10 Nisan 2020 Cuma

Bitlisli Said Nursî'den Bitlisli Fuat Sezgin'e: İslam bilimin neresinde?

"İnsafsızca, aldatıcı cerbeze ile muvazene etmekle, Hıristiyanlığın malı olmayan medeniyeti ona mal etmek, İslâmiyetin düşmanı olan tedennîyi ona dost göstermek, feleğin ters dönmesine delildir." İlk Dönem Eserleri'nden.

Mürşidim, ta Lemeat'ını telif ettiği Eski Said döneminden beri, şöyle bir iddianın sahibidir: "Bunu da inkâr etmem: Medeniyette vardır mehasin-i kesire. Lâkin onlar değildir ne Nasrâniyet malı, ne Avrupa icadı, ne şu asrın san'atı. Belki umum malıdır. Telâhuk-u efkârdan, semâvî şerâyiden, hem hâcât-ı fıtrîden, hususen şer-i Ahmedî, İslâmî inkılâptan neş'et eden bir maldır. Kimse temellük etmez." Yeni Said döneminde ise bu görüşünün 'medeniyette vardır mehasin-i kesire' kısmında değişiklik yapar: "Medeniyet-i hâzıra-i garbiye, semâvî kanun-u esasîlere muhalif olarak hareket ettiği için seyyiatı hasenatına; hatâları, zararları, fâidelerine râcih geldi." Kastamonu Lahikası'nda yeralan bu cevabın sorusu da tam bir ayraç gibidir: "Sen eskiden Şarktaki bedevî aşâirde seyahat ettiğin vakit, onları medeniyet ve terakkiyata çok teşvik ediyordun. Neden kırk seneye yakındır medeniyet-i hâzıradan mim'siz diyerek hayat-ı içtimaiyeden çekildin, inzivaya sokuldun?"

Ancak tesbitin diğer kısmında hiçbir değişiklik yoktur. Yani, Bediüzzaman, Batı 'deniyeti' (me'siz) dediğimiz şeyin 'mehasin/güzellikler' kısmında, bütün insanlık tarihi, özelde de İslam tarihi adına hak iddia etmektedir. Ondaki gelişmelerin 'umumun malı' olduğunu düşünmektedir. İşte, geçtiğimiz aylarda okuduğum bir kitap vesilesiyle, bir güzel insanın daha bütün hayatını 'bu cümlenin altını doldurmakla' geçirdiğini öğrenmiş oldum. Evet. Sanki onun hayatı/çalışmaları tastamam şu tesbitin bir şerhi idi. Ürettiği eserler/müzelerle insanlığa tastamam bunu anlatmaya çalışıyordu. Elhamdülillah. Bu kadar medihten sonra ismini verelim artık. O kişi merhum Fuat Sezgin Hoca'dır. O eser de Sefer Turan'la söyleşilerinden oluşan Bilim Tarihi Sohbetleri'dir.

Kitabın girişinde mezkûr 'bakış açısı değişikliği'nin müslümanları nasıl bir vartadan kurtaracağını şöyle izah ediyor Turan: "Fuat Sezgin Hoca, çalışmalarını sürdürürken, İslam âlemindeki okullarda 'İslam bilim tarihi' hakkında olumsuz ve önyargılı bilgilerin kaldırılmasının ve yerine doğru bilgilerin konulmasının gerekli olduğunu vurguladı. Böylelikle dünyaya bakış açımızın değişeceğinin farkındaydı aslında. Zira her türlü tecrübe zorlu olarak perspektifle ilgilidir."

Kitabın ilerleyen kısımlarında bunu bizzat Sezgin Hoca'nın dilinden de okuyoruz: "İlk önce hocalara seslenmek istiyorum. Talebelerini aşağılık duygusundan kurtarmaya çalışsınlar. Türk milletini aşağılık duygusu bir kanser gibi kemiriyor. (...) Müze kurmaya çalışıyoruz. Bu kanserin tedavisine oradan başlayacağız inşaallah." Sefer Bey'in izah istemesi üzerine de şunları ekliyor hoca: "17. yüzyılın başlarından itibaren müslümanlar bakıyorlar ki Avrupalılar teknolojide bizden ileri. Mesela: Avrupalıların ellerindeki topu görüyorlar ama bizden aldıklarını bilmiyorlar. Pusulayı görüyorlar ama bizden aldıklarını bilmiyorlar. Bunları gördükçe aşağılık duygusu gelişiyor."

Kendi okullarımızda bilim tarihimize dair aktarılan yanlış bilgilere de şöyle misal veriyor: "Süslü püslü bir hanım öğretmenim vardı. O derste bize diyordu ki: 'Müslüman âlimler dünyanın öküzün boynuzunda olduğuna inanıyorlar!' Bunun tashihini hiçbir lise kitabında görmedim. Bilgiyi üniversiteye kadar taşıdım. Alman hocam Hellmut Ritter'in sayesinde etütlere girdim. Gerçekleri gördüm. Frankfurt'taki çalışmalarımdan sonra baktım ki: Müslümanlar dünyayla güneş arasındaki en kısa mesafenin en uzak noktasının yıllık ne kadar değiştiğini saniyelerle hesaplayabilmişler. Yine Birûnî dört mevsimin süresini tutuyor. Diferansiyel matematikle çözüyor. Bu bilgilerle hoca hanımın söylediği laf arasındaki farkı daima düşünüyorum."

Peki tarihte aslında yaşanan nedir? Bilim tarihine bakıldığında 'doğru görüş' nasıl şekillenmelidir? Buna dair düşüncelerini de şöyle aktarıyor hoca: "Alman bir âlim arkadaşım vardı. Matthias Schramm diye bir dâhi. İbnü'l-Heysem'in Fiziğe Götüren Yolu diye bir kitap yazdı. (Bende olduğu gibi) onda da bu fikir vardı: 'Bilimler Tarihi insanların müşterek mirasıdır' diye. Ben buna inanıyorum. Bilimler sıçramalar yapmıyor. Esasında yavaş yavaş tekamül ediyor. Bir Fransız âlimi de söylüyor: 'İnsanlar keşfetmiyor, insanlar geliştiriyor.' Bugün biz, 21. yüzyılın başında bütün insanlığın geliştirdiği bu bilimler manzumesinde, maalesef Müslümanların 800 yıllık sıradışı keşiflerinin Bilimler Tarihi'ndeki yerini bulamıyoruz. İşte Almanya'da Bilimler Tarihi profesörü olma mesuliyetini üzerime aldığım günden itibaren, bende bir hasret, bir yanılgı hissi olarak, bu sorumluluk duygusu gelişti. 'Bunu nasıl değiştirebiliriz?' Ona gayret ediyorum."

"Ben şu neticeye vardım: Müslümanlar M.S. 7. yüzyıldan itibaren bilimleri Yunanlılardan, Hintlilerden aldılar. Müslümanların bir meziyeti vardı. Bilimi alırken Hıristiyan olsun, Yahudi olsun, ne olursa olsun insanları hoca olarak kabul ettiler. Müslümanlar onlardan süratli bir şekilde öğrendi. İki yüzyıl sonra müslümanlar bu ilk merhaleyi, yani başkalarından almayı geride bırakarak sıradışı eser ortaya koymaya başladı. Hatta Müslümanlar onlardan bilgiyi alırken, hocalarının faziletlerini hiçbir zaman unutmadılar, onu söyleyeyim. Müslümanlar evvela orijinal eserler ortaya koymaya başladılar. Bu süreç 800 yıl sürdü. Miladi 850 yılından itibaren, 16. yüzyılın sonuna kadar Müslümanlar, ilimde mütemadiyen yeni şeyler keşfettiler. Yeni ilimler kurdular, eski ilimleri geliştirdiler ve ilerde kurulacak bazı bilimlerin temellerini attılar. Ondan sonra İlimler Tarihinde önderliklerini yavaş yavaş kaybettiler. 'Bugün Avrupa'daki bilimler, İslam bilimlerinin bir başka coğrafyada, değişik tarihi şartlar içerisindeki devamından ibarettir' diye tanımlıyorum."

Kitapta hayretten damağınızı şaklatacak buna benzer birçok bilgi var. Birkaç cümlecikle hızlı geçişler yapayım: "Meteoroloji tarihini yazarken gördüm ki: Avrupa'nın 18.-19. yüzyılda vardıkları neticelere müslümanlar 9. yüzyılda varmışlar. Mesela: 'Rüzgar nasıl ortaya çıkar? Med ve cezir nasıl olur? Dolu nasıl oluşur?' gibi meteorolojik meseleleri müslümanlar 9. yüzyılda biliyorlardı." Yine başka bir bölümde: "Birûnî 27 yaşındayken 18 yaşındaki İbn-i Sina'yla yazılı bir münakaşaya giriyor. Konu nedir biliyor musunuz? 'Işığın sürati ölçüsüz müdür, yani namütenahi midir, yoksa ölçülebilir mi? Yani zamanla ölçülebilir mi?' Ne müthiş birşey değil mi!" Ve yine başka bir bölümde: "Mesela: Galen'in kendi adıyla göze dair bir kitabı vardı Avrupa'da. 1928 senesine kadar bu kitap onun zannedilirdi. Julius Hirschberg adlı yahudi kökenli bir alman bilgini bunun Huneny b. İshak'ın kitabının tercümesi olduğunu keşfetti. Hirschberg, İslam'daki göz tıbbının, daha 10. yüzyılda Avrupa'daki 18. yüzyıl düzeyinde olduğunu göstermişti."

