10 Temmuz 2022 Pazar

Demokrasiyi anladıysan salavat getir!

Bazen latife olsun diye diyorum: "Salat u selam getirmek müslümanların 'temsilî sistemi' ta 14 asır evvelden kavramış olmasındandır." Duyanlar elbette gülümsüyorlar. Gülümsetmenin bir sırrı da beklenmeyeni söylemektir. Fakat bu öyle bir beklenmeyen olacak ki muhataba mutluluk da verecek. Yani farkındalığına eriştiğinde varlığı artacak. Her neyse. Bahsimiz gülücük bahsi değil. Yok. Aslında gülücük bahsi. Varlığıyla yüzümüzü güldüren Aleyhissalatuvesselama dair bir manayı konuşacağız. Onun varlığı, eşyanın yüzünü güldürdüğü gibi, ona dair olanların tefekkürü de şeyliğimizin yüzünü güldürür. Hele anlatayım da bakalım beni güldüren sizi de güldürür mü?

Mevzu Barla Lahikası'ndaki 'Mesail-i Müteferrika' bölümünden çıkıyor. Evet. Burası şöyle bir soruyla başlıyor: "Salâvatın bu kadar kesretle hikmeti ve salâtla beraber selâmı zikretmenin sırrı nedir?" Sualde yadırganacak birşey yok. Teslimiyetin şu denli bozulduğu zamanda hikmetten bu denli sorulması garip değil. Zaten ahirzaman demek 'son tüketim tarihi' geldi-geçiyor demek. Tarihi yaklaşmış gıdalara nasıl muamele ettiğimizse malumdur. "Yesek mi yemesek mi?" Şöyle kaşığın ucuyla bir parça dile dokundursak? Tattan bir sonuca ulaşma çabaları. Kıvamdan birşeyler çıkarmaya çalışma. "Yoksa kokuyor mu?" Emin olamazsam bir de sorarım. Bir değil bin düşünürüm. Tefekkür bir zenginliğimiz. Doğru. Elhamdülillah. Ama aynı zamanda şimdinin mecburiyetidir. Çünkü eğilen kaşık değil Neo. Estağfurullah. Bozulan gıda değil biziz.

İslam bozulmadı. Bozulan biziz. Bu sebepten çok sual ediyoruz. Yediğimiz bizi zehirlemiyor. Hâşâ. Kevser zehirlemez. Esasında şifaya tâlip değiliz. Olur böyle şeyler. Sarhoşlar ayıltıcıları reddeder. Müptela için normali iptiladaki haletidir çünkü. Nefsin bu deliliğine karşı elbette bizde de silahlar var. İşte onlardan birisi tefekkür. Aklı ikna edersek ona karşı bir şansımız olabilir. Yok. Aklı dahi ikna edemiyorsak, o zaman hazırlanalım, nefsin seçtiği artık 'akıllıca' oluverecek.

Sadede dönelim. Mürşidim 'salat' ile 'selam'ın mü'min dillerinin bal u şekeri olmasını şöyle aydınlatıyor: "Hem Resul-i Ekrem hem abd, hem resul olduğundan, ubudiyet cihetiyle salât ister, risalet cihetiyle selâm ister ki: Ubudiyet halktan Hakka gider, mahbubiyet ve rahmete mazhar olur. Bunu es-salât ifade eder. Risalet Haktan halka bir elçiliktir ki, selâmet ve teslim ve memuriyetinin kabul ve vazifesinin icrâsına muvaffakıyet ister ki, selâm lâfzı onu ifade ediyor. Hem biz seyyidinâ lâfzıyla tabir ettiğimizden, diyoruz ki: Ya Rab! Yanımızda elçiniz ve dergâhınızda elçimiz olan reisimize merhamet et ki, bize sirayet etsin."

Hadi bakalım. "Şimdi bunun 'temsilî sistem' ile ne ilgisi var?" Böyle sormakta elbette hakkınız var karilerim. Ben de 'cumhuriyet, demokrasi, seçim' vs. gibi kavramlarla büyümüş bir ahirzaman çocuğu olarak şöyle cevap vereceğim: Aleyhissalatuvesselam Efendimiz, bir yönüyle, Hak Teala Hazretlerinin içimizden seçtiği mebusumuzdur. Yani içimizden seçilen elçisidir. Bu seçiliş bir 'akrebiyet' sırrıyla olmuştur. Biz oy vermiş değiliz. Fakat elbette Alîm u Hakîm olan Allah'ın seçişinden yüce bir seçiş olamayacağından müslüman gönüllerin oyları hep onadır. Biatları tereddütsüz âlemlere rahmet olan Efendilerinedir. (Biatın oydan farkı buradan görünür.) 

Seçerken biz seçmedik. Tamam. Fakat biatımız nasıl ona olacak? İşte bizim biatımız da önce kelime-i şehadetimiz, imanımız; sonra da dilimize bal u şeker kıldığımız salat u selamımızdır. Evet. Elhamdülillah ki elhamdülillah. Biz her salat u selam getirdiğimizde Aleyhissalatuvesselam Efendimize tekrar tekrar biat ederiz. Tekrar mebusluğunu sahipleniriz. Tekrar ümmeti oluruz.

Experimenter filminde Stanley Milgram hani eşine şöyle bir iltifatta bulunuyordu: "Seni hergün yeniden seçiyorum." (Filmi izleyenler veya Milgram deneyleri nedir bilenler mezkûr iltifatın edenin-edilenin gözünde ne denli büyük olduğunu kavrayacaklardır.) Biz de her salat u selam getirişimizde şunu söylemiş oluyoruz belki: "Evet, yâ Rabbenâ, ver, biz dahi istiyoruz."

Şimdi ilk paragrafı hatırlamak da yerinde olacak: "Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm nihayet derecede rahmete mazhar olduğu halde, nihayetsiz salâvata ihtiyaç göstermiştir. Çünkü, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm bütün ümmetin dertleriyle alâkadar ve saadetleriyle nasibedardır. Nihayetsiz istikbalde, ebedü'l-âbâdda, nihayetsiz ahvâle mâruz ümmetin, bütün saadetleriyle alâkadarlığının ihtiyacındandır ki, nihayetsiz salâvata ihtiyaç göstermiştir."

İşte bir 'temsilî sistem' dersi daha. Aleyhissalatuvesselam Efendimiz zaten Allah'ın peygamberi. Bizim biatımız onun bu akrebiyet makamında bir değişiklik yapmayacak. Yani onayımızla-biatımızla nebi olmayacak. Lakin yine de duamıza ihtiyaç gösteriyor. Neden? Çünkü ona dua etmeye bizim ihtiyacımız var. Zaten bihakkın ifa ettiği vazifeyi yapabilmesi ümmetinin 'kurbiyetinin artması yönünde edeceği dua'yla da ilgilidir. Çünkü o 'abduhu ve resuluhu'dur. Hem abddır hem resuldür. Salatın bir manası da yardımdır. Biz Aleyhissalatuvesselama onun Rabbü'l-Âlemîn katında daha büyük mazhariyetlere uğraması için dua ederiz. Ubudiyetine karıncalığımızla iştiraktir bu. Desteğimizi-sevgimizi gösteririz. Tıpkı bir memleket ahalisinin devlet katında nüfuzu tam olsun diye mebuslarına desteklerini gösterdikleri gibi. Temsilî sistemin bir ayağı budur.

Yanlış anlaşılmasın. Aleyhissalatuvesselam Efendimiz seçim bölgelerine beş senede bir uğrayan mebuslara benzemez. Yukarıda deniliyor ya: 'bütün ümmetin dertleriyle alâkadar ve saadetleriyle nasibedardır.' (Hem ayet zaten haber veriyor: "Sizin sıkıntıya düşmeniz ona çok ağır gelir.") Onun bu şiddetli ilgisidir ki, üzerimizdeki hakkı olarak, bizi de kendisiyle daha dinamik bir ilişki içinde olmaya itmiştir. Biz beş senede bir oy kullanmayız. Her namaz kılışımızda, her tesbihat yapışımızda, hatta her ismi anıldığında ona oyumuzu veririz. Bu oy hem kalbimizin ona olan biatını yeniler hem de onun elçimiz olduğu makama yardım eder. Sünnete ittibamız da yine minvaldedir. Madem o elçinin hayatımızın her anına ilgisi vardır, elbette, endişelendiği her ana rehberliği de olacaktır. İşte o rehberliğin zarureti sünnet-i seniyyesinin aramızdaki itibarıdır. İttibaımızdır.

Peki ya selam? Onu nasıl anlamalıyız? "Risalet Haktan halka bir elçiliktir ki, selâmet ve teslim ve memuriyetinin kabul ve vazifesinin icrâsına muvaffakıyet ister ki, selâm lâfzı onu ifade ediyor." Evet. Bir mebusun hem devlete karşı hem halkına karşı vazifeleri var. Devletten emredileni halkına bildirdiği gibi halkın ihtiyaçlarını da devlete bildiriyor. İhtiyaçlarımızı bildirebilmesi için 'salat' ile yardımda bulunduk. Üzerindeki rahmet tecellilerinin artmasını diledik. Zira o tecelliler arttıkça, Rahman u Rahim'in, onun üzerinden muhtaç olduklarımızı bağışlaması da artacak. Fakat, dedik ya, elçinin görevi yalnızca bir boyutlu değil. Allah'ın emirlerini de bize bildiriyor. Orada da bizden selamet bulması lazım. Devletin gönderdiği elçiye eziyet edenler, mesajını reddedenler, sünnetine hakk-ı hayat vermeyenler elbette selamet de sunmamış olurlar. "Elçiye zeval yok!" denilir. Eğer ona selamet alanı sağlanmazsa irşadının nimetlerinden de faydalanılamaz.

