12 Ekim 2023 Perşembe

En kalitesiz kâfir neden müslümanlardan çıkar?

"Çünkü mürtedin vicdanı tamam bozulduğundan hayat-ı içtimaiyeye zehir olur."
Lem'alar, s. 213


Küllîye düşmanlık cüz'e düşmanlığa benzemez. Bütüne düşmanlık bile parçaya düşmanlıktan başkadır. Gülün düşmanı gülün düşmanıdır. (Başka çiçeklere de düşmanlığını bu itiraftan çıkaramayız.) Papatyanın düşmanı papatyanın düşmanıdır. (Başka çiçeklere de düşmanlığını bu itiraftan çıkaramayız.) Fakat, her kim cem-i manasıyla 'çiçek' düşmanı olsa, artık bahane tutamaz, cümle çiçeklerin düşmanı olur. Zira çiçek tür ismidir. Nev'in nâmıdır. Açan herşeyi kapsar. Dışında çiçeklik bırakmaz. Evet. İslamiyet de, işte, sair itikadlara nazaran çiçek gibidir. Hepsinin (varsa) kısmî güzelliği onun güzelliğinden bazı şûlelerdir. İçlerinde, eğer kalmışsa bir dane-i hakikat, o hakikatin ağacı şeriattadır. Kemaliyle İslamiyet toprağında tebarüz eder ancak. İstikametiyle ancak onda görünür. Bu nedenle Bediüzzaman 'mürted' ile 'harbî kâfir' arasındaki şu farka dikkatimizi çeker:

"İslâmiyet sair dinlere kıyas edilmez. Bir Müslüman, İslâmiyetten çıksa ve dinini terk etse, daha hiçbir peygamberi kabul edemez. Belki Cenâb-ı Hakkı dahi ikrar edemez ve belki hiçbir mukaddes şeyi tanımaz; belki kendinde kemâlâta medar olacak bir vicdan bulunmaz, tefessüh eder. Onun için, İslâmiyet nazarında harbî kâfirin hakk-ı hayatı var. Hariçte olsa, musalâha etse; dahilde olsa, cizye verse İslâmiyetçe hayatı mahfuzdur. Fakat mürtedin hakk-ı hayatı yoktur. Çünkü vicdanı tefessüh eder, hayat-ı içtimaiyeye bir zehir hükmüne geçer. Halbuki, Hıristiyanın bir dinsizi, yine hayat-ı içtimaiyeye nâfi bir vaziyette kalabilir. Bazı mukaddesâtı kabul eder ve bazı peygamberlere inanabilir ve Cenâb-ı Hakkı bir cihette tasdik edebilir."

Yani, arkadaşım, bu dinin kâfiri başka dinlerin(!) kâfirine benzemiyor. Onlar tahrif olmuş müfredatlarından edindikleri kadar bilgiyi reddedebiliyorlar. Bir tanrıyı inkâr ediyorlarsa da bu müslümanların nihayetsiz kemalde Allah'ı değil. Bir şeriata karşı koyuyorlarsa da bu İslam gibi her yönüyle sırat-ı müstakim bir içeriğe sahip değil. Hatta genellikle reddettikleri şey bâtılın şıklarından birisi oluyor. Başka bir bâtıla, yine bir bâtılı inkâr ederek, itikat ediyorlar. Tıpkı 'teslis'i reddedip ateist olan bir hristiyan eskisi gibi. Halbuki, İslam'a göre, ateizm ne kadar bâtılsa teslis de o derece bâtıldır. Şirk bütün efradıyla yine şirktir. Tevhidin dışında kalan hiçbir alan bizden değildir. Bu açıdan bâtılın kâfiri ancak bâtıldan bâtıla hasımdır. Bâtıla hasım olanın davasında bâtılla beraber hak birşeyler de bulunabilir. Lakin lebaleb hak ile dolu olana düşmanlık husumet sahibinde hiçbir nur bırakmaz.

Bu meseleyi 'bilim felsefesi' üzerine okuma yapmış olanlar için tanıdık gelebilecek bir temsille açıklayalım. (Çünkü bu temsil bilimsel bilginin hakikati ifade etmediğini savunanların kullandığı bir argümandır.) Bugün günlerden perşembedir. (Yazının yazıldığı gün itibariyle.) Ben eğer "Bugün günlerden çarşambadır!" desem, bu söylediğim hakikat değildir, ancak büsbütün yanlış da değildir. Zira "Bugün günlerden çarşambadır!" demek "Bugün günlerden pazartesi, salı, cuma, cumartesi, pazar da değildir!" demeyi kapsar. Ki kastettiği bu alt manalarda isabetlidir. Hepsi birden reddedilemez.

İşte, bilimsel bilginin kainatta bir kısım işlerimizi görmesi de, onu hakikat seviyesine çıkaramaz. Zira, bir konuda işe yarıyor olmak, nefsü'l-emirdeki hakikate isabet ediyor olmayı gerektirmez. Düğmeye her dokunduğumuzda lambanın yanması "Işığı düğme yaratıyor!" demeyi haklı kılmaz. (Elektrik de bundan aşkın değildir.) Cep telefonuyla çivi de çakabilirsiniz. Lakin bu cep telefonunun çivi çakmak için tasarlandığı anlamına gelmez. Furkan'da Hak Teala'nın "Ben insanları ve cinleri ancak bana kulluk etsinler diye yarattım!" buyurduğundan böyle bir mana da kavranmalıdır. Yoksa insanın ve cinlerin başka yan işler yapmadığı-yapamayacağı değil. Merkezdeki yaratılış maksadları bu alanlar değildir. Ve, evet, cep telefonuyla çivi çakarsanız sahibi de sizi cehenneme çakar.

Konuyu dağıtmaya başladık. Mürşidimin cümlelerine müracaat ederek toparlamaya çalışalım. O yine bir yerde diyor ki:

"Meselâ, nasıl ki bir saray bulunsa, büyük bir dairesinde büyük bir elektrik lâmbası bulunur. O elektrikten teşa'ub etmiş ve onunla bağlı küçük küçük elektrikler, küçük menzillere taksim edilmiş. Şimdi, birisi o büyük elektrik lâmbasının düğmesini çevirip ziyayı kapatsa, bütün menziller derin bir karanlık içine ve bir vahşete düşer. Ve başka sarayda, büyük elektrik lâmbasıyla merbut olmayan küçük elektrik lâmbaları, her menzilde bulunuyor. O saray sahibi büyük elektrik lâmbasının düğmesini çevirerek kapatsa, sair menzillerde ışıklar bulunabilir, onunla işini görebilir; hırsızlar istifade edemezler. İşte, ey nefsim! Birinci saray, bir Müslümandır. Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâm, onun kalbinde o büyük elektrik lâmbasıdır. Eğer onu unutsa, el'iyâzü billâh, kalbinden onu çıkarsa, hiçbir peygamberi daha kabul edemez. Belki hiçbir kemâlâtın yeri ruhunda kalamaz. Hattâ Rabbini de tanımaz. Mahiyetindeki bütün menziller ve lâtifeler karanlığa düşer. Ve kalbinde müthiş bir tahribat ve vahşet oluyor. Acaba bu tahribat ve vahşete mukabil hangi şeyi kazanıp ünsiyet edebilirsin? Hangi menfaati bulup, o tahribat zararını onunla tamir edersin? Halbuki, ecnebiler o ikinci saraya benzerler ki, Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâmın nurunu kalblerinden çıkarsalar da, kendilerince bazı nurlar kalabilir—veya kalabilir zannederler. Onların mânevî kemâlât-ı ahlâkiyelerine medar olacak, Hazret-i Mûsâ ve İsâ Aleyhimesselâma bir nevi imanları ve Hâlıklarına bir çeşit itikatları kalabilir."

O halde bana "Ben kâfirim!" diye soran kişiye benim de şunu sormak hakkım olur: "Neyin kâfirisin?" Bütün kemalatı kendisinde barındıran İslamiyetin mi? Yoksa başka bir bâtıl itikadın mı? Başka bir bâtılın kâfiri olmuşsan sende kimi doğrular ayakta kalmış olabilir. Ancak Muhammed Mustafa aleyhissalatuvesselama hasım olmuşsan, yandın, daha sende güzellik namına hiçbirşey ayakta duramaz. Zira kâfiri olduğun şeyler artık senin hasımlarındır. Reddettiğine göre kendine seçtiğin pozisyon onların karşısıdır. Veyahut onlar senin artık ulaşamayacaklarındır. Bu nedenle İslam mürtedine hakk-ı hayat tanımaz. Bu tavrında da gayet tutarlıdır. Eğer bir itikad bütün kemalatın kendinde olduğuna iman ediyorsa, içinden dışına inkâr ile çıkanın da, kemalata dair ne varsa yitirdiğini kabul etmek zorundadır. Böyle bir yitirişin de telafisi mümkün değildir. Çünkü yitirdiği şeylere husumeti nedeniyle içinde nokta kadar nur barındırmayan bir karanlığı büyütmektedir:

"Hüsün ve cemâl, görmek ve görünmek ister. Görmek ve görünmek ise, müştak seyirci, mütehayyir istihsan edicilerin vücudunu ister. Hüsün ve cemâl ebedî, sermedî olduğundan, müştakların devam-ı vücutlarını ister. Çünkü daimî bir cemâl ise, zâil bir müştaka razı olamaz. Zira, dönmemek üzere zevâle mahkûm olan bir seyirci, zevâlin tasavvuruyla muhabbeti adavete döner. Hayreti istihfafa, hürmeti tahkire meyleder. Çünkü, hodgâm insan, bilmediği şeye düşman olduğu gibi, yetişmediği şeye de zıttır. Halbuki, nihayetsiz bir muhabbet, hadsiz bir şevk ve istihsan ile mukabeleye lâyık olan bir cemâle karşı zımnen bir adavet ve kin ve inkâr ile mukabele eder. İşte, kâfir, Allah'ın düşmanı olduğunun sırrı bundan anlaşılıyor."

