3 Nisan 2017 Pazartesi

Sızıların azalıyorsa onu okuyorsun demektir

Madem yazılarımda 'yaraların yazdırıcılığına' ve 'yazıların iyileştiriciliğine' sıklıkla değiniyorum, o halde, bütün bu yara-yazı meselelerini dünyamda tetikleyen ayet hakkında da birşeyler söyleyebilmeliyim: "Eğer biz onu, yabancı dilden bir Kur'an kılsaydık, diyeceklerdi ki: Ayetleri tafsilatlı şekilde açıklanmalı değil miydi? Arab'a yabancı dilden (kitap) olur mu? De ki: O, inananlar için doğru yolu gösteren bir kılavuzdur ve şifadır. İnanmayanlara gelince, onların kulaklarında bir ağırlık vardır ve Kur'an onlara kapalıdır. (Sanki) onlara uzak bir yerden bağırılıyor (da Kur'an'da ne söylendiğini anlamıyorlar.)" Fussilet sûresinde geçen bu şeker-bal ifadelerde özellikle ilgimi çeken bölümse Kur'an'ın 'huden ve şifaun' yani 'hidayet ve şifa' olarak anlatıldığı kısım.

Ben, bu kısımda, 'hidayet' ile 'şifa'nın kardeş kılınmasında büyük hikmetler görüyorum. Nasıl? Belki şöyle: Şu ayet, hidayetin, ötemizde birşey veya sadece 'entelektüel bir meşgale' olmadığını, yaralarımızla da ilgili olduğunu ortaya koyuyor. Yani; biz Kur'an'a dair hangi marifete erişsek, o bizim bir yaramıza şifa olur. Kenarda kalmaz. Salt bir malumat olmaz. Devasını hissederiz. Rahatlarız. Ferahlarız. Göğsümüz genişler. Kur'an'la ilgili bilişler böyle bilişlerdir. Onlar insanın yaralarına dokunmayan bilişler gibi değildir. Talebesi de öyle bilip talip olmalıdır. Kendi yaralarına deva arayanlarla konuşur Kur'an. Şifa arayanlara hidayet gösterir. Ve hidayeti elde eden de tesirini yaralarında hisseder.

Bu meselenin birinci tarafı. İkincisi: Kur'an'ın hidayeti, bir yere giden çok yollardan en kısası değildir, tek yoldur. Sağladığı avantaj, salt yolu kısaltmasıyla değil, gideceği yere götüren tek yol olmasıyladır. Yani; Kur'an'ın kalbimize lütfettiği bilgi, doğruya giden yolların çok olduğu bir düzlemde, onların kolay bir alternatifi gibi değildir. Kur'an, doğruya giden başka yolun olmadığı bir düzlemde, hakikate giden tek yoldur. Bu, ondan gayrısını yaralı, onu ise şifalı kılar. Alternatifi marazdır. Nakşolduğu gönüller hep sızılıdır. O, kimin gönlüne misafir olmuşsa, ona şifa vermiştir. Onsuz bulunacak sağlık yoktur.

İstanbul'dan Sivas'a gitmenin çok yolları olabilir. Bunlardan birisi, belki en kısası, bize hidayet gibi gelebilir. (Kısalık/kolaylık da bir hidayettir.) Ama Kur'an'la gelen hidayet böyle değildir. Kur'an'la gelen marifet ondan gayrı yolların çıkmaz olduğu yerde Sivas'ı gösterir bize. Kendisini hidayetin yanında şifa ile de anması böyle bir dersi içeriyor olabilir. Allahu'l-alem.

En nihayet bu bahiste şunu söyleyebilirim: Bu ayet-i kerime, bize, hidayetin şifayla ve hakikatin yarayla ilgisini anlatıyor. Benim, yaralar üzerinde bu kadar durmam ve yaralarıyla uğraşanların yazılarını methetmem de bu yüzden. Onlar kalplerine dokunan bir işle meşgul oluyorlar. Kur'an'ı muhatabıymış gibi okuyabilmenin sırrı da bu. Sızıların azalıyorsa onu okuyorsun demektir. Kur'an'ın gırtlaktan aşağıya indiğinin delili budur. Hidayetin sana misafir olduğunu şifasından anlarsın. Rahatlarsın. Ferahlarsın. Göğsün genişler. Bu bilgi "Filancalar öyle söylüyor..." bilgisi değildir. Hidayet böyle birşey değildir. Yaranın farkındaysan sesini işitirsin. Yoksa kulaklarına bir ağırlık iner.

31 Mart 2017 Cuma

Latifleşme çabaları (3): Ayna nasıl özgür olur?

"Ben bir cümlelik nokta değilim."
Sagopa Kajmer, Neyim Var ki?

İslam'ın bize öğrettiği varlık algısı ile hürriyet tanımımız arasında yakın bir ilişki var. Biz, mana-i harfîyiz, yani arızîyiz. Aslolan biz olmadığımızdan tanımlarımızın tamamı gayba bakar. İfadelerimiz noktasını ebedde bulur. Ötemizde olan şeylerle kendimize anlam ararız. Bizle başlayan ve biten cümleler ruhumuza ağır gelir. Bizim sadece parçası olduğumuz ebede uzanan cümlelere talibiz. Dolayısıyla bize kim bakarsa 'dolayısıyla' baksın isteriz.

Kendimizi tarif ederken varlığımızın zayıflığına vurgu yaparız. 'Bismillah' der başlarız mesela. 'Elhamdülillah' der bitiririz. "Nefsim kudret elinde olan Zat'a yemin ederim ki!" buyururken Aleyhissalatuvesselamın bize öğrettiğidir bu. Asla atıflar yaparak aslolanın biz olmadığımızı ortaya koyarız. Bizzat varolmak istemiyoruz! Evet, istemiyoruz! Çünkü onda hayır/varlıksallık bulmadık. Bizzat varolmak varlığımızın zatımızla birlikte yokolması anlamına geliyor. Fakat birşeye dair olursak dair olduğumuz varoldukça varolacağız. Çünkü hep onunla olacağız. Zaman bizi nereye savurursa savursun. Bir kere girdik o sonsuz kareye. Ne mutlu! Şu baki cümleye yalnız başına anlamı olmayan bir 'ile' veya bir 've' veya bir 'ki' gibi sıkışsak yeter. Bizim birşey olmamıza gerek yok ki artık! Cümle birşey olsun yeter. Elifimizi cümlede erittik. Kendimizden aşkınız.

