Aslında kafamı toparlamakta zorlanıyorum. 15 Temmuz'dan beri yazamayışım biraz bundan. Biraz da evde geçirdiğim sürenin dışarıda geçirdiğime göre azalmasından. Ne zaman uyansam ilk işim internete bakmak oluyor. "Birşey olursa ve ben o şeyi sokakta göğüslemek yerine evde yaşarsam?" diye kesik kesik uyuyorum. Her uyandığımda telefondan sosyalmedyayı yokluyorum. Rüyalarımda bile felah/ferah yok. Rüyalarımda askerlerle çatışıyorum. Üzerime ateş açılıyor. Ben de ateş açıyorum. Ölüm hiçbir rüyada endişe verici durmuyor. Tek korkum: Orada olamamak.
FETÖ'nün lanetli hediyesi hiç geçmeyen bir güvensizlik. Bir 'sürekli tetikte olma' hali. Korku mu bu? Yok, değil. 'Adam olmamak' veya 'görev yerinde olmamak' endişesi. Bugünlerde korkmayı insan kendisine açıklayamaz. 15 Temmuz günü sokakta olmamak 15 Temmuz'dan sonraki her gün aynaya/suratıma tükürmekti benim için. Kaçınılmazdı. Su olup ıslatmamaktı. Güneş olup ışık vermemekti. Söz verip ardında durmamaktı.
Kimseye bir hediye vermedim. Kimseden bir hediye ummadım. Bu dünyadaki sonunu önemsizleştirenlerin gücüydü meydanlarda görülen. Tanklarda böyle bir mermi yoktu. Direniş, özellikle benim için, kendi felaketimden kaçıştı. Şimdi düşününce daha da mantıklı geliyor. Ertesi güne ya ölmek veya aklını yitirmek vardı. "Darbe olmuşsa eğer eve sağ dönmeyeyim!" diyordum. Kahramanlık mıydı? Başkalarına bakarken 'evet' diyorum. "Hepsi kahramandı onların." Kendime bakarken cevabım değişiyor:
"Elimden başkası gelmezdi ki!" O gün sokakta olmamak adına yaşadığım herşeyle ters düşmekti. Hayatımı, dinimi, karakterimi, üzerine yazdığım veya konuştuğum her güzel kelimeyi çöpe atmaktı. 'Kitabım' dediğim Kur'an'la ters düşmekti. 'Peygamberim' dediğim Allah Resulü aleyhissalatuvesselamla ters düşmekti. 'Talebesiyim' dediğim Bediüzzaman'la ters düşmekti. Çıkarsak belki ölecektik. Zira işin daha ne boyutta olduğu belli olmayan bir saatte sokaktaydık. Komutan, hakiki ordusunu, demokrasiye sahip çıkmak için meydanlara davet etmemişti. Aradığımız insanlar kararsız konuşuyordu.
Çıktık fakat ölmedik. O şeref bize nasip olmadı. Şehitler dillerden düşmeyecek destanlar yazıp gittiler. Ama birşey diyeyim mi: Çıkmasaydım kesinlikle ölmüştüm. Nasıl bir ölümden bahsediyorum burada? Bediüzzaman'ın Hutuvat-ı Sitte'de bahsettiği ölümün birinci sûreti gibi olacaktı benim ölümüm: "Madem ki öldürüyorsun. Ölmek iki sûretledir: Birinci sûret: Senin ayağına düşmek, teslim olmak sûretinde ruhumuzu, vicdanımızı ellerimizle öldürmek, cesedi de güya ruhumuza kısasen sana telef ettirmektir. İkinci sûret: Senin yüzüne tükürmek, gözüne tokat vurmakla ruh ve kalbimiz sağ kalır, ceset de şehit olur. Akide faziletimiz tahkir edilmez; İslâmiyetin izzetiyle istihza edilmez."
Ölmemek için ölmeye çıktık. Çünkü ikinci ölüm hamiyet-i İslam'ı bağrında taşıyanlar için birincisinin yanında birşey değildi. Allah azze ve celle o gece kalbimizden hadis-i şerifte 'mağlubiyet sebebimiz' olarak anılan 'vehn'i kaldırdı. Çokluk ardında cesaret olmaksızın anlamsızdı. Dünya sevgisiyle zayıf ve ölüm korkusuyla yaralıydık. 'Hâlâ da öyleyizdir' sanılıyordu. İkisini yitirince kendimizi bulduk. Düştüğümüz yerden kalktık. Biz o gece sokakta olmakla Allah'a, vatana veya İslam'a birşey hediye etmedik. Allah bizi o gece cesur kılmakla ebediyen aynalara tükürmekten kurtardı. Hamd ve şükür Âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur.
31 Temmuz 2016 Pazar
15 Temmuz 2016 Cuma
Zaman Aynası Namaz Eleştileri (4): Bediüzzaman Allah'tan korkmaz mıydı?
"Allah Teala'ya korku, ümit ve sevgi hislerini cem ederek ibadet eden kimse, gerçek tevhid eridir." Mekhûl ed-Dimeşkî (r.a.)
Ali Mermer ve Senai Demirci'nin beraber kaleme aldığı Zaman Aynası Namaz (Nesil Yayınları) isimli kitabı tetkik etmeye devam ediyoruz. Bu yazıda 16. sayfada yeralan 8 numaralı dipnotu konuşacağız. Önce dipnotu alıntılayalım: "Risale-i Nur, ibadeti yatayda bir mecburiyet olarak tarif eden geleneksel anlayışın yerine, ibadetin (YN: doğrusu 'ibadeti' olmalı) dikeyden bir gerekçeyle gerekçelendirir. Hep bilinen, hep yinelenen ibadet hareketlerine yeni ve taze bir gerekçe bulur, gösterir. İbadetin gerekçelerini yeniler, ibadetin varlık sebebini tazeler. Allah'a kulluğu emir-yasak ekseninden alır, abdin Rabbiyle dinamik ilişkisine yükseltir."
Doğrusu (bu kitapta veya Senai abinin diğer bazı yazılarında karşılaştığımız üzere) artık bir 'gelenek eleştirisi' duyduğumda bu eleştirinin tam olarak nereye veya neye yapıldığını bilmek arzu ediyorum. Gölge boksu yapmak istemiyorum. Evhamı tartışmak arzu etmiyorum. Evhamı tartışmak 'tuzak' gibi geliyor. Hayallerle kavga etmeye benziyor. Hemen soruyorum: 'İbadeti yatayda bir mecburiyet olarak tarif eden geleneksel anlayış' tam olarak kim veya kimlerdir?
Bediüzzaman'ın 'mürşidim' dediği Hüccetü'l-İslam İmam-ı Gazalî (r.a.) midir gelenek? Bediüzzaman'ın rehberi gördüğü Gavs-ı Âzâm Abdulkadir-i Geylanî (r.a.) midir gelenek? Bediüzzaman'ın hepsinden sitayişle bahsettiği ve 'yolunun evvelleri' olarak zikrettiği İmam-ı Rabbanî, Şah-ı Nakşibendî, İbn-i Arabî, Mevlana Celaleddin-i Rûmî, Mevlana Halid-i Bağdadî, Fahruddin-i Râzî (r.a.e.) vs... midir bu gelenekle kastedilen? Eğer bunlar gelenekte değiller ise şu 'gelenek' demekle kastedilenler kimlerdir? Bu geleneğin kadrosu kimlerden oluşmaktadır? Konuşan dilleri kimdir? Yazılan metinleri kimindir? Şu ekibi şahıs be şahıs sayabilecek bir aslan yürekli 'gelenek eleştirmeni' var mıdır acaba?