Yazıyı uzatmak istemediğim için daha fazla alıntı yapmıyorum. En güzeli kitabı edinip bizzat okumanız. Belki o zaman, Bitlisli Fuat Sezgin'in, yine Bitlisli Said Nursî'nin 1900'lerin başında beyan ettiği şeyin altını nasıl bir ömürle, birçok eserle, müze çalışmasıyla, makaleyle doldurduğunu şaşkınlıkla/takdirle göreceksiniz. Ve Bediüzzaman'ın böyle bir noktada durmasının hikmetini de anlayacaksınız. Evet, güzel insanlar, kafayla-kalple-fikirle tastamam bu toprakların evlatları olarak, dayatılan yalanlara/ezberlere direndiler. Gelecek nesillerin 'algı-gayret yönetici illüzyonlar' karşısında özgüvenlerini yitirmemesi için bunları yaptılar. Şimdi bize düşen de aynı izzeti kuşanıp tekrar ayağa kalmak. Tıpkı Münazarat'ın bağırdığı gibi dünyanın yüzüne bağırmak: "Neden dünya herkese terakki dünyası olsun da yalnız bizim için tedennî dünyası olsun?"

3 Nisan 2020 Cuma

Bencilin adaleti ‘adalet’ değildir

İkincisi, hususî rububiyetidir ve has iltifat ve imdad-ı Rahmânîsidir ki, umumî kanunların tazyikatı altında tahammül edemeyen fertlerin imdadına, Rahmânü'r-Rahîm isimleri imdada yetişirler, hususî bir surette muavenet ederler, o tazyikattan kurtarırlar.” Risale-i Nur’dan.

Merhamet adaletle dengesini bulur. Adalet de merhametle kemale erer. Hak Teala'nın hem 'el-Âdil' hem de 'er-Rahman' oluşu Onun kemalinin bir ifadesidir. Zira, el-Âdil celalî bir isimdir, er-Rahman cemalî bir isimdir. Celal ve cemalin birlikteliğinden 'kemal' görünür. Sözgelimi: Bir insan sadece yumuşak huylu olmakla 'mükemmel' sayılmaz. (Çünkü böylesinin koruması gereken şeyleri koruyamadığı çok görülmüştür.) Fakat sırf celalli bir tabiata sahip olana da 'kamil insan' denilmez. (Çünkü böylesinin de nedensiz kalp kırdığı sık yaşanmıştır.) Demek 'celal' ile 'cemal' tek başlarına 'kemal' ifade etmiyorlar. Kemal bu ikisinin beraberliğinden doğuyor. Tıpkı Aleyhissalatuvesselamın ahlakında olduğu gibi. Ki onu mürşidim bir yerde şöyle anlatıyor:

"Mu'cize-i Muhammedî ayn-ı Muhammed’dir. (...) Kur'ân'ın tazammun ettiği bütün ahlâk-ı haseneye câmi' idi. (...) Bunların içindeki nokta-yı i'câz şudur ki: Ahlâk-ı hasene çendan birbirine mübâyin değil fakat derece-i kemâlde birbirine müzahamet eder. Biri galebe çalsa öteki zaifleşir. Mesela: Kemâl-i hilm ile kemâl-i şecaat. Hem kemâl-i tevâzu ile kemâl-i şehâmet. Hem kemâl-i adalet ile kemâl-i merhamet ve mürüvvet. (...) gibi mecâmi-i ahlâk-ı mütezahime birden derece-i âliyede bir zâtta içtimâı, müzayakasız inkişafları, mu'cizelerin mu'cizesidir.”

Evet, öyledir, çünkü sıradan bir insanda böylesi meziyetler zirvelerde buluşmazlar. Başkalarda üzerlerinde tecelli eden hâkim isimlerin tezahürleri/ahlakları daha net okunur. Diğerleri varsa da gölgede kalırlar. Cömert olanın iktisadı zayıflar. Celalli olanın hilmi tökezler. Cesur olanın temkini dağılır. Fakat Aleyhissalatuvesselam en âzâm mertebede bütün isimlerin tecellisine mazhar olduğundan ahlakında da bu mazhariyetin kemali seyredilir. Elhamdülillah. Karakterinin güzellikleri, o güzelliklerin tezahürleri, o tezahürlerin şahitlikleri adedince Zat-ı Şerifine salat u selam olsun. Âmin. Âmin. Âmin.

Buradan şuraya geçeceğim: Rahman sûresinde iki yerde Cenab-ı Hak kendisini Zü’l-Celal-i ve’l-İkram olarak tanıtıyor. Bu, gayet özet bir anlamıyla, ‘celal ve ikram sahibi’ demek. Dikkat buyurursanız bu terkipte dahi ‘celal’ ve ‘cemal’ birlikteliği gönlümüzü ferahlandırmaktadır. Çünkü ‘celal’in içine ‘ikram’ konulmuştur. İlkinin korkusuyla gerilen kalplere ikincisinin tahatturuyla bir su serpilmiştir. Gürleyen göklere, karanlık bulutlara, haşmetli şimşeklere yağmur yüklenmiştir. Ayetlerin geneli de bu dikkatle incelendiğinde hep böyle ‘celalin peşinde bir cemal’ veya ‘cemalin ardında bir celal’ kendisini hissettirir. Cehennem ayetleri ile cennet ayetlerinin yakınlığı dahi buna bir delil olarak zikredilebilir. Fakat bu zaten açıkta olanlardandır. Payımıza düşen has güzelliklerse örtünenlerin keşfindedir. Mehirleri olan dikkatin verilmesi şartıyla elbette.

Ben de geçenlerde Nahl sûresinin 90. ayetini tefekkür ederken kendimce bir tanesini farkettim. Nedir? Hemen kısacık bir mealini alıntılayalım: “Muhakkak ki Allah, adaleti, iyiliği, akrabaya yardım etmeyi emreder; hayâsızlığı, fenalığı ve azgınlığı da yasaklar. O düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor.” Esmaü’l-Hüsna konusunda okuma yapanlar bilirler. ‘Allah’ ism-i şerifi diğer bütün isimleri de kapsar. Hepsinin manasını kendisinde toplar. Tek seferde ifade eder. Bediüzzaman da bu sadedde der: “Allah bir ism-i câmi’ olduğundan Esmâ-i Hüsnâ adedince tevhidler içinde bulunur.” Bu nedenle Allah ismi kemalin de ifadesi olur. Yani ‘bütün güzel isimlerin tek tek ve de tastamam sahibi’ ancak ‘Allah’ olur. Hepsini birden taşıyamayan sözde/şirkli ‘tanrıcık tanımları’ varlığın/varoluşun gerektirdiği ve İslam’ın öğrettiği ‘Allah’ı karşılayamazlar.

İşte yukarıdaki ayet-i kerimenin manasında da böyle bir zenginlik bize gözkırpıyor. “Allah’ın adaleti nasıl olur?” sorumuza cevap veriyor. Açalım: 1) Allah’ın adaleti, iyiliği ve yardımı emrederek cemalin manasını da kucaklar. 2) Allah’ın adaleti, hayâsızlığı, fenalığı ve azgınlığı yasaklayarak celalin manasını da kuşanır. Yani kemaldedir. Burada adaletin ardından anılan ‘emredilenler’ ve ‘yasaklananlar’ sanki ilk emredilen şey olan ‘adalet’in açılımını bize öğretirler. “Allah adaleti emreder ama adaletle beraber şunları da…” Ve bir de birşeyin üzerini çizerler: Adalet kendi bireyselliğine kapanarak sahip olunacak birşey değildir. Yani ki bencilin adaleti ‘adalet’ değildir. Eğer bir insan, Cenab-ı Hakkın ihsanıyla zengin olmuşsa, iyiliğine muhtaç olan kardeşi-akrabası hakkında “Ben çalıştım da kazandım. O da kendisi çalışsın kazansın. Benim varlığımı yemesi adalete uygun mu hiç…” diye karşılık veremez. Çünkü ta bu ayeti ilk okuduğu gün öğrenmiştir ki: Allah adaleti ‘iyilikle’ ve ‘akrabaya yardım etmekle’ birlikte emretmiştir. Bu ikisinin kuşanılmadığı bir adalet anlayışı, her ne kadar kapitalist düzene uygun görünse de, Allah’ın uygun gördüğü adalet anlayışı olmaz.

Burayı çok önemsiyorum. Çünkü bugün küresel (m)edeniyetin öğretisiyle hepimizde bir parça kendi bencilliğine kapanmak var. O duvarların içinde de İblis bizi birçok demagojiyle oyalıyor. Mantığını kabullendiriyor. Duvarlarını sevdiyor. Karun gibi “Bu bana ilmimle verildi!” dememek için, adaletten değil amma, şu şeytanî adalet anlayışından uzaklaşmalıyız. Adaleti sadece ‘benim payım-senin payın’ düzleminden çıkarmalıyız. İçine ‘iyilik etmeyi’ ve ‘kötülükten sakındırmayı’ da koymalıyız. Hayâsızlıklar, fenalıklar ve azgınlıklar bizim bireysellik kalemizin dışında da kalsalar; tabir-i caizse “Alan memnun, satan memnun, bana ne?” noktasında da görünseler; biz bunları sinemize alıp ‘meşruiyet’ etiketini yapıştırmamalıyız. ‘Bana dokunmayan yılan’ muamelesi yapmamalıyız. Çünkü adalet Allah’ın adaletidir. Elbette evveliyetle Onun buyurduğu gibidir. Zaten Onun malıdır. Ve de yine mahlukatına karşı uygulanmaktadır.

