14 Mart 2022 Pazartesi

Şiirin senedi kesiktir

Şair şiiri yazar. Fakat 'nasıl yazıldığını' anlatamaz. Formüle edemez. Şablona dökemez. Elbette sanatının hangi şartlar altında eylendiğini nakledebilir. Hangi duyguların oluşum sürecinin evvelinde yaşandığını aktarabilir. Ama bunlar hep asıl meseleden kopuk açıklamalardır. Senedi kesiktir. Aynanın üzerindeki yansımayı açıklaması gibidir. Nasıl şair olunur? Bir şiir nasıl yaratılır? Neyi-neye-ne oranda katarsak şiir olur? Şair bunu bilemez. İçinde dönenleri teşhis edemez. 'Kün' emriyle gelene şahit olur sadece. Cevaben zikrettikleri 'uygun hale gelme' duasından ibaret kalır. 

Belki yakınını kaybetmiştir. Belki yolculuğa çıkmıştır. Belki havanın kapalı olması kadar bir basitlik saiklerden olmuştur. Tamam. Amenna. Lakin bunlardan hiçbirisi "Bir şiir nasıl yaratılır?" sorusunun cevabı değildir. Zaten  "Bir şiir nasıl yaratılır?" sorusunun cevabı netleşse şairliğin sanatı da kalmaz. Âdileşir. Matematik olur. Deneysel bir mesele haline gelir. Şartlarını yerine getirmekle fasulyenin yeşermesine şahit olan çocuklar pek kolay şiir yazmayı da başarabilirler. Yani başarabilirlerdi. Eğer sahiden "Bir şiir nasıl yaratılır?" sorusunun cevabı bilinseydi. Bilinmiyor. Bu yüzden şair de her istediğinde şiir yaratamıyor. Ancak kolluyor. Bekliyor. Avlıyor. Hapsediyor.

Bunu bir tesbit yapabilecek ilme sahip değilim. Ancak göğsümdeki manayı aktarmadan tutabilecek sabır da bende bulunmuyor. O yüzden sanrımı fâş ediyorum: Bediüzzaman'ın Risale-i Nur'u 'sünûhat' olarak tarif etmesinin bir hikmeti de böyle bir eksenden okunabilir gibime geliyor. Nasıl? Daha öncesinde: Neden 'ilham' demek yeterli değil? Ona bir bakalım. Çünkü (ve de belki) ilhamın doğasında şiire benzer birşeyler var. Yapabilirsiniz. Ama nasıl yapıldığını izah edemezsiniz. Vesile olursunuz. Sahip olamazsınız. Formüle edemezsiniz. Sünûhatta ise gittiğiniz yolu da öğretebilirsiniz. Ardınızdan gelenler "Bu noktaya nasıl vardı yahu?" demezler. Aynı yoldan gelebilirler. Basamaksız merdiven değildir. Fasulyeleri yeşerten Allah'tır. Ama çocukların bile başarabileceği bir duasını hepimize öğretmiştir. 

Mürşidimiz de bize akaid-i imaniyeyi isbatta bir yol öğretmiştir. Sadece malzeme vermemiştir. Yeni malzemeler üretecek bir kafa da bağışlamıştır. Evet. Bir şairin şiirlerini sevenler o şiirin nasıl yazıldığını bilmeyebilirler. Hatta ömürleri boyunca hiç şiir de yazmayabilirler. Beceremeyebilirler. Fakat nur talebelerinin mürşidlerinin metinleriyle ilişkileri öyle değildir. Onlar oradan bir bakış açısı, kafa-gönül açısı, 'tefekkür açısı' alırlar. Ve yollarına artık bununla devam ederler. Seyahat boyunca malzemeyi çoğaltırlar. İster-istemez yaparlar bunu. Kendi dilleriyle-düşünüşleriyle bir çeşni katarlar metinlere. O meşhur hikâyenin deyişiyle: Balık tutmasını da öğrenirler.

Sonsuzluk Teorisi'nde Srinivasa Ramanujan'la hocası Prof. Hardy arasında geçen bir tartışma vardı. İzleyenler hatırlayacaklar. Prof. Hardy bir dehayla karşı karşıya olduğunu biliyordu. En karmaşık problemler Ramanujan'a çocuk oyuncağı gibi geliyordu. Lakin şöyle bir eksiği vardı öğrencisinin: Formülleri hangi yolla keşfettiğini anlatamıyordu. Hem uğraşmak istemiyordu hem de belki bunu beceremiyordu. Yalnızca cevapları biliyordu. Âdeta ilhamla matematik yapıyor gibiydi. Fakat hocası böyle bilim yapılamayacağını söylüyordu. Çünkü bilimadamları 'nasıl yapıldığını' da bilmek isterlerdi. İsbatını görmeden formülün geçerliliğini kabul edemezlerdi. Hangi gidişatla bu formüle varıldığı gösterilmeliydi.

En doğrusunu Allah bilir. Ben bu tartışmaları 'ilham' ile 'sünûhat' meselesi ayrımında kendimce bir yere koyuyorum. Bediüzzaman vardığı zirvelerden 'nasıl oraya varıldığı bilinmeyecek' şekilde konuşmuyor. Bize yolunu öğreterek konuşuyor. Bu yüzden eserlerini okuyanlar yollarını kolaylaştırır alışkanlıklar kazanıyorlar. Mesela: Çabuk misal verme yeteneği yerleşiyor. Bir konuyu açıklarken örnek toplamada/üretmede nur talebelerinin topluca geliştirdikleri bir kabiliyet olduğu görmezden gelinemez. Bence bu da işte 'nasıl vardığını bilmekle' ilgili. Hatta, öyle ki, bazı meseleleri neden 'bildiği halde yazamadığını' mürşidimiz şöyle açıklıyor: "(...) ben görüyorum, fakat herkese ve umuma gösteremiyorum." Daha güzelini ise miraca dair bir bahiste Aleyhissalatuvesselam Efendimiz hakkında okuyoruz: 

"(...) zât-ı Ahmediye aleyhissalâtü vesselâm o yolu açmış, velâyetiyle gitmiş, risaletiyle dönmüş ve kapıyı da açık bırakmış. Arkasındaki evliya-yı ümmeti, ruh ve kalble, o cadde-i nuranîde, Mirac-ı Nebevînin gölgesinde seyr ü sülûk edip istidatlarına göre makamat-ı âliyeye çıkıyorlar."