Arızî olanın hürriyeti asıl olanın hürriyeti gibi değildir. Madem ki; hürriyet varoluşa bakar, yani varolanın varolabileceği kadar ve şekilde varolabilmesidir özgürlük, o halde Kadîm ve Kayyum olanla mümkin ve arızî olanın hürriyeti bir olmaz. Her zaman ve hiçbirşeye muhtaç olmadan varolanla sonradan ve herşeye muhtaç olarak varolanın varlığı bir değildir. Dolayısıyla o varlığın sınırlarının arttırılmasında veya tayininde onun hali Rabbisinin hali gibi de değildir.

Allah şanı ve hikmeti neyi dilerse onu yaratır ve yapar. Fakat sen canın ne isterse onu yapamazsın. Senin varlığının devamı ve selameti seni varetmeye devam edenin yaratışına bağlıdır. O yaratışın şekli dileyişine bağlıdır. O dileyişin şekli rızasına bağlıdır. Onu kendinden razı etmezsen cennet aynasından alıp vücudunu cehennem aynasına yansıtabilir. Dünya perdesinden çekilen vücudunu cehennem perdesinde gösterebilir. Hem yalnız bu kadar da değil. Mürşidim diyor ki: "Eşya vücuda geldikten sonra da Saniden alâkası kesilmez. Vücudun tekerrüründen ibaret olan bekaları için daima Sanie muhtaçtırlar."

Her an için Allah'a muhtacız. Sadece acıktığımızda, sadece canımız yandığında, sadece hasta olduğumuzda, sadece parasız kaldığımızda, sadece birşeyi arzuladığımızda, sadece korktuğumuzda değil. Bir önceki andan tastamam bağımsız diğer anın varlığı için Allah'a muhtacız. Perdede yansıyan filmin projeksiyona muhtaçlığı gibi muhtaçlığımız var. Işığını bizden kesse mahvoluruz çünkü. Karelerden hiçbiri bir diğerinin yaratıcısı değil.

Önceki Ahmedlerden hiçbirinin sonrasındaki Ahmedleri yaratacak gücü yoktu. Yatay düzlemde ve eksik boyutta nasıl göründüğü önemli değil olayın. Ahmed'in Ahmed yaratacak gücü var mı, yok mu, o mühim. Hiçbir Ahmed'in hiçbirşeyi yaratacak gücü olmadı. Ahmed Ahmedleri seyretti sadece. Kendisine biçilmiş gömleklerin içlerinden geçti. Tıpkı bir çizgifilm karakteri gibi. Tek farkı, bu çizgifilmin çizeri, karakterinin iradesine de cüz'i bir 'isteme' alanı verdi.

Dolayısıyla varolan aslolanın rızasını aramak zorundadır. Üzerinde yansıyan güneş yüzünden değer gören bir ayna "Nerede istersem orada dururum!" diyemez. Durdurmazlar. O ancak güneşi gösterdiği yerde kıymetlidir. Göstermedikten sonra kıymeti kalmaz. Yanmayan ampulleri kim takılı tutar? Delik bardakla kim birşey içer? Bizim göstermeye de, yanmaya da, tutmaya da ihtiyacımız var. Bu bizi bizzat değil dolayısıyla özgür yapıyor.

"İnsanlar hür oldular, ama yine abdullahtırlar. Herşey hür oldu; şeriat da hürdür, meşrutiyet de. Mesail-i şeriatı rüşvet vermeyeceğiz. Başkasının kusuru insanın kusuruna senet ve özür olamaz!" derken mürşidim de buna işaret ediyor. Sen ne kadar hür olsan yine abdullahsın. Yine dolayısıylasın. Kayyum'unun seni yaratmasına muhtaçsın varolmak için. Dünyadaki ihtiyaçlarının çokluğu sana bunu hatırlatıyor. Yaraların hep bunun şahidi. Acıların, tanıştığın ihtiyaçların ve güç yetiremezliklerinin delili. Aczin ve fakrın tam burada 'makbul bir şefaatçi' oluyor. Aynalıkta hüner kazan ki güneş sende hep yansımak istesin. "Evet, ebedînin sâdık dostu ebedî olacak. Ve bâkinin âyine-i zîşuuru bâki olmak lâzım gelir." Aynanın sadakati güneşin rızası yönüne dönmekten başka nedir ki?

30 Mart 2017 Perşembe

Latifleşme çabaları (2): Edebiyat nasıl iyileştirir?

"Kaygılı olduğumda sığınağa girerim. Yolculuk etmeye hiç ihtiyaç duymam. Edebî belleğimin kürelerine gitmem yeter. Edebiyattan daha soylu bir vakit geçirme, daha oyalayıcı eşlik, daha nefis trans var mıdır?" Muriel Barbery, Kirpinin Zarafeti'nden.

Edebiyatla meşgul olmanın teselli edici bir yanı var. Nasıl olduğu bilinmez bir şekilde sizi iyileştiriyor. Bunu yaparken zâhiren ortaya koyduğunuz yeni birşey yok. Kendi ekseniniz etrafında dönüyor gibisiniz. Sizden akan cümleler yine size dönüyor. O kadar... Fakat öyle değil işte. Bu işte bir iş var. Sizden çıkan cümleler çıktıkları anda yaralarınızı iyileştirirken size dönen cümleler de döndükleri zaman başka birşey oluyorlar. Yazdıklarınızla hem rahatlıyor hem öğreniyorsunuz. Yaralarınızla bu şekilde meşgul olmak, dışarıdan birşey getirmeden, deva üretiyor. Sanki zehriniz ve balınız aynı kapta yaratılmışsınız. Yazdıkça zehrinizin yaktığı yere balınız çalınıyor. İyileşiyorsunuz. Yaralarını yalayan bir aslan gibisiniz. Derdinizin devası mürekkebinizde saklı.