Meramımı inşaallah anlatabilmişimdir. Bugün seküler düzen bize adaleti bambaşka bir çerçevede öğretiyor. Tevhid eseri olduğu için bir bütün şeklinde ele alınması gereken varlığı kompartımanlara bölüyor. Bu bölünmeden bir bencillik/bireysellik gelişiyor. Onlar da daha başka birşeyi beraberlerinde geliştiriyorlar: Duyarsızlaşma. Hem iyiliğe hem de kötülüğe karşı “Bana ne canım!” demeye başlama. Üstelik bunu Karun gibi bir tür ‘adalet söylemi’ içine yedirme. Bu ayette sanki bu sapkınlığın da önü tıkanıyor. Allahu’l-a’lem. Eğer izahımda sürç-i lisan ettimse Rabbimden affımı dilerim. Âmin. Bitirirken: Emeviyenin Ehl-i Beyt’e okuttuğu laneti hutbelerden kaldırarak yerine bu güzel ayetin tilavetini hediye eden, ümmetin nuru, Ömer b. Abdülaziz Hazretlerine de rahmetler dilerim. Çünkü o akrabasına iyilikle adaletin belini tekrar doğrultmuştur.

1 Nisan 2020 Çarşamba

Hz. Muaviye'ye 'radyallahu anh' denilmez mi? (5)

Elhamdülillah. Serinin ilk yazısına gelen yorumlara cevap vermeye devam ediyoruz. Rabbimizin izn u inayetiyle bir süre daha bunu yapmaya devam edeceğiz. Salihlerin anıldığı yere nur iner. Biz de nurcu olduğumuzdan nurun her türlüsünü severiz. Belki bu yazılar o 'peygamber yıldızlarının' gönlünü bize karşı hoşnut eder de umulmadık ikramlara nail oluruz. Âmin. Önceki birkaç yazı boyunca Halil Bey'in paylaştığı metni/itirazı etüt etmiştik. Mezkûr metnin anlattığı şeyin 'nasıl anlaşılması gerektiğine' dair analizlerde bulunmuştuk. Evet. Orası 'aşk-ı demokrasiyi' veya 'Ehl-i Beyt muhabbetini' Muaviye radyallahu anh düşmanlığına çevirenler açısından kritik bir öneme sahip olduğundan üzerinde fazlaca eğleştik. Şimdi diğer suallere daha hızlı cevap vermeye çalışacağız. Tevfik Allah'tandır.

'Mehmet Mehmet' rumuzuyla yazan (herhalde) Mehmet Bey soruyor: "ahmet bey saltanat, yani güç ve iktidarı bırakmamak, hz alinin sırf lillah için olan davası gibi değil, hem ustat başka yerde sanırım fetih suresini tefsir ederken 'sahabelerde mühim kusur olacağını... bu yüzden mağfiret geçiyor...' yani sahabelerde kusur varda nurcularda olamazmı??? yani kişileri kusursuz sorgusuz sualsiz itaat doğru değildir, akıl, muhakeme, ve irademizi herhalukarda kullanmak zorundayız, yoksa uysal bir koyundan farkımız kalmaz, ve kullanılmaya müsait kişi ve kitleleer oluruz, iyiniyet masumluk bizi kurtarmaz, Cenabu Allah akıl, irade.... vs. verdiği maddi manevi duyguların hakkını vermemizi istiyor, uyanık olmamızı istiyor, çok iyi niyetli karıncaya zarar vermez ama kandırılıyoruz, e cezamızı cekeceğiz, sen neden uyanık olmadın, aklını iradeni cesaretini neden kullanmadın diye bizden hesap sorulur, hiristiyanlar yapamayız."

Parça parça cevap vermeye çalışalım: Serinin daha evvelki yazılarında da dikkat çektiğim üzere, Muaviye radyallahu anhın Hz. Ali radyallahu anha karşı çıkışı bidayette tıpkı Hz. Aişe, Hz. Talha ve Hz. Zübeyir radyallahu anhüm ecmain isyanları gibi 'Hz. Osman radyallahu anhın katillerinin açığa çıkarılması' meselesiyle ilgilidir. Sıffin Savaşı'nın nihayetine kadar Hz. Muaviye'nin 'hilafet' iddiası yoktur. Eylemini yanlış bulmakla birlikte, Ehl-i Sünnet uleması, bunun 'güç tutkusuyla' değil 'hakkı arayan farklı bir içtihadla' olduğunda müttefiktirler. Bediüzzaman da Muaviye radyallahu anhın bu seçimini 'ruhsatla amel' çerçevesinde ele almaktadır. (Önceki yazılarımızda konuşmuştuk.) Bize bu savaşın 'güç tutkusuyla' olduğunu söyleyen herhalde yalnız şia kaynaklarıdır. Onların sahabe yaklaşımını zaten kabullenebilmemiz mümkün değildir. Zira onlar Hz. Ali'nin yanında yeralmamış veya daha sonraları ayrılmış herkese 'hain/münafık' nazarıyla bakıyorlar. (Hatta o çatal dillerini ümmetin en ulularına kadar uzatıyorlar.) Hâşâ! Biz 'iyi niyetli farklılıklar' diyoruz. Döneme dair kaynaklarda tarafların da birbirlerine böyle baktıkları anlaşılıyor. Allah hepsinden razı olsun.

'Sahabeye sorgusuz itaat' meselesine gelince. Biz kesinlikle böyle birşey yapmıyoruz. Sahabenin umumen âdil olduğu, yine Bediüzzaman'ın da katıldığını ifade ettiği, bir Ehl-i Sünnet ittifakıdır. Onlar, haklarında ayet-hadis bulunan, ilk olmanın sorumluluğunu bihakkın yüklenmiş, 'referans nesil'dirler. Eğer sahabeyi bu şartlar içinde kabul etmezsek, Kur'an da dahil, onlardan gelen hiçbirşeyi güvenilir bulmamamız gerekir. Halbuki hadis/şeriat ilminin dakik muhafızları, bütün dikkatlerine rağmen, böyle birşeye rastlamamışlardır. Yani sahabeden birisinin Allah'a, Resulüne veya dinine dair yalan uydurmadığı tabiinin ve tebe-i tabiinin zeki talebelerinin onlarda ayna gibi gördüğüdür. Allah hepsine ecrini versin. Hemen arkalarından gelen zeki neslin tüm dikkatlerine/tetkiklerine rağmen göremediği şeyi, 14 asır arkadan bakıp gördüğünü iddia eden varsa, herhalde gidip güzelce bir yüzünü yıkamalıdır. Çünkü bu durum genelde 'yanlış empati' sonucu oluşmaktadır. Biz kendi ahlakımıza bakarak "Sahabe de bizim gibi insandır canım!" diyemeyiz. Bizim yalancılığımız onlara delil olmaz vesselam. 'Mühim kusurlar'dan kasıt ise işte yukarıdaki gibi meselelerde yapılan yanlış içtihadlarıdır. Dahilî harpleridir. İçtihad eden, yetkinlik sahibi ve aradığı rıza-i ilahî olduktan sonra, hata da etse sevap alır. Bu böyledir.

Mehmet Bey'e bu noktada hadis/şeriat ilminin içeriğine/usûlüne dair okumalar yapmasını tavsiye ederiz. Onlara ümmetin ittibaının 'delilsiz ruhbanı taklit' gibi olmadığını, bilakis, 'epeyce birikmiş bir delile istinat ettiğini' görecektir. Eğer göremezse ya kalp kasavetinden veyahut inadının günahındandır. Zira, bırakın dini bütün müslümanları, oryantalistler bile sahabenin bu noktada açığını bulamamışlardır. Veya iddia etmişlerse de tastamam cevaplarını ulemamızdan çatır çatır almışlardır.

Bu yazıyı daha fazla uzatmayarak Hutbe-i Şâmiye'den sahabeye dair bir bahse bağlamak istiyorum. Galiba mezkûr sualin en güzel cevabını orası veriyor: "(...) sahabeler, elbette, şüphesiz bilerek ellerini yalana uzatmazlar. Kizb ile kendilerini mülevves etmezler. Müseylime-i Kezzâb'a kendilerini benzetemezler. Belki, bütün kuvvetleriyle ve meyl-i fıtrîleriyle en revaçlı mal ve en kıymettar metâ ve hakikatlerin anahtarı, Muhammed aleyhissalâtü vesselâmın âlâ-yı illiyyîne çıkmasının basamağı olan sıdk ve doğruluğa müşteri olup, mümkün olduğu kadar sıdktan ayrılmamaya çalıştıklarından, ilm-i hadisçe ve ulema-i şeriat içinde bir kaide-i mukarrere olan, 'Sahabeler daima doğru söylerler. Onlardaki rivayet tezkiyeye muhtaç değil. Peygamberden (aleyhissalâtü vesselâm) rivayet ettikleri hadisler bütün sahihtir!' diye, ehl-i şeriat ve ehl-i hadisin ittifakına kat'î hüccet, bu mezkûr hakikattir."

29 Mart 2020 Pazar

Corona için dua edilmez mi?

Zara'nın ortasından geçer. Bu nedenle yüzmeyi Kızılırmak'ta öğrendim. İddialı değilim. Kendimi kurtarmaya yetecek kadar ancak biliyorum. (Beni yüzerken görenler de aynı kanaattedir.) Bununla birlikte hayat kurtardığım da oldu. Evet. Yine Kızılırmak'ta bir çocuğun hayatını kurtardım. Herhalde çocuk değil de yaşıtım bir genç olsaydı ikimiz de boğulmuş olurduk. Zira boğulma anında her insan bir miktar kafayı yer. Ölüm korkusu varlığını öylesine sarar ki yanındaki en kurtarıcı/dost nesneyi bile basamağı/düşmanı gibi görür. Ya kendisiyle birlikte düştüğü boşluğun içine çeker yahut da kurtarıcısının boğulması pahasına kendisini kurtarır. O an kurbana söz anlatılamaz. Boğulanları kurtarmaya çalışmak bu açıdan epey risklidir.