İşte bir 'temsilî sistem' öğretisi daha: Biat ettiğiniz aranızda selamet bulmalı. Bulması için de dua etmelisiniz. Dikkat göstermelisiniz. Fem-i mübarekinden çıkmış sözün kalbimizde selamet bulmasından tutun, en küçük sünnî detayın dahi hayatınızda selamet bulmasına kadar, 'müsaitleşmelisiniz.' Sadece mebustan istemek yok. Öyle değil. Mebusun emrettiklerine de riayet edilecek. (Mebus onunla da elçiliğine destek kazanacak.) Sadece mebusun ihtiyaçlarınızı kollaması yok. Öyle değil. Siz de mebusun aranızdaki emeğini kollayacaksınız. Elçiniz önce sizde selamet bulacak ki elçilik yapabilecek. İttibaınızla muvaffakiyeti artacak. Ve siz de selameti için duaya berdevam olacaksınız. Evet. Bu iki kanadın birlikteliğiyle Hakkın kainatta insana biçtiği fonksiyon yerini bulacak. Nübüvvetin akrebiyeti ile velayetin kurbiyeti birbirleriyle buradan buluşacaklar.

"Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâma salâvat getirmek tek başıyla bir tarik-i hakikattır." İlk cümleye en son gelebildik. Sağlık olsun. Eh, evet, bir ahirzaman çocuğunun mürşidini anlamaya çalışmasına şahit oldunuz. Kızmayın. Ve de korkmayın. Olayı "Demokrasiyi önce müslümanlar bulmuştu!" gibi saçma bir noktaya götürmeyeceğim. Sadece şunu söylüyorum: "Müslümanlar 'temsilî sistem' nasıl işler bunu 'peygambere iman' ettikleri günden itibaren biliyorlardı." İnanmayanlar için şahit de tutuyorum: Salavattaki derinlik derinliğimizin ispatıdır, vesselam.


1 Temmuz 2022 Cuma

Tokat Hz. Musa’nın, yanak Hz. Azrail’in, peki bunlar neden sızlanıyor?

 Geçenlerde, 'feysbuk' nam sosyal mahalde, bir kısacık videocuğa denk geldim. 'Kısacık' ve de 'videocuk' dediysek horgörün diye değil muhterem karilerim. Kimbilir kaç para harcamışlardır şuncağız sahneye. Hey yavrum hey. Gavurun para akıtmak için dünyadan başka memleketi mi var? Her neyse. Videocuk ‘Terminatör’ filmlerinden birisine aitti.
 
"Kaçıncısı?" diye sormayın. Hollywood'un filmfarafallisi bu sıralar serilerini uzattıkça uzatıyor. Başrol oyuncularının doğumundan Daru'l-Aceze'ye düşüşlerine kadar gidiyorlar. (Rambo'yla Raki öyle olmadı mı?) Sayılmaz oluyor yani. Kabil olsa na-mübarekler mezardan da çekime devam edecekler. Şükür o imkanları henüz yok. Ha, 'imkan' dedim, zaten mesele orada düğümleniyordu. Demek parmağı doğru bir yere koyduk. Kaldırmayalım.

Ahirzaman, öyle bir zaman ki muhterem karilerim, gavurun hayali müslümanınkinden geniş. Yaaa… Halbuki tersi olmalıydı. Zira gayba iman edenler bizleriz. Bakara sûresi bu yüzden bizi övüyor. Elhamdülillah. Yani duyularımızın ötesinde de bir biliş/oluş alanını kabul etmeye onlardan daha yatkınız. Veya olmalıydık. Fakat bakınız feleğin tersine dönmesine. Heyhat u heyhat! Şimdi gavurlar bizden daha acayip şeyler söylüyorlar. "Olur-olabilir!" gibisinden ne rüyalar gördürüyorlar. Bazen de sahiden o hayallere ulaşıp müslümanlara ‘Naniik’ yapıyorlar. Diyorum ya muhterem karilerim: Ahirzamandır. Şaşırtacak işleri çoktur. Daha neler görürüz.

İşte, bu Terminatör filminde de Nuri Alço tavırlı robot abimizin bir özellikleri var, bir özellikleri var. On parmağında on marifet. Kuaföre gitmiş gelin gibi başkasına mı dönüşmüyor, ellerini Kara Murad'ın çifte kılıcına mı çevirmiyor, sonra bağrından bir de iskeletini çıkarıp iki âdem beraber türlü kötülüklerin peşinde mi koşmuyorlar... Hayret ki ne hayret. Mutfak robotunda olmayan özellikler bu robotta gayeten mevcut. Ha, bir de şöyle birşey oluyor mesela: "Bu da Allah'ın dijital bir mahlukudur!" demeyip bir tane aşkettiğinizde, orası-burası kopuyor da, sonra bohçacının yaygılarını toplaması gibi 'hooop' tekrar birleşiyorlar. Evet. Soracaksınız diye arada izahatını da yapıyorlar muhterem karilerim. Neymiş efendim? Nano teknolojiymiş. Az evvel 'Naniik' yapıyorlar dedim. Az söylemişim. Bunlar 'Noniik' de yapıyorlar.
 
Cenab-ı Rabbü'l-Âlemin bizi nasıl hücrelerden mürekkeb halketmişse. bu nano teknoloji de, daha büyük robotların küçük robotlar kümesinden yapılabileceğini hayal ediyor. Yok mu hiç icraatı sahada? Var. Yavaş yavaş birşeyler üretmeye başladılar. Fakat beni bu konulara çekmeyin. Fizik bilgim lise terktir. Üzerine okumuşluğumuz vardır ya. Ama alaylı hep alaylı kalır. Ne kadar bildiğinden emin olamaz hiç.

İşte ben de, muhterem karilerim, Terminatör abilerimizin aralarındaki kız mevzuunu çözüme kavuşturmalarını izlerken dedim ki: "Ulan şu işe bak. Adamların öyle bir fizik algısı var ki böyle şeyler imkansız gelmiyor." Zaten imkan dediğiniz şey de hayalinizi kanatlandıran fizik algınıza dayanıyor. Eğer yeterince üst düzeydeyse Einstein gibi zamanın göreceliliğini iddia edebilirsiniz. Onu tanıyan bilimadamlarının beyanlarında hep altını çizdikleri birşeydir. Einstein'ı dahi yapan matematik bilgisi değildir. O konuda zaten çok iyi değildir. Asıl dehası hayalgücünde saklıdır. Evet. O dünyayı kendisinden önce hayal edilmemiş şekilde düşünmüştür.
 
Carlo Rovelli, Gerçeklik Göründüğü Gibi Değildir’de, çağdaşı matematikçi David Hilbert’in Einstein hakkında şöyle söylediğini nakleder: "Göttingen sokaklarındaki herhangi bir çocuk bile kuram için gerekli olan dört boyutlu geometriyi Einstein'dan daha iyi anlar. Buna karşın, çalışmayı sonuca ulaştıran matematikçiler değil, Einstein olmuştur."
 
Eloğlu düşünüyor. Düşününce de aklına birşeyler geliyor. Tutamazsın ki. Fakat gelgelelim ahirzaman müslümanı bu konuda giderek hamlaşıyor. "Şu hadis mantıklı değil!" diyor mesela. "Şöyle bir mucize yaşanmış olamaz!" Bakıyorsunuz. Aaaa! Problem tastamam fizik algısıyla ilgili çıkıyor. Başka bir sorun yok. O halde açılan kutunun söylediği kötüyle yüzleşelim: Ahirzaman müslümanı sünni atalarının sahip olduğu düzeyde bir fizik algısına dahi sahip değil. Onun sahip olduğu düzey pek meftun olduğu Batılı bilimadamlarının yüz-ikiyüz yıl arkasında. Nal toplamakta. Sözgelimi: Musa aleyhisselamın Azrail aleyhisselama tokat atıp gözünü çıkarması hâdisesini şu Terminatör'ü çeken adama anlatsanız herhalde "Olabilir!" der. Çünkü meleklerin sahip olduğu fizik düzeyine kendisini yaklaştıracak esnek 'mümkünlük' algısına sahiptir. 'İmkan' çıtasını epey yükseltmiştir. Fakat, günümüzün 'prof.' ve de 'ilahiyatçı' bazı isimleri var ki, yürekleri bu tokadı kaldırmıyor. Sanırsın Musa aleyhisselam o tokadı, Azrail aleyhisselama değil, kendilerine atmış.

Muhterem karilerim, farketmemiz gereken çok önemli birşey var, işte onu demeye getiriyorum: Böylesi ayetlerde/rivayetlerde sınanan biraz da bizim 'fizik algımız'dır. Ondan da ötede cümle fizik algılarının yaslandığı 'Allah tasavvurumuz'dur. Biz Allah'a sahiden 'herşeye gücü yeter' olarak mı inandık? O halde ulemamızın sıhhatine kefil olduğu haberlerde tereddüt göstermeyeceğiz. Çünkü bileceğiz: Herşeye gücü yetenin herşeye gücü yeter. Herşeyi yaratanın herşeye gücü yeter. Herşeye gücü yeten herşeyi yaratabilir. Bu mevzuun istisnası olamaz. Allah, Azrail aleyhisselama öyle bir fizik bahşeder ki, o fizik sayesinde Musa aleyhisselamdan yediği tokat gözünü çıkarır, ama aslında gözü çıkmış olmaz. O aslında sapasağlamdır. Bizim gibi değildir.
 
Nasıl sapasağlamdır? Benzetmek gibi olmasın ama tıpkı Terminatör misali. Biz meleklerin nasıl bir 'biyolojiye' sahip olduğunu biliyor muyuz? Yok. Onlara dair iman ettiğimiz diğer şeylerden haberliyiz ki bizim fizik dünyamızın çok ötesinde canlılar. Hani Yıldızlararası filminde daha üst boyutta yaşayan varlıklar hakkında şöyle bir replik geçiyordu: "Onlar için geleceğe gitmek bir yamacı tırmanmak gibi olabilir. Geçmişe gitmek ise bir vadiye inmek gibidir." (Hatırımda kaldığı gibi yazdım.) Müslümanlar olarak, utanıyorum söylemeye ama, bizim de biraz gavurlar gibi hayalimizi açmayı öğrenmemiz lazım. Madem ki, ehl-i sünnet müslümanların binbeşyüz yıldır sahip olduğu 'gayba iman'da yaralarımız var, tedavisini böyle bir yerde arayabiliriz. (Zaten biraz da bu yüzden, Ebubekir Sifil Hoca, kelam ilmiyle meşgullerin fizik ilmiyle de meşgul olmaları gerektiğine dikkat çekiyordu bir dersinde.)