Yaralarıyla meşgul olan insanların metinleri onlar ve bizler için neden iyileştiricidir? Ben bunu biraz 'incelmek'le ilgili görüyorum. İncelmek berekete sebep oluyor. İncelmekten kastım nedir? Bir önceki yazımda da dikkatlerinizi çekmeye çalışmıştım: Latifleşmek. Yaratanı biz olmadığımız fiiler âleminde, kendilik adına inceldikçe, fiilerimiz daha görkemli bir hal alıyor. Sahiplendikçe yitiriyoruz. Kungfu Panda'da Usta Ugvey'in dediği gibi: "Ne kadar çok alırsan, o kadar azına sahip olursun." Aczimiz ve fakrımız da tam bu noktada kazanca dönüşüyor. Biz, kendimiz olarak daha az varoldukça, aslında, kusurlarımızla engeli olduğumuz yaratışa yolveriyoruz. Önünden çekiliyoruz. Aradan çıkıyoruz. Bizim aradaki varlığımız yaratışa bir katkı yapmıyor. Hasenat bizim değil. Biz arada oldukça yaratış zarar görüyor. Seyyiemiz bizim. O yüzden 'kibir' kötü ve 'tevazu' iyi. Çünkü kibir perdeni kalınlaştırmaktır. Tevazu inceltmektir.

Nebiler elinde zuhur eden mucizeler, bir açıdan, onların varlıklarını ne kadar incelttiklerini de gösteriyor bize. Burada, dayanamayarak, mürşidimin Mucizat-ı Ahmediye Risalesi'ndeki 'el' bahsini alıntılayacağım. "Bu parça altın ve elmasla yazılsa liyakati var..." dedikten sonra diyor ki Bediüzzaman:

"Avucunda küçük taşların zikir ve tesbih etmesi, 'Attığın zaman sen atmadın!' sırrıyla, aynı avucunda, küçücük taş ve toprak, düşmana top ve gülle hükmünde, onları inhizâma sevk etmesi, 'Ay yarıldı!' nassı ile, aynı avucunun parmağıyla kameri iki parça etmesi, ve aynı el, çeşme gibi on parmağından suyun akması ve bir orduya içirmesi, ve aynı el, hastalara ve yaralılara şifa olması, elbette o mübarek el, ne kadar harika bir mu'cize-i kudret-i İlâhiye olduğunu gösterir."

Bediüzzaman'ın reşha, katre ve zühre bahsinde 'reşha' ile bize öğretmeye çalıştığı da bu bence. İnsan, 'ben' veya 'benim' olarak tarif ettiği alanlar adına varlığını azalttıkça, arızîleştirdikçe yani, perde arkasında işleyen ilim, irade ve kudretin tecelliyatı daha görkemli bir hal alıyor. Reşhanın, kendiliği ve sahipliği adına yitirdiği vücut, Allah'ın reşha üzerinden yarattıklarını daha mucizevî bir hale getiriyor. Bunu nebilerde görsek mucize diyoruz. Veliler bu letafete ulaştıklarında kerametleri zahir oluyor. 'Sen atmadın' hakikatinde 'Allah attı' adına inceleşenler Onun atışının muhteşemliğiyle ödüllendiriliyorlar.

Hem İhlas Risalesi'nde nazarımıza verilen 'ihlasın kerameti' de buradan bakınca daha anlaşılır oluyor. Öyle ya! Sırf Allah rızası için yaptığın şeyde benliğin adına incelmiş oluyorsun. Sen ve parçasal çıkarların olmuyor orada. Bütünün adına birşey yapılıyor. 'Kendin adına'lıktan 'Allah adına'lığa geçiyorsun. 'Bismillah' demiş oluyorsun bir nevi... Perde varlığını aradan çekiyorsun. Bu aradan çekiş 'amel ediş' anlamında değil 'sahipleniş' anlamında. Bu açıdan bakınca 'Elhamdülillah' da tastamam bir şeffaflaşma çabası değil mi? Allah bize hamdı emrettiği her yerde reşhalaşmayı da öğütlemiş olmuyor mu? Bu sıralar şu konuya dair tefekkür etmekteyim. Fakat ben de aradan çekileyim: Allahu'l-alem.

29 Mart 2017 Çarşamba

Latifleşme çabaları...

Mürşidimin dikkatlerimizi tekrar be tekrar çektiği 'acz ve fakrın makbul bir şefaatçi haline gelmesi' hâdisesi aslında hepimizin şahidi olduğumuz birşey. Çünkü hepimiz varlığa baktığımızda görüyoruz ki: Acizleşmek aslında kuvvetlenmek. Nasıl? Aciz canlıların sahip olduğu yetenekler bize bunu öğretiyor. Biz arıdan zekiyiz, ama arı, bizim modern kimya bilgisiyle dahi başaramadığımız bir balı yapıyor. Biz güvercinden daha kurnazız, ama güvercin, bizim evimizi bulamayacağımız mesafelerden rahatlıkla yuvasını buluyor. Biz ağaçtan daha hareketliyiz, ama ağaç, beslenmek için her sabah işe gitmeye mecbur olmuyor. İktidarla güç ve rahatın doğru orantılı olduğu üzerine kurduğumuz mantık, iş böyle canlılara geldiğinde, hapı yutuyor. Daha aciz olan daha tılsımlı işler başarıyor.

Hem sadece canlılarda mı hapı yutuyor? Hayır. Fazlası var. Maddî olarak latifleşen şeyler kesiflerden daha üst bir boyutta işler yapabiliyorlar. Işık, cisim olarak bir taştan daha latifken, bir taşın başaramayacağı hızda ve harikalıkta işler yapabiliyor. Hava, sudan daha ele gelmez bir haldeyken, ses ve ışık gibi şeylerin iletkenliğinde daha üst bir konuma yükselebiliyor. İnternete yüklediğiniz elektrik letafetinde bir bilgi bir kitapta saklı kalan katı varlığından daha hızlı yayılabiliyor. Bütün bunların verdiği ders ise şu: Kesif olmak 'daha çok varolmak' demek değil. Daha yoğun bir şekilde varolmanız 'daha üst bir düzeyde varolmanız' anlamına gelmiyor. Bir şairin, şiirlerine binen düşünsel varlığı, o şairin bedeninden daha hızlı dünyayı dolaşabiliyor.