Arkadaşım, bir yola gitmen mesele değil, herkes bir yerlere yolculuk ediyor. Hayat biteviye bir yürüyüş zaten. Mesele: Arkanda hayırlı bir kapı bırakmak. Ve kapıyı açık bırakmak. Eğer bunu becerebilirsen 'güzel bir çığır açanlar'dan olursun. Hem hatırla ki: Kur'an-ı Hakîm kendisini şiir olmaktan nasıl şiddetle teberri ediyor! Onun nuranî buyruğuna bu hikmetin penceresinden de bakamaz mıyız: Kur'an bize gidilmeyecek bir yol göstermiyor. Hâşâ. Elbette beyanını taklidimiz mümkün değil. Lakin o beyanın anlattığı mana yürünmeyecek bir yol da değil. Kapısı açık. İrşadı hep diri. Nasihati taze. Tesiri aziz. Zaten bu sayede binbeşyüz yılı aşkın zamandır âşıklarının elinden düşmüyor. Hatta zaman ihtiyarladıkça Furkan gençleşiyor. Çünkü sonsuza yolculuk kesilmiyor. Bizi yolcusu kılan Allah'a hamdolsun.


1 Şubat 2022 Salı

Bu yol Mehmet Görmez'i nereye götürür? (2)

Mehmet Görmez'in malum beyanı üzerine itirazlarımdan olan "Bu sıradan insanın kendisini Allah ile Peygamberi (a.s.m.) arasında hakem tayin etmesidir!" cümlemi bir parça daha açmak istiyorum. Cenab-ı Hak tevfikini refik eylesin. 

Şöyle bir yerden kapıyı aralayacağım:

 Hatırlayalım: Biz, yani standart sünni müslümanlar, hadislerin fem-i mübarekten sâdır oluş sürecine nasıl bakıyoruz? "Canı ne isterse onu söylerdi!" mi diyoruz? Yoksa "Alîm-i Mutlak'ın kontrolü altındaydı!" mı diyoruz? Abese sûresi gibi misaller öğretiyor ki denetleniyordu. Zaten din-i mübîne dair beyanlarında Efendimiz aleyhissalatuvesselam ya 'vahy-i metluv' ile yahut da 'vahy-i gayr-i metluv' ile söz söylerdi. Hevasından konuşmazdı. (Bunu bize haber veren de yine Kur'an'dır.) Fakat bunun dışındaki muamelatında da gayet kontrol altındaydı. Murad-ı İlahîye uygun olmayan sözde/tavırda uyarılırdı. 

Yani? Hadislerin beyan oluş süreci zaten, Kur'an'a arzı bırakın, bizzat Kelamullahın Sahibi celle celaluhu tarafından denetlenmekteydi. Bu hadisler böyle bir süreç hıfzında beyan edildiler. Bizzat Kadîr-i Zülcelal'in kontrolünde söylendiler. 

Biz, yani standart sünni müslümanlar, 'senedi sahih' hadisten bahsettiğimiz zaman, bu süreçten geçmiş kelam-ı mübareklerden bahsederiz. Hâşâ, sellemehüsselam ağızdan çıkmış beyanlardan bahsetmeyiz. Bu nedenle onları artık hadislikten azledemeyiz. (Böyle bir yetki uhdemize bırakılmış değildir.) Ancak, müşkülatı varsa, anlaşılması zorsa, İslam'ın bütünündeki muhkem ruhla çözmeye çalışırız. Ulemamız da, sahabeden bu yana, hep bu yolu takip etmişlerdir. Sorun yaşamamışlardır. Allah onlardan razı olsun. 

Şimdilerdeyse ahirzaman müslümanı, hadislerin ortaya çıkış sürecinde zaten böyle bir kontrol mekanizması yokmuş gibi/imâsıyla, yeniden bir arz-onay süreci başlatmak istiyor. Bu daha başta ithamlı bir tavırdır. Neden ithamlı bir tavırdır? Çünkü ya, 1) hâşâ, Alîm-i Mutlak olan Allah'ın Habib-i Edîbi aleyhissalatuvesselamı yeterince sıkı kontrol etmediğini imâ etmektedir; yahut da 2) hadis ilminin güvenilirlik sistemini kendince beğenmemektedir.

Üçüncü bir ihtimal daha var ki insan onu söylemekten hayâ ediyor: Veyahut da bunlar, Aleyhissalatuvesselamın, katakulle ile Allah'ın muradı olmayan beyanları da dine dair tedrisi içine sokuşturduğunu söylemektedirler. Hâşâ. İthamların şu üç ihtimalini de yüzbin kere reddederiz. İşte 'Allah ile Peygamberi arasında hakemlik' tanımlamam burada doğuyor. Çünkü yapılmaya niyetlenen işlem tarafların her ikisine de "Bakalım olmuş mu?" demek manası içeriyor. Standart sünni müslüman böyle bir yetkiye sahip olduğuna da inanmaz. 

Evet. Bunlar âdeta, vahyin nüzûl sürecinde, hadislerin sudûr ve nakil sürecinde, yaşanan kontrolü yeterli bulmuyor gibi, yeni bir hakemlik ihtiyacı iddiasıyla ortaya çıkıyorlar. Fakat bu hakemlerin her yanı arzî. Semadan haberleri kesik. Hadisi tahlil ederken, onları Kur'an'la tokuştururken, Allah'tan bir vahy-i gayr-ı metluv yardımı görmeleri mümkün değil. Ya ne olacak? Kendileri Kur'an'la, hâşâ, bir Allah olacaklar. Peygamberlerinin beyanlarını eleyecekler. Yanlışların(!) üzerini çizecekler. Halbuki, en başa dönersek, Kur'an'ın senedi sahih kimi hadislerle çeliştiği sabit mi? Bu konuda kanaatler kat'î mi? Ulemamızdan nakledilen öyle güzide metinler var ki yeni nesil ahirzaman hocalarının 'çelişki' dediklerini ilmek ilmek açıyor. "Yok öyle birşey!" diyor. Gösteriyor. Onların fehmi Kur'anî sayılmayacak da bunlarınki mi Kur'an'a vekillik edecek? Züccaciyeye giren fildir bunlar, vesselam. 

Ya Rabbi sen bizim ayaklarımızı istikametten ayırma, âmin.

30 Ocak 2022 Pazar

Bu yol Mehmet Görmez'i nereye götürür?

Eski Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez'e atfen böyle bir söz dolaşıyor: "Bir hadisin isnadı ne kadar sahih olursa olsun, metninde aranması gereken ilk özellik, Kur'an'a uygun olup olmadığıdır." Kanaatimce bu çok kusurlu bir yaklaşımdır. Sıradan insanın kendisini Allah ile Peygamberi (a.s.m.) arasında hakem tayin etmesidir. Neden böyle söyledim? Çünkü Kur'an'a uygunluktan bahsedildiği zaman, kimse Kur'an'ı vahyeden Allah'ın ilmine, yani o kelamdan kastettiği muradın katmanlarına tastamam sahip olamayacağından, (esasında 'Allah' olamayacağından) aslında bahsedilen şey "Benim Kur'an'dan anladığıma uygun mudur?" zeminine inecektir-düşecektir. 