Dikkat et. Sen "Bugün günlerden çarşambadır!" demedin. "Bugün günlerden perşembe değildir!" dedin. Doğrudan hakikate kastettin. Doğrudan onu itham ettin. Onu reddettin. Senin mesuliyetin elbette 'harbî kâfir' ile bir olmaz. "Mürtedin katli var!" diye boşuna İslamiyete gönül koyma. Adaletsizlik ile de suçlama. Çünkü İslamiyet herşeyi olması gereken yere koyuyor. Seninle onu bir tutmuyor. Onunla seni bir tutarak ona da sana da zulmetmiyor. Herkes reddettiğine göre tartılıyor. Peki sen neyi reddettiğini hakikaten tartıyor musun? Vatanına ihanet edenin idamını aklın pekâlâ alıyor. Hak da veriyorsun. Peki Allah'ına ihanet edenin cezalandırılmasında alamadığın ne?

2 Ekim 2023 Pazartesi

Çünkü 'kız gibi ilahlara' ihtiyaçları var

Efendim, bendeniz, lise 2’ye kadar pek efendi bir çocuktum. Etliye sütlüye karışmazdım. Derslerimden başımı kaldırmazdım. Ancak lise 2’ye gelince içimde birşeyler kırıldı. Yoruldum. Yarışmayı bıraktım. Serserileştim. Herşeye boşvermeye başladım. (Yıllar sonra Hermann Hesse’nin Çarklar Arasında’sını okuduğumda biraz maziyi görür gibi olmuştum bu yüzden. Kitapta geçen ‘İçimin çiçeği soldu’ cümlesinde de halet-i ruhiyemin en güzel resmedilişini bulmuştum.) Hatta bendeki bu değişim nedeniyle edebiyat öğretmenimiz Ömer Faruk Beyazıt Bey (ki kendisi bir yazardı aynı zamanda) yemekhanede şöyle demişti: “Oğlum, sana ne oldu böyle, kız gibi oğlandın geçen sene!”

‘Kız gibi oğlan’ ifadesi arkadaşlarım için makara malzemesi olsa da kastedilen kötü birşey değildi. O dönemde kızlar erkeklere kıyasla daha edepli olduğundan, aşırılık yapmaktan uzak durduklarından, bir tür iltifat sayılırdı. (Belki Anadolu’da hâlâ böyle yerler vardır. İstanbul’a dair ümitlerimi yitireli epey oldu. Bence buralarda edepsizlik yarışı başabaş gitmektedir.) Kişinin itaatkârlığına da bir işareti vardı elbette mezkûr ifadenin. Kız çocuğu dediğin daha bir söz dinler. Erkek çocuğu o kadar itaatkâr olmaz. Zaten bir eşikten sonra öyle olması da istenmez. Mücadele etmelidir. Hatta, tıpkı saltanat düzeninde yaşandığı gibi, yeri geldiğinde babasının bile ayağını kaydırmalıdır.

Her neyse. Geçenlerde Zuhruf sûresinin 15 ila 18. ayetlerini tefekkür ederken aklıma bu hatıra geldi. Daha doğrusu şöyle birşey oldu: O ayetleri tefekkür ederken başka bir anlam katmanı daha kafamda açılır gibi hissettim. Şimdi aklıma gelenleri, "Allahu a'lem!" kaydıyla, hikâye edeceğim. Bakalım sizde de bir hakveriş olacak mı? Fakat önce ayetlerin kısa bir meallerini buraya iktibas edelim:

"Kimi kullarını Onun bir parçası saydılar. Şüphesiz insan apaçık bir nankör! Yoksa O, yarattıkları arasından kızları kendisinin saydı da, erkek çocukları size mi ayırdı? Onlardan biri, Rahman’a yakıştırdığı (kız çocuğu) ile müjdelenince öfkeye kapılarak yüzü mosmor olur. 'Mücadelede başarısız olarak ömrünü süslenmekle geçirecek olan kız çocuğu mu?' diye öfkeyle sorar." Başka meallerde 18. ayetin şöyle verildiğini de görmek mümkündür: "Süs içinde yetişip de mücadelede kendisini savunamayanı mı Allah'a yakıştırıyorlar?"

Diyanet İşleri sitesinde mezkûr ayetlerin kısa bir tefsiri şöyle yapılıyor:

"Müşrik Araplar kız çocuklarını istemedikleri, onları doğru dürüst insan saymadıkları, savaşa dayanıklı olmayıp, ömürlerini güzel görünmek için süslenmekle geçirmeleri gerekçesiyle kadın cinsini hor gördükleri halde hem meleklerin hem de Allah’a ortak kıldıkları putların dişi olduklarına inanır, ayrıca bu dişi putları Allah’ın kızları olarak kabul ederlerdi. Ayetlerde bu hurafî ve tutarsız inançlar reddedilmiştir. (Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 770)"

Evet, müşrikler, kendilerine yakıştırmaktan hoşlanmadıkları kız çocuklarını Allah'a yakıştırıyorlardı. Allah'ın altında kurguladıkları sözde hiyerarşide dişi kimliğine öncelik veriyorlardı. Bu elbette bir açıdan büyük bir tutarsızlık oluyordu. Zira kendi hayatları için kötüledikleri şeyi Allah için iyi görüyorlardı. Halbuki kötü hep kötü olmak zorundadır. Zaten inkârcılığın mahiyetinde müzmin bir tutarsızlık vardır. Onlar gündelik hayatlarında inanmayacakları şeylere teolojik düzeyde iman etmeyi seçerler. Sözgelimi: Evlerinde mükellef bir sofra bulsalar bunun tesadüfler eşliğinde oluşacağına inanmazlar. Ancak kainattaki binbir muhteşemliğin aynı tesadüflerle açıklanabileceğine inanırlar. Yaşarken rastgeldikleri her fiilin bir faili olduğunu bilirler. Lakin yaratılışta 'Failsiz de olur'cu kesilirler.

Peki benim kafamda açılan ikinci katman ne? Onu da yukarıda söylediğimine ters gibi görünen bir başka iddiaya bindireceğim: Belki de müşrikler Allah'ın altındaki hiyerarşide düşledikleri diğer ilahlara dişi kimlikleri verirken pek de tutarsız değildirler? Hoppala! Ne demek şimdi bu? Şu demek:

Bediüzzaman'ın eserlerinde tekrar tekrar dikkatimizi çektiği bir durum var. İnsan bir kere şirkin kucağına düştü mü birçok imkansızlığı da yutmak zorunda kalıyor. Yahut da içinden çıkılmaz pekçok zıtlaşmayla boğuşmaya mecbur oluyor. Eh, tutarsızlıkla yaşamak da bir yere kadar, akıl en nihayet bir parça 'kandırılmayı' talep ediyor. Onlar da çeşitli argümanlarla kandırmaya çalışıyorlar. İşte içinden çıkamadıkları mevzulardan birisi de budur ki: Herbiri ilahlığı itibariyle sonsuzluk barındıran birçok tanrı nasıl olup da yaratılışta birbirine galip gelmeye çalışmaz? Birbiriyle çatışmaz? Birbirinin düzenini altüst etmez? Sınırlı mahluklar arasında bile hâkimiyet şiddetli kavgalara sebep olurken, baba oğluna katlanamazken mesela, ilahlar dairesinde nasıl böyle kavgalar olmaz? Zira yine Kur'an'ın ifadesiyle: "O ikisinde (yerde ve gökte) Allah'tan başka ilahlar bulunsaydı, (düzenleri) elbette bozul(up gitmiş)ti."

"Bu kâinatın Sâni-i Kadîr ve Hakîminin mülkünde iştirak yeri yoktur. Çünkü herşeyde nihayet derecede intizam bulunduğundan, şirki kabul edemez. Çünkü müteaddit eller bir işe karışırsa, o iş karışır. Bir memlekette iki padişah, bir şehirde iki vali, bir köyde iki müdür bulunsa, o memleket, o şehir, o köyün her işinde bir karışıklık başlayacağı gibi, en ednâ bir vazifedar adam, o vazifesine başkasının müdahalesini kabul etmemesi gösteriyor ki, hâkimiyetin en esaslı hassası, elbette istiklâl ve infiraddır. Demek intizam vahdeti ve hâkimiyet infiradı iktiza eder. Madem hâkimiyetin bir muvakkat gölgesi, muavenete muhtaç ve âciz insanlarda böyle müdahaleyi reddederse, elbette, derece-i rububiyette hakikî bir hâkimiyet-i mutlaka, bir Kadîr-i Mutlakta, bütün şiddetiyle müdahaleyi reddetmek gerektir. Eğer zerre kadar müdahale olsaydı, intizam bozulacaktı. Halbuki bu kâinat öyle bir tarzda yaratılmış ki, bir çekirdeği halk etmek için, bir ağacı halk edebilir bir kudret lâzımdır. Ve bir ağacı halk etmek için de, kâinatı halk edebilir bir kudret gerektir. Ve kâinat içinde parmak karıştıran bir şerik bulunsa, en küçük bir çekirdekte de hissedar olmak lâzım gelir. Çünkü o, onun nümunesidir."