Hatta bu yüzden belki, Bediüzzaman Hazretleri, mezkûr hadisi müdafaa ettiği yerde, önce talebelerinin zihnini ‘daha üst bir fiziğin imkan düzeyine’ kaldırmaya çalışıyordu:

"Birinci meslek: Azrail aleyhisselâm herkesin ruhunu kabzeder. Bir iş bir işe mani olmaz. Çünkü nuranîdir. Nuranî birşey, hadsiz âyineler vasıtasıyla hadsiz yerlerde bizzat bulunabilir ve temessül eder. Nuranînin temessülâtı, o nuranî zâtın hassasına maliktir; onun aynı sayılır, gayrı değildir. Güneşin âyinelerdeki misalleri güneşin ziya ve hararetini gösterdiği gibi, melâike gibi ruhanîlerin dahi, âlem-i misalin ayrı ayrı âyinelerinde misalleri, onların aynılarıdır, hassalarını gösterirler. Fakat âyinelerin kàbiliyetine göre temessül ediyorlar. Nasıl ki Hazret-i Cebrail aleyhisselâm, bir vakitte Dıhye suretinde Sahabeler içinde göründüğü dakikada, binler yerde başka suretlerde ve Arş-ı Âzam önünde, şarktan garba kadar geniş ve muhteşem kanatlarıyla secde ediyordu. Her yerde, o yerin kàbiliyetine göre temessülü varmış; bir anda binler yerde bulunuyormuş. İşte, şu mesleğe göre, kabz-ı ruh vaktinde insanın âyinesine temessül eden melekü'l-mevtin insanî ve cüz'î bir misali, Hazret-i Mûsâ aleyhisselâm gibi bir ulü'l-azm ve celâlli ve hiddetli bir zâtın tokadına maruz olmak ve o misalî melekü'l-mevtin libası hükmündeki suret-i misaliyesindeki gözünü çıkarmak ne muhaldir, ne fevkalâdedir, ne de gayr-ı makuldür."

Yani arkadaşım, Halık-ı Zülcelal Hazretlerinin 'yaratabilecekleri' dairesine (veya melek efendilerimizin 'yapabilecekleri' dairesine) doğru bir şekilde iman edersen, o tokat yüzüne gelmiş gibi olmaz. Canın sıkılmaz. Fehmin kasılmaz. Küçük aklın boğulmaz. Kasnağının cıvataları nasıl gevşetilecek öğrenmek istersen de yukarıdaki alıntının tamamını oku. Mürşidim orada takip edilecek yolu bir güzel tarif ediyor.
 
Yok. Buna daralmadın. Yoksa şuna mı sıkıldın: "Musa aleyhisselam gibi bir büyük peygamber nasıl Azrail aleyhisselam gibi bir meleğe tokat atmaya cüret edebilir? Öyle yüksek bir kemalden böyle bir davranış beklenilir mi hiç?" Arkadaşım, hadis-i şeriflere bu yollu itirazların tamamı, gidip en nihayet bir Kur'an ayetine sataşıyor. İstersen, benim dikkatimi de Prof. Dr. Bilal Saklan Hoca'nın 'Muhaddis Sûfîler' eserinde çektiği, şu hakikate nazar edelim:

"Kelâbâzî, meşhur eseri Ma'âni'l-Ahbar'da zikretmiş olduğu gerek müfesser, gerekse şevâhid türü hadislerin genelde sıhhat durumlarına işaret etmemiştir. Fakat zaman zaman bazı hadisler için 'Hâzâ hadisün sahîhun: Bu sahîh bir hadistir' ifadesini kullandığı da olmuştur. Ayrıca Hz. İsa aleyhisselamın nüzûlü ile ilgili pekçok rivayetin sahîh olduğunu ifade ederek, bunları inkâr edenleri muannidlikle suçlamıştır. Bu iki misalde olduğu gibi, hadislerin sadece 'sahîh' oluşuna dikkat çekmekle yetinmemiş, aynı zamanda hadisin sıhhatini ispatlamak için ayet ve hadislerden istifade etmiş, hadisin sahîh hadis mecmualarında hadis imamları tarafından rivayet edilip edilmediğini araştırmış, hadis hakkında değerlendirmede bulunan herhangi bir hadis âlimi olmuş ise, onun görüşlerine müracaat etmiştir. Mesela: Hz. Mûsâ aleyhisselam ile ölüm meleği arasında cereyan eden olayı anlatan hadisin sahîh olduğuna ve sahîh hadis kitaplarında hadis imamları tarafından rivayet edildiğine işaret etmiş ve bunu idrakten yoksun bazı kişilerin hadisi inkar ettiğini söylemiştir. Daha sonra da, Kur'an-ı Kerîm'den bu hadisin destekçisi olduğunu söylediği, şu ayeti (A'râf sûresi, 150) zikretmiştir: ‘Mûsâ, milletine kızgın ve üzgün olarak dönünce 'Benim arkamdan ne kötü olmuşsunuz, Rabbinizin emrinin çabucak gelmesini mi istiyorsunuz?' dedi, levhaları attı ve kardeşinin başından tutup kendine doğru çekti...’"
 
Kelâbâzî Hazretlerinin destek için bu ayeti sevketmesi garip gelmesin. Kesinlikle hikmetsiz değil. Çünkü burada bir peygambere 'normal şartlar altında' yakıştırılmayacak bir davranış vardır. Musa aleyhisselam kavminin Sâmirî tarafından baştan çıkarıldığını, bir buzağı heykeline tapındıklarını görünce celale kapılmış, o sırada da elindeki Tevrat nüshalarını yere atmıştır. Kendisi gibi bir peygamber olan kardeşi Harun aleyhisselamın saçını çekmiştir.
 
Bugün Kur'an'a (veya hatta Amerika'da kürtaj taraftalarının İncil nüshalarına bile) yaptıklarını görünce içimizin nasıl müslümanca 'Cııızzzz!" ettiğini biliyoruz. Acaba şimdi bu 'Cıızzz!' ile terbiyesizlik edip anlatılanları inkâr mı edeceğiz? Yoksa Musa aleyhisselamın, Cenab-ı Hakkın bir sırr-ı hikmeti gereği öyle celalkâr yarattığı, fıtratını mı kabul edeceğiz? Makul olan onun bu yanını kabul edip hem Kur'an'a hem sünnete karşı hadsizlikten vazgeçmek değil midir? Evet. Musa aleyhisselam öyle bir yiğittir. Bitti. Nokta. Hak Teala şefaatini cümlemize nasip eylesin. Âmin.

Sözü uzattım. Belki canınızı da sıktım. Ama benim de canım bir hayli sıkılmıştı. Geçenlerde bir ilahiyatçının bu konudaki saçma sapan 'endişelerini' okumak zorunda kaldım. Musa aleyhisselamın eline-şânına ulaşmak ne mümkün! Fakat karşımda olsa o adama da bir tane ben patlatacaktım. Tokadı atamadık. Hayalimiz hayal kaldı. Çatlayalım mı? İşte böyle birşey karaladık. Hak Teala sa'yimizi meşkûr eylesin. Tevfiki refikimiz olsun. Taksiratımızın affını da Ondan dileriz.

27 Haziran 2022 Pazartesi

Peki ya Bediüzzaman Kur'an'ı neden bitiremedi?

Bediüzzaman'ın Risale-i Nur'da neden bütün ayetleri tefsir etmediği üzerine bir tartışmadan sonra Prof. Dr. Bilal Saklan Hoca'nın Muhaddis Sûfiler isimli eserinde rastladım şu bilgiye: "Ebu'l-Abbâs hergün bir hatim indirir. Ramazanlarda ise bir günde üç hatme çıkardı. Yalnız onun Kur'an'dan istinbat niyetiyle yaptığı hatim on küsur sene sürdü. Vefat ettiğinde bu hatmi tamamlayamamıştı." Dalgınlaştım biraz bu satırlardaki hikmet üzerine. "Demek" dedim. "Ayete nasıl bir niyetle müracaat edersen onu buluyorsun. Damlaları sayayım dersen damlalar sayılıyor. Deryasına doyayım dersen deryasının dibi bulunmuyor."

Sonra A'râf sûresinin 203. ayeti dikkatimi celbetti arkadaşım. Hani orada 'hâżâ besâiru min rabbikum' buyruluyor. Birçok meal çalışmasında bu ifadeye "Rabbinizden gelen basiretlerdir!" karşılığı verilmiş. (İçlerinde Diyanet İşleri, Diyanet Vakfı, Hayrat Neşriyat vs.'nin de bulunduğu ondan fazla meal çalışmasının ortak karşılığı denilebilir.) İşte bu karşılık kalbimi alıp Risale-i Nur'dan bazı bahislere götürüyor:

"Kur'ân-ı Hakîmin kelâm-ı ezelîden gelmesi ve bütün asırlardaki bütün tabakat-ı beşere hitap etmesi hasebiyle, mânasında bir câmiiyet ve külliyet-i harika vardır. İnsandaki akıl ve lisan gibi, bir anda yalnız bir meseleyi düşünmek ve yalnız bir lâfzı söylemek gibi cüz'î değil, göz misillü muhît bir nazara sahip olmak gibi, kelâm-ı ezelî dahi bütün zamanı ve bütün tâife-i insaniyeyi nazara alan bir külliyette bir kelâm-ı İlâhîdir. Elbette Onun mânâsı, beşer kelâmı gibi cüz'î bir mânâya ve hususi bir maksada münhasır değildir. Bu sebepten, bütün tefsirlerde görünen ve sarahat, işaret, remiz, îma, telvih, telmih gibi tabakalarla müfessirînin beyan ettikleri mânâlar, kavaid-i Arabiyeye ve usul-ü nahve ve usul-ü dine muhalif olmamak şartıyla, o mânâlar, o kelâmdan bizzat muraddır, maksuddur."