"Anladığıma uygun mudur?" denildiği anda da âdemoğlu kendisini Allah ile Peygamberi (a.s.m.) arasında hakem tayin etmiş olarak bulur. Doğrusu şu olmalıdır gibi geliyor bana: Senedi sahih rivayeti anlamada müşkülat çekiliyorsa müteşabihler muhkemlere havale edilmelidir. (Nitekim Kur'an'daki müşkülat hakkında uygulanan kaide de budur.) Elhamdülillah. Aleyhissalatuvesselamdan sahih rivayet bir tane değildir. Binlercedir. Onbinlercedir. Onlarda görünen mizac-ı beyan-ı mübareki ortadadır. 

Bütünlükte görülen ruh parçalarda boğulmayı önler. 'Aşırı yorum' tehlikesi varsa metnin bütünlüğü zaten bizim kurtarıcımızdır. Peki bu ne demek? Umberto Eco'nun Yorum ve Aşırı Yorum'da isabetle dikkat çektiği birşey: Bir yazar, sözgelimi 'komünizmi yermek' niyetiyle bir kitap kaleme almışsa, içinden hiçbir parça kesilerek "Bu yazar komünizmi çok severdi!" denilemez. Çünkü metnin bütünlüğü çerçeveyi oynanmaz kılar. 

Şimdi soralım: Aleyhissalatuvesselamın hadislerinin bütünlüğü, ehl-i sünnet simasında yansıyan o pâk güzellik, müşküle düştüğümüz rivayetleri aydınlatmaya yetmiyor mu? Ulemamızın kütüphaneler dolduran izahları kâfi gelmiyor mu? Neden önce onlara müracaat etmek yerine Kur'an'a, aslında ondan bizim anladığımıza, gidiyoruz? Bu sıçrama neden? 

Bu sıçramanın niyeti, suizannımca, iki amaca dayanıyor: 1) Önce Kur'an sünnetsiz bırakılarak, geometrik ifadesiyle, iki noktadan geçen tek bir doğruyken, tek bir noktadan geçebilecek çok sayıda doğruya döndürülüyor. Cevamiü'l-kelîmliği mizansız suistimal edilmek isteniyor. 2) Niyet hadis dövmek olduğu için, onların yeri de ümmet nazarında pek yüksek bulunduğundan, çocukların güç yetiremedikleri hasma karşı abilerini çağırmaları nevinden, hadis-i Resulullah'a karşı kelamullah çağrılıyor. Hadis hadislere arzedilmiyor. Bu yapılırsa galip gelecek yine hadis çünkü. Halbuki galip gelmesi değil kaybetmesi umuluyor.

Yukarıdaki misali de biraz açalım. Geometride temel öğretilerden birisidir: Birbirinin aynı olmayan iki noktadan yalnızca tek doğru geçer. Tek bir noktadan ise sayısız doğru geçebilir. Ben bunu sünnetin Kur'an yanındaki fonksiyonunu anlamada çok yardımcı bir misal olarak görüyorum. Aynısını yapıyor çünkü. Kur'an bir nokta. Üstelik cevâmiü'l-kelîm özelliği var. Vahyin beyanları 'Çok anlama gelebilir' nitelikte. Bediüzzaman'ın tabiriyle: Kısa söylemiş ta uzun olsun. Bu da içinden çok sayıda doğru geçebilir hale getiriyor. (Bid'a fırkaların tarihteki serencamı durumun şahididir.) Sünnet ise ikinci nokta. Onu da koyduğunuz zaman doğru tekleşiyor. Hep ekalliyette kalmış gayrısının rağmına ehl-i sünnetin ana omurgalığını devam ettirmesi bu iki nokta sayesindedir. 

Şimdi, bütün bu tecrübeyi bir kenara bırakarak, hadisleri silbaştan tartışmaya açarsanız, Kur'an zaten hadislerle anlaşılıyor, ikinci noktayı uçurursunuz. Bindiğiniz dalı kesersiniz. Hatanın haritasını takip edelim: Hangisinin hadis olduğu nasıl anlaşılacak? Kur'an'a sorularak. İyi de Kur'an hadislerle anlaşılıyor. Sözgelimi: Namazla ilgili hadisleri Kur'an'a sorarsak, Kur'an'daki namazla ilgili ayetler bu hadislerle anlaşılıyor, Kur'an'ı anlamanın yolunu kendimiz budamış olmaz mıyız? 

Adam oturuyor hadislerin başına, "Kur'an'da şu yok, bu yok, o yok!" diye Kasap Haydo gibi doğruyor. Yahu Kur'an'da göremediklerin tamam olsun diye o hadisler bildirildi. Göremediklerin üzerinden onları eleyesin diye değil. Bu mantık(!) otomatikman sünneti Kur'an'a risk algılıyor. Bunu da bir misalle açmak isterim. Diyelim: Bize bir kullanma kılavuzu verilmiş. Bir de yardımcı kılavuz verilmiş. İkincinin verilme nedeni birinciyi doğru anlamak. Sen tutup "Birincide olmayan şeyler var!" diye ikinciyi çöpe atarsan ahmaklığın cetvelle ölçülmez olur. Cenab-ı Hak öylelerden olmaktan cümlemizi muhafaza eylesin. Âmin.


22 Ocak 2022 Cumartesi

Cihat Kısa dilimizi neden anlamıyor?

Not: Bu bir yazı olarak kaleme alınmadı. Twitter'da meramımı anlatmaya çalışırken iş uzadı. Hacmi genişledi. Bir yazı sûretine büründü. Sûreti hatırına bloga da eklendi. Okuyanların bu gözle kusurumuzu bağışlamalarını dileriz.

Psikoloji-sosyoloji vb. bilimdalları da, tıpkı diğerleri gibi, sekülerleştirme arızalarından beri değildir. Üstelik bu bilimdallarında yorum diğerlerinden de aşkın bir fonksiyona sahiptir. Dini onlarla 'anlamlandırmaya' çalışmak semavî olanı arzîleştirmek sakıncasını doğurur. 'Sakınca' ile neyi kastediyorum? Seküler bilimlerin özelliği yaratıcıyı eşya içinde aramaktır. 'İktiran' zincirlerini 'hilkat' zinciri olarak tanımlamaktır. Sekülerizm herşeyin yaratıcısını yanında arar. 'Eşyadan aşkın yaratıcı' mümkün mertebe kaçtığı bir açıklamadır. 

Elmayı yaratan kimdir? Bunun cevabı İslam'da Allah'tır. Çünkü elmanın yaratılışını ancak bir ilah kaldırır. Ama botanik size bunun 'ağaç' veya 'ağaç-güneş-toprak ittifakı' olduğunu söyler. Cevabının haklılığını da saha verisiyle desteklemeye çalışır. Ağaç ekilirse elma verir. Ağacın ekilirse elmayı vermesi İslam'da yaratılışın kendisini açıklamaya yetmez. Bu 'hilkatin iktiran boyutunun' veya 'esbap dairesindeki tezahürünün' görünüşüdür. Şahitliğimize sığan kısmın 'işleyişi'dir. İşleyiştir. Yaratılış değildir. Yaratmaksa herşeyi kaldırmakla olur. 