Benim böylesi metinler eşliğinde vardığım neticeyse şudur arkadaşım: Müşrikler, Allah'ın altında tevehhüm ettikleri ilah hiyerarşisinde, elbette kızlara öncelik vermek zorunda kalıyorlar. Zira 'kız gibi ilahlara' ihtiyaçları var. Bu kadar tanrıya rağmen âlemin düzeninin bozulmayışını ancak bu şekilde açıklayabilirler(!). Alttaki ilahların itaatkâr olması lazım. Erkek gibi düşlenmemesi lazım. Eğer 'erkek gibi ilahlar' düşlenirse bu defa tutarsızlıkları hepten meydana çıkacak. Hevasatı elinde aptallaşmamış olanlar da soracak: "Aga, bunlar nasıl olup da kavga etmiyorlar, garip değil mi?"

Hülasa: Kur'an'ın müşriklerin mezkûr arızasına dikkat çekişinde böyle bir hikmet daha olabileceğini düşündüm. Böyle bir sırrın da öğretiliyor olabileceğini tefekkür ettim. (Cenab-ı Hak taksiratımı affetsin.) Hatta işi orada da bırakmadım. Bugüne taşıdım. Bugün feminizmi dünyaya dayatan küreselci müşriklerin de idealler dünyasını erkek kimliğinden arındırmayı hedef ittihaz ettiklerini aklıma getirdim. "Acaba bu da bir tür 'kadıncı müşrik teolojisine dönüş' mü?" diye sordum. Hepsinin cevabını ben veremem. Biraz da sizden yardım almam lazım. Fakat şu kadarına dikkatinizi çekip gideyim: Kadınları hem bu denli pespaye metalar haline getirip hem de bu kadar baştacı yaptığını iddia eden, cahiliye dönemini saymazsak, bunlardan başka kim var Allah aşkına?

21 Eylül 2023 Perşembe

‘Tanrı Türkü korusun’ diyenlere aldanma, Allah, müslümandan başkasını korumaz!

“Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Sonra da ‘birbirinizi tanıyasınız diye’ milletlere ve kabilelere ayırdık. Allah katında en değerli olanınız en ziyade takvâ sahibi olanınızdır. Allah ise herşeyi bilir. Herşeyden haberdardır.” (Hucurât sûresi, 13)



Mustafa Kutlu ‘Babam Cemil Meriç’ isimli eserde diyor ki:

“Biz bir hafıza kaybına uğradığımız için, irfanî bilinç kaybı yaşadığımız için, Cumhuriyet eliti Türklüğü hâlâ rakı şişesinde arıyor. Kimi Moğollara uzanmaya çalışıyor. Oysa zoraki kimlikler tutmaz. Avrupalılar, 1600 prenslikten 30 devlete, 30 devletten tek birliğe geldiler. Biz bir devletten 30 devlet çıkardık. Şimdi bu 30’u da parçalayıp 300’e gitmeye çalışıyoruz...”

Peki bu neden böyle oluyor? Yani ‘milliyetçilik’ Avrupa’ya böyle şifa(!) verirken İslam dünyasını neden zehirliyor? Bunun cevabı galiba ‘üstkimlik-altkimlik’ ilişkisinde saklı. Avrupalılar, milliyetçiliğin yükselişinden önce, hristiyanlık üzerinden çok zayıf bir üstkimlik oluşturabilmişlerdi. Cahiliye kabileciliği, daha doğrusu klancılığı, faaldi. Bu yüzden milliyetçilik ‘ulus fikri’ ile çıkıp geldiğinde onda yalancı bir şifa buldular. Dağınıklıklarını bu çeşit ‘hayalî cemaatlerle’ bir nebze topladılar. Fakat iki dünya savaşının ardından ulusçuluk da yetmemeye başladı onlara. Şimdi gözlerini ‘Avrupa Birliği’ dedikleri bütünleşmeye diktiler. Başarabilirler mi? Bediüzzaman’ın Lemeat isimli eserinde zikrettiği ‘ikiz iki deha’ analizi öngörüyor ki: Böyle bir şey mümkün olmayacak. Çünkü özlerinde bir fayhattı var. Tastamam asla barıştırılamayacak. İşte iki dünya savaşı bu fayhattının depremleriydi.

“Şimdi buna dikkat et: Eski Roma, Yunanın iki dehâsı vardı; bir asıldan tev'emdi. Biri hayal-âlûddu, biri maddeperestti. Su içinde yağ gibi imtizaç olamadı. Mürur-u zaman istedi, medeniyet çabaladı, hıristiyanlık da çalıştı. Temzicine muvaffak hiçbiri de olmadı. Herbiri istiklâlini filcümle hıfzeyledi. Hattâ el'an âdetâ o iki ruh, şimdi de cesetleri değişmiş. Alman, Fransız oldu. Güya bir nevi tenasuh başlarından geçmişti. Ey birader-i misâlî! Zaman böyle gösterdi. O ikiz iki dehâ öküz gibi reddetti temzicin esbabını. Şimdi de barışmadı. Madem onlar tev'emdi, kardeş ve arkadaştı, terakkide yoldaştı. Birbiriyle döğüştü; hiç de barışmadılar.”

Avrupa yine de fikr-i milliyetten alabileceğini aldı. Lakin müslümanlar fikr-i milliyeti yanlış bir hayranlıkla, adeta tangocu bir kadın libasını hocaya giydirmek gibi, beğenerek sinelerine bastılar. Halbuki, Avrupalıların aksine, ‘üstkimlik’ sorununu ta en baştan çözmüşlerdi. Çin’den İspanya’ya kadar bütün müslümanlar kendilerini ‘İslam’ üstkimliğinde buluşturuyorlardı. Kurdukları devletler de, belki binlerce kavimden derlenmiş, rengarenk ümmeti idare edebiliyordu. Hatta onlara asıl kavim kimliğini de dinleri yenibaştan kazandırıyordu. Tıpkı Bediüzzaman’ın Türkler hakkında dediği gibiydi durum:

“Türk milleti, anâsır-ı İslâmiye içinde en kesretli olduğu halde, dünyanın her tarafında olan Türkler ise Müslümandır. Sair unsurlar gibi müslim ve gayr-ı müslim olarak iki kısma inkısam etmemiştir. Nerede Türk taifesi varsa Müslümandır. Müslümanlıktan çıkan veya Müslüman olmayan Türkler, Türklükten dahi çıkmışlardır (Macarlar gibi). Halbuki, küçük unsurlarda dahi, hem müslim ve hem de gayr-ı müslim var. Ey Türk kardeş! Bilhassa sen dikkat et. Senin milliyetin İslâmiyetle imtizaç etmiş; ondan kàbil-i tefrik değil. Tefrik etsen mahvsın. Bütün senin mazideki mefâhirin İslâmiyet defterine geçmiş. Bu mefâhir, zemin yüzünde hiçbir kuvvetle silinmediği halde, sen şeytanların vesveseleriyle, desiseleriyle o mefâhiri kalbinden silme.”

Bu, Türkler için böyle olduğu gibi, Araplar için de böyleydi. Kürtler için de böyleydi. Bütün İslam kavimleri böyle düşündüğü için sünnet-i Resulullah aleyhissalatuvesselam üzere birleşebiliyorlardı. ‘Selamün aleyküm!’ deniliyordu merhabalaşılırken ezan okunan her yerde. Kudsî kelimeler anıldığında herkes birbirinin kalbinden geçeni anlıyordu. Fakat fikr-i milliyeti matah birşey sanıp alınca bu defa, Mustafa Kutlu’nun isabetle dikkatimizi çektiği, o facia yaşandı: Zaten sahip olunan üstkimlik yıkılma alametleri gösterdi. 1’imiz 30 oldu. 30’umuz da 300 olmaya zorluyor. Kimin yüzü gülüyor peki? Elbette kâfirlerin. Zira karşılarında duracak bir kalabalık birliktelik görmüyorlar. Ufak lokmalara böldükleri herkesi yutuyorlar. Eğer ittihad-ı İslam güneşiyle uyanmazsak varacağımız akıbet ortadadır.

