Kime söylenmiş'i bıraktım 'ne makamda söylenmiş'i umursayan da kalmadı. Halbuki, bırakınız böyle araya asır girmiş farkları, Urfa'dan İzmir'e geçsek ne büyük farklılıklar yaşıyoruz kimse düşünmüyor.

Misalen: Bana sorsanız ki "Çarşafın yasaklanıp-yasaklanmaması hususunda Urfa'da referandum yapılsın mı?" Ben derim ki: "Yapılsın!" Çünkü Urfa'da İslam aleyhinde böyle bir hüküm çıkmayacağına eminimdir. O sosyolojiye, o sosyolojinin inşa ettiği gerçeklere, o gerçeklerin şekillendireceği demokrasiye din namına da güvenirim. Ama beni alıp İzmir'e götürseniz, "Aynısı burada olacak!" derseniz, endişelenirim. Çünkü referandumdan ne çıkacak emin olamam. O sosyolojiye, o sosyolojinin inşa ettiği gerçeklere, o gerçeklerin şekillendirdiği demokrasiye emniyet edemem. Din namına derim ki: "Burada çarşafı oylamak doğru değildir." Hülasa: Sosyolojinin farklılaşması demokrasinin sonuçlarına din namına beslediğim hisleri de değiştirir/değiştirebilir. En azından "Demokratik olan her zaman dinîdir!" veya "Dinî olan her zaman demokratiktir!" gibi genellemeci bir muğalataya düşmem inşaallah.

Buradan şuraya gelelim: Bediüzzaman Münazarat'ta meşrutiyete geçişte din adına elbette hiçbir endişe duymuyor. Belki iktidarların dine muğayir hareket edeceğini/edebileceğini de sanmıyor. Çünkü Osmanlı sosyolojisi ile konuşuyor. Solculuğun/sekülerliğin, en azından avamî boyutta, 's'si bile görünmemiş bir toplumsallıkta veriyor hükümlerini. Halkın dindarlığı bugüne göre çok çok üst düzeyde. Dinî hayatın tezahürleri sosyal hayatı yönetiyor. Medreseler hayatta. Halife başta. Her eylemin meşruiyet kaynağı olarak mizana vurulduğu yer din. Ve o toplumsallığın inşa edeceği meşrutî sisteme emniyet ediyor Bediüzzaman.

Meselenin bu kısmında hakverilmeyecek birşey yok. Fakat bunu alıp hiçbir incelikli okuma yapmadan günümüze taşımak ne kadar doğru? Mesela; sisteminde Meşihat-ı İslamiye'ye 'denetleyici' bir fonksiyon öngörülen meşrutiyet-i meşruayı, icraatları hakkında Diyanet İşlerine ağız açtırmayan laik demokrasiyle eşleştirmek ne kadar doğru? Mesela; Bediüzzaman'ın 'içinde Kürdistan uleması/meşayihi kadar ulema/meşayih bulunduğunu söylediği' İttihat ve Terakki'yi, dine muarızlığı hakkında çok eleştiler serdettiği CHP ile eşleştirmek ne kadar doğru? Hepsinden önemlisi: O zamanlar şartlarına bağlı olarak söylediği şeylerden kaideler çıkararak onlarla bugünde mesafe almaya çalışmak ne kadar doğru? Allah aşkına elinizi vicdanınıza koyup söyleyin:

Bediüzzaman'ın gözünde Enver Paşa ile Mustafa Kemal bir mi? Bu kişilerin kurduğu/yönettiği teşkilatlara bakışı bir olabilir mi? Bu sathîlik Nurculuk adına da ayıp değil mi? Mecelle'deki kaideleri mi hatırlatacaksınız bana? Onu da yanlış biliyorsunuz. Kaideler Mecelle'de delil getirmek için değil sonucu toparlamak için, desteklemek için, izah etmek için dillendirilir. Deliller yine fıkhın usûlüne bağlıdır. Fakat tabii bunlar yine duymak isteyene. Yoksa köre ne? Hasılı muhterem kârilerim: Münazarat'tan çıkarılan ilkelerin Yeni Said'e pek danışılmaması unutkanlıkla yapılan hatalardan değildir. Ya? Yeni Said dönemindeki tecrübeler Münazarat'taki ilkeleri bozmaya meyyaldir de ondan öyle yapılır. İstisnalar kaideyi bozmaz ama kaideler istisnayı bozar her vakit.

Kaderin varsayımlarla işi olmaz

Arkadaşım 'fena ve fani adamların güzel ve bâki sözleri olabileceğini' cennetmekan mürşidimiz öğretti bize. Bu minvalde kalmak kaydı...