Ben de çocuğa elimi uzattığımda bir anda ağırlığını sırtımda buldum. Omzuma çıktığı yetmiyormuş gibi boğazımı da sarıyordu. Allah'tan ağırlığı başedilmeyecek gibi değildi. Her neyse. Allah afiyetli ömür versin. Belki de şimdi kendi çocuklarını yüzmeye götürüyordur. Bir zamanlar Kızılırmak her baharda birkaç kurban alırdı. Hatta ismindeki 'kızıl'ın bu kanlı âdetten geldiği söylenirdi. Kurbanları da genelde yaza kadar sabredemeyenler olurdu. Haziran'ı görmeden yumuşamazdı bizimki o vakitler. Şimdi eski şevketi kalmamış diyorlar. Epeydir ben de gitmedim.

Asıl konumuza gelelim: Fizikçi olmamakla birlikte benim de kendime göre bir evren algım var. Özellikle 'tabiat yasaları' diye adlandırılan şeyleri duygularla açıklamayı seviyorum. Bu açıklayış "Hakikî hakaik-i eşya esmâ-i İlâhiyedir!" sırrıyla daha kolay bağ kurmamı sağlıyor. Neden? Çünkü, kanaatimce, üzerimizdeki Esmaü'l-Hüsna tecellilerini daha çok duygularımızla içimize buyur ediyoruz. Yahut da şöyle demeli: Bir derece sabit olan ruhumuz, varlığımızın dalgalı yanında meydana gelen değişimleri, ancak duygular vasıtasıyla seziyor. Belki de yine o duygular sayesinde bu değişimlerin sonuçları üzerine kazınıyor. (Akıl bu noktada duyguların 'farkediş aracı' olmaktan fazlası değil.) Ne zaman büyük sarsıntılar yaşasak ruhumuza yeni yeni harfler işleniyor. Yazılımımız güncelleniyor. Bazı kötüleşiyoruz. Bazı güzelleşiyoruz. Ama kesinlikle değişiyoruz. Demek duygularımız bizi ta ruhumuza kadar değiştirme imkanına sahipler.

Müzemmil sûresinde 'çocukları ihtiyarlatan gün'den bahsedilir. Bediüzzaman I. Cihan Harbi'nin üzerindeki etkisini tefekkür ederken bu ayete müracaat eder. Evet. Hakikaten öyledir. Tecrübelerinizin yaşattığı duygu yoğunluğu şiddetlendikçe zaman algınızda kırılmalar yaşanır. Yaşadığı bir gün de olsa insana bir yıl gibi tesir eder. Tek gecede saçları ağaranlardan bahsedilir. Bu kadar hızlısını şahsen görmedim. Ama sıkıntılı bir yılında sakalları ağaranı gördüm. Bunun bendeki bir açıklaması, işte, duyguların nakış yeteneğidir. Yoğun duygular ruha daha yoğun nakışlar işler. Defteri daha hızlı doldurur. Yazılımında büyük güncellemeler yapar. Öyle ki, o şiddetli eşiği atladığınızda, kendinizi tamamen başka birisi olarak bulursunuz. Her tanıdığınız size "Ne kadar değişmişsin!" der. Zorlu taşınmaların mobilyalar üzerindeki etkisi gibidir bu.

Uzatmayayım. Kütle çekim kanunu denilen şeyi de bu sıralar 'fanilik korkusu' ile açıklamayı deniyorum. Liseden aklımda kalanlara uğradığımda nesnelerin kütleleri arttıkça daha yoğun çekim kuvvetlerine sahip olduklarını hatırlıyorum. Misalen: Güneşin çekim kuvveti dünyanınkinden epeyce yüksektir. Çünkü güneşin kütlesi dünyanınkinden epeyce fazladır. Tabii burada akılda tutulması gereken ikinci birşey de şu: Kütle hacimle aynı şey değildir. Kütle madde yoğunluğudur. (Bunun bir de formülü vardı ama şimdi hatırıma getiremedim.) Bu nedenle, hacmi daha küçük olan birşey, kütlesindeki yoğunluk sebebiyle daha çekici olabilir. Karadeliklerin gücü böyledir mesela. Bazen olur bir karadelik bir sistemi yutar. Karnı da şişmez. Afiyet olsun.

el-Kayyum ism-i şerifi bize Cenab-ı Hakkın varlığı her an devam ettirdiğini söylüyor. Yani bizler bir kerede varolduktan sonra varlığının devamında müstakillik kazanmış şeyler değiliz. Yaratılıştan bağımsızlığımızı ilan edemiyoruz. Ya? Tıpkı bir aynadaki görüntü gibiyiz. Yahut da projeksiyon cihazından yansıtılan manzaralar şeklindeyiz. Varoluşumuzun arızîliği bizi cihazın devam ettirmesine mecbur kılıyor. Elimizde yaratış yok. Kendi varlığımızı yaratamıyoruz. Sadece seçimlerde bulunuyoruz. Bizim seçimlerimize göre de projeksiyon cihazından yansıtılmalar oluyor. Hata yaparsak sorumlusu biz oluyoruz. Çünkü projeksiyon cihazı buna zorlamadı. Hayır yaparsak da yaratılışını üstümüze alamıyoruz. Çünkü sadece istedik. Yansıtan yine cihaz oldu.

Mevzuun kader-sorumluluk ilişkisine bakan yanını hızlı geçip 'fena korkusu'na geri dönelim. Lakin öncesinde meseleyi açarken bize yardımcı olacak bir metne müracaat edelim: "Küremiz hayvana benziyor. Âsâr-ı hayatı gösteriyor. Acaba yumurta kadar küçülse bir nev'i hayvan olmayacak mıdır? Veya bir mikrop küre kadar büyüse ona benzemeyecek mi? Hayatı varsa ruhu da vardır. İnsan-ı ekber olan âlem, tazammun ettiği manzume-i kâinat o derece hassasiyet ve âsâr-ı hayat gösteriyor ki, bir cesetteki âzâ, eczâ, zerrat, izhar ettikleri tesanüd, tecazüb, teavünden daha ziyade muntazam, muttarid, mükemmel âsârı gösteriyor. Acaba âlem insan kadar küçülse, yıldızları zerrat ve cevahir-i fert hükmüne geçse, o da bir hayvan-ı zîşuur olmayacak mıdır?"

Herşeyin hayattar olması ne demek? Bence birşeyin hayattar olması 'bir parça fenadan da anlamasını' zaruri kılıyor. Çünkü bir yaşayan hep yaşamayı istiyor. Canlılığı kesintiye uğramasın istiyor. Devam ettirebilmek için gayret ediyor. Mücadele ediyor. Uğraşıyor. Demek lezzet alıyor. Eğer birşeyden lezzet alıyorsanız yokluğundan da elem hissediyorsunuz demektir. Lezzet alınan birşeyin terki ister istemez bir elemi çağrıştırır. Bir boşluğa düşürür. Eksiklik hissettirir. Bitkilerin bile yüzünü güneşten başka tarafa çevirdiğinizde eksikliğini hissedip yeniden güneşe dönerler.

Varolan herşey 'her an varlıkta tutulmaya' muhtaçlarsa, ki ism-i Kayyum'um kapsamı bize böyle olduğunu hissettiriyor, o halde onların 'boşluğa düşmekten' kendilerine göre bir korkuları da vardır diyebiliriz. Tamam. Şimdiye kadar okuduğunuz fizik kitaplarının üstünden bakınca "Adamın ayakları iyicene yerden kesildi yahu!" noktasında duruyor olabilirim. Ben de Fen Lisesi mezunu olduğumdan az-çok okullarda fiziğin nasıl anlatıldığını biliyorum. (Reklamlar dinlediniz.) Fakat bilimkurgu dünyasının azıcık çakralarımızı açmış olması lazım. En azından bunu başarmalı. Yani bizler evren büyüklüğünde bir canlının içinde yaşayan küçüğün küçüğü canlılar olabiliriz. Ve o evrenin herbir parçası da bu hayattan hissedar olabilir. Varlığını sevdiği gibi yokluğundan da korkuyor olabilir. Tıpkı akyuvardan kaçan mikrop gibi bekasını istiyor olabilir. Bu da onu endişesi noktasında boğulmaktan kurtardığım çocuk gibi yapar. Çevresinde ne varsa kendisine çeker.

Tutunur. Tutunmaya çalışır. Yalnış bilmiyorsam Einstein'ın da çekim kanununa dair 'varlıkların kütlelerine göre yaptığı çökme' üzerinden bir izahı vardır. (Hatta Organize İşler'in ilk filminde Demet Akbağ bunu öğrencilerine izah ediyordu.) Bu düşme durumu başka bir boyutta fiziksel olarak vâki olabileceği gibi duygusal bağlamda düşme korkusu ile de açıklanabilir. Özetle arkadaşlar: Herşey varlığının arızîliğini içten içe sezdiği için boğulma korkusu çekiyor. Hayatı hayat kılan şey de biraz bu zaten. Vücudun tamamı kendi bütünlüğü içinde birbirine tutunuyor. Bazen de bu bütünlüğü devam ettirebilmek için çevresindekilere tutunuyor.