Bir elmanın yokluktan çıkışı için gereken ilim-irade-kudret ne kadardır? Bunlar elmada, ağacında, toprağında, güneşte bulunmakta mıdır? İslam buna bakar. Cevabı buradan verir. Evet. Elmanın yokluktan çıkışı ancak bir ilah ilmi-iradesi-kudreti ile mümkündür. Daha azı değil. Ancak bu cevap seküler bilimde yanıttan sayılmaz. Zira işleyişte yardımını görmez. O elmayı garanti şekilde nasıl daha fazla elde edebileceğine bakar. İktiran sürecine dair bulguların dua-i fiilî ile daha sık kabule mazhar olması aklını başından alır. Duayı yaratmak sanrılar. 

Uzatmayayım: Yaratıcıyı sebepler içinde aramak hastalığı aynen onlar kadar psikolojide-sosyolojide de vardır. Bu nedenle bu iki bilimdalını merkeze alıp dini ona tâbi kılan semavî olanı peyderpey arzîleştirir. İlleti Allah olanları yerdeki illetlerle açıklamaya başlar. Şimdi, Cihat Kısa vb. isimlerde yaşadığımız sorunlar da bundan kaynaklanıyor gibi geliyor bana. Ortada mucize bir yaratılış var. İsa aleyhisselamın doğumu. Kısa, İsa aleyhisselama 'standart içi bir çocuk psikolojisi' çizmeye çalışıyor, halbuki Allah onu aşkınlaştırmış. 

'Babasının yoksunluğunu ömrü boyunca hissetmiş bir adam' portresi çiziyor. Kim diyor böyle olduğunu? Vahiy demiyor. Sünnet demiyor. Bunu Cihat Kısa'nın kulağına fısıldayan psikolojinin kalıpları. Batı'da çok filme de konu olan 'babasız büyüyen çocuk yalnızlığı sendromu.' Bir tık ilerisi: Bir çocuk babasız yaratılabilir mi? Cihat Kısa, sonradan reddetse de, dersinde bu kalıbın da aşılmazlığını hissettiriyor. Çözmesi gereken bir sorun var. Meryem annemizin masumiyeti. Şak diye ona da bir şerh düşüyor. "Beni bırakıp bir yerlere gidiyordun." 

Bu adamın görüldüğü kadarıyla dinin her yerinde boğulması kaçınılmaz. Zira, din semavî, bunun kalıpları arzî. Herşeyi arzda, arzın standartlarıyla, açıklamaya mecburiyet hissediyor. Benzer birşeyi mehdi meselesini sosyolojiyi merkeze alarak konuşanlarla da yaşıyoruz. Mehdi nereden çıkmıştır? Diyoruz ki: Hadislerden. Yani: "Kaynağı semavîdir!" diyoruz. Sosyolog bu açıklamayı sistemine oturtamıyor. Başlıyor: "Tarih boyunca her topluluk bir kurtarıcı hayaliyle yaşamıştır!" 

Ne yapıyor? Yaptığı semavî bir meseleyi arzın sebepleriyle açıklamak. Fakat bu açıklamanın da İslam'da bir yeri yok. Neden meleklere inanıyoruz? Neden kadere inanıyoruz? Neden peygamberlere inanıyoruz? Bu gibi soruların cevabı İslam'da "Çünkü tarih boyunca insanlar..." diye başlamaz ki. Yatayda açıklamayız biz. Dikeyde açıklarız. Neyse çok uzadı. Bitireyim: Bu bilimleri ilahiyatlarda, hem de merkezde oldukları bir şekilde, tedris etmek öğrencilerin semavî bakıştan arzî bakışa kaymalarını sonuç veriyor-vermektedir. Sahada yaşanan budur. Nefis de kolaycı. Bu metadoloji içine işledikçe semavînin yolları zor geliyor.

30 Aralık 2021 Perşembe

Münazarat 'Vasiyetnameyi' okudu mu?

Cemil Meriç merhum Umrandan Uygarlığa'daki makalelerinden birisini Tanzimat döneminin meşhur sadrazamlarından Mehmed Emin Âli Paşa'nın (1815-1871) Vasiyetname'sine ayırmış. Eserden epeyce alıntı da yapıyor. Fakat sizi yoracak değilim. Sadede geleyim: Bu alıntılardan bir tanesi ayrıca dikkatimi çekti. Çünkü içeriği tanıdık geldi. Önce alıntıyı nakledeyim. Sonra da benzerliği nereyle kurduğuma değineyim:

"(...) Çeşitli cemaatlerin elde ettiği imtiyazlar 'görevler arasındaki farklılıktan' gelmektedir. Büyük bir mahzur. Müslüman teb'anın başlıca işi devlet hizmetidir. Öteki teb'alar para kazanmakla meşgul. Bu sayede üstün durumdadırlar. Üstelik savaşta ölen de yalnız Müslümanlar. Bu yüzden müslüman ahalinin sayısı gün geçtikçe azalmaktadır. Böyle giderse azınlık haline geleceğiz. Tarih 'mağlupların imtisal ettiği' fetihlerin hikâyeleriyle dolu. On yıl kışlalarda ömür tükettikten sonra köyüne dönen bir erkek ne işe yarar? Müslümanlar da hristiyanlar gibi ziraatle, sanatla, ticaretle uğraşmalı. Tek devamlı sermaye emektir. Kurtuluş çalışmakla mümkündür. Müslümanlar hristiyanların inhisarındaki mesleklere el atmalı. Hristiyanlar da nüfusları nisbetinde devlete asker, subay, memur vermelidirler."

Meriç, Mehmed Emin Âli Paşa'nın vefatının ardından, eserinin el altından dağıtıldığını söylüyor. Az sayıda devlet ricalinin eline geçebilmiş. Çünkü matbaaya verilememiş. O zamanki hükümet vesikanın neşredilmesini uygun görmemiş. Aynı nedenle Sultan Abdülaziz'e de takdim edilememiş. Meriç'se bu Vasiyetname'nin iki nüshasını görmüş. İkisi de Fransızca'ymış. Zaten bu satırları da kendisinin tercümesinden okuyoruz. Bu kısım tamam olduğuna göre şimdi 'tanıdıklık' meselesine değinelim:

Bediüzzaman'ın Münazarat'ını okuyanlar bilirler. Mürşidimin Kürt-Arap aşiretleri arasında dolaşarak meşrutiyeti anlattığı kıymetli bir metindir. Yazım tarihi 1911'dir. Yani 'Eski Said dönemi' eserlerindendir. İşte bu eserdeki kimi cevaplar Mehmed Emin Âli Paşa'nın tesbitlerine büyük benzerlikler göstermektedirler:

"Neslen ve serveten tedennîmize ve gayr-ı müslimlerin terakkîsine sebep askerliğin bizde münhasır olması idi. Zira bundan kaç asır evvel şu devletin nüfus-u İslâmiyesi kırk milyondan fazla idi. Ve şimdilik, içimizdeki o gayr-ı müslimler, o vakitte yalnız beş altı milyon idi. Servet ve ticaret elimizde idi. Hâlbuki biz yirmiye yuvarlandık, fakr bataklığına düştük; onlar, fakrın ayağı altından çıkıp servetin başına binerek, on milyona çıktılar. Bunun en mühim sebebi: Meselâ, senin dört oğlun varsa, askerlik mülâhazasıyla evlenmezler. Şâyet evlenseler, memuriyet ilcâsıyla kedi yavrusu gibi her tarafta gezdirerek, mahsül-ü hayatını zâyi edecektir. Delil istersen Van'a git; bir Ermeni kapısını, bir İslâm dergâhını aç, bak. Göreceksin ki, Ermeni evi on sağlam delil gösterecek, İslâmın evi iki zayıf burhanı nazar-ı ibrete arz edecektir."

