28 Şubat 2023 Salı
Tevbe pişmanlık geçmesin diye edilir
Dilim kabarcık kabarcık. Eh, evet, yapacak birşey yok. Şaşırdım. Tevbe pişmanlığı gidermez. Pişmanlık gitmesin diye edilir. Canı sağolsun hepsinin. Sayelerinde ben de, inşaallah, adam oldum. Beşeriyet dağından koparılmış heyecanlı bir taştım. Haddimi bilmeden çok yuvarlandım. Çok çiçek can verdi altımda. Çok yolun akışını tıkadım. Allah'tan faniliğin ellerine düştüm. Çekiçleriyle nakışlandım. Traşlandım. İnsanlaştım. Yoğurdu üfleyerek yemek değil tek kârım. Cehennemde 'Üfff'lememek de bir kârım olabilir. Bunu Rabb-i Rahîm'imden dilerim. (Yanmak yanmanın kefaleti sayılabilir mi?) Belki zaten şu dünyadaki varlığım da yanıklarımla ilgiliydi arkadaşım. Onu da konuşalım. Hamdım. Yandım. Piştim. Düşmeyi Âdem aleyhisselamdan duymuştum. Kalkmayı da yine ondan öğrendim. İstiğfar ettim.
Müslümansın ya sakın küçük görme imanını. Çünkü her imanın birçok duvar sahibi yapar seni. Mesela: "Allah'tan başka ilah yoktur!" dersin. Başkalarının sana ilahlık taslamasından kurtulursun. Sen de artık başkalarına sözde ilahlık edemezsin. Yani ki içinde bir duvar edinirsin. Geçirmezsin. Sonra: "Muhammedu'r-Resulullah!" söylersin. O da seni yalancılardan kurtarır. Ve yalan söyleyemez eder. Doğru bilinir olunca yanlış yüzbin olsa zarar vermez. "Bir dane-i hakikat bir harman yalanı yakar." Ayaklarını sabitler. Hatırlarsana: Kur'an'da ebeveyne itaat bile sınırla anılmıştır. Allah'ın rızasına uygun olmayan emirlere itaat edilmez. Bu dahi kavi bir duvardır.
İman bizi sadece 'içerisi' sahibi yapmıyor arkadaşım. Aynı zamanda 'dışarısı' sahibi de oluyoruz. Ve 'dışarısı' sahibi olmakla, bilsen, ne çok beladan korunuyoruz. Çünkü Allah'tan başka kimseyi "Hayır!" demeyecek kadar çok sevmiyoruz. Sevemiyoruz. Sevgimizde bir hiyerarşi var artık. Zirveler çoktan tutuldu. Şeriat amellerimizin gönlüne girdi. Ve "Evet!" demeyecek kadar de nefret etmiyoruz kimseden. 'Candan bir dost oluverme' ihtimaline açığız. Ümitlendirildik çünkü. Haberlendirildik. Halimiz hücrenin 'seçici geçirgen' zarına benzetilmeli belki. Herşeyi bağrımıza basmayız ama bağrımız da ulaşılmaz değildir. Herşeyi kapımızdan kovmayız ama kapımız da kovulmaz değildir. İçimiz-dışımız anahatlarıyla bellidir. Yahu, arkadaşım, baksana mahiyetimize: Şu İslamiyet ne güzel, ne ölçülü, ne sanatlı bir dindir. Öyle surlar inşa eder, ne başkalarına ezdirir, ne de başkalarını ezdirtir.
15 Şubat 2023 Çarşamba
Bizim depremlerimizin merkez üssü insandır
Bunu ilk olarak Lee Strobel'ın Hani Tanrı Ölmüştü'sünde okuduğumu hatırlıyorum. (Daha sonra bilim-din ilişkisi üzerine yazılmış başka eserlerde de rastladım.) Hristiyanlığın, aydınlanma çağında, ateizm karşısında hızla alan kaybetmesinin bir sebebinin de 'Aristo gökbilimi' olduğunu söylüyorlardı. Evet. Hristiyanlık, Aristo gökbiliminde dünyanın madde olarak da merkezî bir konumda tarif edilmesini avantajlı görmüş, onu din adına nass gibi sahiplenmiş, özümsemiş, yeni gökbilim karşı konulmaz kanıtlarıyla çıkageldiğinde de ister istemez ağır darbeler almıştı. Güneşin dünyanın değil dünyanın güneşin etrafında döndüğünü söyleyenlere direnişi de bundandı. Bu Yunan kozmoğrafyasının düpedüz yanlışlanmasıydı.
Ancak İslam aynı husustan dolayı bir sarsıntı geçirmemişti. 'Nasıl başardığı' konusu araştırıldığında şu sonuca varılıyordu: İslam hiçbir bilim anlayışını nassların yerine koyacak kadar sahiplenmiyordu. Onları bir tevil/tefsir olarak kulağına yakın tutuyordu. Âlimleri de eserlerinde bu tarz bilgilere yer veriyorlardı. Lakin ayetlerin/hadislerin 'metinlerinin ne söylediği' ile 'nasıl tevile/tefsire tâbi tutuldukları' apayrı meselelerdi. Bu nedenle, zamanın bilimine dair bir bilgi yanlışlandığında, İslam bu bilgi yanlışını kolaylıkla arkasında bırakabiliyordu. Nitekim, Aristo gökbiliminin 'dünyanın merkeziyeti' üzerine kurulu düzeni yanlışlandığında, müslümanlar bundan hiçbir sarsıntı geçirmediler. Çünkü insanın önemini dünyanın maddi merkeziyetine değil manevi merkeziyeti üzerine bina etmişlerdi. Manevi değeri sarsılmadığı sürece de maddi düzene dair söylenen şeylerin değişimi hiçbirşeyi değiştirmiyordu. İnsan hep odaktaydı.
Yazma Üzerine Sohbetler'de rastladığım satırlara şaşırmadım bu yüzden. David Naimon şöyle soruyordu sonlara doğru: "(...) Bilimkurguyu edebiyat olarak kabul etmeye direnmenin nedeni, kısmen, bu tür eserlerde insan olmayanın yüceltilmesi, insanlığın zeka veya başka açılardan merkezdeki yerinden edilmesi olabilir mi?" Ursula K. Le Guin'in cevabıysa şöyleydi: "Çok haklısın, bu konuda gerçek bir direnç var. Bilime gösterilen direncin çoğunun arkasında da bu yatıyor. Çünkü bilim (sadece Kopernik değil, bilimin büyük kısmı) bizi merkezdeki yerimizden uzaklaştırıyor. Çünkü merkezde değiliz. Yeryüzünün hayal edilmeyecek ölçüde yaşlı olduğunu öğrendiğinde bir nevi tahtından indirilmiş gibi hissediyorsun. Birçok insan buna tahammül edemiyor. Bundan nefret ediyor. Kendilerini yabancılaşmış hissediyorlar.(...)"