Bu bütün lafı gezdirmelerin ardından en nihayet duaya gelelim. Mürşidim dua hakkında diyor ki: "Duanın en güzel, en lâtîf, en leziz, en hazır meyvesi, neticesi şudur ki: Dua eden adam bilir ki, birisi var ki onun sesini dinler, derdine derman yetiştirir, ona merhamet eder. Onun kudret eli herşeye yetişir. Bu büyük dünya hanında o yalnız değil; bir Kerîm Zât var, ona bakar, ünsiyet verir. Hem onun hadsiz ihtiyâcâtını yerine getirebilir ve onun hadsiz düşmanlarını def edebilir bir Zâtın huzurunda kendini tasavvur ederek bir ferah, bir inşirah duyup, dünya kadar ağır bir yükü üzerinden atıp 'Elhamdülillah' der."

Yani arkadaşlar bizim dilimizdeki duanın bütün evreni saran bu kanunla bir ilgisi var. Hepimiz farkındalığımız miktarınca varlığımızın varedilmeye bağımlı olduğunu biliyoruz. Müstakil olmadığını seziyoruz. Küçük küçük kıyametlerden büyük kıyameti öngörüyoruz. Yaşamın devamı bu farkındalıkla örülü zaten. Bu korku da ism-i Kayyum'u dünyamıza davet ediyor. Çünkü 'her an devam ettirilmeye muhtaç olan' ister istemez 'her an ayakta tutan'a delil oluyor. Nasıl ki karadeliklerin çöküntüsü bir tutunma arzusunu besliyor; içimizdeki boşluklar da, benzeri birer çöküntü olarak, evren-insan uyumunun bir delili olarak, bizi tutunmaya götürüyor.

8. Söz'de kuyuya düşen insan temsili esasında ism-i Kayyum karşısında bütün bir evrenin halini anlatır. İnsansa bu varlıklar içinde şuurla şu halini fotoğraflayandır. Bu fotoğrafın sahnelerinden birisi de duadır. Böyle bir evren algısına sahip olan ister istemez dua eder. Kaçınılmazdır. Bu nedenle, evet, biz müslümanlar sık sık dua ederiz. Bırakınız Corona gibi küresel bir felaket için dua etmeyi, ayağımıza taş değse, onun için bile dua ederiz. Duayı küçük görenleri ise 'asıl mevzuyu kavramamakla itham ederek' küçümseriz. Yahut da deriz ki: "O hiç boşlukla tanıştırılma nimetine erişmemiştir. Çünkü içinde olunca boşluktan daha ağır birşey yoktur. Eğer bu düşme hissini tatmış olsaydı tutunma arzusunun hiçbir parçasını küçümsemezdi."

26 Mart 2020 Perşembe

Hz. Muaviye'ye 'radyallahu anh' denilmez mi? (4)

Tarih bir 'yorum-bilim'e dönüştüğünde tesbitler büyük resme talip olmaya başlarlar. Sözgelimi: Batı'nın tarih anlayışına göre, yine kendisinin tayin ettiği çağların açılıp kapanması, cisimce gayeten küçük olayların sonucu olarak gerçekleşmiştir. İlkçağın bidayeti yazının bulunmasıdır mesela. Yeniçağın başlangıcı ise İstanbul'un fethidir. Fakat, ne yazıyı bulan kişiye/kişilere ne de İstanbul'u fetheden mübarek orduya/komutana sorsanız, böyle bir niyette oldukları bilgisini onlardan alamazsınız. Evet. Onların eylerken Batılı tarihçilerce çıkarılacak sonuçlardan haberleri yoktur. Kendilerine ait niyetleri vardır. Belki biraz da öngörüleri. Ancak işin varacağı nokta tastamam hasbelkaderdir. Yani 'hesabü'l-kader'dir. Kaderin bir hesabıyladır.

Buna benzer birçok misal verilebilir ki, bir yorum-bilim olarak tarih, küçük olaylara sahiplerinin niyetçe kaldıramayacağı kadar büyük ağırlıklar yükler. İsabetsiz de değildir üstelik. Çünkü tetkikini daha büyük bir resme göre yapar. Sonuçları eylem sahiplerinin öngöremeyeceği bir genişlikte görür. Onları analiz eder. Atılan taşın dalgalarının nerelere kadar vardığını seyreder. Bütün bu okumalarının ardından da mezkûr olayları çağlarının başlangıcı olarak atar. Ha, elbette, nazarını etkileyen kendi imanıdır. İdeolojisinin öğrettiği önem sırası tayinlerde belirleyicidir. Şüphesiz bu tarihi yazan biz müslümanlar olsaydık çağların durumu bambaşka olurdu.

Bu nedenle, ben, kimilerinin 'Muaviye radyallahu anhı sevmeye engel' gibi gördüğü meşhur metni, Bediüzzaman'ın tarih okuması olarak da analiz ediyorum. Nedir? Yeniden misafir edelim: "Cemel Vak'ası denilen Hazret-i Ali ile Hazret-i Talha ve Hazret-i Zübeyr ve Âişe-i Sıddîka (rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecmaîn) arasında olan muharebe, adalet-i mahzâ ile adalet-i izafiyenin mücadelesidir. (...) Amma Hazret-i İmam-ı Ali'nin Vak'a-i Sıffin'de Hazret-i Muaviye'nin taraftarlarıyla muharebesi ise, hilâfet ve saltanatın muharebesidir. (...) Amma Hazret-i Hasan ve Hüseyin'in Emevîlere karşı mücadeleleri ise, din ile milliyet muharebesi idi."

Kısaltarak aldığım metne baktığımızda şunu görüyoruz: Bediüzzaman olayları sadece başındaki insanların niyetleriyle okumuyor. Büyük resimdeki yerlerini tayin ederek okuyor. Sözgelimi: Cemel Savaşı hakkında sahabenin 'adalet-i mahza/adalet-i izafiye' gibi kavramlar eşliğinde bir tartışma yaşadıklarına rastlamıyoruz. Allahu'l-a'lem. Zahirde görünen Osman radyallahu anhın katillerinin cezalandırılmasıdır. Harbin çıkmasının sebebi budur. Ha, evet, bu mevzuun 'adalet-i mahza/adalet-i izafiye' anlayışlarına bakan bir yanı vardır. Lakin bu daha sonraki bir meseledir. Yani Cemel'le başlayan çatlak genişleyerek iki kavramı ve peşinden sürüklenen meseleleri gündemimize sokmuştur. Öyledir. Sahabe bir konuda ihtilaf ederse ümmetin geri kalanı kıyamete kadar o konuda ittifak edemez. Temel onlardır çünkü.

Yine kaynaklarımız bize, Muaviye radyallahu anhın, değil saltanatı kurmak için Ali radyallahu anha isyan ettiğini, Sıffin Savaşı'nın ahirine kadar hilafet iddiasında dahi bulunmadığını aktarıyorlar. Hakem Olayı'nın ardından Hz. Muaviye'nin hilafet iddiası şekilleniyor. Bakınız, hâlâ hilafet, saltanat değil. Çünkü yıllar sonra Hasan radyallahu anhla da 'vefatından sonra onun yerine geçmesi' üzerine anlaşma yapıyorlar. Yani Sıffin 'saltanat kurmak' için yapılan bir savaş değil. En azından bidayetinde-nihayetinde böyle bir misyon görünmüyor. Fakat Bediüzzaman yine büyük resme bakıyor ve çatlağın ismini koyuyor: Bu iş nihayetinde saltanat-hilafet meselesinde bir kırılma noktası oluşturdu. Dediği de doğrudur. Aynen öyle oldu. Lakin işin başındaki insanların niyeti "Nasıl Ali halife olur? Ben ondan daha layığım. Babadan-oğula saltanatımı kurarım!" falan değildi. Güç tutkusu değildi. Ancak kırılma noktasını teşkil etti.

Hızlı ilerleyelim: Arkadaşlar, Ehl-i Sünnet kaynakları içinde, Muaviye radyallahu anh ile Hasan radyallahu anh arasında veya Yezit zalimi ile Hüseyin radyallahu anh mabeyninde "Sen milliyetçisin. Sen de fazla dindarsın..." gibilerinden bir diyaloğu-çekişmesi olduğunu gören/okuyan varsa lütfen benimle paylaşsın. Ben okuduğum hiçbir metinde böyle bir tartışmaya rastlamadım. Eğer saltanat iddiasıyla zulmeden birisinden bahsedilecekse, işte, o Yezit'tir. Muaviye radyallahu anh değildir. Yezit'in saltanat iddiası cisimleşmiş bir şekilde vardır. Lakin onun da saltanatının bidayetinde milliyetçilik diye bir iddiası görünmemektedir. Ancak şu var: Benî Ümeyye ile Benî Haşim arasındaki rekabetin o zalimin damarlarında dolaşması, Benî Haşim'in taraftarlarının genelde acemlerden oluşması, kavmiyetçilik milliyetçiliğin anası olduğu için, Emevilerde hakikaten böyle bir siyaseti netice vermiştir. 