Tamam, bunları yazdık ya, İslamiyette hiç mi fikr-i milliyetin yeri yoktur? Hiç mi insan kendi milliyeti ile sevinmez? Hiç mi onun aidiyetini hissetmez? Arkadaşlar, İslam fıtrî olan hiçbir ahvali terketmez, fıtrattan olan hiçbir bağı koparmaz. İslam’da bir milliyet şuuruna sahip olmanın elbette meşru bir zemini vardır. Lakin bu meşru zemin, o asabiyetin, kendisinden daha üstkimliği (veya bu kimliği kazandıran öğeleri) gördüğü zaman erimeye yatkınlığıyla ilgilidir. Yani: Eğer buz parçası hükmünde olan enaniyetini, buna ‘millet, kavim, cemaat, parti, memleket enaniyetleri’ de dahildir, ümmet havuzunda eritmeye bakmıyorsan, o asabiyetin artık parçalayıcıdır. Yemekte erimemiş tuz kristali gibidir. Dişi-dili taciz eder. Müsbet değil menfidir. Meşru değil gayrımeşrudur. Öldürücüdür. Hoşgörülemez. Ölçüsünü yine Bediüzzaman’ın bir talebesiyle ilgili aktardığı hatırasında buluruz:

“Ben Van'da iken, hamiyetli Kürt bir talebeme dedim ki: ‘Türkler İslâmiyete çok hizmet etmişler. Sen onlara ne niyetle bakıyorsun?’ dedim. Dedi: ‘Ben Müslüman bir Türkü, fâsık bir kardeşime tercih ediyorum. Belki babamdan ziyade ona alâkadarım. Çünkü tam imana hizmet ediyorlar.’ Bir zaman geçti, (Allah rahmet etsin) o talebem, ben esarette iken, İstanbul'da mektebe girmiş. Esaretten geldikten sonra gördüm. Bazı ırkçı muallimlerden aldığı aksülâmel ile o da Kürtçülük damarıyla başka bir mesleğe girmiş. Bana dedi: ‘Ben şimdi gayet fâsık, hattâ dinsiz de olsa bir Kürdü salih bir Türke tercih ediyorum.’ Sonra ben onu birkaç sohbette kurtardım. Tam kanaati geldi ki, Türkler bu millet-i İslâmiyenin kahraman bir ordusudur. Ey sual soran meb'uslar! Şarkta beş milyona yakın Kürt var. Yüz milyona yakın İranlı ve Hintliler var. Yetmiş milyon Arap var. Kırk milyon Kafkas var. Acaba birbirine komşu, kardeş ve birbirine muhtaç olan bu kardeşlere, bu talebenin Van'daki medreseden aldığı ders-i dinî mi daha lâzım? Veyahut o milletleri karıştıracak ve ırktaşlarından başka düşünmeyen ve uhuvvet-i İslâmiyeyi tanımayan, sırf ulûm-u felsefeyi okumak ve İslâmî ilimleri nazara almamak olan o merhum talebenin ikinci hali mi daha iyidir? Sizden soruyorum.”

Evet. Bir müslüman Türk, müslümanlığı hakkı için, İslam’a onca hizmet etmiş milliyetini sevse, o milliyetin asabiyetini dinine muhabbete sevketse, bu milliyetçiliğe meşru bir alan açabilir. “Ben öyle bir kavme mensubum ki, onlar İslam’a bin sene hizmet etmişler, cihad bayrağını taşımışlar, ben de onlara layık bir torun olarak İslam’a hâdim olmalıyım!” dese, burada asabiyet, İslamiyete hizmet etmiş sayılır. Zira ona sevgisi diğerine sevgisi içindir. Dolaylıdır. Araçsaldır. Aynısını Araplar, Kürtler ve sair milletler için de düşünebiliriz. Maksadı İslam’ı sevmek iken asabiyetini bir vesile/vasıta gibi sevkediyorsa bu meşrudur. Hatta Bediüzzaman’ın elmas-kale misalindeki duruma benzetebiliriz bunu:

“Müsbet milliyet, hayat-ı içtimaiyenin ihtiyac-ı dahilîsinden ileri geliyor. Teâvüne, tesanüde sebeptir; menfaatli bir kuvvet temin eder, uhuvvet-i İslâmiyeyi daha ziyade teyid edecek bir vasıta olur. Şu müsbet fikr-i milliyet, İslâmiyete hâdim olmalı, kal'a olmalı, zırhı olmalı; yerine geçmemeli. Çünkü İslâmiyetin verdiği uhuvvet içinde bin uhuvvet var; âlem-i bekàda ve âlem-i berzahta o uhuvvet bâki kalıyor. Onun için, uhuvvet-i milliye ne kadar da kavî olsa, onun bir perdesi hükmüne geçebilir. Yoksa onu onun yerine ikame etmek, aynı kal'anın taşlarını kal'anın içindeki elmas hazinesinin yerine koyup, o elmasları dışarı atmak nev'inden ahmakane bir cinayettir. İşte, ey ehl-i Kur'ân olan şu vatanın evlâtları! Altı yüz sene değil, belki Abbasîler zamanından beri, bin senedir Kur'ân-ı Hakîmin bayraktarı olarak bütün cihana karşı meydan okuyup Kur'ân'ı ilân etmişsiniz. Milliyetinizi Kur'ân'a ve İslâmiyete kal'a yaptınız. Bütün dünyayı susturdunuz, müthiş tehâcümâtı def ettiniz. (…) Şimdi Avrupa'nın ve frenk-meşrep münafıkların desiselerine uyup şu âyetin evvelindeki hitaba mâsadak olmaktan çekinmelisiniz ve korkmalısınız.”

Kale Türklüğümüzdür, Araplığımızdır, Kürtlüğümüzdür, Çerkesliğimizdir vs... İslam’a hizmetle geçmiş tarihimizdir. Mücahid dedelerimizdir. İliklerimize kadar işlemiş İslamiyet dokusudur. Kanımıza kadar işlemiş kokusudur. Elmas ise İslamiyettir. Bu asabiyet elması korumak için kullanılacaksa ne âlâ! Yoksa, elmasın yerine geçse, bu defa bizi hem dinimizden hem dünyamızdan hem de devletimizden edecek zehir hükmüne geçer. Yani ki: Milliyetçiliği, dostumuzu yoketmek için değil, düşmana karşı sertliğimizi arttırmak için kullanmalıyız. İslam’a cibilli taraftarlık için amel etmeliyiz. Zira, mürşidim, seyyidlerin bile ümmet içindeki nurdan mevkilerinin, böylesi bir cibilli damardan geldiğini söylüyor:

“Evet, Âl-i Beytin efradı ise, itikad ve iman hususunda sairlerden çok ileri olmasa da, yine teslim, iltizam ve tarafgirlikte çok ileridedirler. Çünkü İslâmiyete fıtraten, neslen ve cibilliyeten taraftardırlar. Cibillî taraftarlık zayıf ve şansız, hattâ haksız da olsa bırakılmaz. Nerede kaldı ki, gayet kuvvetli, gayet hakikatli, gayet şanlı bütün silsile-i ecdadı bağlandığı ve şeref kazandığı ve canlarını feda ettikleri bir hakikate taraftarlık, ne kadar esaslı ve fıtrî olduğunu bilbedâhe hisseden bir zat, hiç taraftarlığı bırakır mı? Ehl-i Beyt, işte bu şiddet-i iltizam ve fıtrî İslâmiyet cihetiyle, din-i İslâm lehinde ednâ bir emâreyi kuvvetli bir burhan gibi kabul eder. Çünkü fıtrî taraftardır. Başkası ise, kuvvetli bir burhan ile sonra iltizam eder.”

Arkadaşım, milliyetçiliği sinende tutuyorsan, bari onu İslamiyete hâdim eyle. Bütünlüğe hizmet ettir. Parçalayıcı olma. Eğer parçalamaya istimal edersen en nihayet dininden de olursun. Çünkü İslam öyle bir milliyetçiliği bünyesinde barındırmaz. İlla kusar. (Hatırlarsan: Kavim kavim yaratılış da Kur’an’da, tıpkı bir ordunun taburları gibi, birleştirmeye vesile olarak zikredilmiştir. Ayrılmaya kullanmak caiz değildir. Hilafa istimal eden fıtrata itiraz eder.) Ve sen illa İslamlığını kusarsın. Tamam. Şu dünyada soydaşlığın bir parça şevketi konuşuluyor olabilir. Ama mezarında herkes yalnızdır. ‘Tanrı Türkü korusun!’ yazanlara aldanma sakın. Allah müslümandan başkasını korumaz.

14 Eylül 2023 Perşembe

Peygamberliği başladığı yerde bitirmek

Bediüzzaman, Mektubat’ta, İbn-i Arabî Hazretlerinin Fahrüddin-i Râzî Hazretlerine bir mektubunda dediği “Allah’ı bilmek varlığını bilmenin gayrıdır!” cümlesini “Usulüddin imamları ve ulema-i ilm-i kelâmın akaide dair ve vücud-u Vâcibü'l-Vücud ve tevhid-i İlâhîye dair beyanatları Muhyiddin-i Arabî'nin nazarında kâfi gelmediği için, ilm-i kelâmın imamlarından Fahreddin Râzî'ye öyle demiş…” diyerek izah eder. Konuya dair başka okumalar da yaptığınızda şöyle bir manayı yakalarsınız. İbn-i Arabî Hazretlerinin dediği şuna yakın birşeydir: “Allah’ı bilmek varlığını bilmekle başlar.” Yani daha yolun başındasınızdır. Bilinmesi gereken daha çok şey vardır. Hatta bu iş yalnız akılla ilgili de değildir. Cenab-ı Hakkın ayetleri nefesler sayısınca olduğu gibi bilmenin yolları da birçoktur. Nitekim, yine Bediüzzaman, Şuaat isimli eserinde der ki: “Vicdanın anasır-ı erbaası ve ruhun dört havassı olan ‘İrade, zihin, his, Lâtife-i Rabbâniye’ herbirinin bir gâyâtü'l-gâyâtı vardır. İradenin ibadetullahtır. Zihnin mârifetullahtır. Hissin muhabbetullahtır. Lâtifenin müşehadetullahtır. İbadet-i kâmile dördünü tazammun eder.”