Bilim gerçekten insanı/dünyayı merkeziyetinden uzaklaştırıyor mu? Bunun cevabını 'Goldilocks Bölgesi' tanımlamasının izahını yaparken Michio Kaku detaylıca veriyor. Evet. Dünya, Aristo gökbiliminin dediği gibi, güneşin bile etrafında döndüğü bir merkeziyette değil. Fakat bu 'varoluş şartları açısından' çok çok özel ayarlanmış merkezlerde, koşullarda, şekillerde yaratıldığını inkâr etmeyi gerektirmez. Zira bilim de birçok açıdan insanın-dünyanın varoluşunun bir 'tam yerine denk gelme' şeklinde mümkün olduğunu-olabileceğini kabul ediyor. Yani ne insan ne de dünya 'özellikle kastedilmiş olma' merkeziyetinden uzaklaşamıyorlar. Hakkaniyetli bilim adamları bunu reddedemiyor. Michio Kaku da bu gruba dahil.
Tevafuk, Le Guin'in satırlarıyla tanışmamın neredeyse bir-iki saat arkasından, Bediüzzaman'ın 24. Söz'ünü okumaya başladım. Orada, 12. Asıl'da, bilim felsefesinin konularından da sayılan bu mevzuun irdelendiğini gördüm. Başlarken diyor ki mesela: "Nazar-ı Nübüvvet, tevhid ve iman, vahdete, âhirete, Ulûhiyete baktığı için, hakaikı ona göre görür. Ehl-i felsefe ve hikmetin nazarı kesrete, esbaba, tabiata bakar, ona göre görür. Nokta-i nazar birbirinden çok uzaktır." Yani onlar, mevzuu zaten 'insandan uzaklaştırma' üzerine, 'kesret' üzerine çalıştıkları için, sonuçta da böyle birşey elde ediyorlar. Olan hiçbirşeyin kendileriyle ilgisi yokmuş gibi düşünüyorlar. Halbuki müslümanlar farklı bir odaklanmayla, Yaratıcının kendilerinden beklentilerini merkeze koyan bir anlayışla, âlemi temaşa ettikleri için çıkardıkları sonuçlar tastamam merkezî oluyor. Birisi depreme baktığında "Fay hatları kırılmış işte!" derken, diğeri "Allah bununla bana ne söyledi?" diye düşünüyor. Daha Nurcuca bir tabirle 'mana-i harfî' ve 'mana-i ismî' nesnede farklı merkeziyetler inşa ediyor. Bazıları şişeye bizzat bakıyor bazıları da şişede yansıyan sûretine... "Hem bir şey, iki nazarla bakıldığı vakit, iki muhtelif hakikati gösteriyor. İkisi de hakikat olabilir. Fennin hiçbir hakikat-i kat'iyesi Kur'ân'ın hakaik-ı kudsiyesine ilişemez. Fennin kısa eli onun münezzeh ve muallâ dâmenine erişemez."
Bu odaklanma farklılığının getirileri neler? İşte metnin devamında söylenenler: "Ehl-i felsefenin en büyük bir maksadı ehl-i usulü'd-din ve ulemâ-i ilm-i kelâmın makàsıdı içinde görünmeyecek bir derecede küçük ve ehemmiyetsizdir. İşte, onun içindir ki, mevcudatın tafsil-i mahiyetinde ve ince ahvallerinde ehl-i hikmet çok ileri gitmişler. Fakat, hakikî hikmet olan ulûm-u âliye-i İlâhiye ve uhreviyede o kadar geridirler ki, en basit bir mü'minden daha geridirler. Bu sırrı fehmetmeyenler, muhakkıkîn-i İslâmiyeyi, hükemâlara nisbeten geri zannediyorlar. Halbuki akılları gözlerine inmiş, kesrette boğulmuş olanların ne haddi var ki, veraset-i Nübüvvet ile makàsıd-ı âliye-i kudsiyeye yetişenlere yetişebilsinler?"
Sonra 'dünyanın konumu' meselesi geliyor gündeme. Sekülerler için dünya şöyle birşey: "Güneş etrafında mutavassıt bir seyyare gibi, hadsiz yıldızlar içinde döner. Yıldızlara nisbeten küçük bir mahlûk..." Anlamı bu kadar sığ. Bu kadar yüzey. Bu kadar teknik bir detaydan ibaret. Merkeziyetten bu denli uzaklaşmıştır dünya onlarda. İnsan önemsizleşmiştir. Ama İslam'ın yaklaşımı öyle mi: "Semere-i âlem olan insan en câmi', en bedî ve en âciz, en aziz, en zayıf, en lâtif bir mu'cize-i kudret olduğundan, beşik ve meskeni olan zemin, semâya nisbeten maddeten küçüklüğüyle ve hakaretiyle beraber, mânen ve san'aten bütün kâinatın kalbi, merkezi; bütün mu'cizât-ı san'atının meşheri, sergisi; bütün tecelliyât-ı esmâsının mazharı, nokta-i mihrakiyesi... (...) İşte, arzın bu azamet-i mâneviyesinden ve ehemmiyet-i san'aviyesindendir ki, Kur'ân-ı Hakîm, semâvâta nisbeten büyük bir ağacın küçük bir meyvesi hükmünde olan arzı, bütün semâvâta karşı, küçücük kalbi büyük kalıba mukabil tutmak gibi denk tutuyor."
Ve son darbe:
"İşte, sair mesâili buna kıyas et ve anla ki, felsefenin ruhsuz, sönük hakikatleri, Kur'ân'ın parlak, ruhlu hakikatleriyle müsademe edemez. Nokta-i nazar ayrı ayrı olduğu için ayrı ayrı görünür."
Yani, bilim-din arasında Celal Şengörîlerin teşhis ettikleri çatışma, nokta-i nazar farklılığından ibarettir. Âlem ona hangi sorularla yaklaştığınıza göre size cevap verir. Kur'an'ın ifadesiyle, ayetler indikçe, kâfirlerin dalaleti artar, mü'minlerin de imanı. Aynı nesneye bakan bir fizikçinin alacağı ile kimyacının aldığı dahi bir değildir. Bilim adamları arasında bile, merkeziyetler açısından, 'farklı cevaplar alma' kanunu câri iken müslümanın aldığı cevapların hayattan ötelenmesi elbette kabul edilemez. Bu deprem konusunda da böyledir. Müslüman depreme imanının gereği olan sorular sorar. Kendisine Kur'an'da/sünnette öğretilmiş suallerle yaklaşır. Ve deprem, Zilzal sûresinde buyrulduğu gibi, Rabbisinin emriyle konuşur. Bu konuşmayı hayattan ötelemenin amacı insana yaratılışın tam da merkezinde olduğunu unutturmaktır. Konuşulanı anlayan konuşmanın ortasındadır. Muhataptır. Yüzeydeki hiçbir izah derinlerdeki bu mesajı yokedemez.
16 Ocak 2023 Pazartesi
Risale-i Nur yeter mi?