Öyle ya! Gelenek denilen şey çılgın hayallerin mahsulü değilse bir yerlerden gelmiş olmalıdır. Bediüzzaman'ın kendinden öncesinde görüp telafi ettiği bu boşluğu/eksiği temsil edenler kimdir? Bununla kastedilen kişilerin de, eleştirilmeye değer bulunduklarına göre, ümmette bir kesret veya kesrete sirayet etmiş bir tesiri ifade etmeleri zaruridir. Sarı Çizmeli Mehmed Ağaların sözü kayda değer bulunmaz. Onların ümmet üzerinde 'eleştirilmeye değer' bir etkisi de olmaz. O halde mutlaka müelliflerin bu gelenek denilen cisimsiz mücrimi temsil eden kişiler/eserler üzerine tesbitleri vardır veya olmalıdır.
Böyle gölge boksu yapar gibi ortaya bir gelenek eleştirisi bırakıp "Peki, kim bu eksikler bakalım?" diye sorulduğunda verecek bir cevabı olmamak modern zamanlarda rastladığımız "Saldım çayıra, Mevlam kayıra..." tarzı gelenek eleştiri metodudur. Gücünü ve etkisini belirsizlikte bulan mezkûr metod, birebir teşhis istendiğinde ise, 'kem-küm' etmekten başka köşeye kaçamaz. Yahut da şöyle yapar: Nurcuların yanındayken Bediüzzaman bu gelenek eleştirisinden hariçte olur. Nakşilerin yanındayken İmam-ı Rabbani bu gelenek eleştirisinden hariçte tutulur. Mevlevîlerin yanındayken Mevlana Celaleddin'e kesinlikle gelenekten leke kondurulmaz. Kime tesir etmek istiyorsa onu hariçte tutarak, ama aslında bütün İslamî mirası parça parça töhmet altında bırakarak, ilerler bu sinsi eleştiri.
Daha önceki yazılarımda da belirtmiştim: Birisi size "Bediüzzaman'ı seviyorum, ama İmam-ı Âzâm'ı (r.a.) sevmiyorum!" diyorsa, iliklerinize kadar emin olun ki, Bediüzzaman'ı sevdiği yalandır. "Bediüzzaman'ı seviyorum, ama İmam-ı Şafii'yi (r.a.) sevmiyorum!" diyorsa, zerrelerinize kadar iman edin ki, yalandır. "Bediüzzaman'ı seviyorum, ama İmam-ı Rabbanî'yi sevmiyorum!" diyorsa, yüzüne tükürün ki, o sevgisi yalandır.
Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat âlimlerinin nurlu çizgisi, tıpkı peygamberlerin nurlu nübüvvet çizgisinde olduğu gibi 'muhabbetleri birbirini iktiza eder/gerektirir' bir çizgidir. Allah'ın, mü'minleri sadece Kur'an'a ve Allah Resulü aleyhissalatuvesselama değil, ondan önceki peygamberlere ve kitaplara da imana çağırması bu 'birisi birisiz olmaz' halin tezahürüdür. Onlar öyle bir silsiledir ki, birisi sevilince hepsi sevilir, çünkü aynı sesin yankılarıdır hepsi.
Bu yüzden Bediüzzaman'ı kenara çekip 'gelenek' dediği muhayyel cemaati kışkışlayan bu eleştiri tarzına mesafeliyiz. Ya bize isim isim kimi kastettiğini ve metin metin neleri eleştirdiğini söyleyecek; yahut da biz ona 'gölge boksu' yaptığını, asıl yapmak istediğinin ise modernizme/reformizme Bediüzzaman üzerinden bir yol bulmak olduğunu söyleyeceğiz. İbadetleri salt bir mecburiyet olarak tarif eden bu geleneksel anlayış eğer 'birisi' veya 'bazı metinler' değilse, o halde bu eksiklik tanımlaması nasıl bir gerçekliğe büründürülebilir? Ben diyebilirim ki hatta; eğer teşhis yok ise, bu algı komple bir evhamdan ibarettir. Delil yoktur. Evham vardır. Belki de 'öğretilmiş öcüler' mevcuttur.
Sonraki aşamaya geçelim: İbadetleri 'mecburiyetler' olarak tanımlamak yanlış veya eksik midir? Biz biliyoruz ki; başta Kur'an-ı Kerim ve hadis-i şerifler olmak üzere birçok İslamî metin, insana, ibadet yapması konusundaki mecburiyetini hatırlatır. "İnsanları ve cinleri ancak Bana ibadet etsinler diye yarattım!" diyen Zariyat sûresinin 56. ayeti başta olmak üzere, daha birçok ayet-i celile, ibadetleri 'yapmamız zorunluluğu ile' bize öğütler. Acaba kitabın müellifleri geleneğin 'mecburiyet' vurgusunu eksik/yanlış bulurken Kur'an'daki bu vurguları nasıl yorumlamaktadır? Vazifenin terkine karşılık yapılan azap tehditleri acaba "Canınız isterse ibadet edin!" demek için midir? Yani vahyin kendisi bizzat bizi 'ibadetlerden sorumlu' veya 'ibadete mecbur' tutmaz mı? Böyle bir eleştirinin ucu nereye gider?
"Elbette yanlış değildir, ama ibadetleri sevdirmek de gerekir!" denilirse, deriz ki: Gelenek dediğimiz nurlu mirasın şunu da yapmadığını nereden biliyoruz? Muhatabımız bir delil gösterebiliyor mu? Haydi, onu çok sıkıştırmayalım, biz soralım: Tasavvuf denilen öğretinin en temel kodlarında zaten bunun tedrisi yok mudur? İslam, Kur'an'dan ve sünnetten süt emen ve büyüyen bir delikanlı olarak, acaba hiç mi ibadetleri sevdirmeye çalışmamış, hep mi "Mecbursunuz ulan! Ne sevgisi? Sevmeden yapacaksınız!" demiştir? Vallahi, azıcık Kur'an, azıcık hadis-i şerif, azıcık tasavvufî metin karıştıran der ki: Bu iddia yalandır. Salih seleflerimiz, asfiyamız ve evliyamız, Cenab-ı Hakkın hem celaline hem cemaline istikametli bir şekilde vurgu yapmışlardır. Kişinin meşrebine ve mesleğine uygun olarak ağır basan renkler olduğu söylenebilir, ama 'gelenek' diye tesmiye edilen yekûnden böyle bir tek renklilik okuması yapan ya insafsızdır yahut da suçladığı şeyi hakikatte bilmiyordur.
Hazır bu konuya değinmişken şu noktaya da dokunmadan geçemeyeceğim: Son zamanlarda yeni bir moda başladı. "Allah güzeldir. Allah'tan korkulmaz. Ancak sevgisini kaybetmekten korkulur..." tarzı Cemal Uşşak'tan bizzat duyduğum, başkalarından da bazı bazı okuduğum birşey bu. Söyleyenlerin kalbini itham etmemekle birlikte istikamet adına derim ki: Bu sözde ifrat var. Bizim Halık'ımız hakikaten kendisinden korkulmaya layık bir Halık'tır. Ki korkalım diye bizzat Kur'an'da bize celalinin tecellilerini anlatmıştır.