Aynı durumun, bazen, Allah Resulü aleyhissalatuvesselam hakkında da geçerli olduğunu düşünüyorum. Onun da nübüvvetini bilmek ‘vahiy aldığını bilmek’le başlar. Fakat kesinlikle bundan ibaret değildir. Bundan ibaret olduğunu düşünmek bizi eksik bir peygamber tasavvuruna götürür. Bakara sûresinin 129. ayetinde, Hz. İbrahim aleyhisselamın duasıyla haber verilen “Rabbimiz, neslimizden bir elçi gönder de onlara Senin ayetlerini okusun, kitabı ve hikmeti öğretsin, onları arındırsın!” beyanında buyrulduğu gibi, ‘ayetleri okumak’ sadece başlangıçtır, kitabın, hikmetin öğretilmesi ve mü’minlerin tezkiyesi ayrıca vazifeler olarak nübüvvetin manasında mündemiçtir.

Risale-i Nur’a müracaat ettiğimizdeyse nübüvvet pınarı daha da gözelenir. 19. Söz’ün başındaki tarif Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın birçok zenginliğini daha gözler önüne serer: “Sath-ı arz bir mescid, Mekke bir mihrap, Medine bir minber; o burhan-ı bâhir olan Peygamberimiz aleyhissalâtüvesselâm bütün ehl-i imana imam, bütün insanlara hatip, bütün enbiyaya reis, bütün evliyaya seyyid, bütün enbiya ve evliyadan mürekkep bir halka-i zikrin serzâkiri; bütün enbiya hayattar kökleri, bütün evliya tarâvettar semereleri bir şecere-i nuraniyedir ki, herbir dâvâsını, mu'cizatlarına istinat eden bütün enbiya ve kerametlerine itimat eden bütün evliya tasdik edip imza ediyorlar.” Hatta kimi metinlerde bu hikmet okuyuşu mübarek duasına kadar iner: “İşte, şu zat, şu mevcudat Hâlıkının vahdâniyetinin hakkaniyeti derecesinde hak bir burhan-ı nâtık, bir delil-i sadık olduğu gibi, haşrin ve saadet-i ebediyenin dahi bir burhan-ı katıı, bir delil-i sâtııdır. Belki, nasıl ki o zat, hidayetiyle saadet-i ebediyenin sebeb-i husulü ve vesile-i vusulüdür; öyle de, duasıyla, niyazıyla o saadetin sebeb-i vücudu ve vesile-i icadıdır.”

Belki, mürşidimin böylesi en güzel izahlarından birisi, Mesnevî-i Nuriye’de geçen ‘tavus kuşu’ i’lemindedir:

“Tavus kuşu gibi pek güzel bir kuş, yumurtadan çıkar, tekâmül eder, semâlarda tayarana başlar. Âfak-ı âlemde şöhret kazandıktan sonra, yerde kalan yumurtasının kabuğu içerisinde o kuşun güzelliğini, kemâlâtını, terakkiyatını arayıp bulmak isteyen adamın ahmak olduğunda şüphe yoktur. Binaenaleyh, tarihlerin naklettikleri Peygamberimizin (a.s.m.) bidâyet-i hayatına maddî, sathî, surî bir nazarla bakan bir adam, şahsiyet-i mâneviyesini idrak edemez. Ve derece-i kıymetine vasıl olamaz. Ancak bidâyet-i hayatına ve levâzım-ı beşeriyetine ve ahvâl-i zahiriyesine ince bir kışır, nazik bir kabuk nazarıyla bakılmalıdır ki, o kışır içerisinden, iki âlemin güneşi ve tûbâ gibi şecere-i Muhammediye (a.s.m.) çıkmıştır. Ve feyz-i İlâhi ile sulanmış ve fazl-ı Rabbâni ile tekâmül etmiştir. Binaenaleyh, Nebiy-yi Zîşanın (a.s.m.) mebde-i hayatına ait ahvâl-i suriyesinden zayıf birşey işitildiği zaman üstünde durmamalı; derhal başını kaldırıp etraf-ı âleme neşrettiği nurlara bakmalı. Maahaza, mebde-i hayatına şek ve şüpheyle bakan adam, herhalde masdarla mazhar, menba ile mâkes, zâtı ile tecellî aralarını fark edemiyor. Ve bu yüzden şüpheye düşer…” İyi niyetliyse hatanın böyle olduğunu düşünebiliriz. Peki ya hepten kötü niyetliyse?

Malumunuz, bu sıralar, ismi ‘Kur’an müslümanlığı’ fakat hakikati ‘sünnet inkârcılığı’ olan bir kem hâdise var. Bunlar, güya Aleyhissalatuvesselam Efendimizi ilahlaştırmamak(!) hesabına, nübüvveti başladığı yerde bitirmek istiyorlar. Mesela diyorlar ki: Peygamberlik vahyi iletmekten ibarettir. Almıştır. İletmiştir. İşi bitmiştir. Yani aşağı-yukarı bir ‘postacılık’ mesabesine denk görüyorlar. Bunların şu yaptığı da Bediüzzaman’ın yukarıda teşhis ettiği ‘yumurta kabuğunda tavus kuşunun meziyetlerini aramak’ kabilinden değil midir? Zira, Cenab-ı Hak, içimizden gönderdiği bir peygamberde âlemin birçok sırrını düğümlemiştir. Ezelden sahibi olduğu hikmetlerin vücudunun bir ucunu Onun güzide varlığına bağlamıştır. Evet. O da bir bizim gibi bir insandır. Tamam. Lakin ‘bizim gibi’si sadece başlangıcı itibariyledir. Biz insaniyetimizin kabuğunda oyalanıyoruz. Ama Allah Onu miraca kadar kanatlandırmıştır. İnşasına vesile kıldığı şeriatı aktar-ı âlemin her köşesine yaymıştır. Adını her yerine yazmıştır. Bu bugün böyle olduğu gibi ta ezelde de böyle kayıtlıdır. Zamanüstü şekilde Aleyhissalatuvesselam merkezdedir. 

Öyleyse, hakkımız var ki, İbn-i Arabî Hazretlerinin itirazı gibi bir itirazı, değil Fahruddin-i Râzî Hazretleri gibi salih bir ulemaya, ayağının tozu bile olamayacak böylesi nâdânlara karşı dillendirebiliriz. Ve diyebiliriz: “Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın vahiy aldığını bilmek nübüvvetini bilmenin başlangıcıdır.” O nübüvvetin âlemde gördüğü daha çok hikmetler vardır. Daha çok sırlara sahiptir. Sizin meselenin sathında kalmanız, nazarınızın miyopluğundandır, yoksa kartal misali feraset sahibi ehl-i sünnet uleması daha nice yüceliğini beyan etmişlerdir. Cenab-ı Hak bizi de onların mübarek yollarında daim eylesin. Âmin. Âmin. Âmin. Ve bihürmeti Seyyidi’l-Mürselin.

6 Eylül 2023 Çarşamba

Keşke Sırbistan mı galip gelseydi?

Aaah, ah! Ne talihsiz başımız varmış bizim. Bizim. Yani dindarların arkadaşım. Osmanlı’yı ceddi bilenlerin. Kelime-i Şehadet getirenlerin. Müslüman oğlu/kızı müslümanların. Niye böyle söyledim, a dostlar, izah edeyim: I. Cihan Harbi’nde olanları okumuşsunuzdur. Hani ilkokuldan beri ders kitaplarında anlatılır: “Biz yenilmedik. Ne münasebet? Almanlar yenilince biz de yenik sayıldık.“ Hepten de yanlış değildir ha söylenen. Fakat Almanya yenildikten sonra bizim de savaşı sürdürecek gücümüzün kalmadığını itiraf etmede eksiktir. Nihayetinde o kadar devletle birden tek başımıza başedemezdik. Her neyse... Mağlubiyetin mâkul bir tarafı var yani. Birşey demiyorum. Her girdiğin kavgayı kazanacaksın diye bir dünya yok. Takım arkadaşın yenilmişse sen de yenilmiş sayılabilirsin.

Mevzuun bu tarafını kavrıyorum da, arkadaşlar, geçenlerde başımıza gelen mağlubiyeti bir türlü kavrayamıyorum. Kavrayamıyorum, niye, çünkü bu defa bizzat kendi devletimiz kazandığı halde biz yine kaybettik. Evet. Hatırladınız tabii. Malum, kadın milli voleybol takımımız, her ne kadar kadronun tamamı kendisini kadın gibi hisseden kadınlardan oluşmasa da, Sırbistan’a karşı bir zafer elde etti. Zaferden sonra epey bir süre Türkiye bayrakları sallandı. İstiklal marşı okundu. Zafer nârâları atıldı Türkçe. “Vay!” dedik, “Herhalde bu sefer biz kazanmış oluyoruz!” Parasında gözümüz yok efendim. Afiyetle yesinler. En azından azarını işitmeyelim. Fakat o da ne? Dedim ya: Başımız talihsizdir. Sosyalmedyayı açınca bir baktık. Ohooo! Osmanlı yine kaybediyor. Sarıklıyı gömen mi dersin. Çarşaflıyı ezen mi dersin. Fese tokat atan mı dersin. Kıçından gökkuşağı çıkan mı dersin.