"Bu zamanda enaniyet çok ileri gitmiş. Herkes, kameti miktarında bir buz parçası olan enaniyetini eritmeyip bozmuyor, kendini mazur biliyor; ondan nizâ çıkıyor. Ehl-i hak zarar eder; ehl-i dalâlet istifade ediyor." Kastamonu Lahikası'ndan.
"Risale-i Nur yeter!" diyenlere şefkatli bir dikkatle yaklaşmak lazım. Ne niyetle söylediklerini doğru teşhis etmek şart. Yanlış teşhis yanlış suçlamayı doğurabilir. Sözgelimi: "Başka hiçbir esere ihtiyaç yoktur. Hiçbirini okumaya gerek yok. Başka bütün eserler boş çabalardır..." gibi insafsız/iz'ansız bir noktaya gidiyorsa cidden teessüf etmek gerek. O kişi Risale-i Nur'u da doğru anlamamış demektir. Yahut da sekir halindedir. Ama şunu diyorsa: "Benim, elhamdülillah, işimi görecek kadar İslamî altyapım var. Bundan sonra sadece Risale-i Nur'la meşgul olsam kalbimi tatmin ediyor. Manevî/şahsî ihtiyacımın görüldüğünü hissediyorum. Gayretimi buna hasrediyorum." Mevzuun bu tarafına muhalefet etmeyi de yanlış buluyorum. Kalbe karışılamayacağını düşünüyorum. Fakat, durum böyle bile olsa, yine de meseleye Bediüzzamanca bir şerh düşmek gerek.
Rahmetin de bir kanunu var arkadaşım. Kendisini eksik göreni tamamlıyor. Tamam göreni eksiltiyor. Avuçlarını açana yağıyor. Kalbini kapatana kapanıyor. Hatta kırk kere kâfir olsun. Eğer kendisini noksan bulup tamamlamaya çalışırsa lûtfa mazhar oluyor. Fakat aksi durumda, isterse kırk kere müslüman olsun, sanrısı mahrumiyete dönüşüyor. O halde diyebiliriz ki: Rahmetin mü'mini aczini bilendir. Aczini bilmeyen, kendi aslını tanımadığı gibi, Rabb-i Rahîminin de marifetine hakkıyla ulaşamamıştır. Evet. Bu öyle bir makamdır ki, mürşidimin tabiriyle, "Vücudunda adem, ademinde vücudu vardır." Kendisini var bilse yokolur. Yok bilse varolur. Varoldukça yokolur. Yokoldukça varolur.
"Kendini bilse, vücut verse, kâinat kadar bir zulümat-ı adem içindedir. Yani, vücud-u şahsîsine güvenip Mûcid-i Hakikîden gaflet etse, yıldız böceği gibi bir şahsî ziya-yı vücudu, nihayetsiz zulümât-ı adem ve firaklar içinde bulunur, boğulur. Fakat enâniyeti bırakıp, bizzat nefsi hiç olduğunu ve Mûcid-i Hakikînin bir âyine-i tecellîsi bulunduğunu gördüğü vakit, bütün mevcudatı ve nihayetsiz bir vücudu kazanır. Zira, bütün mevcudat, esmâsının cilvelerine mazhar olan Zât-ı Vâcibü'l-Vücudu bulan, herşeyi bulur."
Demek 'herşeyi bulmak' için 'herşeysiz kalmak' lazım. Hiçbirşeyin hakiki yokluğunu çekmek istemiyorsan hiçbirşey olman gerek. Kelime oyunu yapmıyorum. Sahiden durum böyle. İstersen misallendireyim: Çok cahil olduğumu düşünüyorum mesela. (Ki gerçekten öyle düşünüyorum.) Bu cahillik beni öğrenmeye aç kılıyor. Eğer cahilliğimin şuuruna varmazsam öğrenmeye açlığım da olmaz. Öyle değil mi? "İnsan azgınlaşır kendisini müstağni gördükçe!" buyuran Âlâk sûresini hatırla hem. Hem 'emanet ayeti'ni de düşün. Ahirinde 'çok zalim' ve 'çok cahil' olduğumuzun buyrulmasını 'bir başlangıç noktası' olarak tasavvur edebilirsin. Yani yükleneceğimizi yüklendik. Şimdi yarış başlıyor. Fakat, bir saniye, bu yarış yüklendiğimizle yükseldiğimiz bir varlık noktasında başlamadı. Hayır. Kibre kapılmak hatadır. Aksine bize bahşedilen şey tam tersiydi: Emaneti yüklenmekle karanlığımızı idrak imkanıyla ikramlı kılındık. Hediye buydu. Elçi, asıl değil, detaydı. Emanetçi kendi adına sıfırlanandı. Allah Teala, emanetçi kılmakla bizi, sahipliği anlattı.
Varlığı varlığından çok yokluğundan öğreniyoruz arkadaşım. Başka türlü olamaz. Çünkü yaratıcısı değiliz. Emanetçiyiz. Ne kadar verilirse o kadar bulunduruyoruz. Ne kadar taşımamıza izin verilirse o kadar tutuyoruz. Sonra çekilip alınıyor. Yerine aynısını koyamıyoruz. Dikenleri ellerimizi parçalıyor. "Keşke toprak olsaydım!" diyoruz. "Keşke hiç tanışmasaydım!" Ne sıhhat kalıyor bizde, ne gençlik, ne de güzellik. Yoksunlukları ise, evet, kalıyor. Zeval-i lezzetin elemi terketmiyor. Zeval-i elemin lezzeti de bâkidir. Varlık yokeldiğinde yok kalır. Yokluk yokeldiğinde varolur. Bizim yokluğu yoketmemiz lazım.
Mürşidim Sünuhat'ında diyor ki: "Lâkayt Emevîlik, nihayet sünnet cemaate, salâbetli Alevîlik, nihayet Râfizîliğe dayandı." Mektubat'ta ise sözünü şöyle tamamlıyor: "Eğer Hazret-i Ali olmasaydı, dünya saltanatı, mülûk-u Emeviyeyi bütün bütün yoldan çıkarmak muhtemeldi. Halbuki, karşılarında Hazret-i Ali ve Âl-i Beyti gördükleri için, onlara karşı muvazeneye gelmek ve ehl-i İslâm nazarında mevkilerini muhafaza etmek için, ister istemez, Emeviye devleti reislerinin umumu, kendileri olmasa da, herhalde teşvik ve tasvipleriyle, etbâları ve taraftarları, bütün kuvvetleriyle hakaik-i İslâmiyeyi ve hakaik-i imaniyeyi ve ahkâm-ı Kur'âniyeyi muhafazaya ve neşre çalıştılar. Yüz binlerle müçtehidîn-i muhakkikîn ve muhaddisîn-i kâmilîn ve evliyalar ve asfiyalar yetiştirdiler. Eğer karşılarında Âl-i Beytin gayet kuvvetli velâyet ve diyanet ve kemâlâtı olmasaydı, Abbasîlerin ve Emevîlerin âhirlerindeki gibi, bütün bütün çığırdan çıkmak muhtemeldi."