 Burada söyledikleri "Gayrimüslimin askerliği nasıl caiz olur?" sualine karşılıktır. İlerisinde "Eskiden İslâmlar zengin onlar fakirdiler. Şimdi her yerde kaziye bilâkistir. Hikmeti nedir?" sorusuna yanıt olarak şunları ifade eder: "Maîşet için tarik-ı tabiî ve meşru ve zîhayat, san'attır, ziraattir, ticarettir. Gayr-ı tabiî ise, memuriyet ve her nev'iyle imarettir. Bence imâreti, ne nâm ile olursa olsun, medâr-ı maişet edenler bir nev'i cerrar ve aceze ve seeledir—fakat hilebaz kısmında... Bence memuriyete veya imarete giren, yalnız hamiyet ve hizmet için girmelidir. Yoksa, yalnız maişet ve menfaat için girse, bir nev'i çingenelik eder. İşte, memuriyet filcümle ve askerlik bilcümle bizde olduğu için, servetimizi israf eline verip neslimizi etrafa saçıp zâyi ettik. Eğer öyle gitseydi, biz de elden giderdik. İşte onların asker olması, zarurete yakın bir maslahat-ı mürseledir. Hem de mecburuz. Mesâlih-i mürsele ise İmam-ı Mâlik mezhebinde bir illet-i şer'iye olabilir."

"Şimdi Ermeniler kaymakam ve vali oluyorlar. Nasıl olur?" merakına da şöyle cevap verir mürşidim: "Saatçi ve makineci ve süpürgeci oldukları gibi. Zira meşrutiyet hâkimiyet-i millettir. Hükûmet hizmetkârdır. Meşrutiyet doğru olursa kaymakam ve vâli 'reis' değiller. Belki ücretli hizmetkârlardır. Gayr-ı müslim reis olamaz fakat hizmetkâr olur. Farz ediniz ki: Memuriyet bir nev'i riyaset ve bir ağalıktır. Gayr-ı müslimlerden üç bin adamı ağalığımıza, riyasetimize şerik ettiğimiz vakitte, millet-i İslâmiyeden aktâr-ı âlemde üç yüz bin adamın riyasetine yol açılıyor. Biri zayi edip bini kazanan, zarar etmez."

Elbette Bediüzzaman'ın Vasiyetname'yi okuyup okumadığına dair elimizde bir kayıt yok. Kat'i birşey söyleyemeyiz. Fakat mümkündür ki bu mevzular o dönemde ulema-aydın sınıfı arasında tartışılıyor olsun.  Belki Mehmed Emin Âli Paşa'nın görüşleri 'meşrutiyetin de argümanları olarak' dillerde dolaşmaktır. Belki bu tarz analizlerin Mehmed Emin Âli Paşa'dan önceye uzanan yanları da vardır. Nihayetinde benzerlik dikkat çekicidir. Ben de dikkatim çekildiği için paylaşmayı arzu ettim. Herşeyin en doğrusunu Allah bilir.

26 Aralık 2021 Pazar

Pirenin derdi Ahmed'i niye gerdi?

Bu meseleyi sıkça gündeminize taşıyorum. Fakat ne yaparsınız? O da benim gündemimi meşgul ediyor. Evet. Bugün 'virüs' mevzuuna dokunacağız. Okuduktan sonra ellerinizi falan yıkamanıza gerek yok ama. Sakın. Zahmet buyurmayın. Zira bizim dokunuşumuzla bulaşan virüs yok. En azından biyolojik olarak olay böyle. Biyolojik olmayan virüslerse bahsimizden hariçtir. Onlara yazımızda yer vermeyeceğiz ki size bulaşsınlar. Ancak yine de dikkatli olun. Ben de hastalığının farkında olmayan bir taşıyıcı çıkabilirim. Ahirzamanda fikri/zikri hastalıksız mü'min bulmak kolay iş değildir. Hele ben nefsimi temize hiç çıkarmam.

Şöyle bir yerden alayım: Virüslerin doğasını biyoloji derslerinde öğrenmiştik ilk. Lisedeydik. O zaman da çok ilginç gelmişti. Hâlen de ilgim sürüyor. Zaten köftehor da bizi hiç rahat bırakmıyor. Sözgelimi: En son golünü 72 millet bir olduk da kalemizden çıkaramadık hâlâ. Covid 19 canım. Nam-ı diğerle Korona. Ondan bahsediyorum. Kulak misafiri olduğum bir esnafın tabiriyle de 'Cavid abi.' Cavid abi esnafın işlerini mahvetti. Sadece esnafın mı? Aslında bütün devletlere bir şok yaşattı. Hiç hesapta olmayan bir fırtınaydı. Salgından üç ay önce kimse böyle bir sürecin dünyanın başından geçebileceğine inanmazdı. Ama geldi. Hatta yatıya da kaldı. İnşaallah geçecek. Kadîr-i Zülcelalin kudretine küçücük bir ayna oldu kendisi hem de. Hak Teala, nasıl Nemrud'u bir sineğe devirtti, koca koca süpergüçleri de bir Cavid abiyle sarstı. Titretti.

Virüslerin enteresan bir özelliği vardır. Meraklıları bilirler. Onlar biyoloji âleminin 'güdümlü füzeleri'dirler. Rızıkları olarak tayin edilmiş tek bir hücre tipolojisiyle ilgilenirler. Başkasını yemezler. Mesela: Hiv virüsü akyuvarlara saldırır. Zaten biyologlar derler ki: Aslında öldüren AIDS değildir. AIDS sadece ortam hazırlar. Bağışıklık sistemini çökertir. Ondan sonra basit bir soğuk algınlığı dahi hastayı defnedebilir. Zira savunmasız kalmıştır. Evet. Hangi virüsün mahiyetine baksanız benzer bir durum görürsünüz. Bu nedenle bilimadamları da peşlerini bırakmıyor. İyi niyetliler de araştırıyor kötü niyetliler de.