Bu farkındalıktan sonra, insanın, cevabı eşliğinde hayatını şekillendireceği soru şu: Varolmam için 'varolmam' gerekir mi? Biraz daha açalım: Varolmam için 'kendim olmam' gerekir mi? Buradaki 'kendilik' ifadesini 'kesafetimizi arttıran sınırlar' anlamında kullanıyorum. (Yoğunluk/kesafet de birim başına düşen daha çok kendilik miktarı değil midir?) Ve hakikaten de insanın 'kendim' dediği şeyi tarifi 'ötekisine' çizdiği sınırlar üzerinden şekilleniyor. Bu sınırları keskinleştirdikçe ve çoğalttıkça daha çok 'kendi' olduğumuzu sanıyoruz biz.

Kendiliğimiz belirginleştikçe kesafetimiz/yoğunluğumuz da artıyor gibi geliyor. Tüm asabiyetlerin çıkış noktası burası. "Beni ötekimden ayıran çizgiler belirginleştikçe ben daha çok ben olurum. Ben daha çok ben olursam hem daha çok varolurum." Bu inanış, bizim, nefsî düzeyde tanımladığımız varlık alanı. Zira nefis, parçası olduğu bütünün değil, bilincinde olduğu parçasının menfaatleri üzerine yaşar. Cebindeki parayı insanlığın ihtiyacına sarfetmektense ihtiyacına harcamayı önemser. Bu, parçanın, varlığını koruması için bağışlanmış bir yetenektir. Şeriat dairesinde kaldığı sürece hikmetlidir.

Bu noktada mürşidimin "Hayvâniyetten çık, cismâniyeti bırak, kalb ve ruhun derece-i hayatına gir. Tevehhüm ettiğin geniş dünyadan daha geniş bir daire-i hayat, bir âlem-i nur bulursun..." demekle neyi kastettiğine de yaklaşıyoruz. Hayvanlık varolanın kendi parçası adına yaşamasıdır. Kendi parçası adına yaşayanın ancak kendisi kadar bulabildiği varlık yerine, kalp ve ruh farkındalığında, ötesiyle anlam arayan insanın hayatını seçmeliyiz. Biz kalbimizin veya ruhumuzun varlığını en çok neyle hissediyoruz? Bizi, ötekimiz ile ilgili, onun için duygulanır hale getirmesinden değil mi? 'Kalpsiz!' dediğimiz insanların şikayetçi olduğumuz yanları, aslında hissediş yoksunluğu, yani öteye ilgisizlik, ötesi için menfaatleri dışında bir telaş hissetmeme değil mi?

"İnsan, cibilliyeti ve fıtratı hasebiyle nefsini sever. Belki, evvelâ ve bizzat yalnız zâtını sever; başka herşeyi nefsine feda eder. Mâbuda lâyık bir tarzda nefsini metheder; mâbuda lâyık bir tenzihle nefsini meâyipten tenzih ve tebrie eder. Elden geldiği kadar kusurları kendine lâyık görmez ve kabul etmez. Nefsine perestiş eder tarzında, şiddetle müdafaa eder."

Burada şu ayrımın da altını çizmeliyim: Birşeyle menfaatlerimiz için ilgilenmemiz aslında onunla ilgilenmek sayılmaz. Onunla dolayısıyla ilgilenmiş oluruz. Asıl ilgilendiğimiz kendimizdir. Varlığı devam etmesi gereken kendimizdir. Çıkarları korunması gereken kendimizdir. Başkalarıyla hakiki ilgilenmek şefkatle başlayan bir yolculuktur. O zaman ötekimizin varlığına kendi varlığımızdan daha fazla ilgili ve taraftar oluruz. "Anam-babam sana feda olsun ya Resulallah!" diyen sahabe efendilerimiz bize en çok bunu ders veriyorlar.

İnsanın annesi ve babası zahiren varlığının kaynağıdır. Fakat Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın varlığı kalp ve ruhun derece-i hayatında öyle bir varlık alanı daha açar ki, maddi ve bedeni varlığımız o düzlemde detaylaşır, 'olmasa da olur' noktasına gelir. Bitirirken baştaki vurguya geri dönelim: Kesif bir şekilde varolmak 'daha çok varolmak' demek değildir. Zayıf bir şekilde varolanların gösterdikleri harikalar bize asıl varlığın bizden daha büyük birşey için latifleşmekle olabileceğini öğretiyor. O zaman başta namaz olmak üzere ibadetlere 'insanın latifleşme çabaları' diyebilir miyiz? Bütünün anlamını hatırlayarak ve hatırlatarak latifleşme çabaları...

27 Mart 2017 Pazartesi

Hayy ve Kayyum neden kardeştir? (5): Ahmet'i taş mı düşürdü?

"İnsan sathî ve gayr-ı kastî bir nazarla bâtıl ve muhal birşeye baktığı zaman, hakikî illetini bulamadığı takdirde, çar-nâçar sıhhatine veya inkârına kail olmakla kabul etmesi ihtimali vardır." İşaratü'l-İ'caz'dan.

Bu metnin serinin önceki yazılarının yardımına ihtiyacı var. Anlatmak istediği şeyin daha kolay anlaşılması için evvelinde onlar okunmalı. Ancak yine de, sahip olduğu bütün bu 'zaten biliyorlar' tavrına rağmen, okuyanları istifadesiz bırakmaz, inşaallah. Sadede gelelim. "Hayy ve Kayyum neden kardeştir?" serisi boyunca yapmaya çalıştığım şuydu: Bediüzzaman'ın eserlerinde özellikle materyalizmle ciddi bir hesaplaşma içine girdiğine şahit oluyoruz. Bunu nasıl yapıyor? Bunu 'materyalizm' kavramsallaştırmasını anmadan, ama 'esbabın yaratıcı olamayacağını' çeşitli şekillerde ortaya koyarak yapıyor. Sebeplerin yaratıcı olamayacağı hakikati, hayatı en çok duyularında yaşayan bizler için, kabulu zor birşey. Neden böyle?

Şunu "Allah'a iman etmek zordur!" anlamında söylemiyorum. Sebebin müsebbibi, yani nedenin sonucu kaldıramadığını farkettiğiniz anlarda, Allah'a inanmaktan kolay birşey yoktur. Yahut da, müsebbibin varlıkla ilişkisinin sebepten ibaret olmamasını dilediğiniz anlarda, Allah'a inanmaktan daha tatlı birşey olamaz insan için. Bunlar farkettirici 'Ehadî' dokunuşlardır. Bunlarla muhatap olduğunuzda yatay düzlemin körleştirici etkileri kaybolur.