Allah Allah! Yüzbin kere Allah Allah. Biz yine kaybetmişiz yahu. Sırplarla hiçbir ittifakımız bulunmamasına rağmen yine golü bizim kalemize atmışlar. Müslüman oğlu/kızı müslümanlar bir harpten daha mağlup çıkmışız. Vay arkadaş. I. Cihan Harbi’nden beri başımızda dönen karabulutlar bahtımızı hiç terketmiyor. Nitekim, Kurtuluş Savaşı’nda da böyle olmamış mıydı, a dostlarım! Cephede ‘Allah Allah’ diyerek, halifeyi-İslam’ı kurtardığını sanarak, şehitliği düşleyerek, çarşaflısı-sarıklısı onca mücadele ettikten sonra, netice ne olmuştu? Yunanlılar mı denize dökülmüştü? Yok yahu. Yunanlılar birkaç sene sonra takıp takıştırıp geri döndüler. Venizelos Beyler İsmet Paşa’nın hanımını da koluna takarak etrafı gezdiler. Asıl yurdun üç tarafındaki denizlere dindarlar döküldü.

Denize dökülmeyen kısmın üstüne de beton döküldü. Medreseler kapatıldı. Ezan yasaklandı. İslam harfleri kapıdışarı edildi. Asayofya puthaneye çevrildi. Camiler ahır yapıldı. Türbeler yıkıldı. Sarık-çarşaf berhava edildi. Frenk fotörüne dönüldü. Sanki savaşı kazanan başkasıymış gibi, yahut da kaybedeni bizmişiz gibi, her ne edildiyse müslüman oğlu/kızı müslümana edildi. Belki biraz da bu yüzden Kadir Mısıroğlu merhum şöyle bir laf etti: “Keşke Yunan galip gelseydi!” Herkes bunu yanlış anladı. Ben doğru anladım arkadaşım. Biz kazanınca başımıza bunlar geldiğine göre, belki de, karşı taraf kazanınca biz kazanmış sayılacaktık? Oyunun kuralı başka türlüydü de biz kendi taşımızı ütmüştük. Maçın başında kaleleri şaşırmış da olabilirdik? Yaşananların başka açıklaması var mıydı?

İşte, sosyalmedyada kopan kıyameti görünce, ben de içimden dedim: “Keşke Sırbistan galip gelseydi!” Ama içimden dedim. Ben Kadir Mısıroğlu değilim. Onun kadar yiğitlik edemem. Sonra kim sahip çıkar bana? Bu kadar suratlarına tükürülmesine rağmen zaferi(!) tebrik eden İslamcı yazarlar mı? Peh. Buradan başka hiçbir yere yazmadım elbette. Sizden başkası da okumadı. Peki niye yazdım böyle birşeyi? Zira Kurtuluş Savaşı’ndan sonra başımıza gelenlerin bir benzerinin başımıza getirildiğini gördüm. O zaman Bediüzzaman’a birkez daha hakverdim. Hani o bir yerde diyor:

“Tarik-i gayr-ı meşru ile bir maksadı takip eden, galiben maksudunun zıddıyla ceza görür. Avrupa muhabbeti gibi gayr-ı meşru muhabbetin âkıbetinin mükâfâtı, mahbubun gaddârâne adâvetidir.”

Sen misin Allah’ın razı olmadığı şekillerde muvaffakiyetler bekleyen? Sen misin bir de bunlara ‘milli gurur’ falan filan gözüyle bakan? Sen misin, hanımı gibi Lut aleyhisselamın salih arkadaşlığını boşverip, Lûtîlerden yarenlik uman? Oh olsun sana işte. Az bile tükürdüler yüzüne. İnşaallah, daha da çok tükürsünler. Çarşafını, sarığını, Abdülhamid’ini, Osmanlı’nı, dindarlığını, namazını, orucunu, duanı... Hülasa: İslamlığınla övündüğün ne varsa hepsini çalçaput edip üzerinde bir güzel tepinsinler. Tepinsinler ki eşekliğinden bir nebze kurtulasın. En azından kurtulman ümit edilsin. Zira eşek bile, körkütük eşekliğine rağmen, sırtına ağır yük vurulunca huysuzlanır, çiftelenir, yürümez, inat eder. Senin de uğradığın hakaretler sayesinde gayr-ı meşru muhabbetlerinden ayılman beklenir. Yok, ayılmadın mı, o zaman semerin sana hayırlı olsun. Senin gibi eşeğin sırtına daha çoook binerler. Hem de revadır sana. Çünkü, izzetsizliğinde öyle bir eşeklik saklanmıştır ki, semercinin parasını da sen verirsin. Kıçına kamçıyla vuranların ellerini öpersin. Böyle eşeğe eşekler bile acımaz. Kul niye acısın?

4 Eylül 2023 Pazartesi

Teoman da Bediüzzaman’a hakverdi sonunda!

Devletin dinsiz olmasının en kötü yanı ‘devletin dinsiz olması’ değildir. Devletin dinsiz olmasının en kötü yanı ‘dinsizlerin kendilerini devlet sanması’dır. Türkiye’nin de yakın tarihinde başına gelen budur. Evet. Bugün %99’unun kendisini müslüman bildiği şu diyar-ı İslam’da, İslam adına yapılmasa bile, hasbelkader İslam’a uygun verilmiş her hüküm, dinsizler tarafından şiddetle sigaya çekilir. Parmak sallanır. Hesap sorulur. ‘Tukaka’ edilir. (Yakın zamanda İstanbul valiliğinin içki yasağıyla ilgili tepkilerde gördük bunu.)

Kendisini devlet sayan dinsizliğin engizisyonudur aslında yaşanan. Bütün köşeler çoktan tutulmuştur. (B)okçular atış yapmaya başlar. %99 ihtimalle de o hatayı(!) yapmış hükümetlere geri adım attırılır. Zira laikliğin ‘pışpışladığı’ üzere hiçbir toplum normsuz yaşayamaz. Devlet de toplumun şahs-ı manevîsi olduğundan normsuz yapamaz. Eğer bu normlar dinin menfaatine bir şekilde şekillenmeyecekse, ister istemez, taraftarlığı dinin aleyhine olur. Arada nötr bir bölge yoktur. Aliya İzetbegoviç merhumun İslam Deklerasyonu’nda da dediği gibi “Dünyasına nizam verme hakkını mahfuz tutan İslam, sahasında, hiçbir yabancı ideolojinin faaliyet göstermesine olanak tanımaz. Bu nedenle ‘laiklik ilkesi’ diye birşey yoktur ve devletin dine ait değerleri desteklemesi gerekmektedir.”

Uygulamaya bakalım. Türkiye kurulurken anayasamızda yazılı olan “Türkiye devletinin dini din-i İslam’dır!” ifadesinin 1928’de çıkarılması, devletin nötr bir alana geçmesi şeklinde tecelli etmemiş, geçen süre dinin devletle ilgili her alandan ‘dehdehlenmeye’ çalışılmasıyla hakikatini ortaya koymuştur. Peki devletle ilgili alanlar nerelerdir? İnsanın evinin içi dahi bir yanıyla devleti ilgilendirmez midir? İşte, tam bu eşikten bakınca, İslam’ın da tıpkı sekülerizm gibi ‘hayatın tamamını istediğini’ söyleyenler isabet eder. Yani hayatın tamamını istiyorsanız müslüman olursunuz. Müslümanlık da hayatınıza girdiği anda hayatınızın tamamını Allah adına sizden ister. Siz de Allah adına hayatın tamamını istersiniz. Dolayısıyla devleti de istersiniz. Aynı şey laiklik için de geçerlidir. Laiklik de, İslam’ın ‘Allah’ın emri, Muhammed Mustafa’nın kavliyle’ istediği bütün alanları ‘Sekülerizmin emri, Mustafa Kemal’in kavliyle’ kendisine çağırır. Bu yüzden sanıldığının aksine müslüman gibi müslümanlar ile kemalist gibi kemalistler arasında ortak bir alan yoktur. Tıpkı suyla zeytinyağı gibi imtizaç etmezler. Aziz Nesin haklıdır. İmtizaç ettirebileceklerini sananlar, ikisinden birinde olup, ama samimi olarak orada bulunmayanlardır. Mesela: Teoman’ın yakın zamanda Altaylı ile yaptığı söyleşide söylediklerine gelelim:

“Türkiye laik olmalı. Eğer din devleti olursa toplum arasında uzlaşma alanı kalmıyor. Muhafazakârlar ya bu ülkeyi barışa götürecekler ya da bu ülke kan davasıyla sonsuza kadar gidecek.” Basına bu şekilde yansıyan beyanlarında Teoman samimi midir? Belki kalbinde samimiyet vardır. Fakat fikrî anlamda hesabı verilmemiş bir argümanı savunmaktadır. Sözgelimi: Laikliğin hakikaten ‘bir uzlaşı alanı’ oluşturduğu ne kadar doğrudur? Milan Kundera’nın ‘Efendilerin Barışı’ kavramlaştırması eşliğinde bakarsanız Hitler de barışçıl bir insandır. Stalin de barış istemektedir. Amerika’nın savaş çıkardığı bütün ülkelerde amacı zaten barıştır. Lakin bu barışlar acaba Hakkın veya halkın da ne istediğini sormakta mıdırlar? Herkes kendi sözüne gelindikten sonra barışçıldır. Musa aleyhisselam “Sen benim ilahımsın!” deseydi Firavun’un kavgacı bir tarafı kalır mıydı hiç? Laikliğin kendini uzlaşma zemini olarak görmesinin, en azından müslüman gibi müslümanın dünyasında, yukarıdakinden farkı var mıdır? Varsa nedir? Bana sorarsanız yoktur. Laiklik de müslümandan aynı şekilde imanını istemektedir.