Evet, Allah'tan yalnız korkulmaz. Ama Allah'tan kesinlikle korkulur. Bu 'Korkmaya gerek yok!' veya 'Azaptan değil sevgisizlikten kork!' damarı iyi bir damar değil. İfratı da iyi bir yere gitmiyor. Fâtır sûresinde buyrulan "Kulları içinde Allah'tan ancak âlimler hakkıyla korkar..." hakikati ve "Hikmetin başı Allah korkusudur..." (Beyhakî, Şu'abu'l-İman, II, 202) hadis-i şerifi bize Allah'ın 'korkulası bir Allah' olduğunu da hatırlatıyorlar. Hatta İmam-ı Gazalî (r.a.), İhya-i Ulumi'd-Din'de, tabiunun büyüklerinden Mekhûl ed-Dimeşkî'nin (r.a.) şöyle dediğini naklediyor: "Allah Teala'ya (yalnız) korkuyla ibadet eden Haruridir (Haricidir.). (Yalnız) ümitle ibadet eden Mürciidir. (Yalnız) muhabbetle ibadet eden ise zındıktır."
Hikemiyat'ta bu sözün izahı sadedinde Ebubekir Sifil Hoca şunları söyler: "Bu sözün ilk cümlesinin anlamı şudur: Allah Teala'ya sadece O'ndan, O'nun azabından korkarak ibadet eden kimse Haricidir. Zira mü'minde korku ve ümit duyguları birlikte bulunmalıdır. (...) (İkinci) sözüne gelince şu anlamdadır: Allah Teala'ya hiçbir korku hissi taşımadan sırf ümitle veya korku hissi taşısa da ümit hissinin onu bastırdığı bir ruh haliyle ibadet eden kimse, günaha düşmekten korkmuyor demektir. Bu haliyle de o Mürcie taifesine benzemiş bulunmaktadır. (Üçüncü) sözünün açıklaması ise şöyledir: Allah Teala'ya azabından korkmak, cennetini ve rızasını ummak gibi herhangi bir düşünce taşımaksızın sırf 'Allah sevgisi' hissiyle ibadet eden kimse, ibadetlerin farz olduğu inancını terketmiş demektir." (Hikemiyat, 244-247)
Hal böyle olunca, salt Bediüzzaman değil, hangi hakikatli âlim, Ali Mermer ve Senai Demirci'nin söyledikleri gibi "Risale-i Nur, ibadeti yatayda bir mecburiyet olarak tarif eden geleneksel anlayışın yerine, ibadetin (YN: doğrusu 'ibadeti' olmalı) dikeyden bir gerekçeyle gerekçelendirir. Hep bilinen, hep yinelenen ibadet hareketlerine yeni ve taze bir gerekçe bulur, gösterir. İbadetin gerekçelerini yeniler, ibadetin varlık sebebini tazeler. Allah'a kulluğu emir-yasak ekseninden alır, abdin Rabbiyle dinamik ilişkisine yükseltir..." diyebilir? Allah'a kulluğu emir-yasak ekseninden almaya cür'et edebilecek bir âlim var mıdır? Kur'an'da emir buyrulan emr-i bi'l-maruf ve nehy-i ani'l-münker hakikati öylece dururken ve Risale-i Nur'da da şu tesbiti destekleyecek hiçbir cümle yokken, vallahi insan bu cesarete şaşıyor, şaşmaktan dilini yutacağı geliyor. Ne diyelim? Allah istikametten ayırmasın. Âmin.
Ali Mermer ve Senai Demirci'nin beraber kaleme aldığı Zaman Aynası Namaz (Nesil Yayınları) isimli kitabı tetkik etmeye devam ediyoruz. Bu yazıda 16. sayfada yeralan 8 numaralı dipnotu konuşacağız. Önce dipnotu alıntılayalım: "Risale-i Nur, ibadeti yatayda bir mecburiyet olarak tarif eden geleneksel anlayışın yerine, ibadetin (YN: doğrusu 'ibadeti' olmalı) dikeyden bir gerekçeyle gerekçelendirir. Hep bilinen, hep yinelenen ibadet hareketlerine yeni ve taze bir gerekçe bulur, gösterir. İbadetin gerekçelerini yeniler, ibadetin varlık sebebini tazeler. Allah'a kulluğu emir-yasak ekseninden alır, abdin Rabbiyle dinamik ilişkisine yükseltir."
Doğrusu (bu kitapta veya Senai abinin diğer bazı yazılarında karşılaştığımız üzere) artık bir 'gelenek eleştirisi' duyduğumda bu eleştirinin tam olarak nereye veya neye yapıldığını bilmek arzu ediyorum. Gölge boksu yapmak istemiyorum. Evhamı tartışmak arzu etmiyorum. Evhamı tartışmak 'tuzak' gibi geliyor. Hayallerle kavga etmeye benziyor. Hemen soruyorum: 'İbadeti yatayda bir mecburiyet olarak tarif eden geleneksel anlayış' tam olarak kim veya kimlerdir?
Bediüzzaman'ın 'mürşidim' dediği Hüccetü'l-İslam İmam-ı Gazalî (r.a.) midir gelenek? Bediüzzaman'ın rehberi gördüğü Gavs-ı Âzâm Abdulkadir-i Geylanî (r.a.) midir gelenek? Bediüzzaman'ın hepsinden sitayişle bahsettiği ve 'yolunun evvelleri' olarak zikrettiği İmam-ı Rabbanî, Şah-ı Nakşibendî, İbn-i Arabî, Mevlana Celaleddin-i Rûmî, Mevlana Halid-i Bağdadî, Fahruddin-i Râzî (r.a.e.) vs... midir bu gelenekle kastedilen? Eğer bunlar gelenekte değiller ise şu 'gelenek' demekle kastedilenler kimlerdir? Bu geleneğin kadrosu kimlerden oluşmaktadır? Konuşan dilleri kimdir? Yazılan metinleri kimindir? Şu ekibi şahıs be şahıs sayabilecek bir aslan yürekli 'gelenek eleştirmeni' var mıdır acaba?
Öyle ya! Gelenek denilen şey çılgın hayallerin mahsulü değilse bir yerlerden gelmiş olmalıdır. Bediüzzaman'ın kendinden öncesinde görüp telafi ettiği bu boşluğu/eksiği temsil edenler kimdir? Bununla kastedilen kişilerin de, eleştirilmeye değer bulunduklarına göre, ümmette bir kesret veya kesrete sirayet etmiş bir tesiri ifade etmeleri zaruridir. Sarı Çizmeli Mehmed Ağaların sözü kayda değer bulunmaz. Onların ümmet üzerinde 'eleştirilmeye değer' bir etkisi de olmaz. O halde mutlaka müelliflerin bu gelenek denilen cisimsiz mücrimi temsil eden kişiler/eserler üzerine tesbitleri vardır veya olmalıdır.