Kuantum fiziğine ilgi duyanlar 'dalga hareketi' ile 'tanecik hareketi' arasındaki farka aşinadırlar. Meşhur Çift Yarık Deneyi de mesmuatlarındandır. Gözlemcinin nazarı nasıl birşeyse nesnenin hareketini etkiler sanki. Hayret ki hayret. Fakat müslümanlar buna şundan evvel aşinadır: "Ameller niyetlere göredir."

Metne geri dönelim. "Göz misillü muhît bir nazara sahip olmak!" Nedense iktibasın mecmuundaki hakikat bana mezkûr 'basiret'in tefsiri gibi geliyor. Şimdi soracaksın haklı olarak: "Kur'an ayetleri nasıl basiret olur?" Ben de diyeceğim ki: "Kur'an'ın sözlerine göz nazarıyla bakarsan bu sırrı kavrayabilirsin." 

Söz yalnız söyleyeceğini söyler. Gözse görebileceklerinin hepsine kasteder. Manzarayı sarar. Hatta bu eşikten İşaratü'l-İ'caz'daki şu metne de bir parça yaklaşabilirsin: "İnsanların fehimlerine göre Cenâb-ı Hakkın hitâbâtında yaptığı bu tenezzülât-ı İlâhiye insanların zihinlerini hakaikten tenfir edip kaçırtmamak için İlâhî bir okşamadır. Bunun için, müteşabihat denilen Kur'ân-ı Kerimin üslûpları, hakikatlere geçmek için ve en derin incelikleri görmek için, avâm-ı nâsın gözüne bir dürbün veya numaralı birer gözlüktür."

Demek biz Kur'an'dan söz değil göz alıyoruz. Onlar, söze benziyorlar, ama elbette beşer sözü gibi değiller. Sözümsü gözler onlar. Sözün söylediği bitebilir. Ama gözün gördüğü bitmiyor. Yahut da şöyle söylemeli: Eğer Kur'an'ın sözlerine göz nazarıyla bakarsak hakiki basiretine eriyoruz. Onun manasındaki külliyet, sözü sözde bitirmemekle, bir bakış açısı (hatta yaşam açısı) kılmakla inkişaf ediyor. 

Belki insan idrakiyle Kur'an'a bu hizmeti de veriyor. Evet. Suya atılan taş dalga başlatır. Kuma atıldığında bu olmaz. Taşı sinesine alacak yumuşaklık lazımdır dalga için. Lâtif kalpler Kur'an'ın nücumuna su hizmeti de veriyor olamaz mı? Canını, ömrünü, nazarını, tefekkürünü, zamanını kelamullahla yoğurarak yaşayan bir tefsir oluyor yani insan. Sırf okumak değil bu. Metnin içinde yaşamak. Metinle yaşamak. Gönlüne basmak onu. Kevnî ayetler ile kelamî ayetlerin arasında berzah olmak. İkisini birbirine kendi âleminde dokumak. İkisine birden dokunmak. Ayeti okumaktan aşkın olarak onu başımızın üstünde, gözümüzün önünde, gönül gözünde taşımak. Niçin? Herşeyi o okusun diye. O okuyup bize aslını söylesin. 

Bizde görünsün. Biz aradan çıkalım. Biz 'ben' olarak azalalım. Reşha olalım. Hakikat güneşini görünce buharlaşalım. Biz eksiğiz çünkü. Biz sınırlıyız. Bizde yalnız basar var. Basiret basardan üstündür. Evet. Göz yalnız gördüğünü bilir. Basiret görülmeyenleri de sezer. Kur'an bizi söz değil göz sahibi yapıyor. "Mü'minin ferasetinden çekinin. Çünkü o Allah’ın nuruyla bakar!" hadisi belki biraz da bunun müjdecisi. Ve belki Kur'an'ın sözünün göz olduğunu düşünenlerin ömürleri de hatimlerinin sonuna gelmeye yetmiyor. Bu onların/eserlerinin eksikliğinden değil. Kaşık okyanusa kastettiğinden. Öyle ya. Yetirebilir mi hiç arkadaşım?

17 Haziran 2022 Cuma

Cemil Kılıç'ın fendi, vay canına, bilmek inanmayı nasıl yendi?

"Onun hak olduğunu anlayıncaya kadar ayetlerimizi (delillerimizi) onlara hem âfâkta hem de enfüste göstereceğiz. Rabbinin herşeye şahid olması yetmez mi?" (Fussilet sûresi, 53. ayet)

Ahirzaman ne demek efendim? 'Bunamak' gibi birşey. İnsanın bildiğini dahi bilmez hale gelmesi. Neden? Çünkü ihtiyarlıkta öyle olur. 'Ahir' demek 'son' demek. İnsanlığın sonu yaklaştığı için bunaklığı da arttı. Daha önce bildiklerini de bilmez oldu. İşte ahirzaman fitnesi de bizim bu yönümüzden pek faydalanıyor. Bunaklığımızın yanaklarından tutup pışpışlıyor. Diyor ki: "Sen birşeye inanıyorsan aslında onu bilmiyorsun demektir. Birşeyi biliyorsan da ona aslında inanmıyorsun." Dedeler-nineler böyle pışpışlanır mı? Büyüklerinin ileriki yaşlarını görenler bu tasvirimi yadırgamazlar. Zira onlar da tıpkı çocuklar gibi 'kandırılarak' ikna edilir. Cenab-ı Hak cümlemizin ihtiyarlık imtihanını kolay eylesin. İhtiyarımızı elimizden almasın. Âmin.

Zaten benim kusurum budur: Oyundan önce topu görürüm. Komplo teorisyeni değilim. Ya? Futbol pratisyeniyim. Ve benim pratisyenliğim diyor ki: Ortalıkta bir çeşit top çok gezmeye başlamışsa kesin oyunu da vardır. Işık varsa güneş vardır. Aydınlık varsa gündüzdür. Bu kadarıcık akıl yürütmeyi de herkes yapar. O yüzden Ahmed'in çok zeki bir adam olması gerekmez. Seken topa gözü ilişsin yeter. Geç de olsa görsün.

Seken toplara da gözüm iyi ilişir. Geçenlerde de hem Atatürkçü hem ilahiyatçı, yani ki hem karada yaşar hem denizde gider, ne perhizden ne turşudan vazgeçer Cemil Kılıç Bey'in nüktedanlığına denk geldim. Hoş bir lâtife işitmiş gibi tebessüm ettim. Çocukluğuma döndüm. Bizim zamanımızda 'Portakalı soydum, başucuma koydum, ben bir yalan uydurdum...' tarzı şeyler vardı. Elbette koskoca ilahiyatçı bu kadar basit metinlerle takılacak değil. Kendisi twitter'da daha yükseğini beyan etmiş:

"Allah'ın varlığı kanıtlanabilir bir kesinlikte olsaydı Allah bizden kendisine inanmamızı istemezdi. Zaten imanın değeri de, anlamı da kendisine konu olan şeyin kanıtlanamaz oluşundan gelmektedir. İman kanıta dayanmaz. Kanıt, imanı çökertir. Ben Müslümanım; Allah'ın var olduğunu iddia etmiyorum, var olup olmadığını da bilmiyorum. Zaten var olduğunu bilseydim; inanmazdım. Bilmediğim ve kanıtlayamadığım için inanıyorum. Kanıtlayabilseydim; inanmazdım, bilirdim. Allah'a inanmak bana huzur veriyor."

 Vay arkadaş. "Ulan yoksa bu genç yaşımda ben de mi bunadım?" deyu eseflendim muhterem karilerim. Çünkü müslüman oğlu müslüman birisinin 'kanıtın imanı çökerttiğini' söylemesini yeni işittim. Ve dahi birçok yaşıma hızlı bir şekilde giriverdim. Bir de düşündüm ki: Koskoca ilahiyatçı neden top çeviriyor böyle? Ne de olsa oyun dediğin çocukların işi. Sonra aklıma geldi: Çocuğu kandırırken büyükler de bir şekilde oyuna dahil olmuş sayılırlar. Samimi değillerdir. Lakin kafeslemek için 'mış gibi' yapmak gereklidir. Oyun olmazsa oynanmaz. Elbette koskoca ilahiyatçının da canı portakal çekebilir. Vitaminini kabuğunda aramaz. Soyabildiği kadar soyar onu.

O vitamin aramıyor ama biz de akl u fikrimizi peynir ekmekle yemedik ya. Arıyoruz. Düşünüyoruz: Kurban olduğum Allah, diyoruz. Taşa-toprağa, kediye-köpeğe, ota-ağaca, dağa-ovaya, yıldıza-seyyareye, hatta ışığı yutan karadeliğe bile 'kanıtlanabilme' nimetini bağışlamış da kendisi nasıl bundan mahrum kalmış? "Herşeyi gösteren güneşi, güneşten sormak gerektir. Evet, herşeyi gösteren, kendini herşeyden ziyade gösterir." Hani daha bunamadığımızı kendimize ispat etmek için soruyoruz. Mürşidim gibi diyoruz hatta: "Bir harf kendi vücudunu bir harf kadar ifade ettiği halde kâtibini bir satır kadar ifade ediyor." Nasıl oluyor da insan yazısında böyle oluyor da Allah'ın yaratışında olmuyor? Allah'ın yaratışı insanın yazısından geri mi?

Sonra yine takılıyoruz: İmanın değeri niye kanıtlanamaz oluşundan geliyor? Ben şimdi Sevimli Hayalet Casper'a inansam, ne de olsa kanıtlanamaz birşey, bu imanım değerli mi olacak? Yoksa uzun kollu gömleği giydirip en yakın tımarhaneye yolcu mu ederler beni? Yani demem o ki muhterem karilerim: Deli dediklerimizin 'deliliği' kanıtlanamayan şeylere inanmalarından gelmiyor mu biraz da? Bu ayracı aradan kaldırınca kim 'akıllı' kim 'deli' karışmaz mı? Hem kim yalancı kim doğru farkı kalır mı? Madem ki ispatlanmayınca imanın kıymeti artıyor. Yalancıdan daha kıymetlisi yok o zaman. Ne de olsa hiçbir dediği ispatlanamıyor. Cemil Bey'e birşey demiyoruz tabii.