Yani, Âl-i Beyt de bu ümmete emanet edilmekle, başkalar 'onlar gibi olamamak' nimetiyle tanışmış oldular. Şaşırma söylediğime arkadaşım. Onlar gibi olamadığını bilmek de bir nimetti. Çünkü onlar gibi olmaya teşvik etti. Kendisi Âl-i Beyt karşısında yarım bulanlar, büsbütün gözden düşmemek için, gayretleriyle tamam olmaya çalıştılar. Bundan istiğna etselerdi daha fena olacaklardı. Nasıl ki biz öyle oluyoruz. Cenab-ı Hakkın bahşettiği emanetçiliği sahiplik sanrılayarak dibin dibine iniyoruz. Kibirlenmekle derecelerini düşürüyoruz. İstiğnayla batırıyoruz. Üstelik tekebbür ettikçe rahmet de bizden uzaklaşıyor. Zira rahmet kendi yarımlığının farkında olmayanlardan uzaklaşır. Onun mehri fakirliktir. Sultan oturacak yer bulamadığı, yani ki kendisine yer gösterilmeyen, meclise neden uğrasın? Fakirliğini daha az hissettikçe insanoğlu rahmete liyakatini kaybeder. Evet. Öyledir. Rafızîliğe giden her yolun zemini "Ben kendime yeterim!" taşlarından örülmüştür. Kendi kabına kapanmak rahmetten eder daima.
Aynı bahsin bir de Hakikat Çekirdekleri'ndeki versiyonunu alıntılayalım:
"Sevâd-ı âzama ittibâ edilmeli. Ekseriyete ve sevâd-ı âzama dayandığı zaman, lâkayt Emevîlik, en nihayet Ehl-i Sünnet cemaatine girdi. Adetçe ekalliyette kalan salâbetli Alevîlik, en nihayet az bir kısmı Râfızîliğe dayandı."
Bediüzzaman, bu metnin Sünuhat'taki versiyonun başında, (onu ilk alıntılamıştım) bir ayet de zikrediyor. (Rum sûresinin 19. ayeti.) Kısa bir mealiyle buyruluyor ki orada: "Ölüden diriyi, diriden ölüyü, O çıkarıyor!" Hemen altında da bu ayete bir açıklama yapıyor: "Pekçok desatir-i külliye ve bir kısım desatir-i ekserîyi tazammun eder. Ferde, cemaate, nev'e, mesleğe şâmildir." (Emevî-Rafizî kıyaslaması işte bunun misali olarak geliyor. Daha başka misaller de var. Fakat yazıyı uzatmak istemedim.)
Öyleyse soralım: İçimizden bir dirilik doğurmak öncesinde bir parça ölmeye mi bağlıdır? Öldüğümüzü kabullendiğimiz zaman mı Allah bize katından bir diriliş bahşeder? Ya tam tersi olursa? Ya kendimizi rahmetin lütfundan müstağni dirilikte görürsek? O zaman da geleceğimiz bir ölüme mi gebedir? Soruları çoğaltabiliriz. Ancak 'gör' dedikleri değişmez. İstiğnada bir tehlike vardır. Sahibini rahmete köreltir. Nice lütuftan eder. Doğru yerde başlayanı dahi yanlışa sürükler. Bunları düşünmekle ben de korkuyorum arkadaşım. "Allah ölüm fikrini almasın asla içimizden!" diyorum. Çünkü alırsa sahiden öleceğiz. Kalırsa, inşaallah, bize hayat var. Ademinde vücudu vardır, vücudunda adem var. Demek asıl vücud ademdir. Evet. Ehl-i Sünnet'in parçası olanlar, kendilerini bütünden müstağni görmezlerse, isabet ederler. Çünkü parçanın hayatı bütünün hayatıyla mümkündür. Hiçbir parça bütüne rağmen yaşamaz. Bütünle yaşar. Nur talebelerine de yakışan bütüne karşı müstağnilik değil mütevaziliktir, vesselam.
3 Ocak 2023 Salı
Nurcuların cenneti 'garanti' mi?
"Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz!" hadis-i şerifinin bir hikmeti de buradan bize gözkırpmaktadır belki, arkadaşım. Yani 'üzerine yaşanılan' neyse ölüm anını da 'o doldurmakta'dır. Geriye dönüp bizi o bulmaktadır. Çünkü, tecrübeler üzerinden beyne (veya beyin üzerinden kalbe/ruha) gönderilen mesajlar, hafızadan başka yerlerde de hıfzedilmekte, itinayla saklanmaktadır. (Ruha kaydedilense zaman kaydından büsbütün kurtulur.) Özellikle, yüzeydeki aklın devredışı kaldığı şok anlarında, alttaki bu yazılar daha okunur bir hale gelmektedir. (İçeride nice zamandır biriktirilen nihayet dışarıya taşmaktadır.) Öyle ki, nefes alırken her neye olursa olsun gösterilen sadakat, ölüm anında "İşte buradayım!" deyip sırrını açığa vurur. Nümuneleri de oldukça çoktur.
Mürşidimin, "Sadakat ve kanaatle Risale-i Nur dairesine giren 'imanla kabre gireceğine' gayet kuvvetli senetler var..." nevinden ifadelerini de bu zeminde kavrarım ben, arkadaşım. Yani onu 'garanti' şeklinde ele almam. 'Asabiyet' ekseninde yorumlamam. Ya? 'Ümit' olarak yaklaşırım. 'Sadakat' sonucu olarak görürüm. Şöyle bir misalle de yaklaşımımı açabilirim sana: Nasıl bir alanın öğrencisi, derslerini sadakatle takip etmekle, aldığı derslere sadakatle çalışmakla, yani kendisine tanınan 'hazırlık sürecini' buna sarfetmekle, buna yoğunlaşmakla, emekle 'sınavda muvaffak olma ümidini' elde eder. Kim onu görse "Bu çocuk imtihanı verir inşaallah!" der. Aynen öyle de, bir nur talebesi, ehl-i sünnet dairesinde akaid-i imaniye üzerine çalıştığı için, hayatını yoğunlukla İslamî manalar doldurduğu için, umulur/beklenir ki, kabre imanla girer. O sınavı muvaffakiyetle atlatır. Yoksa kimse 'papazdan cennet arsası satın almış gibi' bakamaz bu meseleye. Hiçbir nur talebesi öyle yap(a)maz. Akıbetin ne olacağı hiç belli olmaz. Akıbet ancak ümit beslenendir. (Karşısında da dengesini sağlayacak bir endişe çekilebilir.) Bu işin asabiyetle ilgisi yoktur. Gayretle ilgisi vardır. Dersini çalışan çocuk elbet sınavdan başarılı olmayı ümit eder.