Böyle gölge boksu yapar gibi ortaya bir gelenek eleştirisi bırakıp "Peki, kim bu eksikler bakalım?" diye sorulduğunda verecek bir cevabı olmamak modern zamanlarda rastladığımız "Saldım çayıra, Mevlam kayıra..." tarzı gelenek eleştiri metodudur. Gücünü ve etkisini belirsizlikte bulan mezkûr metod, birebir teşhis istendiğinde ise, 'kem-küm' etmekten başka köşeye kaçamaz. Yahut da şöyle yapar: Nurcuların yanındayken Bediüzzaman bu gelenek eleştirisinden hariçte olur. Nakşilerin yanındayken İmam-ı Rabbani bu gelenek eleştirisinden hariçte tutulur. Mevlevîlerin yanındayken Mevlana Celaleddin'e kesinlikle gelenekten leke kondurulmaz. Kime tesir etmek istiyorsa onu hariçte tutarak, ama aslında bütün İslamî mirası parça parça töhmet altında bırakarak, ilerler bu sinsi eleştiri.
Daha önceki yazılarımda da belirtmiştim: Birisi size "Bediüzzaman'ı seviyorum, ama İmam-ı Âzâm'ı (r.a.) sevmiyorum!" diyorsa, iliklerinize kadar emin olun ki, Bediüzzaman'ı sevdiği yalandır. "Bediüzzaman'ı seviyorum, ama İmam-ı Şafii'yi (r.a.) sevmiyorum!" diyorsa, zerrelerinize kadar iman edin ki, yalandır. "Bediüzzaman'ı seviyorum, ama İmam-ı Rabbanî'yi sevmiyorum!" diyorsa, yüzüne tükürün ki, o sevgisi yalandır.
Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat âlimlerinin nurlu çizgisi, tıpkı peygamberlerin nurlu nübüvvet çizgisinde olduğu gibi 'muhabbetleri birbirini iktiza eder/gerektirir' bir çizgidir. Allah'ın, mü'minleri sadece Kur'an'a ve Allah Resulü aleyhissalatuvesselama değil, ondan önceki peygamberlere ve kitaplara da imana çağırması bu 'birisi birisiz olmaz' halin tezahürüdür. Onlar öyle bir silsiledir ki, birisi sevilince hepsi sevilir, çünkü aynı sesin yankılarıdır hepsi.
Bu yüzden Bediüzzaman'ı kenara çekip 'gelenek' dediği muhayyel cemaati kışkışlayan bu eleştiri tarzına mesafeliyiz. Ya bize isim isim kimi kastettiğini ve metin metin neleri eleştirdiğini söyleyecek; yahut da biz ona 'gölge boksu' yaptığını, asıl yapmak istediğinin ise modernizme/reformizme Bediüzzaman üzerinden bir yol bulmak olduğunu söyleyeceğiz. İbadetleri salt bir mecburiyet olarak tarif eden bu geleneksel anlayış eğer 'birisi' veya 'bazı metinler' değilse, o halde bu eksiklik tanımlaması nasıl bir gerçekliğe büründürülebilir? Ben diyebilirim ki hatta; eğer teşhis yok ise, bu algı komple bir evhamdan ibarettir. Delil yoktur. Evham vardır. Belki de 'öğretilmiş öcüler' mevcuttur.
Sonraki aşamaya geçelim: İbadetleri 'mecburiyetler' olarak tanımlamak yanlış veya eksik midir? Biz biliyoruz ki; başta Kur'an-ı Kerim ve hadis-i şerifler olmak üzere birçok İslamî metin, insana, ibadet yapması konusundaki mecburiyetini hatırlatır. "İnsanları ve cinleri ancak Bana ibadet etsinler diye yarattım!" diyen Zariyat sûresinin 56. ayeti başta olmak üzere, daha birçok ayet-i celile, ibadetleri 'yapmamız zorunluluğu ile' bize öğütler. Acaba kitabın müellifleri geleneğin 'mecburiyet' vurgusunu eksik/yanlış bulurken Kur'an'daki bu vurguları nasıl yorumlamaktadır? Vazifenin terkine karşılık yapılan azap tehditleri acaba "Canınız isterse ibadet edin!" demek için midir? Yani vahyin kendisi bizzat bizi 'ibadetlerden sorumlu' veya 'ibadete mecbur' tutmaz mı? Böyle bir eleştirinin ucu nereye gider?
"Elbette yanlış değildir, ama ibadetleri sevdirmek de gerekir!" denilirse, deriz ki: Gelenek dediğimiz nurlu mirasın şunu da yapmadığını nereden biliyoruz? Muhatabımız bir delil gösterebiliyor mu? Haydi, onu çok sıkıştırmayalım, biz soralım: Tasavvuf denilen öğretinin en temel kodlarında zaten bunun tedrisi yok mudur? İslam, Kur'an'dan ve sünnetten süt emen ve büyüyen bir delikanlı olarak, acaba hiç mi ibadetleri sevdirmeye çalışmamış, hep mi "Mecbursunuz ulan! Ne sevgisi? Sevmeden yapacaksınız!" demiştir? Vallahi, azıcık Kur'an, azıcık hadis-i şerif, azıcık tasavvufî metin karıştıran der ki: Bu iddia yalandır. Salih seleflerimiz, asfiyamız ve evliyamız, Cenab-ı Hakkın hem celaline hem cemaline istikametli bir şekilde vurgu yapmışlardır. Kişinin meşrebine ve mesleğine uygun olarak ağır basan renkler olduğu söylenebilir, ama 'gelenek' diye tesmiye edilen yekûnden böyle bir tek renklilik okuması yapan ya insafsızdır yahut da suçladığı şeyi hakikatte bilmiyordur.
Hazır bu konuya değinmişken şu noktaya da dokunmadan geçemeyeceğim: Son zamanlarda yeni bir moda başladı. "Allah güzeldir. Allah'tan korkulmaz. Ancak sevgisini kaybetmekten korkulur..." tarzı Cemal Uşşak'tan bizzat duyduğum, başkalarından da bazı bazı okuduğum birşey bu. Söyleyenlerin kalbini itham etmemekle birlikte istikamet adına derim ki: Bu sözde ifrat var. Bizim Halık'ımız hakikaten kendisinden korkulmaya layık bir Halık'tır. Ki korkalım diye bizzat Kur'an'da bize celalinin tecellilerini anlatmıştır.
Evet, Allah'tan yalnız korkulmaz. Ama Allah'tan kesinlikle korkulur. Bu 'Korkmaya gerek yok!' veya 'Azaptan değil sevgisizlikten kork!' damarı iyi bir damar değil. İfratı da iyi bir yere gitmiyor. Fâtır sûresinde buyrulan "Kulları içinde Allah'tan ancak âlimler hakkıyla korkar..." hakikati ve "Hikmetin başı Allah korkusudur..." (Beyhakî, Şu'abu'l-İman, II, 202) hadis-i şerifi bize Allah'ın 'korkulası bir Allah' olduğunu da hatırlatıyorlar. Hatta İmam-ı Gazalî (r.a.), İhya-i Ulumi'd-Din'de, tabiunun büyüklerinden Mekhûl ed-Dimeşkî'nin (r.a.) şöyle dediğini naklediyor: "Allah Teala'ya (yalnız) korkuyla ibadet eden Haruridir (Haricidir.). (Yalnız) ümitle ibadet eden Mürciidir. (Yalnız) muhabbetle ibadet eden ise zındıktır."