"İman kanıta dayanmaz. Kanıt imanı çökertir!" de ne yahu? Şimdi ben burnuma gelen kokularla mutfakta yemek olduğuna iman etsem, ki koku dahi bir kanıttır, gidip gördüğümde imanımın tadı mı kaçacak? Yoksa düzeyi mi yükselecek? Hani 'ilmelyakin-aynelyakin-hakkalyakin' deriz ya. Dumanı görmek, ateşi görmek, ona dokunmak diye de kademelendiririz. Herbirinin farklı bir iman katmanı olduğunu ifade ederiz. Cemil Bey'e göre herhalde alametlerine vâkıf oldukça ateşe inanılmamaya başlıyor. Yani normal insanın aksine Cemilbeygillerde süreç şöyle işliyor: (Ateşe dair hiçbir alamet yok.) Ateşe inanıyorum. (Ateşin dumanı göründü.) Ateşe imanım kalmadı. (Ateşi gördüm.) Ateşe inanmıyorum. (Ateşe elimi soktum.) Acımadı ki, acımadı ki!

Peh! Allah'ın varolduğunu iddia etmeyen müslüman ahirzamanda bulunur ancak. Varolup-olmadığını bilmiyorum diyeni din-i İslam'a davet ederlerdi eskiden. Kelime-i Şehadet getirince bizden olurdu. Şimdi ilahiyatçı yapıyorlar demek ki. Eh. Ne yapalım? Olabilir. Ama kuzum şu ne oluyor: "Zaten var olduğunu bilseydim; inanmazdım. Bilmediğim ve kanıtlayamadığım için inanıyorum. Kanıtlayabilseydim; inanmazdım, bilirdim." Bilmek ile inanmanın arası ne ara bu denli açıldı? Kim küstürdü onları? Hem nasıl küstüler? Çünkü bir elmanın iki yarısı gibiydiler. İnsan birşeyi bildiği zaman ona inanırdı. İnandığı şeyi de bilirdi. Peki Cemil Bey'in çağına yetişince ikisi birden nasıl konumlarından istifa ediverdi? Biz bu süreci nasıl kaçırdık?

Sözgelimi: Ben suyun 100 derecede kaynayacağına inanıyorum. Ama suyun 100 derecede kaynayacağını biliyorum da. Eğer suyun 100 derecede kaynayacağını biliyorsam, artık 100 derecede kaynayacağına inanmıyor muyum? Peki neden kaynatıyorum? Eğer kaynayacağını bilmiyorsam onu neden ısıtıyorum? Öncesinde 'inanmıyorsam' sonrasında 'bilmek' nasıl vücuda geliyor? Öncesinde bilmiyorsam sonrasına nasıl inanıyorum? Şahitliğimle aldığım mesafenin kıymet-i harbiyesi ne?

Kafanız karıştı değil mi? Benimki de. Mevzuu biraz daha açmaya çalışalım. Lemaat'ta Bediüzzaman Hazretlerinin 'dimağdaki meratip' isimli bir izahı var. Azıcık alıntı yapalım oradan: "Dimağda merâtip var, birbiriyle mültebis, ahkâmları muhtelif. Evvel tahayyül olur, sonra tasavvur gelir. Sonra gelir taakkul, sonra tasdik ediyor, sonra iz'an oluyor, sonra gelir iltizam, sonra itikad gelir." Şimdi metinden hareketle şu 'kaynama' mevzuuna geri dönelim. Ben bir suyu kaynatıyorum. Çünkü suyun kaynadığı bilgisine sahibim. Ama kaynattığım suyun kaynadığı bilgisine değil. Onu kaynarken hiç görmedim. Zaten kaynamış olsa tekrar kaynatmama gerek yok. Yani ki bende bir 'tahayyül' var. Daha önceki şahitliklerimden biliyorum ve de inanıyorum ki: Kaynama olayı tekrar edecek. Elimdeki su henüz kaynamadı. Bu kesin(!) bir bilgi değil. Fakat iman ediyorum: Kaynayacak. Ve su kaynadığında doğrulanmış oluyor.

Her bilimsel keşif bir imana dayanıyor. Tonlarca ağırlıkta bir metal yığınının uçabileceğini hayal ediyorum. Buna hayal düzeyinde inanıyorum. İnanmasam peşinden gitmem. Bu bir çeşit bilmek. Tahakkuk etmemiş birşeyi bilmek. 'Sezgi' diyelim isterseniz buna. Fakat kanıtsız değil. Çünkü 'uçulabildiğini' biliyorum. Benim metal yığınım uçmadı ama kuşlar uçuyor. Kuşların uçtuğunu bildiğim için, bu şahitliğimden hareketle, hayalime bir iddia taşıyorum. Sonra o hayal diğer meratipten geçiyor. Teşebbüslerle-başarılarla gelişiyor. Uçaklar uçuyor. Ben de itikad ediyorum. Uçaklar uçar. Uçakların uçtuğunu bildiğim anda ona imanım yokolmuyor. Aksine uçakların uçtuğunu gördüğüm anda imanım daha yüksek bir düzeye çıkıyor.

Kanıtlar eğer imanı yokediyorsa neden imanlar kanıtlarla kovalanıyor? Neden bilimsel teoriler sahiplerinin elinde deney deney ispatlanmaya çalışılıyor? Madem imanları yokolacak? Birşey kendisini yoketmek için çalışır mı? İmanı yokolacak 'bilim âdemi' neden bir de onu ispatlamaya çalışıyor ki? Kanıtsızken makbul oluyorsa hayalde kalmaya devam etsin. Hiçbir bilimsel gayret gösterilmesin. Değerli madem.

Ahirzaman bunaması sizi de sarmadıysa burada şunu seçebilirsiniz: İnanmak farklı katmanlarıyla bilmenin hem başı hem sonu. Bilmek de farklı katmanlarıyla inanmanın hem başı hem sonu. Anlamak için yine Bediüzzaman'ın zarf-mazruf ilişkisine dair bir metnine bakalım: "Herşeyin, içine melekût, dışına da mülk denir. Bu itibarla insan ile kalb, birbirine hem zarf, hem mazruf olur. Çünkü, insan mülk cihetiyle kalbe zarf olur, melekût cihetiyle de mazruf olur." 

O ona sarılmış. Öteki de ona sarılmış. Bambaşka boyutlarda ikisi de birbirini sarıyor. 'Bilgi' ekseninde baktığınızda bütün bilimsel çabalar 'inanmak-inanmak' arasında geçiyor. 'İnanmak' ekseninde baktığınızda bütün itikadlar 'bilmek-bilmek' arasında dönüyor. Bilinebileceğin bilinebileceği bildiriliyor. İnanılacağa inanılabileceği inandırılıyor. İnsan yaratılışından bildiği İslam'a yaşayarak bir kez daha şahit oluyor. 'Kalu Bela'daki sözümüz maşherdeki tasdikimizle birleşiyor. Biliyorduk. Yine bildik. Yine bileceğiz. İnanıyorduk. Daha fazla inandık. Çok daha fazla inanacağız.

İşin şu boyutu da var: Başta Kur'an olmak üzere İslamî bütün metinler 'acaba'yı değil 'kesinliği' ifade ediyorlar. Yani hiç öyle "Aman kullarım, kâfirlere karşı iddiaya girişmeyin, ben kesin bilinmem!" tarzı bir Cemil Bey söylemi işitilmiyor Kur'an'dan. Ya? Tam aksine: "Akletmez misiniz? Tefekkür etmez misiniz? Görmez misiniz?" tarzı iddialı/ispatlı bir metod izliyor bizim yüce vahyimiz. İslamî bütün metinler de bu minval üzere gidiyor. Ama belli ki hiçbiri Cemil Bey'i yeterince ikna edemiyor.

"Allah'a inanmak bana huzur veriyor!" diyor bir de. Sanki 'huzur' bir bilgi türü değilmiş gibi. Bir delil oluşturmayacakmış gibi. Ayağına giydiğin doğru numara ayakkabı da bir huzur veriyor Cemil Bey. Huzuru sayesinde doğru ayakkabıyı giydiğini anlıyorsun. Çok sıkışıp helaya gittiğinde de bir rahatlama hissediyorsun. İçin nasıl huzurla doluyor. "Aaa, nasıl?" Sürpriz: Çünkü o huzur da boşaltım organlarını zamanı geldiğinde kullanmanın doğru olduğunun bir delili. Yani Allah'a inandığında içinde bir huzur varsa iman ispatlanabiliyor demektir. 'İspatlanamaz' ama 'huzur verir' demekle kendinle çelişmeye başlarsın. Zaten ahirzaman bunaklığının neyi ayıramadığına ben şöyle ayıldım muhterem karilerim: Bunlar, "Bu dünya tecrübe meydanıdır. Akla kapı açılır, fakat ihtiyarı elinden alınmaz!" sırrını kavrayamıyorlar.

Yani 'bilmek' alanını 'kâfir-mü'min ortak alanı' olarak görüyorlar. Ona münhasır sayıyorlar. İmtihan sırrı gereği 'acaba' kalan başlıkları da 'inanmak' alanına taşıyorlar. "Acaba varsa bilmek yoktur!" diyorlar. "Bilmek olsaydı kâfirler de kesin öyle bilirdi." İyi de na-mübarekler, o zaman imtihan nerede kalırdı, Ebu Bekirler ile Ebu Cehiller birbirinden nasıl ayrılırdı? İslam, Kur'an, sünnet elbet akla kapı açıyor. Eğer akla kapı açmasa kendisine inanılmasını zarurî tutamaz. İspatlanamayan şeye inanmak mecburiyeti olamaz çünkü. İspatlanma-ispatlanmama ayrımı gözetilmedikten sonra her vehim bir iman olabilir. Naklî bile olsa delil delildir. Kainat-fıtrat ayrı birer delildir. İddia bile edilemedikten sonra cennet-cehennem bahsini açmaya gerek olabilir mi? İnanmayanlar cezalandırılabilir mi? Zaten bilinmeyecek şekildeymiş madem.