Üstelik tarihsel zeminde de bir gerçeğe isabet etmiyor Teoman. Türkiye dediğimiz bölgenin varlığı yeni değil. Bin yıldır müslümanlar buralarda yaşıyorlar. (Kürtlerin yoğunluklu yaşadığı bölgelerde bu tarihlerden de daha eskidir.) Bin yıldır İslam üzerine varolmuş bir uzlaşmayı Batılılaşma adına yıktıktan sonra, geçen yüzyıllık kavgayı, ‘Laiklikte uzlaşalım gitsin!’ diye bitirmek(!) biraz ‘asma köprü’ hikâyesine benzemiyor mu? Hani anlatılır: Tek insanın ancak dikkatle ilerleyebildiği bir asma köprüden iki hasım karşıya geçiyormuş. Biri önde diğeri arkada. Arkadan geleni öndekinin dönememesini fırsat bilerek yol boyunca ensesine tokat atıp duruyormuş. Gelgelelim köprünün de bir sonu var. Genişe çıkılınca mazlum intikamını almak üzere hışımla dönmüş. Hasmı hemen ellerine yapışmış: “Yolda ne olduysa oldu. Hadi öpüşüp barışalım. Hakkını helal et.”

Seçimden önce CHP’nin, seçimden sonra da Teoman gibi argümanlar dillendirenlerin, müslüman gibi müslümanlarla hali biraz buna benziyor. Tokat vurabildikleri her darlıkta ensemizi affetmediler. Ne camimize, ne ezanımıza, ne de tesettürümüze acıdılar. Dehdehleyebildikleri her yerden bizi dehdehlediler. Lakin işler değişti. Vaziyet bizim de biraz intikam alabileceğimiz genişliğe döküldü. Şimdi hemen helallik istemeye davranıyorlar. Dahası da var. Bir de “Ensenizi tokatlamamız konusunda uzlaşalım!” diyorlar. “Yoksa kavga edip duracağız.” Gülecek kadar bile dermanımız kalmıyor şaşkınlıktan arkadaşlar. Pişkinliğin bu derecesine ne denilebilir? Ancak susulur. Ama ben böyle şeyler duyduğumda Keloğlan gibi sormadan yapamıyorum: “Adaletin bu mu cazgır?”

Ve Bediüzzaman’ın neredeyse yüzyıl önce bulunduğu öngörünün haklılığını Teoman gibi kabulleniyorum: “Türk unsurunda ebedî kabil-i iltiyam olmamak suretinde bir inşikak çıkacak. O vakit milletin kuvveti, bir şık bir şıkkın kuvvetini kırdığı için, hiçe inecek. İki dağ birbirine karşı bir mizanın iki gözünde bulunsa, bir batman kuvvet, o iki kuvvetle oynayabilir, yukarı kaldırır, aşağı indirir.” Evet. Enerjimizin kaybolduğu doğrudur. Evet. Gündemde çok vakit kaybediyoruz. Fakat kavgayı biz başlatmadık. ‘Allah, Allah’ diyerek aldığımız memlekete “Yallah Arabistan’a!” diyenler çöktüğü için ortalık karıştı. Bir asırdır da bu karışıklık devam ediyor. Beyne beyne enseler kızarıyor. Yakın bir zamanda da sonlanacağa benzemiyor, doğrudur. Ama haberler yine de iyi: Biz de usanası değiliz. Bitirmek isteyenlere çözümü de söylüyoruz: Anayasadan çıkarılan yerine döndüğünde sulh olmaya hazırız. Siz bir ‘Efendi Barışı’ istiyorsanız, biz de ‘Âlemlerin Efendisi’nin barışını istiyoruz, Onun da adı İslam’dır.

25 Ağustos 2023 Cuma

Allah konuşmak zorunda mı?

“Kâinatın envâı insanı tanıyor değil. Belki insanı bilen ve tanıyan, merhamet eden bir Zâtın tanımasının ve bilmesinin delilleridir.”
Sözler’den.

Elhamdülillah. Müslümanın Allah’ı tutarsızlıktan münezzehtir. Deistlerin tanrısındaysa bir dizi tutarsızlık vardır. İlk tutarsızlığı ‘ilgi’ eşiğinden kendisini gösterir. Fakat, bir saniye, hızlı gidiyoruz. Bu mevzua dalmadan önce birşeyi itiraf etmeliyim: Bediüzzaman’ın bazı ifadelerini ilk okumalarımın üzerinden yirmi yıl kadar geçtikten sonra anlayabiliyorum. Evet. Sanki, daha önce hiç okumamışım, sadece yanlarından geçmişim gibi. “Kimbilir anlamadan yanından geçtiğim daha neler neler var?” diye kederleniyorum böyle anlarda. Eh, ne yapalım, kabımız bu kadarcık. Rabb-i Rahîmimiz azımızı çoğa saysın. Bahsi açtık. Misali de geliyor. İşte onlardan birisi: “Madem yapan bilir, elbette bilen konuşur.”

Ben bu cümleyi her okuduğumda ‘yapmak ile bilmek’ arasındaki zarureti kavrar fakat ‘bilmek ile konuşmak’ arasındaki lüzumu kavrayamazdım. Nihayetinde her bilen konuşmak zorunda değildi. En azından beşerî düzlemde bu zarureti kavramamı sağlayacak kıyaslamalar bulamıyordum. Susmak da insanlığın bir parçasıydı. Ve bazen insanlar bile bile susarlardı. Peki Bediüzzaman bu zarurete nasıl intikal etmişti? Aradaki boşluğa(!) dair düşünmeye başladım. O düşünmek mesaisi epey bir sürdü.

‘Yapmak ile bilmek’ arasında ise aynı güçlüğü çekmediğimi belirtmiştim. Zira bilmesiz yapmak ancak yıkmak türünden ‘vücudî görünen ademîlikler’ için mümkündü. (Yokuş aşağı yuvarlanan bir kaya ne yaptığını bilemezdi, ama birşey de yapmış olmazdı zaten, yıkardı sadece.) Sistemli herşeyin inşasıysa bilgi isterdi. Kasıt isterdi. Dikkat isterdi. Israr isterdi. Bütüncül bakış isterdi. Çay yapmasını bilmeyenler çay yapamazdı. Bina yapmasını bilmeyenler inşaata girişemezdi. İlim, irade, kudret üçlüsü her eserin arkasında zaruret olarak kendisini gösteriyordu. Kader de, daha büyük resimde, kainatı varlığa çıkaran (ve onu varlıkta tutan) bilişin/ilmin adıydı. Evet. Kadere iman edilmeden iman tamam olamazdı. Çünkü Allah’ın yarattıklarını önceden (aslında, zamandan aşkın bir şekilde, ezelden) bilmeden yarattığını söylemek olurdu bu. Dolaylı olarak da, ne yaptığını bilmeden yaratan Allah gibi, hâşâ, imkansız birşeyin tasavvuruna giderdiniz. Kainatı binbir harikalıkla yaratan Allah, ilminin izleri her eserinde okunan Allah, nasıl böyle birşeyle itham edilebilirdi? Düpedüz iftira olmaz mıydı denilen?

Buraya kadar tamam. Fakat bilen neden konuşmak zorundaydı? İşte şu eşikten sonra deistlerin ilah tasavvurundaki tutarsızlık kendisini ele vermeye başladı arkadaşım. Deistler bize diyorlardı ki: “Kainatla ‘yaratacak’ kadar ilgilenen Allah insanlarla ‘konuşacak’ kadar ilgilenmedi.” Halbuki yaratmak ilgilerin en şiddetlisiydi. Cenab-ı Hak, daha varlık sahnesinde yokken, sadece ilm-i İlahî’de mevcutken, o kadar ilgilendi ki bizle, o kadar teveccüh etti ki keremiyle, varlık sahnesine çıkardı bizi. Sadece bizi değil cümle mahlukatını. Cenab-ı Hakkın ilgisi en çok rahmetiyle görünür. Bediüzzaman’ın ifadesiyle “Rahmetiyle bildiğini bildirir.” Kainatta rahmet olarak okuduğumuz aslında Cenab-ı Hakkın, bize, bizi bildiğini bildirme şeklidir. Kusurlu bir ifade olsa da, kendi aramızda bunu, ‘ilgi’ olarak isimlendiriyoruz.

Zaten ilgi dediğimiz şey de genelde belirli seviyelerde ‘muhabbet’ ve ‘merhamet’ tecellileriyle kendisini gösterir. Sözgelimi: Ben yeğenimle ilgileniyorum. Nereden belli? Çünkü onunla oynuyorum. Çünkü onunla geziyorum. Çünkü ona dondurma alıyorum. Çünkü, çünkü, çünkü… Daha birçok şeyi sayabilirim. Bunlar hep belirli düzeylerde ‘yeğenimin varlığına düşkünlüğüm’ ile belli olmuştur. Evet. Ben yeğenimi severim. Ben yeğenime şefkat ederim. Eğer bu iddialarda yalancı değilsem hayatta tezahürleri olur illa ki. “Ben yeğenimi çok severim ama hiç yüzüne bakmam!” gibi bir ‘inkılab-ı hakaik’ (hakikatlerin tersyüz olması) yahut da ‘cem-i zıddeyn’ (zıtların birlikteliği) hakikatte varolamaz.