Bakınız, Bediüzzaman'ın analizleri burada durmuyor, Hüseyin radyallahu anhın taraftarlarına da uzanıyor: "Hazret-i Hüseyin'in yakın taraftarları değil, fakat cemaatine iltihak eden sair milletlerde, yaralanmış gurur-u milliyeleri cihetiyle, Arap milletine karşı bir fikr-i intikam bulunması, Hazret-i Hüseyin ve taraftarlarının sâfi ve parlak mesleklerine halel verip mağlûbiyetlerine sebep olmuş." Peki, bu metni bir 'tarih yorum' olarak değil de, birebirmiş gibi okuyanlara sormazlar mı şimdi: Hz. Hüseyin'in taraftarlarıyla beraber girdiği bir savaş mı vardı ki onda mağlup olsun? Hepimizin bildiği şekilde o 'taraftarlarınca terkedildiği için' Kerbela'da katledildi. Allah orada şehid olanların makamlarını âlî kılsın. Yani o katliamda Hüseyin radyallahu anhın yanında kendi âlinden/ailesinden başka kimi vardı? Burası da bir büyük resim okumasıdır. Hilafetin saltanata mağlubiyetini anlatır.

Uzatmayayım. Mektubat'ta yeralan İkinci Sual'de değil yalnız Üçüncü Sual'de yapılan analizler de böyledir. Bediüzzaman buralarda çatlağın bidayetine bakıp nihayette vardığı şeyleri okumuştur. Tabir-i caizse İslam siyasi tarihi açısında çağ analizleri yapmıştır. Ben böyle görüyorum. Çünkü diğer türlü anlamak, en azından benim okuduğum kadarıyla, kaynaklarda bulunan bilgilerle uyuşmuyor. Özellikle Sıffin'deki savaştan önce, dediğim gibi, Muaviye radyallahu anhın ne hilafet ne de saltanat iddiası var. Hasan radyallahu anhla yaptığı anlaşmada da böyle birşey yok. Bu sanki takındığı ruhsat tutumunun götürdüğü bir yer olarak resmediliyor. Elbette bu ruhsat tutumu Sıffin'de başlıyor. Bu açıdan elbette Bediüzzaman isabetlidir.

En doğrusunu Allah bilir. Cenab-ı Hak o mübareklerin günahına girmekten kalbimizi muhafaza eylesin. Ahirette şefaatlerine nail eylesin. Bu yazılarda niyetimi hep hayır üzerine tutmaya çalışıyorum. Fakat niyeti bazen sahibine bile meçhuldür. Yaramızı Malik-i Hakiki'ye arzediyoruz. Şaşıracağımız yerde lütfetsin. Tutsun. Dostlarına düşmanlık ettirmesin. Âmin.

24 Mart 2020 Salı

Kur'an'da boşluk var mı?

Geçenlerde İbrahim sûresini okurken birşey dikkatimi çekti. Sizinle de paylaşmak istiyorum. Zira böyle şekerlere ne kadar çok dil değse o kadar tatlanırlar. Başka türlü paylaşmalar paylaştıkça paylaşılanı azaltırlar. Amma marifetullaha dair her neyi paylaşsak paylaştığımız sayısınca bereketlenir. İnşaallah. Şu da doğrudur: Zulmetli şeyler sahiplerinde kaldıkça birikirler. Amma nuranî şeyler öyle değildir. Onlar ışıldadıkça çoğalırlar. Evet. Elhamdülillah. Ancak aydınlatmasıyla güneşin hazinesi bilinir. Ben de o Rahman u Kerîm'den fehmime bağışladığı hediyeyi kardeşlerimle bereketlendirmesini dilerim. Âmin.

Fakat, bir saniye, önce sizi elinizden tutup bir parça Yunus sûresinin bahçesinde de dolaştırmalıyım. Çünkü orası da bu bala bir kaymak sürecek. Hazmına kolaylık sağlayacak. Evet. Yusuf sûresi, 'kıssaların en güzelini' aktardıktan sonra, son ayetinde âdeta bir 'sıçrama' yapıyor ve icmalî bir mealiyle buyuruyor: "Ey Rabbim! Mülkten (nasibimi) verdin ve (rüyada görülen) olayların yorumunu da öğrettin. Ey gökleri ve yeri yaratan! Sen dünyada da ahirette de benim sahibimsin. Beni müslüman olarak öldür ve beni salihler arasına kat!"

Şu karşılaştırmamı hoşgörün lüften: Biz, küçük yaşlardan itibaren, dinlediğimiz/okuduğumuz masallardan ne öğrendik şimdiye kadar? Yani, herşey en nihayet tatlıya bağlandığında, entrikalar bitip mutlu sona ulaşıldığında, zorluklar aşıldığında ne der bize beşerin kurguları: "Sonsuza dek mutlu yaşadılar!" Bütün masallar bize böyle söyler. Çünkü onlar dahi devamsız mutluluğun 'mutluluk' olmadığını bilir. Aşk-ı beka her mutlu sonun ardından ağzı kulaklarında gülümser. Arsızca diklenir. Ve hayalimizi kendine heyecanlandırır: "Beni iste. Beni de düşle. Yoksa bu mutluluğun tadı damağında kalacak!" el-Hak. Haklıdırlar da bunu söylerken. Zira, Bediüzzaman'ın da kendi çocukluğundan misal verdiği gibi, en küçük yaşlarımızda dahi mutluluğun ancak sonsuzlukla olduğunu biliriz. Tıpkı onun gibi derinlerde bir yerde "Cehennem de olsa beka isterim!" deriz. Bunu fıtratımıza söyleten hiçliğin korkusudur.

Yusuf aleyhisselamsa kıssasında böyle yapmıyor. Kıssaların en güzeli, pek de güzel bir sonla bitmesine rağmen, dilimize bir hüzün dokunduruyor. Yok. Zulmetmeyelim. Hüzün değil bu aslında. Fakat masal dinlemeye alışmış seküler kulaklarımız bu tarz neşeye yabancı. Dünyada herşeyin olup bitmesini talim etmiş nefsimiz bu ümidi yadırgıyor. Zira Yusuf aleyhisselam gamlarının hasadını tam alacağı makamda tarladan yüzünü çeviriyor: "Beni müslüman olarak öldür!"

Mürşidim, öğrencisi Hulusi Yahyagil merhuma yazdığı bir mektupta, bu kıssaya dair kalbine gelen bir nükteyi "Kur'ân'a ve imana ait herşey kıymetlidir. Zâhiren ne kadar küçük olursa olsun kıymetçe büyüktür..." diyerek paylaşıyor:

"Sair ferahlı ve saadetli kıssaların âhirindeki zevâl ve firak haberlerinin acıları ve elemi, kıssadan alınan hayalî lezzeti acılaştırıyor, kırıyor. Bahusus kemâl-i ferah ve saadet içinde bulunduğunu ihbar ettiği hengâmda mevtini ve firakını haber vermek daha elîmdir; dinleyenlere eyvah dedirtir. Halbuki şu âyet, kıssa-i Yusuf'un en parlak kısmı ki, Aziz-i Mısır olması, peder ve validesiyle görüşmesi, kardeşleriyle sevişip tanışması olan, dünyada en büyük saadetli ve ferahlı bir hengâmda, Hazret-i Yusuf'un mevtini şöyle bir surette haber veriyor ve diyor ki: Şu ferahlı ve saadetli vaziyetten daha saadetli, daha parlak bir vaziyete mazhar olmak için, Hazret-i Yusuf kendisi Cenâb-ı Haktan vefatını istedi ve vefat etti, o saadete mazhar oldu. Demek, o dünyevî lezzetli saadetten daha cazibedar bir saadet ve ferahlı bir vaziyet, kabrin arkasında vardır ki, Hazret-i Yusuf aleyhisselâm gibi hakikatbîn bir zât, o gayet lezzetli dünyevî vaziyet içinde, gayet acı olan mevti istedi, tâ öteki saadete mazhar olsun."

Yani, arkadaşım, kıssa bize bir 'sıçrama' yaptırdı. Çünkü büyük uyanışlar ancak böyle olur. Büyük metinler böyle terbiye eder. Bunların söyleyişi öyle bir zirveye ulaşmıştır ki, bir hakikati, yüz cümlede boğmazlar bizim gibi. Haybeye gezdirmezler. Bir sıçramada yüz hakikati tek cümleye sığdırırlar. Hatta bir boşluğa sığdırırlar. Boşluklarıyla da konuşurlar. Buraya sığdırılan da binlerce yıldır dinlediğimiz masalların yıkıntısıdır. Dünyanın balı bal değildir. Düşü düş değildir. Saadet bu dünya şartlarında tastamam mümkün değildir. Akıllı olan yüzünü ötenin tarlalarına çevirerek oraların hasadına talip olur. Yani, tabir-i caizse, diyebiliriz ki: Şu iki ayet arası geçiş bütün ideolojilere karşı çekilmiş bir kılıçtır. 'Kıssaların en güzeli' seküler kafaların pek de alışık olmadığı türden bir 'en güzel sona' işaret ederek hitama erer. Küçükken dinlenilen masalları da titretir bu son, büyükken ardına düşülenleri de...