Biz bu tuzağa düşmeyelim muhterem karilerim. İnandığımızın bilmekten ayrı olduğunu zannetmeyelim. 'Bilmek' alanı Kur'an'ın-sünnetin açtığı yere kadar geniştir. Kâfirlerin de müslümanlar gibi aynen iman ettikleri alana münhasır değildir. O belki 'imtihan edilmediğimiz alan'dır. Hakikat bilgisi tam da müslümanların kâfirlerden ayrıldıkları noktada başlar. Müslümanlar bu bilgiye ihtiyarlarıyla-iradeleriyle talip olurlar. Cenab-ı Hak da kalplerinde bir nur yakar. Onlara delillerini gösterir. Deliller göründükçe iman ziyadeleşir. Azalmaz. Yokolmaz. Kanıtlandıkça iman genişler.

Aman, ne çok konuştum, estağfirullah, yazdım. Sizi de sıktım. En iyisi burada bırakalım. Ve diyelim ki: Allah bizi Atatürkçü ilahiyatçı yapmasın muhterem karilerim. Çünkü bunlar Atatürk'ü Allah gibi biliyorlar ama Allah'a Atatürk kadar inanmıyorlar.

6 Haziran 2022 Pazartesi

Johnny nasıl Depp'ti Amber'i Heard'ün mü?

 "Şüphesiz, ahirete iman etmeyenler, meleklere dişi isimleri veriyorlar." (Necm sûresi, 27)

'Gavur' deyip geçmeyin muhterem kârilerim. Adamlar ahiret işlerinden anlamasalar da dünyanın nasıl döndüğünü biliyorlar. Kârlarını-zararlarını ayırıyorlar. Nitekim bu iş görür muhakeme yeteneği sayesindedir ki, Johnny Depp abimiz, Amber Heard yengenin elinden itibarını kurtarabildi. Yaaa... Eğer "Kadının beyanı esastır!" gibi bir saçmalık orada olsaydı, abimiz şuan Kaptan Jack Sparrow gibi kodeste gün saymaktaydı. Bir verdiği karşı geldi galiba. (Muhtemelen pahalı avukatlara verdikleridir.) Paçayı sıyırdı. Tabii büsbütün sıyırma diye birşey sözkonusu değil. Zira eskiler böyle durumlar için derler: Şuyûu vukûundan beterdir. 

'Kadın iftirasına uğramış bir peygamberin kıssasını'  Kudsî Kitab'ında okuduğu halde "Kadının beyanı esastır!" gibi bir garabete tutunmuş pek az topluluk vardır herhalde tarihte. Ahirzamandır efendim. Olur. Belki (ve de Allah korusun) daha fenası da olur. "Erkeğin beyanı zerzevattır!" diye bir kanun da çıkabilir. Çünkü artık kadın-erkek hukukunda neyin 'doğru' neyin 'yanlış' olduğuna kadın hukukçular karar vermektedir. (Ve her nedense bu kadınların erkeklere bir husumeti sezilmektedir.) Kârilerim, yanlış anlamayın, Züleyha'nın durumunu insan kendisine şöyle-böyle açıklar. Fakat bu ablalarımızın hayattan istediklerini aldıkları zannedilir. Çünkü erkekliği geriletme davasına gönül vermiş mücahidelerin çoğusu evlidir. Maşaallah. Eh, yakıştırmayız, eve iş taşımak yanlış iken bir de evi işe taşımak hiç doğru olmaz. Sorun varsa bunları Türkiye'yi karıştırmadan çözmek en muteberi olur.

Bilmediğimiz hakkında konuşmayalım. Zannın çoğu haramdır. Bildiğimizse şu: Ta Firavun'dan beri, dünyacı/küfranî akıl, menfaatinin hangi gelecek senaryosunda olduğunu bilir. İsrailoğullarının erkeklerini öldüren Kıptîliğinde rahat eder. Çünkü 'erkekleri öldürmek erkekliği öldürmek'tir. Musa aleyhisselamın muvaffakiyeti bu 'erkek katliamına' karşı Allah'ın muhafazasında bulunmasındandır. Hayatına dair okuma yapanlar hakvereceklerdir. Musa aleyhisselam karakterçe de erkektir. Şimdi 'erkek' kelimesini 'olumlu' anlamda çok kullandık ya. Buradan da başımıza işler açılacak. Üşenmeyip o konuya dair birşeyler karalayalım:

Efendim, müslüman, erkeği 'erkek' kadını da 'kadın' iken sever. Çünkü herşeyin Allah'ın yarattığı şekilde doğru olduğuna iman etmiştir. Allah Hakîm'dir. Nihayetsiz hikmet sahibidir. Yaptıklarında abes-yanlış yoktur. Yani ki beşer tashihine ihtiyaç yoktur. O nedenle yaratışında 'adres şaşırması' olduğu düşünülemez. Evet. Bütün renkler Allah'ındır. Farklılıkları yaratan Allah'dır. Fakat Allah'ın yarattığı renkte yanlış olduğu imâ edilemez. "Bu mavi görünüyor ama aslında sarıdır!" diye birşey yoktur bizim itikadımızda. Allah'ın mavi olarak yarattığı mavidir. Sarı olarak yarattığı da sarıdır. Bu sebepten mavi maviliğe, sarı da sarılığa teşvik edilir. Mavi sarılıktan, sarı da mavilikten men edilir. Fıtratlarının aksine yönlendirilmez. Aksine yönlendirme Allah'ın yaratışı hakkında terbiyesiz ithamlar taşır. 

Doğruyu görmek istemeyenlere ise modern(!) çağda tabiata (daha doğrusu kevniyata-kainata) firavunane yapılan müdahalelerin küremizi düşürdüğü durum misal gösterilmelidir. Beşerin küfranî hendesesi, hangi ölçüsünde-tartısında dünyayı 'daha iyiye' götürmüştür ki, cinsiyet konusunda isabet ediyor olabilsin? Elbette buradan da varacağı yeni bir kıyamettir.

Şunu bir türlü anlatamıyoruz bu arkadaşlara: Bir erkeğe "Karı gibi konuşup durma!" nasıl bir uyarıysa kadına da "Erkek Fatmalık yapma!" o derece uyarıdır. Birincinde 'karı' ikincisinde ise 'erkek' hakaret kastıyla kullanılmıştır. Yani sadece 'kadınlığın aşağılanması' diye birşey sözkonusu değildir. Erkekliğin de yersizliğinde kınandığı olur. Kastolunan tavrın hikmetsizliğidir. Ümmetin burada korumaya çalıştığı aradaki çizgidir. Çünkü müslüman herşeyi, hem Yaradandan ötürü, hem de tam yarattığı şekilde sever.

Diyorum ya: Gavuru küçük görmemek lazım. Gavur, tüm gavurluğu içinde, dünya işinin nasıl döndüğünü biliyor. O yüzden Gone Girl (Kayıp Kız) gibi filmleri de çekiyor. Yani uyarıyor: Arkadaş, bu kadını melekleştirmeye çalışıyorsunuz amma, bu da bir ifrattır. Eğer bir kadın şeytanının oyuncağı olursa erkeğin başına türlü işler getirebilir. Bunu da kendisinin melekliğine toz kondurmadan halleder. İnanmayan varsa filmin hikâyesini araştırıp okusun. (Aslı romandır zaten. Onun da Türkçesi mevcuttur. Boş vakti olan kurcalayabilir.) Zaten ümmete bu hastalık da arız oldu artık. Kendi kitabındaki doğruları bile ancak gavurlardan onayını işitirse kabul edebiliyor. Onlar onaylamasa kenarda bekletiyor.


Firavun zeki adamdı muhterem kârilerim. Tek gözlü, yani Deccalî, yani yalnız dünyanın işine konsantre bir akılcılığı vardı. O yüzden köle statüsünde yaşattığı İsrailoğulları'nın erkeklerini/erkekliğini öldürmüştü. O kavim ki, gördükleri nice mucizeye rağmen, Musa aleyhisselama defalarca kaypaklık ettiler. Savaşa gittiklerinde "Senle Allah'ın savaşsın!" deyip gevşediler. Tur dağına çıkınca hemen bir buzağı heykeli yapıp tapınmaya başladılar. Daha türlü türlü oyunları Musa aleyhisselamın müstakim erkekliğine çevirdiler. Onların kıssalarını okuduğunuzda Yakub aleyhisselamın oğullarına "Şehre ayrı kapılardan girin!" demesinin sırrına da bir derece vâkıf olursunuz. Kıptîlerin bu kadar erkek gibi erkeği beraber görünce rahatsız olacağını sezen bir feraset vardır bu nasihatte. Allahu'l-a'lem. Ki Mısır serüvenleri boyunca da İsrailoğulları'nın erkekliği Kıptîlerin devletini rahatsız etmiştir.

Bizim erkekliğimiz de elbette birilerini rahatsız ediyor. Sadece erkekliğimiz mi? Bizim kadınlığımız da aynı şekilde rahatsızlık verici. Küresel akıl, Deccalî tek gözlülük, yine hedefini ıskalamıyor. Hemen gelecek senaryoları üzerine çalışmaya başlıyor. "Bu kadar müslüman erkek-kadın olmamalı!" Eh. Firavun gibi doğanları kundağının içinde öldürecek değil ya. 'Nüfus kontrolü' diyor. 'Aile planlaması' diyor. Algı yönetiyor. Kapısından girecek erkek sayısını düşürmeye çalışıyor. Yetmedi mi? Erkekliği bastırıyor. Kadınlığı erkekleştirerek erkekliği geriletmeye gayret ediyor. Bunu da apaçık yapacak hali yok tabii. Bir meşruiyet inşası şart. O da nedir? 'Kadın hakları'dır. 'Pozitif ayrımcılık'tır. 'Eril gelenek'tir. 'Cinsiyet eşitliği'dir. Hatta bizzat devletin-piyasanın kadınları erkeklerden daha çok beğenmesidir. 