Sevdiklerinizi yitirdiğiniz anlarda Allah'a inanmak kolaylaşır. Çünkü Allah'a inanmak, aynı zamanda, sevdiğinizin varlıkla ilişkisinin sebeplerden ibaret olmadığına inanmaktır. Böylece, varolanın, sadece sebepler dairesinde varolmadığı, daha aşkın ve farklı biçimlerde de varolduğunu/olabileceğini ve bu aşkın varoluşların sebepler tahtındaki yitirilişlerle kesintiye uğramasının gerekmediğini anlarsınız. Bir örnek kullanalım: Perdeden izlenen filmin perdede meydana gelebilecek bir zararla zararlanmayacağını bilmek rahatlatıcıdır. Veya çok sevdiğiniz bir romanın, daha siz onu okumadan, yandığını düşünün. O romanın başka nüshalarının olması, sizi, kaybınıza karşı kuvvetli kılar. Çünkü o kitabın okunmasının veya varoluşunun sadece elinizdeki nüshayla ilgili olmadığını anlarsınız. Bu, tüm kayıplara karşı, çok büyük bir tesellidir.

Fakat her zaman bu tesellinin farkında olamayız. (Gaflet de tam budur işte.) Daha doğrusu: Yokluklarının acısı böyle bir teselliyi aratmayacak acılar da var. Dozajı daha düşük acılar. Sabahleyin işe yetişmenizi sağlayacak otobüsü kaçırmak böyle bir teselliyi aratmayabilir. O zaman siz-otobüs-işiniz arasındaki ilişki incitici bir hal alır. Öfke, üzüntü, mutsuzluk ve arkadaşları kalbinize doğru hücum eder. Olaya sebeplerden öte bir aşkınlıkla bakamadığınızda neden-sonuç ilişkisi sıkmaya başlar. Stresin en önemli kaynağı bence budur.

Buradan şuraya geçelim: "Kötülük neden var?" yazısında birşeyin altını çizmeye çalışmıştım. Gerçi bu, parça-bütün ilişkisi üzerine yazdığım her metinde, birazcık dokunduğum birşey. Mürşidimin "Hayır küllî şer cüz'îdir..." cümlesinden mülhem şöyle bir iddiada bulunuyorum böylesi yazılarda:

Bizim kötülük dediğimiz herşey aslında eksik görülmüş iyiliklerdir. Yani biz faydasına kadar kuşatamadığımız iyiliklere şer diyoruz. Zübeyir Tercan abinin o güzel örneğiyle ifade edersem: Bir insanın dört-beş kişi tarafından kesildiğini görmek bize bunun şer olduğunu düşündürüyor. Ama kafamızı kaldırıp 'Ameliyathane' yazısını okuduğumuzda hadiseye bakışımız değişiyor. Onu hayır gibi görmeye başlıyoruz. Yaşadığımız her acının böyle bir yanı var. 'Bizzat' değil 'dolayısıyla güzel' olanlar tattırıyor bize en çok acıyı. Ameliyatta yaşananlar da sonrasında kavuşacağınız sağlık dolayısıyla güzel. Bunun bilinciyle güzel.

Bu, burada kalsın, başka bir konuya geçeceğim. Serinin ilk yazılarında, bizim, hayatı 'halıkıyet' düzleminde yaşadığımızı, ancak varlığın 'kayyumiyet' denilen aşkın bir boyuta daha sahip olduğunu ifade etmiştim. Halimizi de 'eksik boyutlulukla' tarif etmeyi denemiştim. Evet, biz, varlığı eksik boyutlu müşahade ediyoruz. Yatay düzlemi duyularımızla tadıyor ama düşey düzlemi idrak edemiyoruz. O bizim gaybımız oluyor. Bütünün bilincinden yoksunluğumuzda zamana maruz kalıyoruz. Bilgisine yavaş yavaş sahip oluyoruz. Yaratılışın bütünlüğüne bir süreçle şahit oluyoruz. Önceki yazılardan birisinde yaptığım bir çizimi, daha farklı bir şekilde, tekrar size sunmak istiyorum. (Gördüğünüz gibi cemaatsiznurcu yine prodüksiyon masrafından sakınmıyor.) Şöyle ki:

Projeksiyon vasıtasıyla bir çizgifilm izlediğinizi düşünün. Perdeye yansıttığınız görüntüde (1) Ahmet bir taşa doğru dikkatsizce yürüyor. (2) Taşa ayağı takılıyor. (3) Yere düşüyor. Şimdi, zahirde, Ahmet neden düşüyor? Ayağı taşa takıldığı için değil mi? Peki hakikatte niye düşüyor? "Projeksiyon öyle yansıttığı için." Veya biraz daha geriye gidelim: "Çizer çizgifilmi öyle olacak şekilde çizdiği için." Peki, bu çizer, düşüşümü 'taşı kafama düşürerek' veya 'bir muz kabuğuyla' veya 'bir kaykaya basarak' veya 'hiç nedensiz' çizemez miydi?

Çizerdi. Nitekim çizgifilmlerde böyle akla aykırı çok şeyler vardır. (Kahraman farkedene kadar boşlukta yürümeler falan.) Projeksiyon bunu yansıtabilir miydi? Evet, yansıtırdı. Biz bunu o şekilde de görebilir miydik? Evet, görebilirdik. O halde, bizi, Ahmet'in düşmesinin sebebi olarak taşı tayin etmeye zorlayan neydi? Cevap: Çünkü biz âlemi eksik boyutla idrak ediyorduk. Çizeri veya projeksiyonu görmediğimiz için olanları sadece öncesinde yaşananlarla izah etmeye çalıştık. Ve yaşananlara göre Ahmet'in düşme sebebi taşa takılmaktı. Çünkü çizer daha önce de taşı takılanların düştüğünü çok çizmişti. Takılmak ve düşmek arasında bir mukarenet/yakınlık ilişkisi vardı.