Hikemiyat'ta bu sözün izahı sadedinde Ebubekir Sifil Hoca şunları söyler: "Bu sözün ilk cümlesinin anlamı şudur: Allah Teala'ya sadece O'ndan, O'nun azabından korkarak ibadet eden kimse Haricidir. Zira mü'minde korku ve ümit duyguları birlikte bulunmalıdır. (...) (İkinci) sözüne gelince şu anlamdadır: Allah Teala'ya hiçbir korku hissi taşımadan sırf ümitle veya korku hissi taşısa da ümit hissinin onu bastırdığı bir ruh haliyle ibadet eden kimse, günaha düşmekten korkmuyor demektir. Bu haliyle de o Mürcie taifesine benzemiş bulunmaktadır. (Üçüncü) sözünün açıklaması ise şöyledir: Allah Teala'ya azabından korkmak, cennetini ve rızasını ummak gibi herhangi bir düşünce taşımaksızın sırf 'Allah sevgisi' hissiyle ibadet eden kimse, ibadetlerin farz olduğu inancını terketmiş demektir." (Hikemiyat, 244-247)
Hal böyle olunca, salt Bediüzzaman değil, hangi hakikatli âlim, Ali Mermer ve Senai Demirci'nin söyledikleri gibi "Risale-i Nur, ibadeti yatayda bir mecburiyet olarak tarif eden geleneksel anlayışın yerine, ibadetin (YN: doğrusu 'ibadeti' olmalı) dikeyden bir gerekçeyle gerekçelendirir. Hep bilinen, hep yinelenen ibadet hareketlerine yeni ve taze bir gerekçe bulur, gösterir. İbadetin gerekçelerini yeniler, ibadetin varlık sebebini tazeler. Allah'a kulluğu emir-yasak ekseninden alır, abdin Rabbiyle dinamik ilişkisine yükseltir..." diyebilir? Allah'a kulluğu emir-yasak ekseninden almaya cür'et edebilecek bir âlim var mıdır? Kur'an'da emir buyrulan emr-i bi'l-maruf ve nehy-i ani'l-münker hakikati öylece dururken ve Risale-i Nur'da da şu tesbiti destekleyecek hiçbir cümle yokken, vallahi insan bu cesarete şaşıyor, şaşmaktan dilini yutacağı geliyor. Ne diyelim? Allah istikametten ayırmasın. Âmin.
12 Temmuz 2016 Salı
Ya zaman dua için yaratılmışsa?
Sen benim gibi yapma. Dua etmek için uygun zaman aramak yanlış arkadaşım. Zaman dua edelim diye yaratılmış zaten. Bediüzzaman'ın 'dua' ve 'zaman' arasında kurduğu ilgi, 9. Söz'den ta yağmur duasının hikmetini açıkladığı yere kadar, külliyat içerisinde bizi takip eden bir ilgi. Ben bu ilgiyi şöyle bir örnekle açıklamak istiyorum: Bir oyun var. Bu oyunda çeşitli renklerde butonlar var. Bu butonlar neredeyse gelişigüzel sanılacak bir 'kuşatılamaz düzenle' yanıp sönüyorlar. Oyunu kazanmanız için yanan rengin üzerine, bir başkası/yenisi yanmadan, basmanız lazım. Zira bir başkası yandığında diğerleri sönüyor. Çabuk davranmalısınız. Dikkatli olmalısınız. O rengin yandığı zaman aralığını ıskalamamalısınız. Bu renkten renge koşmalar içinde oyunu yaşıyor ve son ışık söndüğünde tamamlıyorsunuz.
Bana göre hayatı da böyle yaşıyoruz. Esma sayısınca renkte butonların olduğu bir âlemde yaratılmışız. Ve bu renkler 'olaylar' veya 'bilgiler' veya 'bunlarla sıfatlanmış zamanlar' olarak karşımıza çıkıyorlar. Bazen hastalık oluyorlar, bazen kara bir haber, bazen trafik kazası, bazen otobüsü kaçırma, bazen eşler arasında küçük bir anlaşmazlık, bazen yıkıcı bir boşanma, bazen yağmursuzluk, bazen huysuzluk, bazen ihtiyarlık, bazen ölümcül bir bela, bazen sadece bir başağrısı, bazen gelecek kaygısı, bazen düşman korkusu, bazen... Türlü 'bazen'lere dönüşerek çıkıyor karşımıza bu renkler. Butonların yandığını salt dikkatimizle değil; verdikleri acıdan, korkudan, endişeden, öfkeden, rahatsızlıktan, sıkıntıdan, hüzünden, üzüntüden ve saire... farkediyoruz.
Duygularımız bize bazı butonların yandığını haber veriyorlar. İşte o zaman bir koşu başlıyor. Ben bu koşunun 'dua koşusu' olduğunu düşünüyorum. Dua, mürşidimin de isabetle ifade ettiği gibi, sadece dil ile edilen değildir. Fiilî dua başta olmak üzere daha birçok çeşit dua var. "Ferşten Arşa, ezelden ebede kadar en geniş dairelerde insanın vazifesi yalnız duadır." Esma sayısınca yanan butonlar, yanan butonlardan bizleri haberdar eden etkilenişler/duygularımız, bizim onlara verdiğimiz tepkiler/dualarımız... Duanın zaman ile ilgisi tam da burada başlıyor. Dua, 'olay' veya 'bilgi' veya 'duygu' veya 'sonuç' için edilmiyor. Dua aslında zamanı geldiğinde butona basmayı başarmamız için ediliyor. Varlığımız birşeyleri değiştirmek için değil. Doğru zamanda doğru butona basmak için... Doğru duayı doğru zamanda edebilmek için...
Duayı böylece doğru bir konuma oturttuğumuzda duaya dair herşeyi de doğru bir konuma oturturuz. Mesela; Allah Resulü aleyhissalatuvesselam başta olmak üzere, bütün nebilerin çoklukla ettikleri istiğfarları doğru anlarız. İstiğfarla günah arasında kurduğumuz neden-sonuç ilişkisi ortadan kalkar. Tıpkı yağmurla yağmur duası arasında kurduğumuz ilginin mezkûr bakışaçısıyla ortadan kalkması gibi. Yağmur duası yağmurun yaratılışını sonuç vermek için yapılmadığı gibi istiğfar da bir günahı affettirmek için olmayabilir.
Daha önce de bu konuya bir yazımda değinmiştim. Fikir dilimin sevdiği bir şekerdir. Yine değdireyim. İstiğfar aslında 'aynanın aynalığını diri tutması'dır. Sende görünen ile aslolan arasındaki 'benzerliğin' asla ve asla 'aynılık' seviyesine çıkamayacağını, yansıyana dair marifetimizin aslolana göre her zaman eksik kalacağını kabulümüzdür istiğfar.