Lakin sizi çok dolaştırdım. "Bir bakıp çıkacağız!" gibi söyleyip bahçede eğleştirdim. Ne yapalım? Kaleme öyle geldi. O vakit yolun kalanını kısa tutmaya çalışalım: Bismillah. İbrahim sûresinde kıssa-i İbrahim aleyhisselam anlatılırken ilginç birşey yapılıyor. Nedir? Yusuf sûresindekine benzer birşey. Bir sıçrama. Keskin bir geçiş. Bir boşluk. Şöyle: 35. ayetten itibaren İbrahim aleyhisselamın mübarek duaları aktarılmaya başlıyor. Yine çok kısacık bir mealini paylaşalım:

"Hatırla ki İbrahim şöyle demişti: Rabbim! Bu şehri (Mekke’yi) emniyetli kıl, beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut! Çünkü, onlar (putlar), insanlardan birçoğunun sapmasına sebep oldular, Rabbim. Şimdi kim bana uyarsa o bendendir. Kim de bana karşı gelirse, artık sen gerçekten çok bağışlayan, pek esirgeyensin. Ey Rabbimiz! Ey sahibimiz! Namazı dosdoğru kılmaları için ben, neslimden bir kısmını senin Beyt-i Harem’inin (Kâbe’nin) yanında, ziraat yapılmayan bir vâdiye yerleştirdim. Artık sen de insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meyledici kıl ve meyvelerden bunlara rızık ver! Umulur ki bu nimetlere şükrederler. Ey Rabbimiz! Şüphesiz ki sen bizim gizleyeceğimizi de açıklayacağımızı da bilirsin. Çünkü ne yerde ne de gökte hiçbir şey Allah’a gizli kalmaz. İhtiyar halimde bana İsmail’i ve İshak’ı lütfeden Allah’a hamdolsun! Şüphesiz Rabbim duayı işitendir. Ey Rabbim! Beni ve soyumdan gelecekleri namazı devamlı kılanlardan eyle, ey Rabbimiz! Duamı kabul et! Ey Rabbimiz! (Amellerin) hesap olunacağı gün beni, ana-babamı ve mü'minleri bağışla!"

Ve ardından sıçramanın olduğu 42. ayetin kısacık bir meali: "(Resûlüm!) Sakın, Allah’ı zalimlerin yaptıklarından habersiz sanma! Ancak, Allah onları (cezalandırmayı), korkudan gözlerin dışarı fırlayacağı bir güne erteliyor."

İşte, mürşidimin Yusuf aleyhisselam kıssası hakkında öğrettiği şeyi idrak edene kadar, ben, Kur'an'daki böyle geçişleri 'konudan konuya geçiş' gibi düşünürdüm. Yani, bir önceki konunun final ayetiyle tastamam bittiğini, yeni temayı çağrıştıran ilk ayetle de başka konuya geçildiğini kabul ederdim. Zannederdim. Artık böyle düşünmüyorum. Zira şunu farkediyorum: Boşluklar da tasarıma dahil. Sıçramalar da metnin parçası. Hakîm olan Rabbin kelamında abes birşey yok. Parçalı nüzul, peyderpey indiriliş, kitabın bütünlüğünü asla bozmuyor. Geçişler dahi metnin zenginleşmesine vesile oluyor. Âdeta bu geçişler vasıtasıyla hakikat 'olayların hakikati'den 'kanunların hakikati'ne dönüştürülüyor. Öncesinde İbrahim aleyhisselamın tecrübelerinden aldığımız marifet sonrasında zalimlerin başına inecek bir azabın deliline evriliyor. Bu 23 yıllık bir mucizedir. Bu kadar çok konudan bahseden bir kitabın böylesine bütün kalabilmesi onun beşer sözü olmadığına büyük bir delildir. İnsan bunu yapamaz.

Önceki ayetlerin mealine şöyle bir bakınız mesela. Ben onlarda İbrahim aleyhisselamın kabul olmuş dualarını görüyorum. Bunların bir kısmına kendisi bizzat şahit olmuş. Diğer bir kısmına Ahirzaman Nebisi aleyhissalatuvesselamın gelişiyle bizler şahit olmuşuz. Bu durum evvelemirde onun tecrübeleri üzerinden şunu izah ediyor: "Şüphesiz Rabbim duayı işitendir!" Evet. İbrahim aleyhisselamın kabul olmuş duaları bu durumun apaçık delilidir. Peki daha başka?

Böyle kıssaları dinlerken insan kendi hayatındaki izdüşümlerini de arayıp buluyor. Benzer şekilde kabul edilmiş dualarıyla karşılaştırıyor. Bazen de ilk kez bu kıssalar vesilesiyle karşılaşıyor. Daha önce hakkında düşünmemiş. Tefekkür etmemiş. Onları da birer şuhudî ayet olarak bu ayetlere bağlıyor. Yani sanki bu duaların ardında bizim tecrübelerimizin de zikri var. Peki daha daha başka?

Bu duaların kabulü hakikati içinde bize birçok ikram da görünüyor. Nasıl? Belki biraz şöyle: Duaları işiten Allah'ın bir delili de 'nimetler bağışlayan' olmasıdır. Bizim Rabbimiz yarattıklarına ilgili bir Rabdir. Sadece işitmekle yetinmez. Deistlerin bâtıl tasavvurları gibi değildir. İster istidadî, ister ızdırarî, ister fiilî, ister kavlî tüm duaların münasip karşılıklara erişmesi Rabbimizin ilgisizlikten münezzeh olduğunu da hatırlatır. Ve en nihayet sıçramayla verilen derse geldik: Yarattıklarına bu kadar ilgili olan Allah, zalimlerin yaptıklarından ne habersizdir, ne de onları karşılıksız bırakır. Sadece bir hikmetle bekletir. Tıpkı İbrahim aleyhisselama oğul vermeyi ilerleyen yaşına ertelediği gibi.

Arkadaşım, işte, kalbime gelen buydu. Tekrar altını çiziyorum: Değerini bilirsek Bediüzzaman'ın öğrettiği enfes birşeydir. Sadece ayetleri değil, aralarındaki boşlukları, sıçramaları dahi anlamın parçasına dönüştürür. Zaten grafikerler ne derler sen de bilirsin: Tasarım boşluk yönetimidir. Sadece doldurmak değildir yani. Düşünsene: Hiçbir yıldız gözümüze yersiz görünmüyor. Çünkü onları bir bütünün parçaları olarak izleyebiliyoruz. Kur'an'da da bunu yakalamalıyız. O zaman Bediüzzaman'ın 13. Söz'de işaret ettiği 'intizamsızlık içinde kemâl-i intizam'ı bir parça anlayabiliriz. İnşaallah. Allah'tan böyle olmayı dileyelim arkadaşım. Çünkü o zaman hangi ayete baksak, sadece bir ayet değil, bir galaksi göreceğiz. Yeter ki dilenci istemeyi bilsin. O Sultan duaları işiticidir.

21 Mart 2020 Cumartesi

Hz. Muaviye'ye 'radyallahu anh' denilmez mi? (3)

"Ömer İbnu'l-Hattab (r.a.), Umeyr İbnu Sa'd'ı Humus valiliğinden azledince, yerine Hz. Muaviye'yi (r.a.) tayin etti. Halk: Umeyr'i azledip Muaviye'yi mi tayin etti, diye mırıldandı. Umeyr (r.a.) ise: Muaviye'yi hayırla yâdedin. Zira ben Resulullah aleyhissalatuvesselamın 'Allahım onunla (insanlara) hidayetini ulaştır!' dediğini duydum, dedi." Kütüb-i Sitte, Hadis No: 4478

Arkadaşlar, evvelki yazılarıma yapılan bazı yorumlardan ötürü, daha başlarken bir noktayı açıklığa kavuşturmak istiyorum: Hz. Muaviye'nin 'radyallahu anh' denileceklerden olduğu 'şu ahirzamana kadar' Ehl-i Sünnet mabeyninde 'netameli' bulunmuş bir konu değildir. Mevzuun gerek İmam-ı Gazalî'nin İhya'sında, gerek İmam-ı Rabbanî'nin Mektubat'ında ve gerekse diğer makbul/muteber kaynaklarımızda nasıl ele alındığını incelerseniz 'netameli' hiçbir noktaya rastlayamazsınız. Hz. Muaviye'nin bir sahabi olarak 'hürmete layık olduğu' gayet açıktır. İttifakla da beyanlıdır. Ulemamızın bu meseleyi medar-ı bahs etmeleri, kendi aralarında tartışma konusu olduğundan değil, şia vb. bid'a fırkaların mü'minlerin kafalarını/kalplerini karıştırmalarına engel olmak içindir. Elhamdülillah. İşte biz de bugün o salih seleflerimizin izlerini takip ediyoruz. Rabbim, ne bu dünyada ne ötekisinde, dudaklarımızı ayak izlerinden kaldırmasın. Âmin.

Bediüzzaman'ın da bu müceddidler kervanının bir halkası olduğunu hatırlarsak, elbette, ondan da bu hak yoldan başkası sâdır olmaz. Başka muradı olamaz. Zaten, hemen bir önceki yazıda bir parça analiz ettiğimiz, Hz. Ali radyallahu anhın duruşunu 'azimet' Hz. Muaviye radyallahu anhın duruşunu ise 'ruhsat' noktasında ele alması, 'her ikisini de' İslam dairesi içinde gördüğünün delillerinden birisidir. Mezkûr kavramlar hakkında küçük bir özet geçersem: Azimet 'asıl hüküm'dür. Ruhsatsa şartlarına bağlı olarak uygulanabilecek 'geçici kolaylık'tır. Sözgelimi: Domuz eti yemek normal şartlarda haramdır. Fakat zorunluluk oluştuğunda, ölüm tehlikesiyle karşılaşıldığında, zaruret miktarı kadar yemek ruhsatlıdır. Bediüzzaman'ın Hz. Muaviye radyallahu anhın seçimi hakkında yaptığı analiz de budur: "Hazret-i Muaviye ve taraftarları ise, hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeyi saltanat siyasetleriyle takviye etmek için azimeti bırakıp ruhsatı iltizam ettiler, siyaset âleminde kendilerini mecbur zannedip ruhsatı tercih ettiler, hataya düştüler."