Bakınız, bu örnek, bütün kusurları içinde önemli bir hakikate işaret ediyor: Biz, mürşidimin tabiriyle, aralarında 'mukarenet/yakınlık' olan şeyleri birbirinin yaratıcısı olarak açıklamaya çalışıyoruz. Çünkü, şu kainat perdesinin sahibi, yansıttığı görüntüde, kendisinin vazettiği bazı kanunlara uygun hareket ediyor. (Ahmet düşeceği zaman genelde bir taşa takılıyor.) Fakat bu ancak iki boyutluların aşamadıkları bir ilgi. Bir mülk ilgisi. Bir yatay düzlem şahitliği. Bir mukarenet. Yoksa taş benim düşüşümü yaratmaktan acizdir. Perdedeki görüntünün herhangi bir parçası diğer bir parçayı yaratmaktan acizdir. Benim düşüşümü perdede ancak projeksiyonun sahibi ve çizeri yaratabilir. (Misalimizdeki çizer yaratış için gerekli irade ve ilme, projeksiyon ise kudrete işaret eder.)

"Gafletten neş'et eden dalâlet, pek garip ve aciptir. Mukareneti, illiyete kalb eder. İki şey arasında bir mukarenet olursa, yani daima beraber vücuda gelirlerse, birisinin ötekisine illet gösterilmesi o dalâletin şe'nindendir. Halbuki, devamlı mukarenet, illiyete delil olamaz."

Varlığın mülk ciheti dediğimizde de biz bunu kastediyoruz. Yani 'görebildiğimiz kısmını' tarif etmiş oluyoruz. Ancak melekût yönü böyle değil. Melekût ciheti buna mecbur değil. Herşeyin birer birer, bizzat bizzat, an an, olay olay Allah tarafından yaratıldığı asıl yaratılış bu. Tabir-i caizse, Kadir-i Zülcemal nasıl çizerse/dilerse, o olay öyle oluyor. 'Ol' deyince oluveriyor. Projeksiyon onun irade ettiğini yansıtıyor. Öncesinde veya sonrasında olanlar bizim çizgifilmi izlerken şahit olduklarımız sadece. Bunu bize en açık şekilde öğretense her zaman öyle olmayışı. Yani, Hz. Yunus kıssasının 1. Lem'a'da bize öğrettiği şekilde, 'nur-u tevhid içinde sırr-ı ehadiyetin inkişaf ettiği' anlar. Neticenin sebebi, sonucun nedeni, Ahmet'in düşüşünün taşı aştığını farkettiğimiz anlar.

Bu farkediş mülk cihetindeki çirkinliği de yokediyor. Biz birşeye neden çirkin diyoruz? 1) Bütünlüğünü görmediğimizden. 2) Ustasını görmediğimizden. Picasso'nun imzasının resmine kattığı değer bu. Resmini çirkinlikten kurtaran onun sanatının eserine dikkati celbedişi. İkisi de karmaşık çizimlerden oluşabilir, ama siz, bir Picasso tablosuyla bir çocuğun çizdiklerine aynı gözle bakmazsınız.

"Bu sırrı bir temsille beyan edeceğiz. Meselâ, insanların san'atları içinde, nasıl ki maddenin kıymetiyle san'atın kıymeti ayrı ayrıdır. Bazan müsavi, bazan madde daha kıymettar; bazan oluyor ki, beş kuruşluk demir gibi bir maddede beş liralık bir san'at bulunuyor. Belki, bazan, antika olan bir san'at bir milyon kıymeti aldığı halde, maddesi beş kuruşa da değmiyor. İşte, öyle antika bir san'at, antikacıların çarşısına gidilse, hârika-pîşe ve pek eski, hünerver san'atkârına nisbet ederek, o san'atkârı yad etmekle ve o san'atla teşhir edilse, bir milyon fiyatla satılır. Eğer kaba demirciler çarşısına gidilse, beş kuruşluk bir demir bahasına alınabilir."

Biz de sebepler âleminde, varlığı az boyutlu idrakimizden dolayı, neden-sonuç ilişkilerinden bir kötülük/çirkinlik inşa ediyoruz. Bu bizim eksik görüşümüzden kaynaklanıyor. Görünendeki çamur projeksiyonu kirletici değil. Fakat orada, büyük resmi marifet vesilesiyle görmeye başladıkça, Ustasının etkisiyle eserin bizdeki tesiri de yerinden oynuyor. Eser ustasının şanıyla/sıfatıyla okunuyor. Çirkinliği güzelleşiyor. Ahmet'i taş düşürmüyor. Ahmet'i herşeye kadir olan bir Allah, hikmetine binaen düşürüyor. Bir murad ile düşürüyor. Bir ilgiyle düşürüyor. Ahmet bilse ki, onu düşüren taş değil Allah'tır, düştüğünde sızlanmak yerine taşı öpmez mi? Bu öpüşü Allah'a teşekkürü yerine geçmez mi? Belki bastığımız yere ettiğimiz secde de bunun işareti. Allahu'l-alem.

25 Mart 2017 Cumartesi

"Çocuk dövmemek sünnettir" üzerine bir küçük itiraz (3):


"Usûl-i şeriatta takarrur ettiği vecihle, mazbut ve miktarı muayyen olmayan birşey, hükümlere illet ve medar olamaz; çünkü miktarı muayyen bir had altına alınmadığından sû-i istimale uğrar." İşaratü'l-İ'caz'dan.

Metin Karabaşoğlu abinin şahsını tenzih ederim, o böyle şeyler yapmaktan beridir, fakat kraldan çok kralcılar heryerde! "Çocuk dövmemek sünnettir" yazısına itiraz sadedinde kaleme aldığım metinlere enteresan tepkiler aldım. Hatta, kulakları çınlasın, 'Ebubekir Sifil zehirlenmesi yaşadığımı' söyleyen dahi oldu. Öncelikle şunu açıklıkla ifade edeyim: Ben böylesi zehirlenmelerden teberri etmem. Zübeyir ağabeyin Risale-i Nur'a 'zehir' denmesi karşısında mahkemede kullandığı merdane ifadeyi, maaliftihar, Ebubekir Sifil Hoca ve metinleri hakkında kullanabilirim:

"Savcı iddianamesinde diyor ki: 'Said Nursî eserleriyle üniversite gençlerini zehirlemiştir.' Biz de buna mukàbil deriz ki: Eğer Risale-i Nur bir zehir ise, bizim bu zehirlere tonlarla, binlerce kilo ihtiyacımız vardır. Eğer çoklukla olduğu yeri biliyorsa, bize tayyarelerle sevk etsin."