Tezat bir kusurdur. Nihayetsiz kemalde olan Allahımız kusurlardan münezzehtir. Madem ki, yoku vara çıkaracak kadar ilgilidir, o halde konuşacak kadar da ilgilidir. Esasında yaratması zaten bir tür konuşmasıdır. Konuşmasının dolaylı bir biçimidir. Yüzünüze güldürdüğü her bebek, uçarken gösterdiği her kelebek, açarken bulduğunuz her çiçek, Onun kendisini size bildirmesinin yollarıdır.

Yeğenime gösterdiğim ilginin ederi nedir? Çok cüzî şekillerde varlığına katkılar sunabilirim. Hak Teala ise bizimle yokluktan varlığa çıkaracak kadar ilgilenmiştir. Bize bütün kainatı kitap kılacak kadar ilgilenmiştir. Herşeye herşeyden kendisini bildirecek kadar ilgilenmiştir. Herşeyi yüzbin dilli bir mektub-u Samedanî kılacak kadar ilgilenmiştir. Kainattaki bu ilmî doluluk, bu iletişim zenginliği, bu daldıkça dibi görünmeyen marifet, ancak Cenab-ı Hakkın ‘konuşmaktaki arzusu’ ile açıklanabilir. Yani zaten Onun yaratmasında konuşmak/bildirmek arzusunun (Bu ifadenin de kusurlu olduğunu biliyorum. Fehminize yaklaştırmak için bir araç olarak görün lütfen. Münezzeh manalarla tefekkür edin.) tezahürleri okunmaktadır. Varlığa çıkışımız Onun eserleri üzerinden konuşmasıdır.

O halde, bizi yoktan vara çıkaracak, herşey üzerinden kendisini bildirecek kadar bizimle ilgili bir Allah; ağzımıza attığımız her lokmanın nereye/ne kadar dağılacağına kadar ilgilenen bir Allah; âlemin başından sonuna vücuda lazım yasalarını devam ettirecek dikkatte bir Allah; bu kadar detaylı bir kuşatıcılıkla iradesi üzerimizde bir Allah; nasıl olur da en çok ‘acaba’ya düştüğümüz yerlerde kalbimizi ‘konuşmasız’ bırakır? Nasıl dolaylı bir şekilde kendisini bu kadar çok anlatır da doğrudan mesajı ihmal eder? Halbuki dolaylı mesajın kavranması da çoğu zaman doğrudan mesajın varlığına bağlıdır.

Yine bir misale müracaat edelim: Diyelim ki bir mecliste konuşma yapıyorsunuz. Boynunuza da nereden geldiği bilinmez bir akrep çıktı. Seyirciler içindeki arkadaşınız durumu farketti. Size kaş-göz işaretleriyle durumu anlatmaya çalışıyor. Anlayamıyorsunuz. (Zaten işaret diliyle birşeyi anlatmak doğrudan anlatıştan her zaman daha zordur. Böylesi oyunlar oynayanlar bilirler. İşaret dili dolaylı bir dildir. İkincil bir dildir. Semboller insanların dünyasında her zaman aynı anlamlara karşılık gelmezler. Kelimelerse genelde yakın anlamları bulurlar.) Nihayetinde akrep de sizi sokuyor. O zaman arkadaşınıza sitem etmez misiniz: “Birader niye ağzını açıp söylemedin? İmâlarını anlamadım ki.”

Cenab-ı Hak da bize kainat üzerinden sonsuz akıbetimizi etkileyecek olan bilgiyi sürekli aktarıyor. Zaten yaratılış bu bilgi aktarımı ile anlamlı oluyor. (Belki, daha ileri bir hayalgücüyle, yaratılışın da ‘çok boyutlu bir bilgi aktarım şekli’ olduğunu söyleyebiliriz.) Böyle bir ilmin katman katman varolduğunu bilimdallarının herbiri bize, hatta en sekülerlerimize bile, gösteriyor. Daldıkça bilgi çıkıyor. Kazdıkça bilgi fışkırıyor. Kurcaladıkça bilgi kaynıyor. Kendisini bu denli şiddetli bir şekilde, böylesine yoğun bir ilgiyle, ama dolaylı olarak anlatan bir Alîm-i Hakîm, o dolaylı mesaj karşısında ‘acaba’ya düşmüş kullarına, yine sonsuz rahmetinin bir gereği olarak, göz açıcı doğrudan mesajlar da iletmez mi? Doğrudanı dolaylı ile birleştirerek hikmetini tamam etmez mi? Âlem kitabını, Resul kitabıyla ve vahy-i Furkanıyla ‘Ya Rabbi anlayamadım!’ bahanesi kalmayacak şekilde okunulur kılmaz mı? Bence “Madem yapan bilir, elbette bilen konuşur…” böyle de okununca daha bir anlaşılır oluyor: Madem bildiğini bu kadar yapmakla (dolaylı biçimde) gösterir, elbette, konuşmakla da (doğrudan biçimde) bizzat gösterir. Çünkü yapması zaten bilmesindendir. Bu kadar eser üzerinden konuşmak arzusunu gösteren bilmek, elbette aciz değildir ki, bizzat kelamullahıyla da konuşmasın.

“Şu kâinatın Sahip ve Mutasarrıfı, elbette bilerek yapıyor ve hikmetle tasarruf ediyor ve her tarafı görerek tedvir ediyor ve herşeyi bilerek, görerek terbiye ediyor ve herşeyde görünen hikmetleri, gayeleri, faideleri irade ederek tedvir ediyor. Madem yapan bilir, elbette bilen konuşur. Madem konuşacak; elbette zîşuur ve zîfikir ve konuşmasını bilenlerle konuşacak. Madem zîfikirle konuşacak; elbette zîşuurun içinde en cemiyetli ve şuuru küllî olan insan nev'iyle konuşacaktır. Madem insan nev'iyle konuşacak; elbette insanlar içinde kàbil-i hitap ve mükemmel insan olanlarla konuşacak. Madem en mükemmel ve istidadı en yüksek ve ahlâkı ulvî ve nev-i beşere muktedâ olacak olanlarla konuşacaktır. Elbette, dost ve düşmanın ittifakıyla, en yüksek istidatta ve en âli ahlâkta ve nev-i beşerin humsu ona iktidâ etmiş ve nısf-ı arz onun hükm-ü mânevîsi altına girmiş ve istikbal onun getirdiği nurun ziyasıyla bin üç yüz sene ışıklanmış ve beşerin nuranî kısmı ve ehl-i imanı mütemadiyen günde beş defa onunla tecdid-i biat edip ona dua-yı rahmet ve saadet edip ona medih ve muhabbet etmiş olan Muhammed aleyhissalâtü vesselâm ile konuşacak ve konuşmuş; ve resul yapacak ve yapmış; ve sair nev-i beşere rehber yapacak ve yapmıştır.”

Bir de meselenin şu boyutu var arkadaşım: Dolaylı anlatım imtihanlıdır. Yukarıda da altını çizmeye çalıştım. İşaretler aynı karşılıkları bulmayabilir. Yine Bediüzzaman’ın “Küçük âlemde, yani insanda ene, büyük insanda, yani kâinatta tabiata benziyor. İkisi de tâğutlardandır…” demesini hatırlayalım. Allah’ın yarattığı ‘ene’ veya ‘tabiat’ neden ‘tağut’ oluveriyor? Çünkü dolaylılığına takılınıyor. Mana-i harfî ile işaretleşmesi gereken mana-i ismî ile bütün nazarı kendisine hapsediyor.

“Ene, haddizatında bir hava, bir buhar gibi iken, verilen ehemmiyete göre mâyi haline gelir. Sonra ülfetle kalınlaşır. Sonra gaflet ve isyan ile öyle kalınlaşır ki, sahibini yutar. Halkı, esbabı da kendisine kıyas ederek Hâlıkın evâmirine mübarezeye başlar. Küçük âlemde, yani insanda ene, büyük insanda, yani kâinatta tabiata benziyor. İkisi de tâğutlardandır.”

Esere baktığınızda müessiri görmek ikincil bir dikkate muhtaçtır. Eğer esere aşkınsız dikkat ederseniz, onda boğulursanız yani, göstermek için yaratılan şey görmenin engeli olmaya başlar. Mürşidimin ‘ene’ ve ‘tabiat’ta hissettiği tuzak budur. Cenab-ı Hak sırr-ı imtihan gereği varlığı bu şekilde halketmiştir. Ötesini görmeye çalışan öteyi bulur. Gördüğünden ibaret sayansa onda boğulur. Ancak, ötenin varlığından haberdar edilmemişlerse, nasıl öteden sorumlu tutulabilirler? İşte, Cenab-ı Hakkın peygamberleri göndermesi, bu hikmetin eda edilmesi için de gerekiyor. Mektubu vermeden önce okumayı öğretmek lazım. Yazıyı ‘okunacak’ bilmeyenin elinde mektup sırf resimden ibaret kalır. Ne diyelim? Cenab-ı Hak, bizi, huzurunda gözü başkalarına kayanlardan eylemesin arkadaşım. Âmin.

Kaderin varsayımlarla işi olmaz

Arkadaşım 'fena ve fani adamların güzel ve bâki sözleri olabileceğini' cennetmekan mürşidimiz öğretti bize. Bu minvalde kalmak kaydı...