Japon fizikçi Michio Kaku da, Paralel Dünyalar'ında, sık yapılan işlerin 'benzerlerinin yapılmasını kolaylaştıracak' nörolojik yollar inşa ettiğini söyler beyinde. (Biz buna 'meleke kesbetmek' diyoruz.) Hatta 'bisiklet sürmek' misalini kullanır izah ederken. Malumunuz, bisiklet sürmek, ilk günlerinde zor yapılan bir iştir. Sürücüler titrer, düşer, sarsılır. (Ben hâlâ süremiyorum mesela.) Ancak tekrar edildikçe kolaylaşır. Çünkü beyinde bisiklet sürmek için yapılacak işler nizama sokulur. Karla kaplanmış bir arsada yürümek gibidir bu. Yürüdükçe yol daha bir yürünesi olur. İnsanların sıkça kullandığı hatlar belirgin şekilde ortaya çıkar. Öncekilerin açtığı yolu takip etmek sonrakini hızlandırır. Cenab-ı Hakkın bu kanunu iman dairesinde de işletmesinden daha normal ne olabilir? Fakat, bize düşen, kendimizi emniyette sanmak değildir. Aksine sınava daha çok çalışmaktır. Bâtınımızda daha çok hakikat biriktirmektir. Şok anında dışa vuracak içimizi ehl-i sünnet itikadıyla doldurmaktır. O zaman ümidimize verilebilecek bir paye olur. Eğer bu yönde mesaimiz yoksa, kusura bakılmasın, kendisine bir isim takmakla kimse geçiş bileti temin edemez. Orada varlığın yasası değişiktir: "Vücudunda adem, ademinde vücudu vardır."
25 Aralık 2022 Pazar
Dikkatine 'dikkat' et
Evet. Elhamdülillah. Biz de burada bir 'acaba'ya düşürüldük. Doğrular-yanlışlar birbirine karıştı. Siyahlar-beyazlar birbirine girdi. "Tâ yol ikileşti." Grileşti. Yolun ikileşmesi iradenin toprağı oldu. Suyu-ışığı oldu. Canı oldu. Orada boy atmaya başladı. Orada dilimiz yandı. Orada teslim olmaya başladık. (Müslümanın teslimle ilişkisini buradan da bir düşün isterim arkadaşım.) Tekrar memleketimize döndüğümüzde, inşaallah, kemaline yakışmayan hiçbir detayımız kalmayacak. Ham kalan her yerimiz dersini ikmal etmiş olacak. Etti de. Yandı da. Pişti de. Vaktiyle İblis, Âdem babamızla Havva annemizi, bir tek meyveyle kandırmıştı. Bizimse her yanımız diş izi. Kavga izi. Kumpasları bu dünyada gördük. Bu dünyaya düştük. Tuzaklara düşürüldük. Nice dost yüzlü yılanlara sarıldık. Pişman olduk. Pişman olduk. Pişman olduk. Ayıldık. Tevbe ettik. Hidayet edildik. Elhamdülillah. "Herşey buyurduğun gibiymiş!" itirafıyla yaşıyoruz şimdi. Hayat yalnız bu cümleye hayretimizi arttırıyor. Tecrübe okulundan mezunuz gayrı.
Şüphesiz bu da bir lütuf idi. 'Lütuf' deyince 'ayetleri' anmamak olmaz. Çünkü Hak Teala kaybedelim diye imtihan etmemiş bizi. Aksine kazanalım diye her kolaylığı sağlamış. Nereden mi biliyorum? Talebesinin kazanmasını istemeyen hoca cevabı bu denli fısıldamaz. Bu kadar her yeri bilgi bilgi nakışlamaz. Kendi derûnundan (enfüs) tut ta âlemin en uzak köşelerine kadar (âfâk) ipuçlarıyla sarmaz. Bütün bunlar er-Rahman, er-Reşîd, el-Hâdî olan Allah'ın kul talebelerine yardım etmesidir. Doğrudur. İnsan bu dünyada sınav olmaktadır. Ancak, unutmayalım, bu sınavda kitaba bakmak da serbesttir. Her anlamda serbesttir üstelik. İster 'kendilik' kitabına bakar insan. Oradan Rabbini bulur. İster 'âlem' kitabına bakar insan. Oradan Rabbü'l-Âlemîn'i bulur. Yahut da 'nübüvvet' kitabını temaşa eder. O kâmil insanlardan bir kopya alır. Veyahut elinde bizzat Mâlik-i Hakikisinin Kelam-ı Kadîm'i vardır. Oradan lazım gelen cevapları edinir. Yani, arkadaşım, insan öyle bir sınav olmaktadır ki, sınav salonunun tamamı doğru cevabı haykırmaktadır. Yalnız bizden azıcık dikkat isterler. Çünkü, mürşidimin de hatırlattığı gibi, "Nazlanan ve istiğna gösteren nazeninlerin mehirleri dikkattir."
Dikkati sakın küçük görme arkadaşım. Çünkü neyi okuyacağını o seçiyor. Âleminde neyi galip kılacağın, âlemin kendisinden ziyade, sana bakıyor. Tasarımla ilgilenenler bilirler. Tasarım aslında bir 'boşluk yönetimi'dir. Yani tasarımcı neyi göreceğin kadar neyi görmeyeceğini de belirler. İkisinin dilini birden kullanır. Ve vurgu da azı çoğa galip eder. Yüz satır mutluluktan bahseden bir sayfada tek cümle keder geçse, ben de onu vurgulasam, bakar bakmaz onu görürsün. Manipülasyonumu aşmanın yolu bütüne dikkat etmektir. Dikkat etmeni istemediğim detaylara da dikkat etmek. Göreceklerine dair bir niyete, nazara, usûle, imana sahip olmak. Dayatılanla aslolanı ayırabilmek.
Evet. Hakîm olan Allahımız yarattıklarına dikkat etmemizi istiyor. Bu dikkatin 'mana-i harfî' usûlünü de öğretiyor: Şeylere, kendileri için değil, ötesi için bakılır. Eşyaya gaybı için, gaybıyla birlikte, iman edilir. Parça, onda boğulmaya değil, bütüne çıkmaya vesiledir. Yüzeyin adamlarıysa dikkatimizi yüzeye dağıtmak istiyorlar. Kalabalığı derinlik sandırıyorlar. Dikkatimizi yüzeyde hapsediyorlar. 'Medeniyet fantaziyeleri' diyor Bediüzzaman onlara. 'Deccalın yalancı cenneti' diye de tesmiye ediyor bir yerde. Kabul edelim: Sahiden İblis'ten dersini iyi okumuştur bu zamanın iblisleri. Cennet kadar nimet içindeyken, dikkatimizi tek bir ağaca, yenmemesi gereken meyvesine, boğdurabilirler. Zaten kişinin cenneti biraz da dikkat kesildiğidir. Dikkati yöneten iradeyi de yönetir. O halde kurtuluşun yolu da iradeden geçiyor. Dikkat ettiğimizi biz seçersek kazanırız. Dikkat ettiklerimizi başkası yerimize seçiyorsa vay halimize! İşgal ediliyoruz demektir.