İyi niyetliler ondan bir şifa vesilesi bulmayı amaçlıyorlar. Mesela: Yalnız kanserli dokuyu yiyebilecek şekilde virüsleri ayarlabileceklerini umuyorlar. Onlara göre sorunlu hücrelerin genetiğine güdümlenmiş bir virüs pekala bu işi başarabilir. Çalışmalar sürüyor. Belki yakında bununla ilgili müsbet neticeleri görmeye başlayacağız. Allahu'l-a'lem. Lakin kötü niyetlilerin arzusu pek fena. Onlar da virüslerden bir 'suikast silahı' veya bir 'kitle imha aracı' elde etmeyi diliyorlar. (James Bond serisinin son filminde de bu konu işleniyordu.) Kara umutları şu mantıkta saklı: Eğer sadece bir milleti/coğrafyayı etkileyebilecek bir virüs üretebilirsek kurşun atmadan savaşları kazanabiliriz. Yahut da başka hiçkimseye zarar vermeden birisine kolaylıkla suikast düzenleyebiliriz. Virüsü ayarlamamız yeter. Gerisini yerimize hastalık halleder.

Yalnızca Çinlileri öldüren bir virüs düşünün. Yahut da yalnızca Türkleri. Veyahut yalnızca Arapları. Artık böylesi korkular gerçeklikten çok uzakta değil. Genetik olarak karışık olmamak bir bela. Hitler bu çağı görse 'saf Alman ırkı' gayretinden vazgeçerdi zannederim. Çünkü bu teknoloji başarıya ulaşırsa saf ırkları öldürmek daha kolaylaşacak. Konuyla ilgili birçok Hollywood kehaneti izlemişsinizdir zaten. Belki Youtube'da şöyle bir gezinirken de birçok komplo teorisini gördünüz. Son salgınla birlikte tavan yaptılar artık. Ancak ben sizi karanlıkta oyalamayacağım. Şimdi esas konumuza doğru bir sıçrama yapıyoruz:

Bugünlerde Mektubat'ı okurken bir ayete tekrar tekrar rastladım. Dikkatimi istemsiz kendisine celbetti. Ankebut sûresinin 60. ayeti. Kısa bir mealiyle buyruluyor ki orada: "Rızkını yüklenemeyen nice canlılar (dabbe) vardır ki, onları da, sizi de Allah rızıklandırır. O herşeyi işiten, herşeyi bilendir." Elmalılı Hamdi Yazır merhum 'debb' kelimesini izah sadedinde şöyle söyler: "Hafif yürüme 'debelenme' demektir. Hayvanlarda ve çoğunlukla haşerelerde, yani böceklerde, kullanılır. İçkinin vücuda yayılması ve bir çürüklüğün etrafına bulaşması gibi 'hareketi gözle tespit olunamayan şeyler'de de kullanılır." Bediüzzaman merhum da 'dabbetü'l-arz'la ilgili suali yanıtlarken buna yakın bir noktaya gelir:

"Kur'ân'da, gayet mücmel bir işaret ve lisan-ı halinden kısacık bir ifade, bir tekellüm var. Tafsili ise, ben şimdilik, başka mes'eleler gibi kat'î bir kanaatle bilemiyorum. Yalnız bu kadar diyebilirim: 'La ya'lemü'l-gaybe illallah/Gaybı Allah'tan başkası bilmez.' Nasıl ki kavm-i Firavuna çekirge âfâtı ve bit belâsı ve Kâbe tahribine çalışan kavm-i Ebrehe'ye ebâbil kuşları musallat olmuşlar. Öyle de, süfyanın ve deccalların fitneleriyle bilerek, severek isyan ve tuğyana ve Ye'cüc ve Me'cüc'ün anarşistliği ile fesada ve canavarlığa giden ve dinsizliğe, küfür ve küfrana düşen insanların akıllarını başlarına getirmek hikmetiyle arzdan bir hayvan çıkıp musallat olacak, zîr ü zeber edecek. Allahu'l-a'lem, o dâbbe bir nevidir. Çünkü, gayet büyük bir tek şahıs olsa, her yerde herkese yetişmez. Demek dehşetli bir taife-i hayvaniye olacak."

Devamında Sebe sûresinin 14. ayetinden hareketle onu 'ağaç kurdu'na benzetir: "(...) ayetinin işaretiyle o hayvan, dâbbetü'l-arz denilen ağaç kurtlarıdır ki; insanların kemiklerini ağaç gibi kemirecek, insanın cisminde dişinden tırnağına kadar yerleşecek. Mü'minler iman bereketiyle ve sefahet ve su-i istimalâttan tecennübleriyle kurtulmasına işareten, âyet, iman hususunda o hayvanı konuşturmuş." Yaşları müsaitler hatırlayacaktır. AIDS'in çok yayıldığı dönemlerde onun da dabbetü'l-arz olduğuna dair tahminler dile getirilmişti. Çünkü yayılma şekli cidden ahlak ayrımı gözetiyordu. Ekseriya insanların sefihlerine bulaşıyordu. Cinsel sapkınlıkların arttığı toplumlarda/coğrafyalarda çok daha yaygındı.

Veba, İspanyol Gribi, AIDS veya Korona... Bence hepsinin bu kanundan bir hissesi var. Hepsi bu külliyetli hükmün bir parçası. Yani durum 20. Söz'de denildiği gibi: "Kur'an-ı Hakîm'de çok hâdisat-ı cüz'iye vardır ki herbirisinin arkasında bir düstur-u küllî saklanmış ve bir kanun-u umumînin ucu olarak gösteriliyor." Ancak yanısıra birşey daha öğretiliyor bize sanki: Dabbe karşımıza virüs olarak da çıkabilir. Nihayetinde o da bir canlıdır. Hatta canlıların en küçüğüdür. Görünüşte en acizidir. Debelenir. Lakin o acziyetinin içinde muazzam bir güç de saklanmıştır. Saklı olan bu güç de rızkını bulduğunda ortaya çıkar.

Bakınız. Rızık konusuna geri döndük. Dolayısıyla hâlâ Ankebut sûresinin 60. ayetini anlamaya çalışmaktayız. Hatta şaşırmaktayız: Kur'an-ı Hakîm neden böyle bir konuyu mü'minlerin gündemine taşıdı? Sadece dabbenin aczini anlatmak için mi? Elbette hikmetlerden birisi de bu. Ama sadece bu değil. Rızık hususunda da uyarıldığımızı hissediyorum ben o ayete baktığımda. Yahut da bize ikinci birşey öğretiliyor: Açlıkla rızık arasındaki ilişki 'anahtar' ve 'kilit' arasındaki ilişkiye benziyor. Bir 'indirgenemez komplekslik' durumu sözkonusu sanki. Evet. Sözgelimi: Bir virüs kendi rızkını yüklenemiyor. Yani rızkını üretemiyor. Yaratamıyor. Ya ne yapacak peki? Çaresiz kendisi için yaratılmış olanı bekleyecek. İnsanlarda çok etkili olan bir hastalık olabilir. Lakin hayvanlar arasında dolaştığı sürece ölümcül olmuyor. Yahut da hiç etkilemiyor. Bazı hastalıklar da bazı milletleri/kavimleri rahatsız edemiyor. Ama diğer bazı milletlerde büyük kayıplara sebep olabiliyor. (Sömürge döneminde Afrika'da-Amerika'da birçok yerli halk beyazların taşıdığı 'yeni virüsler' sebebiyle ölmüşlerdir. Çünkü bünyeleri bu virüslere karşı beyazlarınki kadar dayanıklı değildir.)