İleride, inşaallah, konuyla ilgili diğer metinleri incelerken de göreceğiz: Bediüzzaman'ın, doğrudan veya dolaylı olarak, Hz. Muaviye radyallahu anhı dışlayan, suçlayan, tezyif eden, hakaretamiz hiçbir ifadesi yoktur. Kendisi hakkında hem 'hazreti' hem de 'radyallahu anh' ifadelerini kullandığı sabittir. Bugün, güya Ehl-i Beyt sevgisi namına veya aşk-ı demokrasi ile Hz. Muaviye düşmanlığı yapanlar, Bediüzzaman'ın berrak metinlerini kirli gayelerinin aracı kılmaya çalışmaktadırlar. Bunlara karşı Üstadımızı ve Nurlarını korumak elbette vazifemizdir. Ben de vazifem bilirim. Talebeliğimin hakkını verebilmek için de beyan ederim. Yaptığımın 'ihtilaf çıkarmak'la bir ilgisi yoktur. Böyle mevzulardan ihtilaf çıkıyorsa muhalefet edenler düşünmelidir.

Mustafa Kemal'in kızıp "Aramıza ihtilaf verdin!" demesi Bediüzzaman'ı namaz davasından vazgeçirebildi mi? Hatırımızda yanlış kalmasın. Haklı olanlar vazgeçmez arkadaşlar. Kuvvet haktadır. Yanlışta olanlar hatalarını görüp vazgeçmeliler. Evet. Biz de ittifak istiyoruz. Amma 'hakta ittifak' istiyoruz. Ehakta ihtilafa açığız diye bâtılı da koynumuza alıp saracak değiliz. Sahabeye tân edenler ise elbette ki bâtıldır.

Şimdi, ihtilaf mevzuunu ardımızda bırakarak, Mustafa Özel Hoca'nın Roman Diliyle Siyaset kitabına götürmek istiyorum sizleri. Bu metni önemsiyorum. Zira belki kimilerimizde varolan 'saltanat düşmanlığı' bu satırlarla birlikte bir parça zail olacak. Veyahut bir parça anlayış/empati kalplerimize dolacak. Çünkü Mustafa Hoca da aynı yollardan geçmiş. Onun bu noktada fikrini değiştiren ise merhum Cemil Meriç olmuş:

"Gençlik yıllarımın yüksek gerilim hatlarından biri, kalbim Osmanlı diye çarparken, aklımın Cumhuriyet'ten yana olmasıydı. Atalarımız 'büyük işler' başarmış ve hayal edebildiğim kadarıyla 'âdil bir yönetim tarzı' geliştirmiş olsalar da, bir fikir olarak cumhuriyet bana daha sıcak, daha insanî geliyordu. Halkın kendi kendini yönetmesi, çoğunluğun (cumhurun) yönetime aktif katılımı ve kendi reisini seçmesi sultanlıktan, tek kişi veya zümre yönetimlerinden daha iyi olmalıydı!

Cemil Meriç'le sohbetlerimiz meseleyi zihnimde 'tarihselleştirmeye' yaradı. Tarihsel şartların her türlü yönetime müsait olmayabileceğini; meselenin yönetim biçiminden çok, içerik ve ilkeleri olduğunu... kavradım. Herhangi bir zaman ve/veya mekanda, halkın yönetime doğrudan katılımı için hızlı ulaşım ve iletişim şarttı. Dolayısıyla zaman-ı kadîmde katılımcı yönetişim ancak bir şehrin sınırları dahilinde mümkün olabilir. Mesela: Olsa olsa Atina veya Medine demokrasilerinden söz edebilirdik. Yönetilen alan genişledikçe, demokrasi fiilî bir imkansızlık haline geliyordu.

Ayrıca her türlü yönetimin iyi ve kötü uygulamaları vardı. Aristo ta 2400 yıl önce iyi tek-kişi yönetimlerine 'monarşi' derken, kötüsüne 'tiranlık' dememiş miydi? Keza, iyi azınlık yönetimi 'aristokrasi' kötüsü 'oligarşi.' İyi çoğunluk yönetimi 'politeia' kötüsü 'demokrasi.' İyi olmanın başlıca kıstası, nalıncı keseri gibi hep kendine yontmamak, halkın refah ve huzurunu kendi çıkarlarına tercih etmekti. Aristo'nun 'olumsuz demokrasi' tasavvurunun günümüzdeki 'demokrasilerin' onda dokuzuna uygulanabileceğine hiç şüphe yok. Politeia ise halka ve yasaya gerçekten saygılı demokrasi demektir ki aramakla bulunmaz!"


Bu metinden hareketle düşünelim şimdi. İktidar yaklaşımımızı ne belirliyor? Kur'an'ın emir buyurduğu gibi meşveret, adalet, merhamet vs. gibi değerler mi? Yoksa biz de Batı'dan sipariş edilen hazır şablonlar üzerinde mi 'iyimizi/kötümüzü' şekillendiriyoruz? Okuyanlar anımsayacaktır: Bediüzzaman sonrasında maruz kalınan yönetimler yanında II. Abdülhamid merhumun saltanat dönemini 'yanlış hedef' olarak işaretler: "Zannederim, asr-ı âhirde İslâm ve Türk hürriyetperverleri, bir hiss-i kablelvuku ile bu dehşetli istibdadı hissederek oklar atıp hücum etmişler. Fakat çok aldanıp yanlış bir hedef ve hatâ bir cephede hücum göstermişler." Başka bir yerde de Namık Kemal merhumun II. Abdülhamid'e söylediği şiiri 'Şu hürriyet perdesi altında müthiş bir istibdadı taşıyan şu asrın gaddar yüzüne çarpılmaya lâyık iken ve halbuki o tokada müstehak olmayan gayet mühim bir zâtın yanlış olarak yüzüne savrulan kâmilâne şu söz...' olarak zikreder. Peki bütün bu uyarılarla mürşidimizin bizi ayıltmaya çalıştığı şey nedir?

Mevzu tek başına bir 'sistem' meselesi değildir. Saltanatın yerine büyük umutlarla gelen meşrutiyet de 'tek parti diktasına' uygun bir şekle sokulabilir. Belki biraz da bu yüzden Kur'an ve sünnet bize herbir yanı belirgin bir devlet sistemi öğretmez. Devletin halkına karşı gözetmesi gereken şeylerin altını çizer. Ancak bu sistemin içeriğine dair naslarımızda kesinleşmiş şablonlar bulamayız. Zira İslamî yönetim şablon işi değildir. Hem bir miktar zamana, sosyolojiye veya imkana bağlı da birşeydir. Şartlar elverdiğince geliştirilecektir veya uygulanabilecektir veyahut geliştirilerek uygulanabilecektir. Evet. Kaynaklarımız bize Hz. Muaviye radyallahu anhın Sıffin Savaşı ahirindeki belirsizlik ortamı oluşuncaya kadar hilafet iddiasında bulunmadığını söylüyorlar. Başlarda o da, tıpkı Hz. Aişe, Hz. Talha ve Hz. Zübeyir radyallahu anhum ecmain gibi Hz. Osman'ın katillerinin bulunması için isyan etmişti. Yanlış bir içtihad ile savaşa girmişti. Fakat Sıffin Savaşı'nın bidayetinde hilafet iddiası yoktu. Nihayetinde bu iddia şekillendi.

Zamanını nasıl okudu bilemiyoruz. Fakat Hz. Osman radyallahu anhın katliyle başlayan fitne sürecinde fetihlerin durduğunu, müslümanların bütün enerjisini iç kargaşaların yönettiğini, gayet iyi biliyoruz. Şaşırmayalım. Bu sürecin son buluşu Hz. Muaviye ile Hz. Hasan'ın arasındaki anlaşmayla oluyor. O zaman dahi Muaviye radyallahu anhın niyeti saltanat değil. Hz. Hasan'la yaptığı anlaşmada vefatından sonra onun geçmesi maddesi var. Ancak, dediğim gibi, hayat sürüyor. Yanlış veya doğru. Zamanını okumaya devam ediyor. Ve yine bir içtihad neticesi 'hilafeti saltanatla aşılamak gerektiğine' karar veriyor. Fakat bu kesinlikle güç tutkusundan doğmuyor. O da kendince İslam'ın bekasını burada görüyor. Kanaatinde yalnız da değil üstelik.

Kusurlu bir misal olmakla birlikte kullanmaktan çekinmeyeceğim: Nasıl bugün bir hükümet parlamenter sistemi 'devletin işleyişini zorlaştırdığı için' tüm demokrasi temalı eleştirilere rağmen 'başkanlık sistemine' çevirebiliyor; aynen öyle de; Muaviye radyallahu anh da yaşanan fitnelerin hitamını 'hilafeti saltanatla aşılamakta' görüyor. "Yanlıştı!" diyebiliriz. Ehl-i Sünnet uleması da diyor zaten. Ama artniyetli bir iş değildi.

İfrat etmeyelim. Bugün İstanbul'da misafiri olduğumuz Ebu Eyyüb el-Ensarî Hazretleri dahi Yezit'in ordusuyla buralara kadar gelmiş, şehit olmuş, bizi beklemiş. Eğer, bu hilafet-saltanat meselesinde haddimizi aşarsak, kemlik edersek, böylesi çok güzide sahabiyi inciteceğiz. Onlar kendi zamanlarında hakikatin hakkını verdiler. Hatalarıyla-sevaplarıyla ellerinden geldiğince doğruyu yapmaya çalıştılar. Bugünden bakıp asıp-kesmek, onlara yol-yordam öğretmek, hâşâ, haddimiz değil. Hakkımız da değil. Böyle yapanlar ahiretleriyle oynuyorlar. Ben de bu yazıları "Aman öylelerden olmayalım!" diye yazıyorum. Yoksa ihtilaf çıkarmakla falan işim yok. Allah korusun.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...