Tefekkürün hüneri burada kendini gösteriyor arkadaşım. Tefekkür bir dikkat eğitimidir. Hatta iradesidir. Neye yoğunlaşacağını, tabir-i diğerle, 'ne kesileceğini' seçtiğin zamandır. (Sivas'ta çok ıslanan insanlar için "Su kesilmiş!" derler. Manası: Yani neredeyse suya dönüşmüş. Çok üşüyenler için de denir: "Buz kesilmiş.") Yoksa az bir saatiyle senelik ibadeti geçebilmesi nasıl mümkün olabilirdi? Evet. Tefekkür dikkatimizi bütünüyle mülküne alıyor. Ona hükmediyor. Onu yönetiyor. Dikkat ettiğimizinse varlığı âlemimizde genişliyor. Açılıyor. Vurgulanıyor. Bizi fethediyor. Dikkat, hatta zamana edilse, onu bile yavaşlatıyor. (Sıkıldığınız yerlerde geçmeyen dakikaları düşünün.)
İbadetlerde bunu başarabilenlerimizin sayısı kaç tane? Ahirzamanda, İmam Ali radyallahu anh gibi, namazdayken vücudundaki okun çıkarıldığını farkedemeyenler kaldı mı? Halbuki tefekkür bizzat buna kastediyor arkadaşım. Müşterisi olduğu şey bu. Gayrısını unutmayı/geriletmeyi amaçlıyor. (Vahdetü'ş-Şuhud sırrıdır dokunduğumuz belki de.) Dalgınlık olmadan düşünürlük olmaz. Âlimin âbide üstünlüğü de buradan bize gözkırpıyor diyebiliriz. Âlim hayatını yöneten dikkati Allah'a satmıştır. Hem öyle bir satmıştır ki, Onun dikkati sayesinde, çoklarının dikkatsizliği de bağışlanır. Telafi olur. Bazen dikkatli tek yolcu sayesinde bütün bir kervan kurtulur. Çünkü uçurumu o görür.
Ahirzaman uçurumu görmemizi sağlayacak boşlukları yoketmek azminde. Yalancı ışıklarıyla gözlerimizi işgalde. Yola fıtratımızın saflığıyla bakabilsek herşey açık. Lakin insan manipülasyondan da hâli değil ki. Nefsin terbiyesi istediklerinin sayısını azaltmakla olur. Azdırılması da aksine arttırmakla. Hatta isteyebileceği yeni yeni şeylerle de tanıştırmakla. Yalancı cennetlerin hammaddesi nefse sunulan bu gibi tahayyül imkanlardır. Kurgulattılan-özletilen bu gibi ihtimallerdir. Yani nefis ihtimalleri de özler.
John Berger, Manzaralar'ında, bu zamanın fakirliği hakkında der ki: "Yüzyılımızın yoksulluğu bundan öncekilere benzemiyor hiç. Eskiden olduğu gibi doğal bir kıtlık sonucu değil bu yoksulluk. Bir dizi önceliğin zenginlerce geri kalan herkese dayatılmasının sonucu." Başka bir yerde ekler: "Üretkenlik kıtlığı azaltmıyor. Bilginin yayılması ille de daha yaygın demokrasiye yol açmıyor. Boş zamana kavuşma (sanayileşmiş ülkelerde), kişisel doyum sağlayacak yerde, kitlelerin daha fazla manipüle edilmesine yol açıyor."
Nefse kadar isteyeceği öğretilirse o kadar canavarlaşır. O kadar sınırlarını zorlar. O kadar güçlenir. Kişkilendiğinde köpek zincirini bile koparır. Nefsin tabiatında böyle bir köpeklik var. Günaha meyletmemesi için (mümkünse) o günahla tanıştırılmaması gerekiyor. Tanışmışsa da işlendiği ortamlardan uzak durmakla bir derece sakinleşiyor. Dizginleniyor. Zincire güven olmuyor. "Zinaya yaklaşmayın!" buyuruyor Cenab-ı Hak. "Yapmayın!" değil "Yaklaşmayın!" Çünkü zinciri elinizdeki köpek süs köpeği değil. Kontrolünü kaybetmezseniz gücünüzdür. Kaybederseniz herkese bela kesilir.
Yarının Dünyası filminde duymuştum ilk. Aslının Mesnevî'de geçtiğini söylediler. (Bizzat okumadım. Dolayısıyla kesin diyemem.) Şöyle bir hikmet var arkadaşım: "Siyah/beyaz iki kurdunun olduğunu düşün. Dövüşseler hangisi kazanır?" Cevabı musırrane öncesine dikkatimizi çekiyor: "Hangisini beslersen."
Kavgayı hangi yanımızın kazanacağını biraz da bu belirliyor: Kimi besliyoruz? Dikkat de beslenmenin yollarından biridir. Tefekkürse onun himayesidir. Ya zaman akçesini Allah'ın razılığını kazandırır kumbaralara atacağız, yahut da başkaları kumbaralarını akçemizle dolduracak. Biliyorsun. Dikkat edileceklerin sayısı o kadar çoğaldı ki. O kadar çok detaytan haberdar oluyoruz ki. Gerekli-gereksiz, faydalı-faydasız, zararlı-zararsız... Bu haberdarlığın kendisi bizzat imtihan olmaya başlıyor. Duymanın şiddeti öğrenmenin imkanını bastırıyor. "Gaflet hissi iptal ediyor." Uçuruma bakacak dikkatin kalmadı. Zira sağda-solda çok cici temaşalar var. Temaşadan kaçırdığın zamanların olmazsa mahvın işten değil arkadaşım. Allah hem seni hem beni muhafaza etsin. Firarımız Ondan değildir Onadır. Umudumuz da yalnız rahmetindendir. Bizi lütfundan bir an esirgemesin. Âmin.
11 Aralık 2022 Pazar
Nur'un İlk Kapısı ile Küçük Sözler arasında bir çelişki mi var?
Yani, mürşidim, o bitmek bilmeyen sürgün/hapis telaşı içinde böyle bir eseri kaleme aldığını unutmuştur. Seneler sonra, kitabı himaye eden talebesi sayesinde, hatırlamıştır. (Allah ikisinden de razı olsun. Cennette Aleyhissalatuvesselam Efendimize komşu eylesin. Herbir harfi için bin hasene yazsın.) Benim dikkatimi çekense şu arkadaşlar: Bediüzzaman, mezkûr eserde, daha sonra Sözler'de (hassaten Küçük Sözler'de) karşımıza çıkacak pekçok temsili/izahı tekrarlıyor. (Nur'un İlk Kapısı'nın telifinin daha önce olduğu düşünülürse aslında tekrar diğerleridir.) Ancak önemli bir farkla: Başlarındaki ayetleri kimi zaman değiştiriyor. Halbuki, nur talebeleri olan hâkim kanaatimiz o ki, Risalelerin başındaki ayetler 'eserde tefsir edilen ayetler'dir. Yani manşetteki ayet neyse içerideki izah onunkidir. Nur'un İlk Kapısı ise bu bakışı 'daha üst bir tanesiyle' değiştirmemizi mecburî kılıyor. Çünkü izah aynı kaldığı halde ayet musırrane değişiyor.