Yansıtıcı olan herşeyin bize verdiği derstir bu. Yansıyan, yansıtılanın aynısı olmak gerekmez. Avucunuzdaki kadar suya gökyüzü sığar. Ama o sudaki gökyüzü asl-ı gökyüzünün aynısı değildir. Ondan haber verir ama o değildir. Avucun sahibi istiğfar ettikçe, kendisine, avucundaki yansıma ile gökyüzünü karıştırmamayı öğütler. Peki, ehl-i kibir ne yapar? Avucundaki suyu ayn-ı sema sanır. Ona bunun böyle olmadığını isbat etsen de yine davasından büsbütün vazgeçmez. "Hem deme ki: 'Ben mazharım. Güzele mazhar ise güzelleşir.' Zira, temessül etmediğinden, mazhar değil, memer olursun. Hem deme ki, 'Halk içinde ben intihap edildim. Bu meyveler benimle gösteriliyor. Demek bir meziyetim var.' Hayır, hâşâ! Belki herkesten evvel sana verildi; çünkü herkesten ziyade sen müflis ve muhtaç ve müteellim olduğundan en evvel senin eline verildi."
Bütün bu aşamalar, aynanın yansıttığından hissedar olduğu, 'bir ölçüde o' veya 'bir şekilde onun gibi' olduğu iddiasından vazgeçmeyişinin aşamalarıdır. Peygamberlerin istiğfarları bu kibrin köküne çalınmış en yaman baltalardır. İsmet sahibi en berrak aynanın yansıtmasından istiğfar ettiği yerde kirden/kusurdan kurtulamayan aynaların üzerlerine alabilecekleri ne meziyet vardır? Bu istiğfarların nebilerin makamları yükselirken bir önceki makamlarını eksik görmelerinden kaynaklandığı da söylenir. Bu da benim tezimi güçlendiriyor bence. Orada eksik gördüğü, işte, aslolana kıyasla yansıttığıdır.
Bu durum tıpkı eski yazılarını yıllar sonra tekrar okuyan yazarın misali gibidir. Müellif, yazdığı zamanlar "İşte oldu!" sandığı metinlerini yıllar sonra okuyunca neden orasıyla/burasıyla oynar? Neden cümleler ekler, düzeltir, değiştirir? Aslında bu da bir çeşit yazar istiğfarıdır. Hakikati daha geniş pencerelerden seyretmeye başladıkça eski pencelerinden tevbe eder. Aşk için dua ettiğin zaman sonuç/vuslat için dua edersin. Acz için dua ettiğinde sonuç aradan çıkar. Her acizlik farkındalığı bir butondur. Her buton yanışında insan uyanır ki basma zamanı gelmiştir. Beş vakit namazını kılan nasıl günde beş kez "Ben hâlâ buradayım Allahım!" diyerek Rabbinin onu çağırdığı butona basar, istiğfar eden de bir çeşit butona basar. İmtihanımız yanan butonlara yaptığımız dua sayları üzerine sürüyor. Dünya, belki de daha çok butona basalım diye sürekli değişiyor. Butonlar dünyayı değiştirmek için değil. Değişim butonların sayısını arttırmak için. Allahu'l-a'lem.
Bana göre hayatı da böyle yaşıyoruz. Esma sayısınca renkte butonların olduğu bir âlemde yaratılmışız. Ve bu renkler 'olaylar' veya 'bilgiler' veya 'bunlarla sıfatlanmış zamanlar' olarak karşımıza çıkıyorlar. Bazen hastalık oluyorlar, bazen kara bir haber, bazen trafik kazası, bazen otobüsü kaçırma, bazen eşler arasında küçük bir anlaşmazlık, bazen yıkıcı bir boşanma, bazen yağmursuzluk, bazen huysuzluk, bazen ihtiyarlık, bazen ölümcül bir bela, bazen sadece bir başağrısı, bazen gelecek kaygısı, bazen düşman korkusu, bazen... Türlü 'bazen'lere dönüşerek çıkıyor karşımıza bu renkler. Butonların yandığını salt dikkatimizle değil; verdikleri acıdan, korkudan, endişeden, öfkeden, rahatsızlıktan, sıkıntıdan, hüzünden, üzüntüden ve saire... farkediyoruz.
Duygularımız bize bazı butonların yandığını haber veriyorlar. İşte o zaman bir koşu başlıyor. Ben bu koşunun 'dua koşusu' olduğunu düşünüyorum. Dua, mürşidimin de isabetle ifade ettiği gibi, sadece dil ile edilen değildir. Fiilî dua başta olmak üzere daha birçok çeşit dua var. "Ferşten Arşa, ezelden ebede kadar en geniş dairelerde insanın vazifesi yalnız duadır." Esma sayısınca yanan butonlar, yanan butonlardan bizleri haberdar eden etkilenişler/duygularımız, bizim onlara verdiğimiz tepkiler/dualarımız... Duanın zaman ile ilgisi tam da burada başlıyor. Dua, 'olay' veya 'bilgi' veya 'duygu' veya 'sonuç' için edilmiyor. Dua aslında zamanı geldiğinde butona basmayı başarmamız için ediliyor. Varlığımız birşeyleri değiştirmek için değil. Doğru zamanda doğru butona basmak için... Doğru duayı doğru zamanda edebilmek için...
"Hem dua bir ubûdiyettir. Ubûdiyet ise, semerâtı uhreviyedir. Dünyevî maksatlar ise, o nevi dua ve ibadetin vakitleridir. O maksatlar, gayeleri değil. Meselâ, yağmur namazı ve duası bir ibadettir. Yağmursuzluk, o ibadetin vaktidir. Yoksa, o ibadet ve o dua, yağmuru getirmek için değildir. Eğer sırf o niyetle olsa, o dua, o ibadet hâlis olmadığından kabule lâyık olmaz..."
Duayı böylece doğru bir konuma oturttuğumuzda duaya dair herşeyi de doğru bir konuma oturturuz. Mesela; Allah Resulü aleyhissalatuvesselam başta olmak üzere, bütün nebilerin çoklukla ettikleri istiğfarları doğru anlarız. İstiğfarla günah arasında kurduğumuz neden-sonuç ilişkisi ortadan kalkar. Tıpkı yağmurla yağmur duası arasında kurduğumuz ilginin mezkûr bakışaçısıyla ortadan kalkması gibi. Yağmur duası yağmurun yaratılışını sonuç vermek için yapılmadığı gibi istiğfar da bir günahı affettirmek için olmayabilir.
Daha önce de bu konuya bir yazımda değinmiştim. Fikir dilimin sevdiği bir şekerdir. Yine değdireyim. İstiğfar aslında 'aynanın aynalığını diri tutması'dır. Sende görünen ile aslolan arasındaki 'benzerliğin' asla ve asla 'aynılık' seviyesine çıkamayacağını, yansıyana dair marifetimizin aslolana göre her zaman eksik kalacağını kabulümüzdür istiğfar.
Yansıtıcı olan herşeyin bize verdiği derstir bu. Yansıyan, yansıtılanın aynısı olmak gerekmez. Avucunuzdaki kadar suya gökyüzü sığar. Ama o sudaki gökyüzü asl-ı gökyüzünün aynısı değildir. Ondan haber verir ama o değildir. Avucun sahibi istiğfar ettikçe, kendisine, avucundaki yansıma ile gökyüzünü karıştırmamayı öğütler. Peki, ehl-i kibir ne yapar? Avucundaki suyu ayn-ı sema sanır. Ona bunun böyle olmadığını isbat etsen de yine davasından büsbütün vazgeçmez. "Hem deme ki: 'Ben mazharım. Güzele mazhar ise güzelleşir.' Zira, temessül etmediğinden, mazhar değil, memer olursun. Hem deme ki, 'Halk içinde ben intihap edildim. Bu meyveler benimle gösteriliyor. Demek bir meziyetim var.' Hayır, hâşâ! Belki herkesten evvel sana verildi; çünkü herkesten ziyade sen müflis ve muhtaç ve müteellim olduğundan en evvel senin eline verildi."