Benim bu itirazımın amacı, kendisinden ve kitaplarından çok şeyler öğrendiğim Metin Karabaşoğlu abiyi karalamak değildir. Hatta onun böylesi insaflı itirazlardan 'kralcılar' kadar rahatsız olmadığına eminim. Ancak yine de, madem bulanık suda balık avlamak isteyenler var, niyetimi tasrih etsem yanlış olmaz, inşaallah. Benim o iki yazıyı telif etmekteki amacım şu idi: Yaptığım araştırmalardan gördüğüm kadarıyla, Metin abinin 'yanlış anlaşıldığını' iddia ettiği hadis, sadece bugün değil, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın mübarek ağzından çıktığı andan beri hep böyle anlaşılmıştır. Metin abiye (veya dayanağı olan Mehmet Emin Ay'a) kadar bu hadisin farklı anlaşılabileceği üzerine bir tartışma yoktur. Hatta mezkûr hadis (veya aynı haberi veren diğer bazı hadisler) üzerine hüküm bina edilecek kadar da önemli bulunmuştur.

Bir hadis âlimi olan merhum İbrahim Canan Hoca'nın, Çocuk Eğitimi isimli eserinde, İbn-i Hacer'den, Beyhakî'den, hatta İbn-i Abbas'tan (Allah hepsinden razı olsun) konuyla ilgili yaptığı alıntıları vardır ve bu alıntıların hiçbirisi meseleye dair bir 'acaba' içermez. Alıntılar eşliğinde tartışılan ise 'tekidin varlığı' değil bu 'tekidin sınırları'dır. İnternette konu hakkında küçük bir araştırma yapan herkes, meseleye dair, benim bulduğumdan çok daha fazlasını bulacaktır. Bunların bize sordurduğu soru şudur: Ulemanın ittifak ettiği bir meselede Metin abiye 'yanlış anlaşılmıştır' dedirtebilecek güçlü delil nedir? Bu delil nedir ki, geçmiş ulema onu ıskalamış, ancak Metin abi yakalamıştır?

Metin abinin yazısında zikrettiği diğer hadisin, yani "Çocuklarınızı dövmeyiniz!" hadisinin, senedine dair bir tahlil bilgisine sahip değiliz. (Yazı bize böyle bir bilgi vermiyor.) Ancak bir tahlile sahip olmadan da şu hadislerin muarız olduğunu söylemeye gerek yoktur. Zira hadis usûlünde, muarız gibi görünen böylesi hadisleri beraber anlamanın bir yolu varsa, önce o denenir. Biz de diyebiliriz ki: Çocukları vara yoğa dövmekten Efendimiz aleyhissalatuvesselam ümmetini menetmiştir, fakat namaza alıştırmak bunun istisnasıdır. Tıpkı öğlenin, ikindinin veya yatsının farzlarını dört rekat kılmak farzken sefer halinin bunun istisnası olması gibi. Veya normalde kan dökmek haram iken cihadda bunun görev olması gibi. Örneği çoktur.

Özetle endişem şudur: Metin abinin bu meselede seleften bir dayanağı yoksa, bu yeni yorum, Bediüzzaman'ın da ahirzamanda işletilmesinden endişe duyduğu içtihad kapısından girmek gibidir. Çünkü mesele fıkhîdir. Bugünlerde böyle şeyleri gündem olarak önümüzde çok sık buluyoruz. Kimisi recmi, kimisi tesettürü, kimisi namazın beş vakit olduğunu, kimisi Hz. Âdem aleyhisselamın babasız yaratıldığını, kimisi Hz. İsa aleyhisselamın nüzulünü inkâr ediyor.

Bunu yaparken kullandıkları argümanlar da yine en çok etimolojiye dayanıyor. Kelimelerin sözlükte yeralan ardıl bir anlamını bulup onunla cerbeze yapıyorlar. (Herkes bunun bir nümunesine kendi okumalarında rastlamıştır.) Halbuki etimolojinin muayyen bir miktarı yoktur. Had altına alınamadığından suistimale uğrar. Yalnız başına hükümlere illet ve medar olmaması gerekir.

Eğer biz de, böylesi bir konuda, selef-i salihinden bize gelen fıkhın tertemiz ve sınanmış mirası yerine etimolojinin imkanlarına güvenirsek, modernistlerden/ehl-i bid'adan ne farkımız kalır? Ben eminim, Metin abi bunu yapmaya çalışmıyor, fakat zahirde öyle görünüyor. Öyle görünmemesi için, bizim, bu hükmü eskilerin fehmini suçlamadan isbat edecek delillere ihtiyacımız var. Yoksa şu kapı tehlikeli yerlere açılır. Allah bizi istikametten ayırmasın.

24 Mart 2017 Cuma

Garp husumeti baki mi kalmalı (2): İslamofobiyi hayra yormak

Mehtap Kayaoğlu'nun Öfke Kontrolü isimli eserinde okuduğumu hatırlıyorum. Öfkenin aslında başka duyguların bozulmuş hali olduğundan bahsediliyordu. Mesela: Birisinin ilgisini kendinize çekmeye çalıştınız. Ancak o size ilgi göstermedi. Bu arzunuz son kullanma tarihi geçtiğinde öfkeye dönüşüyor. Aşk ve nefret arasındaki ilişki de bize bunu anlatıyor. Karşılıksız kalan ilan-ı aşkların hemen arkası ex-maşuka duyulan nefrettir. Bediüzzaman bunu ahiretin fıtrattaki delillerinden birisi olarak anar.

"Cemal, kendini sevdiği için, sevmesine mukabil muhabbet ister. Zeval ve fenâ ise, o muhabbeti adâvete kalb eder, çevirir. Eğer insan ebede gidip bâki kalmazsa, fıtratındaki cemâl-i sermediyeye karşı olan esaslı muhabbet yerine adâvet bulunacaktır." Öyle ya! Kendisini sevmesi için bu dünyada insanı şu kadar nimetle tanıştıran bir Allah, onları sonsuza dek elinden çekip alarak, büsbütün düşmanı eder mi? Demek ki: Âşıkların küsmesini engelleyecek bir ahiret olacaktır.