Misal olarak hemen bir tanesini zikredebiliriz: Nur'un İlk Kapısı'nda 2. Ders, Sözler'de 8.'ye denk gelmektedir. İçerikleri hemen hemen aynıdır. Fakat 2. Ders'in başındaki "O gün Cennet takvâ sahiplerinin gözleri önüne getirilir. Cehennem de azgınlara gösterilir." (Şuarâ Sûresi, 26:90-91.) ayeti 8. Söz'de hiç anılmamaktadır. Aynı şekilde, 8. Söz'ün başındaki "Allah Teâlâ ki, Ondan başka hiçbir ilâh yoktur. Hayy Odur (Hayatı ezelî ve ebedî olan ve bütün varlıklara hayat veren Odur). Kayyum Odur (Bizzat kâim Odur. Varlığı sonsuza kadar devam eder, bütün varlıklar Onunla ayakta durur ve varlıkları Onunla devam eder)." (Bakara Sûresi, 2:255.) ile "Şüphesiz Allah katında makbul olan din İslâm dinidir." (Âl-i İmran Sûresi, 3:19.) ayetleri de 2. Ders'in hiçbir bölümünde geçmemektedir. Peki bu 'mübarek müşkül' karşılaşanı hangi uyanışa iter?
"Allahu'l-a'lem!" kaydıyla söyleyeyim. Çünkü en doğrusunu ancak Allah bilir. Ulaşılması gereken uyanış şudur: Bu eserler sadece başlarındaki ayetlerin tefsirleri değildir. Hem salt içlerinde bir şekilde zikredilmiş ayetlerin izahları sadedinde de sayılamazlar. Bediüzzaman teliflerinde sezdiğimiz-sezemediğimiz birçok ayetin/hadisin tefsirini yapmaktadır. Fakat, bir sebeple de onlardan bazılarını açığa vurmakta, hatta en başa almaktadır. (Diğer birçoğunuysa gizli tutmaktadır.) Sathî nazarla bakıldığında o eser sadece o ayetin tefsiri gibi görülmektedir. Öyle iddia edilmektedir. Halbuki Nur'un İlk Kapısı'nın bana yaşattığı türden uyanışlar yaşandığında bu iddia anlamsızlaşmaktadır. Bediüzzaman Risale-i Nur'da kaç ayeti tefsir etmiştir? Kimbilir. Belki bütün Kur'an Risale-i Nur'da zaten tefsir edilmiştir. Belki de edilmemiştir. "İçinde şu kadar ayet geçiyor!" denilmekle muradı/kapsamı tahdit edilemez. Öyle bir bakışla yukarıdaki durum açıklanamaz.
İşte düşündüğüm bundan ibaretti arkadaşlar. Sürç-i lisan ettiysem affola. Bana kıymetli geldi. Belki size de gelir diye yazdım. Zaten bildiğinizi tekrar ettiysem cahilliğime verin. Ben yeni farkettim. Heyecanlandım. Çocuk dediğin heyecanlandı mı dilini tutamaz. Cahillik de çocukluğa benziyor. Vesselam.
2 Aralık 2022 Cuma
Yokluğunda bir varlık var
Kibir avuçlarını kapamaktır. "Ben bana yeterim!" demektir dünyaya. Hatta "Ben hepinize yeterim!" Bu sadedde tekebbür ancak el-Mütekebbir olan Allah'ın hakkıdır. Çünkü es-Samed olan yalnız Odur. Herşey varlığa çıkmak (ve de varlıkta kalmak) için yaratışına muhtaçtır. Oysa hiçbirşeye muhtaç değildir. el-Kayyum Odur. Bir projektörün görüntüyü perdede tuttuğu gibi her ân bizleri varlıkta tutar. Allah büyüklendiğinde kendisini olmadığı birşeyle tavsif etmez arkadaşım. Bunu sakın yanlış anlama. Çünkü büyüklenmek 'fazlası görünmek' gibi anlaşılıyor bizde sadece. Doğru değildir. Allah büyüklendiğinde Zât-ı Kudsîsini hakkıyla tarif etmiş olur. Senasını ettirdiğinde hakettiği övgüyü işitmiş olur. Şükrümüz de zaten hakettiği teşekkürdür. Yani ki, arkadaşım, Hak Teala bizden her ne istese hakkı olanı ister. İhtiyacından istemez. Gereğinden ister. Adaleti öğretir. 'Mış gibi' sahası değildir orası.
'Mış gibi'yi biz aramızda yaparız. Çünkü hakikatte sahibi olmadığımız şeylerin ticaretini yapıyoruz şu hayatta. Emanetçisi olduklarımızı al-satıyoruz. Emanetçi sahiplik iddia ettiğinde hakikatin gurbetine düşer. Kibri terkettiğimizde tevazu sılamız olur. O 'vazedildiğin gibi' olma halidir. 'Alçakgönüllülük' diyorlar ya karşılamıyor. Aslı şu: Alçalmak, alçaktaymış gibi yapmak, yok. Zaten alçaktasın. Ait olduğun yerden konuşmaktır tevazu. Yapmacıklık değildir. Tasannuyu kibirliyken yapan biziz. Cenab-ı Hakkın büyüklenmesi ise yapmacık değildir. Kemalini tarifidir.
"İnsan kendisini müstağni gördükçe azgınlaşır!" buyruluyor Alâk sûresinde. İşte Kur'an'ın kelamullah olduğuna bir delil. Sen bundan daha isabetlisini duydun mu? Kur'an'da sahiden Allah konuşuyor. Zira bu derece teşhis başkasının sözünde bulunamaz. Ancak Ustası eserini bu denli 'tastamam' tarif edebilir. Evet. Gerçekten de 'kendimizi ihtiyaçsız gördükçe' azgınlaşmaya başlıyoruz. Yoldan çıkışımız da biraz şuna benziyor: Bir fabrikanın herhangi bir çarkı, çevresiyle uyumlu şekilde görevini yürütmesi gerektiğini unuttukça, kendi başına buyruk şeyler yapmaya başladıkça, düzenin zararına işliyor. Kendimizi yeterli görmek bizi büyük resme ilgisizleştiriyor. Lekemizle uğraştırıyor. Uyumdan habersizleştiriyor. Hodbinlik, hodgamlık, hodendişlik... Yani ki 'ben merkezcilik' hükmü altına alıyor herşeyimizi. Ve bu odaklanma hatasıyla parçası olduğumuz bütüne zarar vermeye girişiyoruz artık. Halbuki, arkadaşım, konu biz değiliz. Konu hep beraber Allah'ın senasını edebilmek. Bir orkestrada konu davulcu değildir. Hizmetçisidir. Davulcu gümgümünü konunun ta kendisi sanrılarsa bütün ahengi altüst edebilir. İstiğnamız bizi böylesi bir yanlış tezahüre götürüyor. Harf kendisini kelimenin tamamı sandığında okunacakları okutmaz olur. Vurgu azı çoğa galip eder. Varlıkta elbette tuttuğumuz bir yer var. Ancak tutamadığımız yerler tuttuğumuzdan çok.