Bütün bu aşamalar, aynanın yansıttığından hissedar olduğu, 'bir ölçüde o' veya 'bir şekilde onun gibi' olduğu iddiasından vazgeçmeyişinin aşamalarıdır. Peygamberlerin istiğfarları bu kibrin köküne çalınmış en yaman baltalardır. İsmet sahibi en berrak aynanın yansıtmasından istiğfar ettiği yerde kirden/kusurdan kurtulamayan aynaların üzerlerine alabilecekleri ne meziyet vardır? Bu istiğfarların nebilerin makamları yükselirken bir önceki makamlarını eksik görmelerinden kaynaklandığı da söylenir. Bu da benim tezimi güçlendiriyor bence. Orada eksik gördüğü, işte, aslolana kıyasla yansıttığıdır.
Bu durum tıpkı eski yazılarını yıllar sonra tekrar okuyan yazarın misali gibidir. Müellif, yazdığı zamanlar "İşte oldu!" sandığı metinlerini yıllar sonra okuyunca neden orasıyla/burasıyla oynar? Neden cümleler ekler, düzeltir, değiştirir? Aslında bu da bir çeşit yazar istiğfarıdır. Hakikati daha geniş pencerelerden seyretmeye başladıkça eski pencelerinden tevbe eder. Aşk için dua ettiğin zaman sonuç/vuslat için dua edersin. Acz için dua ettiğinde sonuç aradan çıkar. Her acizlik farkındalığı bir butondur. Her buton yanışında insan uyanır ki basma zamanı gelmiştir. Beş vakit namazını kılan nasıl günde beş kez "Ben hâlâ buradayım Allahım!" diyerek Rabbinin onu çağırdığı butona basar, istiğfar eden de bir çeşit butona basar. İmtihanımız yanan butonlara yaptığımız dua sayları üzerine sürüyor. Dünya, belki de daha çok butona basalım diye sürekli değişiyor. Butonlar dünyayı değiştirmek için değil. Değişim butonların sayısını arttırmak için. Allahu'l-a'lem.
8 Temmuz 2016 Cuma
Varlığın yokluğu yokluğun varlığından acıdır
"Her kim kendisini Allah'a mal ederse, bütün eşya onun lehinde olur. Ve kim Allah'a mal olmasa, bütün eşya onun aleyhinde olur." Mesnevî-i Nuriye'den.
İhlas sosyalmedya denen şeye nasıl dayanacak? Bu çılgınca paylaşma arzusuna. Şahit kılma arzusuna. Gizli amelimiz kalmayacak ki onunla 'sadece Allah'ın rızasını umduğumuzu' iddia edebilelim. Taziyesini paylaşıyor. Sadakasını paylaşıyor. Hasta ziyaretini paylaşıyor. Bunca 'haberdar etme' nasıl emin ve rahat olur ki, desin: "Bütün bunlar sadece Allah rızası içindi."
Diyemez. Dese de inanılmaz. Ben inanamıyorum. Her anına çılgınca şahit tutmaya çalışırken hüsnüzannımı korumakta zorlanıyorum. Çünkü 'yetmediğini' farkediyorum. Neyin yetmediğini? Şahit olarak Allah'ın yetmediğini. Yetmiyor ki duyurmak istiyorsun vesilesi kılındığın her hayrını. Halbuki Fussilet sûresi aksine soruyor: "Rabbinin herşeye şahit olması yetmez mi?"
Yaşadığını sanmanın yeni bir müskiri çıktı şimdilerde: Daha çok şahit bulmak. Bununla daha çok varolduğunu sanıyor. Benim veya bizim dünyamızdaki varoluşunun/şahitliğimizin onu daha 'kalıcı' kıldığını düşünüyor. Halbuki hiçbir şey değişmedi. Hâlâ aynı faniliğin izlerini taşıyor fiilerin. Tek farkı: Bir yerlere yazmış oldun. Gözlerimizi o anın farkında kıldın. Hafızamızda bir vücudu daha oldu seninkinden başka. Bildik. Duyduk. Öğrendik. Gördük. Sen belki bizim kadar da aklında tutamayacaktın eylediğini. Biz biraz daha tutacağız başka kablarda. Bu kadar... Geçiciliğindeki değişiklik ancak bu kadar oldu.
Şimdilerde yaşadığını sananın tek tesellisi her anına şahit tutmak. Ve bununla hakikaten yaşadığını, dolu dolu yaşadığını, iliklerine kadar yaşadığını isbat etmeye çalışıyor. Mümkün mü bu? Faninin şahitliğiyle mülk bakileşir mi? Kendisini varlıkta tutamayan başkasının varlığını varlıkta tutabilir mi?
Şahidinim. Yaptın. Şahidinim. Gördün. Şahidinim. Tattın. Peki. Nasıl kazanırsın? Şahit olarak beni tuttuğun halde davanı isbat etmeye çalıştığın kişi de benim. Canım çekmediği halde nasıl kazanırsın? Hadi, beni de boşverelim. Hakikatte nasıl kazanırsın? Yaşadıklarını biriktirmiyorsun ki. Vedalaşacaklarının sayısını arttırıyorsun. Kovan deliktir. Bulduğun diğer kovaların (yani şahitlerinin) kovaları da seninki gibidir. Tutamazlar. Tutsalar da saklayamazlar. Bırakacaklar. İlla ki unutacaklar. Önemsediklerini de inkar edecekler. Bu şahitlerin tamamı 'kalıcılık' iddiasında yalancıdır. Nasıl kazanırsın?
Bir zaman senle olmuşlardı ama senin olmadılar ki. Sahiplik ne demek? Sahiplik her istediğinde yanında bulmaktır. Sahip olan sahip olduğunu arzu ettiğinde veya muhtaç olduğunda yanında bulur. Kur'an'daki ifadesiyle: 'Herşeyin hazinesi yanında olan'dır asıl sahip. Her istediğinde yanında bulamadığın senin olmamıştır. Senle olmuştur. Sende olmuştur. Senden olmuştur. Sana olmuştur. Ama senin olmamıştır. Senin olsaydı seni terkedemezdi çünkü. Mülkü, Malik'ini, iradesi ve isteği dışında terkedemez. Terkediyorsa emanettir. Demiyor mu Rahman sûresi de bize öyle: "Ey cin ve insan toplulukları! Göklerin ve yerin çevresinden geçmeye gücünüz yeterse geçin gidin. Ama Allah'ın verdiği bir güç olmadan geçemezsiniz."