Sonuç ne olur peki? Bediüzzaman, 5. Şua'da, "Ahirzamanda bir erkek kırk kadına nezaret eder!" hadisini rahatsız edici bir şekilde tevil ediyor arkadaşlar: "Allahu a'lem bissavab, bunun iki te'vili var: Birisi: O zamanda meşru nikâh azalır veya Rusya'daki gibi kalkar. Bir tek kadına bağlanmaktan kaçıp başıboş kalan, kırk bedbaht kadınlara çoban olur. İkinci te'vili: O fitne zamanında, harplerde erkeklerin çoğu telef olmasından, hem bir hikmete binaen ekser tevellüdat kızlar bulunmasından kinayedir. Belki hürriyet-i nisvan ve tam serbestiyetleri kadınlık şehvetini şiddetle ateşlendirdiğinden fıtratça erkeğine galebe eder; veledi kendi suretine çekmeye sebebiyet verdiğinden, emr-i İlâhî ile kızlar pek çok olur." 

Biz bu 'rahatsız edici tevil'e (ne mutlu ki rahatsız ediyor) tecrübelerimizle şunu da ekleyelim: Musa karakterli erkeklerin sayısı kırktabire düşerse sırrın bir başka vechi de ortaya çıkmış olur. Çünkü yine Bediüzzaman der: "Erkekler hevâ ve hevesle kadınlaşırsa, kadınlar da nâşizelikle erkekleşir." Rakamlar bu hileyle de oynatılabilir yani. 

Öyle. LGBT üzerinden çevrilen 'erkekleştirme-kadınlaştırma' oyunlarına kanarsak, bırakın Allah rızasını, kendi şerefini-menfaatini-namusunu korumak için bile savaşmayı göze alabilecek erkekler-kadınlar bulamayacağız. İçimizdeki Musalar her çağrılarında "Senle Allah'ın savaşsın!" kaypaklığına maruz kalacaklar. Fitnenin en can yakıcı yeri ise yine şurada düğümleniyor: Bizi kesen baltanın sapı da bizden. İşin o kısmını bile çalışmışlar sanki. KADEM(e) KADEM(e) inşa edilen bir Amber Heard'lar ordusu Kızıldeniz'e doğru ümmeti kovalıyor. Kimse diyemiyor: "Bu kanunlar Johnny'e-Tony'e, uyar mı Ali'ye-Veli'ye?" Cenab-ı Hak denizi geçebilmeyi nasip eylesin muhterem kârilerim. Ama geçince de zor bitmeyecek.

1 Haziran 2022 Çarşamba

Ezgi Mola da istemez ki Tuğçe Kazaz 2x2=4 desin

Türkiye'nin Big Brother'ı kimdir? Cevabı sarih vermeye kalkarsak başımıza 5816'dan acayip işler açılır. Gençliğimizin baharında hapislerde çürümeye gerek yok. Onu geçelim. Rejimin bekçilerini daha az rahatsız edecek başka bir başlık açalım: Orwell'ın 1984'ünü okuyanlar 'Gerçek Bakanlığı'nı da tahattur edeceklerdir. Bu 'Gerçek Bakanlığı' nam kurum dönem siyasası tarafından gerekli görülenleri halk için ezelî hakikatler kılar. Tabii şimdi bu cümle size tuhaf geldi. Gerekli görülenin ezelî hakikat kılınması nasıl olur şaşırdınız. Şöyle açayım:

Karaütopyanın seçimsiz iktidarını elde etmiş isimler nasıl şekillenmesini isterlerse tarih-hafıza o şekilde güncellenir. Halkın alfabesini mi değiştirmek istiyorsunuz mesela? Tarihleri boyunca hiç kullanmadıkları, hatta o alfabeyi kullananlarla hep savaş halinde oldukları halde, latin alfabesini 'Türkün öz alfabesi!' diye yutturabilirsiniz. Aman, ne yapıyoruz, konuyu yakın tarihimize çekmemek lazımdı. Bunlar istikbal karartır konular. Orwell 1984'ü yazmış sadece. Bizse yaşayıp bugünlere kadar geldik. Hey yavrum hey. Yazan mı bilir yaşayan mı? Elbette... 

Neyse. 1984 ile 1924 yakın rakamlar. Hafızanın da aldatılmayı önleyici bir yanı var. Birisini aldatmak isterseniz sadece 'ahmak' olmasıyla yetinemezsiniz. Ya? Hafızasız da olmalıdır. Yahut da şöyle söylemeli: Hafızası yeniden yazılmaya müsait olmalıdır. Hakkınızdaki sabiteleriyle oynayamadan dolandırdığınızı tekrar dolandırmak mümkün olmaz. Mü'min bir delikten iki kere sokulmaz. Ancak ahirzaman fitnesinin öyle tuhaf bir mahiyeti vardır ki, mü'min bir delikten bir, iki, üç... hatta düzinelerce kere sokulabilir. Nasıl? Çünkü sokulduğunu hatırlamaz. Hatta sokulduğunu "Paşam ne güzel öperdi öyle!" işvesiyle bile anımsayabilir. Olmaz demeyin. Şansınızı deneyin. Milli Piyango'ya gitmeyin. Yakın tarihi gözden geçirin. Bu millet 'kuruldum' dediği yerden kaç kare 'dağıtılmış'tır da hepsini sevgilisinin bûsesi sanmıştır. Çünkü hafızayı yöneten algıyı da yönetir. Aklın aldatılmaktan kurtulmak için doğru tecrübeye ihtiyacı var. Doğru tecrübenin tutulduğu mahzeni patlatırsanız, evlat, babasını kesen adamı 'kahramanı' gibi görmeye başlar. Mahzende kayıtlar değişmiştir çünkü. Artık baba 'baba' değil 'evdeki eşkıya'dır.

Osmanlı padişahları da çok hain adamlardır ha. Tabii ya. Cık, cık, cık. Daha neler neler. Türkiye'de 'Resmi Tarih' denilen şeyin yazım süreci de, işte, 1984'ün 'Gerçek Bakanlığı'nı hatırlatır bana. Ulan nasıl olmuştur da 40. kuşak torun 39 dedesine birden düşman edilmiştir? Bunu kurcalamak yürek ister. Çünkü işin ucu gider 5816'ya dolanır. Rejimin bekçileri öyle çok laga luga istemezler. Dersim'de olanlara sevinmeyen 'Yallah İran'a gider. Şapka kanunu için alınan kelleleri hatırlayan-hatırlatan 'Yallah Irak'a yolculanır. Ezgi Mola bile Tuğçe Kazaz'ın hukukî memnuniyetsizliğinden memnun olmaz. "Yallah Arabistan'a çeker hemen. Neden? Çünkü pişirilmesinin üzerinden neredeyse yüzyıl geçmiş aşa su katılıyordur. Hatırlanması istenmeyen hatırlatılıyordur. Hatırlanmasını istenmeyeni hatırlayan-hatırlatan büyüyü bozar. Yüzyıllık efsun yarayı gül sanmakla ayakta duruyor a canım. Birlik ve beraberliğe en muhtaç olduğumuz zamanlarda böyle şeylere ne gerek var? Gemi bir şekilde yüzüyor işte. Eh, hepimiz de aynı gemideyiz. İyi de ağam bu gemi nereye gidiyor? Amistad'ın ruhu şâd olsun. Köle olarak satılmaya götürüldüğüm her tahta parçasında "Batsın bu dünya!" demeye hakkım yok mu?

Geçmişini unutan kimliğini de unutur. Hatta bir tesettürlü kızcağızımızın yakınlarda yaptığı gibi başörtüsü hürriyeti için CHP'ye teşekkür eder. Eder efendim eder. Kimsenin paşa gönlüne karışılmaz. CHP zaten gönülleri paşalardan tarafa çekmekte pek mahirdir. Hatta derler ki: Yağmur ne yana yağarsa CHP de tarlayı o tarafa çeker. Sözgelimi: 3. Köprü'nün yapılmasına yapılana kadar karşı çıkar. Ama yapıldıktan sonra iş faydaya döndüğünde CHP ezelden beri 3. Köprü'yü istemiş olur. Yeni havalimanına son taşı konuluncaya kadar muhaliftir. Ama bitip işlemeye başladı mı CHP'den daha fazla onu isteyen-dileyen olmaz. Hatta bir yerde, belki fazla kaçan kaçak rakının tesiriyle, "Ulan onları yapan millet değil biziz!" diye bir nâra da koparırlar. Gülmeyin arkadaşlar, küçük görmeyin, müşterisi vardır bunun. Hemen Gerçek Bakanlığı tarafından, estağfirullah, Resmi Tarih tarafından yapbozlanmaya alışmış kafalarda Windows yeniden başlatılır: Bütün bunları en başından sonuna kadar yapan hep CHP'dir. Peki CHP nedir? Cumhuriyet Halk Partisi. Orwell'ın 1984'ünde bir de 'Karşıt Söylem' diye birşey var. 

Karaütopyanın sahipleri, aslında ne olurlarsa olsunlar, kendilerini oldukları şeyle değil idealdeki tersiyle isimlendirirler. Ülkeyi 27 yıl seçimsiz-cumhursuz yönetmiş, sonrasındaki bütün halk karşıtı cuntaların da çanak tutucusu olmuş, vesayetlerini muhafaza etmiş 'tek parti'nin ismi de manidardır. Ama arkadaşlar, siz de çok oluyorsunuz, insan gerçekleri öyle tabelasına yazıp gezemez ya. Olan olmuş. Ölen ölmüş. Olmuşla ölmüşe çare yok. Peki hatırlamaya gerek var mı? 

Yazının çıkış noktasına ancak geliyoruz. Evet. Söyleyip bitirelim: Bir zamanlar Bediüzzaman'ın eserlerinin 'iki yanlılığı' beni bir miktar afallatırdı. Mesela: Şualar imanî meseleler ile başlayıp bir yerde Bediüzzaman'ın ve talebelerinin mahkemelerde yaşadıkları şeylere, orada yaptıkları savunmalara, yazılmış metinlere dönerdi. Derdim kendi kendime: Bunlar neden ayrı ayrı eserler olmamış? Onları al götür bir yere koy. Olsun başlığı: "Bediüzzaman ve talebelerinin yaşadıkları..." Diğerlerini derle topla. Olsun başlığı: "Risale-i Nur külliyatı." Yaş aldıkça jetonum düşmeye başladı sonra. Yahu insanı aldatılmaktan sadece imanı korumuyor ki. Tarihi doğru bilişi de koruyor. Yani ki mü'min ferdin kimliğini oluşturacak şey sadece imanı değil. Bir de dünyaya dönük algısının düzgün olması lazım. Bu algının bir mehazı da tarih. Ki Kur'an'ı anlamak bile çok yönüyle Asr-ı Saadet bilgisine, esbab-ı nüzûle vs. bakıyor.