'Kanser' nedir bilir misin? Kanser sorunlu bir hücrenin bedenin yerine geçmeye çalışmasıdır. Amitoz bölünmeyle meczup çoğalarak içinde yaratıldığı âkilliği mahvetmesidir. En nihayet yıktığı uyumun enkazında kendisi de kalır. Öldürdüğü canlının vücudunda kendisi de ölür. Bindiği dalı kesen oduncu gibidir yani. Fakat bu ebleh halini sonu gelene kadar farketmez. İnsanın tekebbürü de onun kanserleşmesidir işte. Tevazusu şifasıdır. Bunu şuradan da anlayabilirsin ki: Tevazu gösterdikçe, varlık, yaptığının doğruluğuna işaret eder gibi seni ödüllendirir. Bir Kanser Hastasından Yakınları İçin 75 Faydalı Öneri isimli kitapta okumuştun. Sonra Vücudunuz Hayır Diyorsa: Duygusal Stresin Bedelleri eseri de öğrendiklerini desteklemişti. Ölümcül hastalıklara yakalananlar genelde hayatın yükünü tek başlarına kaldırmaya çalışanlar. Hastalık sürecinde ilk öğrendikleri şeyse 'insanlardan yardım istemeye alışmak'tır. Hatta, yazar Deborah Hutton'ın tecrübesiyle de altını çizdiği üzere, sanki kanser, acizliğini bilmeyen insanlara 'yardım istemeyi belletmek' için gönderilmiştir. Aslını idrak ettikçe bir nebze hafifler.
Aleyhissalatuvesselam Efendimiz "Kalbinde zerre kadar kibir bulunan kimse cennete giremeyecektir!" buyuruyor. Onun bu inci-mercan beyanına şu açıdan da iman ediyorum: Evet. Öyle. Kibri yokedemeyen insan hayatından tasannuyu da çıkaramıyor. Tasannuyu yokedemeyense 'mış gibi' yapmaktan kurtulamıyor. 'Mış gibi' gemiye atabileceğimiz yükleri sırtımızda taşımamızın en büyük müsebbibi. Yani, her neyde kibir yapıyorsak, onun fazladan yükünü çekiyoruz. Bu fazla yük de 'mümkün cennet fırsatı'ndan uzaklaştıyor bizi. Çünkü, cennet, ona ihtiyacımızı bildikçe bizi tamamlıyor. Bizim tamamlanmamız cennetimiz oluyor. Eğer ihtiyaçlarımız olmazsa Allah'ı bilemezdik. Yaralarımız olmasaydı bedenimize ışık sızamazdı Mevlana Hazretlerinin tabiriyle. Eksik bırakıldık ki tamamlanalım. Avuçlarımız boş bırakıldı ki oraya bağışlarda bulunulsun. Rahmet dolsun. Sahibi bulunsun. İnkâr etmek yerine açmalıyız. Açtıkça zenginleşeceğiz. Açtıkça hayatımız bereketlenecek. Açtıkça cennete dönüşecek.
Hem yine denmiyor mu: "Her adam için, heyet-i içtimaiyede görmek ve görünmek için mertebe denilen bir penceresi vardır. O pencere kamet-i kıymetinden yüksek ise tekebbürle tetâvül edecek. Eğer kamet-i kıymetinden aşağı ise tevazu ile takavvüs edecek ve eğilecek, tâ o seviyede görsün ve görünsün. İnsanda büyüklüğün mikyası küçüklüktür. Yani tevazudur. Küçüklüğün mizanı büyüklüktür. Yani tekebbürdür."
Dua da bu anlamda bir 'kabullenme eğitimi' değil mi? Mürşidim bir başka yerde diyor ki: "Bir müslim ne derece dine mütemessik ise, o derece kibrinden, gururundan, hatta izzet-i rütebîden fedakârlık etmek gerektir." Çünkü sebeplere hallakiyet/yaratıcılık vermemenin (tevhidin) sonucu kendini detaylaştırmaktır. Hatta şunun arkasında, arkadaşım, 'yaralarınla barışmak' da vardır. Bediüzzaman'ın 'elyazısının kötülüğünü kabullenmekle-barışmakla' elde ettiği zenginliği düşünsene: "Eskiden beri diyordum: 'Ya Rabbi! Ben o kadar muhtaç iken ve nazmı severken, bu iki nimet bana verilmedi' diye, teşekkî değil, tefekkür ediyordum. Sonra bana kat'î tebeyyün etti ki: Şiir ve hat bana verilmemek de büyük bir ihsan imiş. Hem o hatta ihtiyacımı sizin gibi kalem karamanlarının muavenetleri temin ediyor. Hat bilseydim, hatta itimad edip, mesâil ruhta kararlayarak nakşedilmeyecekti. Eskiden, hangi ilme başladım, hattım olmadığı için ruhuma yazardım. Fevkalâde bir meleke ihsan edildi."
Eksiklerimize "Bakalım nasıl tamamlanacağız?" diye baktıkça cennetimizin kapısı açılıyor. İstiğnaya kapıldıkça bizden küsüyor. Allah korusun. Cennetinden kopan cehennemine yuvarlanıyor. Sahi şu da enteresan değil mi: Cehennem sürekli yandırılmakla sanki bir 'eksiltilme' yeridir. Adem memleketidir. Yıkım cenderesidir. Cennetse nimetlenmekle sürekli 'arttırıldığımız' bir semttir. Vücud yurdudur. İnşa menzilidir. Eğer cehennemin müsebbebi içimizde barındırdığımız kibirse, yani ki o ateşi "Ben hepinize yeterim!" iddiası tutuşturuyorsa, "Bak bakalım yetiyor musun?" tarzı 'mütemadiyen eksiltilmeyle' cezalandırılması mâkul değil midir? Hem madem cennetlik olanlar mütevazı davranıyor. Eksikliğini biliyor. Onların da 'mütemadiyen çoğaltılması' manidar görünmez midir? Ben; hem bu dünyadaki hem ahiretteki tecellileriyle; kibir ile adem, tevazu ile vücud arasında bağlar görüyorum. Ama gösterebiliyor muyum? İşte ona da sen karar vereceksin arkadaşım. Yani onu da sen tamamlayacaksın. Ne de olsa yorum şahit olunanı tamamlar. Zenginleştirir. Ve şahit olunduğunun bir delilidir.
Kaderin varsayımlarla işi olmaz
Arkadaşım 'fena ve fani adamların güzel ve bâki sözleri olabileceğini' cennetmekan mürşidimiz öğretti bize. Bu minvalde kalmak kaydı...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...