Rızkını yaratamayan virüsün de mutlaka bir rızkı var. Varoluşu kadar kesin bu. Yoksa varolamazdı. 'Anahtar' ve 'kilit' ilişkisi derken bu noktaya dikkat çekmek istiyorum. Uyumun kokusunu almamız gerek. O dabbe başka bir rızkı tüketemiyor. Güdümlü. Onu kendisi de yaratamıyor. Aciz. O halde bir Usta hem onu hem de rızkını yaratmış olmalı. Tıpkı anahtarın kilide uyumu gibi. Kilitle anahtarı yapan Usta aynı olmazsa anahtar kilide uymaz. Çünkü içerisinde onlarca detay vardır. Diş vardır. İş vardır. Kırtiş vardır. Birisi kilidin kalıbına göre anahtarı dökmezse tesadüfen hiçbir demir anahtara dönüşmez. Hiçbir anahtara tesadüfen kilit oluşmaz. Virüsün rızkına ulaşması da böyle değil mi? Ta kaderde alnına yazılmış bir 'adrese teslim' durumu yok mu? Biraz dikkatle bakınca böyle bir durumun sezilebileceğini düşünüyorum arkadaşım.

Oradan yukarıya çıktıkça da hepimiz için benzer bir durumun sözkonusu olduğu kanaatindeyim. Evet. Biz virüs kadar sıkışık durumda değiliz. Çünkü önümüzdeki sofra daha zengin. Daha çeşitli. Daha alternatifli. Fakat nihayetinde bu alternatiflerin bir sınırı var. Bir aralığı var. Bir 'sindirebileceklerimiz dairesi' var. O listenin dışına çıktığımızda bizim da beslenmemiz mümkün değil. Taş yiyerek hayatta kalamayız. Bitkiler gibi ışığı tutamayız. Balıklar gibi sudan oksijen çekemeyiz. Hayvanlarda da durum aynen böyle. Et yiyenler ot yiyemez. Ot yiyenler et yiyemez. Yani biz de esasında 'rızkını taşıyamayanlar' sınıfındayız. Kendimiz yaratamıyoruz. Hâşâ. İçinde varoluyoruz. Etrafımız onlarla sarılı oluyor. Füze güdümlendiğiyle yaratılıyor. Beraber takdir edilmemiş olsak hangimizin gücü bir narı yaratmaya yeterdi?

Neyse. Daha fazla uzatıp seni yormayayım. Meramımı anlamışsındır. Elhasıl: Rızkımıza daha dikkatli bakmamızda fayda var bence arkadaşım. Zira bizde de bir 'anahtar' ve 'kilit' durumu var. Bir tevhidî ayarlanışın kokusu var. Daha da yukarılarda evrenin başından sonuna kurulmuş tıkır tıkır işleyen kocaman bir 'rızık sistemi' var. Ne anahtarın gücü kilidi yaratmaya yetiyor ne de kilidin gücü anahtarı yaratmaya. Ancak ikisi de beraber yaratılmış. İşte, işliyor, arıyor, yiyor, kavuşuyor, seviyor. Beslenme piramidinin en üstündeki pire parazitinin midesini tanzim eden Hak Teala, piramidin en altındaki bitkinin rızıklanması için manzume-i şemsiyeyi de o takdir ediyor. Güneşten başlayan düzen ta pirenin midesine kadar uzanıyor. O yüzden mürşidim diyor: "Pirenin midesini tanzim eden, manzume-i şemsiyeyi de o tanzim etmiştir."

23 Aralık 2021 Perşembe

Matematik ilhamdan anlar mı hiç?

Nilüfer Kuyaş Başka Hayatlar'da diyor ki: 

"Felsefeyi de edebiyat merakım sayesinde keşfettim. Edebiyatı farklı açılardan kuşatmayı öğrendim böylece. Felsefeyle edebiyat arasındaki ilişki özellikle heyecanlandırıyordu beni. (...) Metin nedir? Yaratılma koşullarıyla algılama koşulları nasıl değişir? Felsefe giderek daha çok içine çekiyordu beni. Uzaktan akademik bir hayatın silueti belirmeye başlamıştı. Ama o hayatın bana göre olmadığını çabuk anladım. Akademik dil edebiyat dili kadar geniş nefes alamıyordu."

Bu satırları okuduğumda son cümleye epeyce takıldım: "Akademik dil edebiyat dili kadar geniş nefes alamıyordu." Kalbimde hakikatini doğrulayan bir şahit buldum. Tecrübenin biberi de katıktı içinde birazcık. Şöyle ki: Geçmişte sunum yapmam istenen etkinliklere yazılar gönderdiğim olmuştu. Fakat emeklerim 'akademik üslûpta olmadıkları için' iade ediliyordu hep. Daha insaflılarsa 'düzeltip göndermemi' rica ediyorlardı. Eh. Evet. Anladınız. Ricaları boşa çıkardım. Gönlüm elvermedi. Başlarına bu niyetle her oturuşumda boğazımı sıkıyorlardı sanki. Dağlarda başınabuyruk yürümeye alışmıştım. Akışımı sırrım belirlerdi. Onların bekledikleriyse dümdüz bir cadde üzerinde yürümek gibiydi. Renksizdi. Mucizesizdi. Hayretsizdi. Beceremedim. Becermeyi istemedim. İstemeyi beceremedim. "İncinir düz caddede dağda gezen ayaklar!" demiş ya Faruk Nafız Çamlıbel. Ne güzel söylemiş. Yakalamış saçlarından. Cidden hakverdim.

Bundan fazlası da var arkadaşım. Ne zaman birisi neyi/nasıl yazmam gerektiğini söylese düşmanı olurum. Çocukluğumdan beri böyle. Sanki herşeyi en başından biliyormuşum gibi. Bu aptalca bir yanılgıdır. Elbette hiçbirşeyi en başından biliyor değilim. İçimde sadece bir sezgi var. Yok. Sezgi de denmemeli belki ona. Bir tanıdıklık. Aşinalık. Edebiyattan bana bahşedilen ilk şey başkalarının güzel cümlelerini farketmekti. Onların güzel olduğunu sanki doğuştan biliyordum. Öğrenmiyordum. Tanıyordum. Matematikle gelen birşey değildi bu. Formülü yoktu. Şablonu yoktu. Fiziği, kimyası, biyolojisi yoktu. Düzensizlik gibi görünen bir düzendi. Kaderce bir aşinalıktı. Bütünlenme hissiydi. O cümleleri güzel yapan anahtar neyse bendeki kilide uyuyordu. Kalbim seviniyordu. Tevhide bir delilim de budur sahi. Ben onları tanıyorum. Onlar da beni. Bu ferah anahtarla kilidin ustasının aynı olduğunu gösterir. Başkaları yapsaydı elbette birbirlerine böyle yakışmazlardı. Evet, arkadaşım, altını iyice çiz bu satırın: Uyum tevhidin bir delilidir.