Demek, Bediüzzaman da eserlerinde bu iki bilgiyi birbirine katarak, iki anlamda birden inşamızı yapıyor. Elhamdülillah. Hafızamızı diri tutuyor. Düşmanı 'düşman' dostu 'dost' bildiriyor. Yeni Türkiye denen şeyle birgün ulaşacaksak, inşaallah, kaynağının hem imanda hem yaşanılanları unutmamakta yattığını gösteriyor. 'Helalleşme' mi? O nereden çıktı şimdi? Ondan bahsetmedim ben. ABD'den, Almanya'dan, bilmem nerelerden fonlanan libe-müslimlerle dövüştürmeyin beni. Onlar 'unutmayı-unutturmayı' seviyorlar diye yüz kere sokulacak değiliz ya. Bu romanın sonunda 2x2=5 ediyor ama aklınıza Kayserililik gelmesin. Kayserili kendi menfaatini kollar. Bunlar Kayzer'in menfaatini... 

24 Nisan 2022 Pazar

'Toplumsal cinsiyet eşitliği' değil 'karma ağıl yasası'dır

"Firavun, 'Biz onların oğullarını sürekli öldürüp kızlarını sağ bırakacağız. Elbette biz onları ezecek üstünlükteyiz!' dedi." (A'râf sûresi, 127)

İslam, bölgelerini ayırmakla, kadını erkeğin tasallutundan korumuştur. İslam, yine bölgelerini ayırmakla, erkeği kadının tasallutundan korumuştur. İslam'da erkek 'kadın eli sıkmamayı' hakaret hissiyle seçmez. Yani kadını 'dokunulmayacak kadar aşağı bir yaratık' olarak gördüğünden eylemez bunu. Bilakis 'bölgesine saygı duyulacak birisi' şeklinde tanımladığı için böyle davranır. Nitekim, şu hürmetle törede, 'yabancısı kadının yüzüne dikkatle bakan erkek' kınanır olmuştur. Yere bakarak konuşanlar erdemli görülmüştür. Hatırlarım ki, çocukluğumun Sivas'ında, büyüklerimiz bazı abilerimizi şu şekilde medhederlerdi: "Kimsenin eşiğinden içeriye bakmaz." Bu bir mertlik-yiğitlik alametiydi. Güzel ahlak belirtisiydi. Yine bir keresinde de şöyle sena edildiğini işitmiştim bir kadının: "Bir ordu erkeğin içine bıraksan namusuna baktırmaz."

Batı (me)deniyeti mahremiyeti 'dokunmak'la başlatıyor. Âmiyane tabirle: "Göster ama elletme!" diyor. Bu tutarsızlığı yüzünden taciz-tecavüz davalarının bini bir para. Bizde de vaktiyle 'baktırmamakla-bakmamakla' başlayıp 'yabancısıyla yalnız kalmamakla' devam eden bir medeniyet vardı. Çitleri daha gerideydi. Ve kesinlikle daha çok işe yarıyordu. Zemini İslam fıkhıydı. Bu fıkıh 'kadına namusunda iftira atmayı' en büyük günahlardan sayıyordu. Başka bir sınırı da nikahtı. Zinayı feci cezalandırıyordu. Dahası da var: Hatlar hiçbir şekilde karışsın istemiyordu. Akıllar bulansın arzulamıyordu. Kimlikler çorbalaşsın hazzetmiyordu. Erkeği erkekken kadını da kadınken beğeniyordu. Kurda keçiliği, keçiye kurtluğu, özendirmiyordu. Ne bölgelerin fazla içli-dışlı (laçka) olmasına taraftı da ne de kimliklerin. Siz de buradan bir marifete erişiyordunuz: Âlemleri yaratan Hüda, yaratışta koyduğu farkları, yaşayışta da istiyor. Yani kendisiyle çelişmiyor. Zaten bizim Allahımız kendisiyle çelişmekten münezzehtir.

Her ne yapsa büyük resmi görerek yaptığı için hem kadının hem erkeğin mağduriyetlerine şifa sunuyordu bu yasa. Fakat modern insan Allah'ın koyduğu sınırları sevmez. Neden? Çünkü vehminde kendisi bir ilah olmuştur. İlah olduğuna karar verdiği için de mahlukatın hukukunu yeniden düzenler. Herşeyi yaratanın ilmine, ihatasına, hikmetine, kudretine sahip değilmiş, ne gam! Hiçbirşey bilmeyenin gururuna sahiptir ya. Böylece kurtla keçi için 'karma ağıl' yasasını yürürlüğe koyar. Sabahları yerlerde kan mı görülüyor? Peh. Kurtların kurtluğundandır efendim. Keçilerin de keçiliğindendir. Keçileri koruyacak müeyyideler koyalım. Yetmezse ağırlaştıralım. Öyle ki kurdu kurtluktan usandıralım. Hem keçiye de kurtluk aşılayalım. Kurtlar keçiliğe özensin. Keçiler de kurtluğa başlasın. Toplumsal tırtıyet eşitliği olsun. İki taraf da tırtlaşsın. "Yahu bunları aynı ağılda barındırmasak?" Olmaz. Zinhar. Kat'a. Orada hata yaptığımızı kabul edersek ilahlıkta haksız çıktığımızı da kabul etmiş oluruz. Yeniden kulluğun kapısını çalmak işimize gelir mi?

Modern insan toplumsal huzurundan vazgeçer de uluhiyet iddiasından vazgeçmez. Aksi sezilir korkusuyla bir de 'karma ağıl yasası'nın en doğru birşey olduğuna çiftlikteki herkesi ikna eder. Hâkim söylem haline getirir. Bunda öyle bir zirveye de erişilir ki, keçiler, aynı ağılda barınmak istemeyen kurtlardan şikayetçi olurlar. Eşitlik isterler. Sakınanı görürlerse çağdışı ilan ederler. Gözünü yummak da yok. Budlarını ağızlarına uzatırlar. Etlerini gözlerine getirirler. Eh, peki, tamam. Lakin sabahları kan görünce öfkeleri yine kurtlaradır. Şu kurtlar, bu kadar kurt olmasalar, ne güzel bir ağılda yaşanılır. "Bir ağılda yaşamasak?" O değildir aranılan arkadaşım. Dedim ya: Bunu sorgulayamazsınız. Bunu sorgulamak demek Fâtır-ı Hakîm'in fıtrat yasasına dönmek demek. Halbuki modern insan 'yaratıcının yasayıcı de olacağı' düşüncesini çoktan aştı.

Dedik ya: İslam, bölgelerini ayırmakla, hem kadını hem erkeği birbirlerinin tasallutundan korumuştur. Evet. Mesela: Mahremiyet sınırı sayesinde birçok meslekte hem kadın hem erkek kategorilerinin oluşmasını sağlamıştır. "Nasıl?" Hekime mi gideceksiniz? Mahremiyet var. Elbette mümkün mertebe hemcinsinizi tercih edeceksiniz. Bu tercihiniz onların da varolmalarını sağlayacak. Terziye mi ihtiyacınız var? Öğretmen mi arıyorsunuz? Elbette talebinizi takvanız şekillendirecek. Böylelikle hem kadın hem erkek meslek erbabı yetişmiş olacak. Yani piyasa diliyle söylersek: Fıkhın talebi meşrunun arzını belirleyecek. Hem de öyle belirleyecek ki: Kimse kimsenin alanına giremeyecek. Bir erkek "Ben de kadınlarla ilgilenmek istiyorum!" diyemeyecek. Bir kadın "Ben de erkek hastalara bakacağım!" söyleyemeyecek. Bu ciddi bir koruma/destekleme değil midir? "İslam kadınları engelliyor!" diyenler bu ayrımın sağladığı katkıyı görmezler mi?

Görmezler. Çünkü onlar kurda keçiyi ısırtmak, keçiye kurdu boynuzlatmak, hâsılı, "Her ne olursa mümkün mertebe duvarsızından ayarlansın!" istemek durumundadırlar. Tekrar geri dönmek geçmiş bütün adımları sorgulamaya açacak çünkü. Küresel ısınma, çevre felaketleri, ozon delinmesi, buzul erimesi, dünya savaşları, salgınlar, açlıklar... Bunları idare ediyor kendince. Fakat şu son dosyayı artık kaldıramaz. "Kadın-erkek sınırlarını kaldırmakla da hata ettim!" diyemez. 

Sana yazarken aklıma geldi arkadaşım: Şimdilerde, ABD'de, erkekliğinde başarısız bir yüzücünün, fıtratını boşverip, kadınlar kategorisinde altın madalya kazanmasını tartışıyorlar. İlginçtir. Başka konularda 'karışmayı' talep edenler bu defa da 'karıştırılmamayı' arzuluyorlar. Zira bu şekilde kazanan kalabilmeleri mümkün görünmüyor. Yeni bir tasallut türü kadınlar için yaklaşıyor yani senin anlayacağın. Sonradan kadınlar, önceden kadın olanlara, önceden varolmayan sorunlar çıkarıyorlar. (Buradan anla ki: Sonradan erkekler de, önceden erkeklere, önceden varolmayan sorunlar çıkarabilirler.) Bediüzzaman yine haklı çıkıyor gibi geliyor bana.  Ne söylediğini elbette hatırlarsın: "Erkekler, hevâ ve hevesle kadınlaşırsa, kadınlar da nâşizelikle erkekleşir." Demek bir ağıla boca edilince keçilerle kurtların gerilim yaşaması kaçınılmaz.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...