Mürşidimin, Hulusi ağabeye yazdığı bir mektup var, Mektubat isimli eserinde yeralıyor. Haşir Risalesi hakkında tenkid edici ifadeler kullanan birisine Abdülmecid ağabeyin yaptığı savunmayı tashih ediyor. Daha doğrusu: Abdülmecid ağabeyin yaşadığı hadise üzerinden aynı sorulara Bediüzzaman da bir cevap veriyor. Bu cevabı bir mektupla ikisine birden göndermiş oluyor. O mektubun sonunda, sanki biraz da sevinçle, diyor ki mürşidim: "O zât müşteridir ki ilişmiş. Müşteri olmayan lâkayt kalır. İnşaallah ileride tam istifade edecek." Fakat durun! Ben acele ettim. İki başka sevinci daha var Bediüzzaman'ın orada:

"O zatın sathî ilişmesinden üç cihetle memnun oldum: Birincisi: Tenkit etmek istediği halde, edemediği için gösteriyor ki, Onuncu Sözün hakaiki, kabil-i tenkit değildir. Olsa olsa, teferruat kabilinden bazı ibarelerine ilişebilir. İkincisi: İnşaallah âlî bir zekâ ve gayreti bulunan Abdülmecid'i gayrete getirdi. Hulûsi'ye yakışacak çalışkan, müteyakkız bir arkadaş oldu. Üçüncüsü: O zât müşteridir ki ilişmiş. Müşteri olmayan lâkayt kalır. İnşaallah ileride tam istifade edecek. Bu nüktenin bir güzel meâlini ya sen, ya Abdülmecid kaleme alıp, benim selâmımla, memnuniyetimle beraber, o zata gönderebilirsiniz."

Külliyatın tamamını bu gözle temaşa ettiğinizde, Bediüzzaman'ın, İslam'a yapılan her taarruzu "Hayır Allah'ın seçtiğindedir!" sırrınca, bir açıdan hayra yorduğunu görürsünüz. Örneğin: Talebelerinin, yurdun değişik yerlerinden toplanarak bir cezaevine konmasını, 'haberleşmelerine' vesile olması açısından hayra yorar. Eserlerinin müsadere edilip makam sahibi kişilerce incelenmesini 'hakikatin etki alanının genişleteceği için' olumlar. Yine nümayişli yargılanma süreçlerinin muhtaç halkın kendilerine ilgisini arttırdığını söyler. Hakikaten de geçen zaman onu haklı çıkarmıştır. Risale-i Nur'a ve talebelerine yapılan her taarruz, hakikat dersinin tesir alanını genişletmiş, halkı ondan korkutmaktan çok, ziyade teveccühüne vesile olmuştur.

Şu durumun bugüne de çok şeyler söylediği kanaatindeyim. Nasıl? Geçmiş zaman Avrupa'sının, yani Roma'nın, İsevilikle yaşadıkları malumdur. Önceleri putperestlik adına İsevilerle mücadele eden Roma, ettiği zulmün, havarilerin ders halkasının daralmasına değil genişlemesine vesile olduğunu görünce teslim-i silah etmiş, ancak bu teslim-i silah içinde İseviliği de hakiki yolundan çevirerek hristiyanlığa dönüştürmüştür. Yani, yine mürşidimin tabiriyle, "Vücudunda adem, ademinde vücudu vardır." Hakikaten ve açıkça mücadele ettiğinde, o varlıktan bir yokluk, bir başarısızlık, bir tersi durum ortaya çıkarken; musalaha yolu aradığında ise müslüman sineleri tahrip, izzetleri mağlup, imanları bid'akâr kılmaktadır. Bediüzzaman'ı 'Garp husumeti baki kalmalı!' demeye iten veya 17. Lem'a'da şöyle feryat etmeye zorlayan işte bu 'adem görünen vücut'un tesiridir:

"Ey bu vatan gençleri! Frenkleri taklide çalışmayınız. Âyâ, Avrupa'nın size ettikleri hadsiz zulüm ve adâvetten sonra, hangi akılla onların sefahet ve bâtıl efkârlarına ittibâ edip emniyet ediyorsunuz? Yok, yok! Sefihâne taklit edenler, ittibâ değil, belki şuursuz olarak onların safına iltihak edip kendi kendinizi ve kardeşlerinizi idam ediyorsunuz. Âgâh olunuz ki, siz ahlâksızcasına ittibâ ettikçe, hamiyet dâvâsında yalancılık ediyorsunuz. Çünkü şu surette ittibâınız, milliyetinize karşı bir istihfaftır ve millete bir istihzâdır."

Bizim için, bizi teyakkuza ve gayrete sevkeden bir cihad, içimizdeki hamiyet-i diniyeyi ve vataniyeyi öldüren bir sulhten hayırlıdır. Cihad-ı manevi denilen şey zaten mü'min kalplerde şu teyakkuzun ve gayretin diri tutulması değil midir? Avrupa'nın birşeylere hamile olduğu malum. Fakat bize bu doğumun sancısız olacağını kim garanti etti? Belki de sancısızlık doğumu teşvik etmiyor, geciktiriyor, sancının artması ise doğumun habercisi. Bugün Batı'da yükselen İslamofobia, yeni Roma'nın, eski Roma'yı takliden yürüttüğü 'vücudunda adem olan' bir zulmet olamaz mı? Dün İsevileri çarmıha gererek başarılı olacağını Batı, bugün de İslam'ı gererek bunu başarabileceğini sanıyor olamaz mı?

Halbuki bu ilişmeler, mürşidimin de dediği gibi, hep bir müşterilikten haber veriyor. Korkuları bile aslında bir ilginin habercisi. İlgisizlikleri, adem görünen bir vücutken, korkuları vücut görünen bir adem. İnsan, birşey hakkında hangi duygulanımı yaşıyor olursa olsun, duygulanım bizzat ilginin işaretidir. Batı İslam'la ilgileniyor. Korkusu delilidir. Endişesi delilidir. Öfkesi delilidir. Mücadelesi delilidir. Belki de, ahirzamanda Hz. İsa aleyhisselamın Mehdi'nin (r.a.) ardında namaz kılacağını haber veren hadislerin işaret ettiği hakikat boy gösteriyor. Bu ilişmek bir yerde müşteriliğe dönüşecek. Allahu'l-alem. Bize düşense, âli zeka sahiplerimizin, tıpkı Abdülmecid ağabey gibi, gayrete gelmesi.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...