"İntizamsızlık içinde kemâl-i intizam." Mürşidim bu ifadeyi Kur'an'ın 'cahile dağınık gibi görünen' uslûbu için söylüyor bir. Ayetlerin herbirini yıldıza benzetirken 13. Söz'de, Kur'an'ı da, o yıldızlarla bezeli uzaya bakmak gibi resmediyor. Bir de Hakkın evrendeki tasarrufunda çözemediğimiz hikmetlere bakmamız için kullanıyor benzer tâbiri: "İntizamsızlık içinde zahirî nazara görünmeyen bir intizam-ı hakîmâne!" diyor mesela dağlardan yuvarlanıp düşen taşların sırrını anlatmak için 20. Söz'de. Zaten onun tedrisinde Kur'an kainatı okuyor. Kainat Kur'an'ı tefsir ediyor. İnsanlık da hem okuyor hem okutuyor. Yani okunuyor. Nasıl hem okuyor hem de okunuyor? Taaccüb ettiysen Aleyhissalatuvesselamın sünnetine bak sen. Farketmiyor musun? "Yaratan Rabbinin adıyla oku!" emrini alan oydu. Ama aynı adla en okunuşlu olan da yine odur.

Madem 20. Söz'ün kapısını çaldık, durmayalım, buradan şuraya da geçelim: Bediüzzaman orada peygamber mucizelerinin de beşer için 'ufuk açıcı' bir mahiyeti olduğundan bahseder. Yani bugün teknoloji diye övündüğümüz ne varsa aslında bir peygamberin mucizesinden ilhamını almıştır. İnsanlığın ufkuna arzusunu o düşürmüştür. Rüyasını o gördürmüştür. Gemiciler Nuh aleyhisselamın öğrencileridir. Demirciler Davud aleyhisselamın çıraklarıdır. Hekimler İsa aleyhisselamın talebeleridir. Saatçiler Yusuf aleyhisselama teşekkür etmelidirler. Uçak mühendisleri Süleyman aleyhisselamın rüzgârı teshir eden mübarek ellerini öperler. Denizaltılarda da Yunus aleyhisselamın balıkla fırtınalı macerasının hatırası-hissesi vardır.

'Edebiyatın geniş nefesini' bilenler söylenene hayret etmezler. Zira duymuşlardır: Jules Verne henüz keşfedilmemiş çok sayıda teknolojik aygıttan bahseder hikâyelerinde. Bunlardan birçoğu ölümünden sonraki yıllarda başarılmıştır. Einstein'ın çağdaşları da onun matematik-geometri gibi konularda çok zayıf olduğundan yakınırlar. Ancak fiziğin topyekün rengini değiştirebilecek hayalgücü ondadır. (Bunlardan matematikçi David Hilbert hatta şunları söylemiştir bir keresinde: "Göttingen sokaklarındaki herhangi bir çocuk bile kuram için gerekli olan dört boyutlu geometriyi Einstein'dan daha iyi anlar. Buna karşın, çalışmayı sonuca ulaştıran matematikçiler değil, Einstein olmuştur.") Lemeat'ta geçen 'zihindeki meratip' meselesi kavrandığında bu müşkülün düğümü de açılır. Evet. Yolun başı 'tahayyül'dür. Herşey önce bir hayaldir. Sonra 'tasavvur' olur. Sonra 'taakkul'a geçer. Sonra 'tasdik' edilir. İz'an, iltizam, itikad hepsinin ilerisindedir. Demek ki: Hayale düşmemiş olana itikad edilmez. İhtimali içimize 'acaba' ile ilham edilmezse keşfin perdeleri büsbütün çekilidir. Çünkü varlık sahası tanıtılmamıştır.

Kelamullahın insanlık için önemi de buradan parıldıyor arkadaşım. Hatta bir güneş gibi ışıldıyor. Eğer Alîm-i Mutlak olan Allah, yani ki herşeyin bilgisinin sahibi Zat-ı Ehad, o bilginin gölgesinin gölgesini hayalimize düşürmeseydi biz nasıl yürüyeceğimiz yolu seçebilecektik? Nereye basılacağını, hatta basılacağını, nasıl bilecektik? Onun bildirdiğinden başka bilgi mi vardı? Bilmenin başka bir yolu mu olabilirdi? Hayalden öncesinin formülü yok ki elimizde. Bir fikir yokluktan varlığa nasıl çıkıyor bilmiyoruz ki! Meleklerin Âdem aleyhisselamın üstünlüğünü kabul ederken ettikleri dua hepimize ders. Bize açılan yollar üzerinde yürüyoruz hepimiz. Nasıl açıldığını bilmiyoruz. Neyle açıldığını biliyoruz. Bir dilenci uyanıklığıyla açılacağı sezdirilen kapıda bekliyoruz yalnızca. Açılması için de hayale ihtiyacımız var. Duaya ihtiyacımız var. Dilenmeye ihtiyacımız var. Yazmaya ihtiyacımız var. Evet. Çünkü yazmak da bir duadır. İnsana 'kalemle öğreten' Odur. Öyle ya. Kalemi elimize aldığımızda daha önce aklımıza gelmeyen birçok şey misafir olur fikirhanemize. Kelamullahla meşgul olduğumuzda gönlümüze yepyeni evrenler açılır.

Kur'an'ın mucizeliğini buradan da düşün arkadaşım. Yahut da şöyle diyeyim: Bize Kur'an gibi bir mucizenin bahşedilmesindeki hikmeti buradan da okumaya çalış lütfen: Edebiyatın imkanları eğer insanların aklını/kalbini açıyorsa 'belagatı mucize seviyesinde' bir Allah kelamının açtıkları-açacakları kimbilir ne yüksek boyutlarda olabilir-olacaktır. Bize neler katabilir-katacaktır. Neler değiştirebilir-değiştirecektir. Arada sadece bir perde var: Bizim cahilliğimiz. Hatta daha kötüsü: Cehl-i mürekkebimiz. Bilmediğimiz halde bildiğimizi sanmamız. Kibirli inadımız. Bunu aşmamız da Ehl-i Sünnet ulemanın müstakim eserleriyle mümkündür. Bana sakın meallerden bahsetme. İnsan çevirisinin sınırlılığı içinde Allah kelamının genişliği kavranmaz. Çamurdaki parıltı da güneştendir amma Everest'in başındaki müneccim sana onu çok başka anlatacaktır. Neden topraktan olana bakıp duruyorsun? Hünerliysen rasathane ehline talebe olmaya çalış.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...