O vakit bu fenaya mahkûm şahitliklerle avunmak da boş. Yaratıcısının şahitliğinden başka yaradılana teselli yoktur. İsm-i Hafîz'den başka yaşanmışın ve yaşayanın devası yok. Hakiki sahiplik ancak unutmamakla ve yaratabilmekle olur. İnsanın sahipliği mecazidir, çünkü hem unutur hem yaratamaz. Kendisiyle olanın da tüm detaylarını kuşatamaz. Kuşattığının da tamamını saklayamaz. Sakladığının da tamamını diri tutamaz. Aradığında aynı tazelikte bulamaz. Yaratamadığını her arzu ettiğinde veya ihtiyacı olduğunda yanında göremez. Demek bir çekmeceye atmamıştır. Bir kasaya kapatamamıştır. Tapusu elinde de değildir. Ölüm elinden aldıktan sonra hiçbir belge ile varlığını tazeleyemez.
'Zeval-i elem lezzet olduğu gibi zeval-i lezzet dahi elemdir...' diyen Bediüzzaman buna da dikkatimizi çekiyor. Lezzet bir sahiplik (her istediğinde yanında bulma) arzusu verdiğindendir ki, hakikatte hakikati olmadığından acı çektiriyor. Varlığını, o varlığın tekrarını, özletiyor. Lezzeti ve o lezzetin taşıyıcısını bir şekilde tutmak istiyoruz. Olmuyor. Varlığı her hatırladığımızda tekrar yokoluyor. Varlığı yokolmuyor. Yokluğu tekrar be tekrar varoluyor.
Nefsin lezzetleri tekrar tekrar yokolucudur. Bir gidince hep gidicidir. 'Elem' ise yanımızda bulmak istediğimiz birşey değildir ki, gidişiyle sahiplik arzumuza yokluğunun varlığını çektirsin. Yoku yok oluyor onun. "Yok yok ise o vardır. Yok yok olsa varolur..." sırrını mazhar oluyor. O varlıksallıktan bir lezzet alıyoruz. Yokunun yokluğu varlık oluyor. Demek, sahibi olmamakta arasak, bize çok lezzet ve varlık var. Tutmaya çalışanın elleri yara...
İhlas sosyalmedya denen şeye nasıl dayanacak? Bu çılgınca paylaşma arzusuna. Şahit kılma arzusuna. Gizli amelimiz kalmayacak ki onunla 'sadece Allah'ın rızasını umduğumuzu' iddia edebilelim. Taziyesini paylaşıyor. Sadakasını paylaşıyor. Hasta ziyaretini paylaşıyor. Bunca 'haberdar etme' nasıl emin ve rahat olur ki, desin: "Bütün bunlar sadece Allah rızası içindi."
Diyemez. Dese de inanılmaz. Ben inanamıyorum. Her anına çılgınca şahit tutmaya çalışırken hüsnüzannımı korumakta zorlanıyorum. Çünkü 'yetmediğini' farkediyorum. Neyin yetmediğini? Şahit olarak Allah'ın yetmediğini. Yetmiyor ki duyurmak istiyorsun vesilesi kılındığın her hayrını. Halbuki Fussilet sûresi aksine soruyor: "Rabbinin herşeye şahit olması yetmez mi?"
Yaşadığını sanmanın yeni bir müskiri çıktı şimdilerde: Daha çok şahit bulmak. Bununla daha çok varolduğunu sanıyor. Benim veya bizim dünyamızdaki varoluşunun/şahitliğimizin onu daha 'kalıcı' kıldığını düşünüyor. Halbuki hiçbir şey değişmedi. Hâlâ aynı faniliğin izlerini taşıyor fiilerin. Tek farkı: Bir yerlere yazmış oldun. Gözlerimizi o anın farkında kıldın. Hafızamızda bir vücudu daha oldu seninkinden başka. Bildik. Duyduk. Öğrendik. Gördük. Sen belki bizim kadar da aklında tutamayacaktın eylediğini. Biz biraz daha tutacağız başka kablarda. Bu kadar... Geçiciliğindeki değişiklik ancak bu kadar oldu.
Şimdilerde yaşadığını sananın tek tesellisi her anına şahit tutmak. Ve bununla hakikaten yaşadığını, dolu dolu yaşadığını, iliklerine kadar yaşadığını isbat etmeye çalışıyor. Mümkün mü bu? Faninin şahitliğiyle mülk bakileşir mi? Kendisini varlıkta tutamayan başkasının varlığını varlıkta tutabilir mi?
Şahidinim. Yaptın. Şahidinim. Gördün. Şahidinim. Tattın. Peki. Nasıl kazanırsın? Şahit olarak beni tuttuğun halde davanı isbat etmeye çalıştığın kişi de benim. Canım çekmediği halde nasıl kazanırsın? Hadi, beni de boşverelim. Hakikatte nasıl kazanırsın? Yaşadıklarını biriktirmiyorsun ki. Vedalaşacaklarının sayısını arttırıyorsun. Kovan deliktir. Bulduğun diğer kovaların (yani şahitlerinin) kovaları da seninki gibidir. Tutamazlar. Tutsalar da saklayamazlar. Bırakacaklar. İlla ki unutacaklar. Önemsediklerini de inkar edecekler. Bu şahitlerin tamamı 'kalıcılık' iddiasında yalancıdır. Nasıl kazanırsın?
Bir zaman senle olmuşlardı ama senin olmadılar ki. Sahiplik ne demek? Sahiplik her istediğinde yanında bulmaktır. Sahip olan sahip olduğunu arzu ettiğinde veya muhtaç olduğunda yanında bulur. Kur'an'daki ifadesiyle: 'Herşeyin hazinesi yanında olan'dır asıl sahip. Her istediğinde yanında bulamadığın senin olmamıştır. Senle olmuştur. Sende olmuştur. Senden olmuştur. Sana olmuştur. Ama senin olmamıştır. Senin olsaydı seni terkedemezdi çünkü. Mülkü, Malik'ini, iradesi ve isteği dışında terkedemez. Terkediyorsa emanettir. Demiyor mu Rahman sûresi de bize öyle: "Ey cin ve insan toplulukları! Göklerin ve yerin çevresinden geçmeye gücünüz yeterse geçin gidin. Ama Allah'ın verdiği bir güç olmadan geçemezsiniz."
O vakit bu fenaya mahkûm şahitliklerle avunmak da boş. Yaratıcısının şahitliğinden başka yaradılana teselli yoktur. İsm-i Hafîz'den başka yaşanmışın ve yaşayanın devası yok. Hakiki sahiplik ancak unutmamakla ve yaratabilmekle olur. İnsanın sahipliği mecazidir, çünkü hem unutur hem yaratamaz. Kendisiyle olanın da tüm detaylarını kuşatamaz. Kuşattığının da tamamını saklayamaz. Sakladığının da tamamını diri tutamaz. Aradığında aynı tazelikte bulamaz. Yaratamadığını her arzu ettiğinde veya ihtiyacı olduğunda yanında göremez. Demek bir çekmeceye atmamıştır. Bir kasaya kapatamamıştır. Tapusu elinde de değildir. Ölüm elinden aldıktan sonra hiçbir belge ile varlığını tazeleyemez.
'Zeval-i elem lezzet olduğu gibi zeval-i lezzet dahi elemdir...' diyen Bediüzzaman buna da dikkatimizi çekiyor. Lezzet bir sahiplik (her istediğinde yanında bulma) arzusu verdiğindendir ki, hakikatte hakikati olmadığından acı çektiriyor. Varlığını, o varlığın tekrarını, özletiyor. Lezzeti ve o lezzetin taşıyıcısını bir şekilde tutmak istiyoruz. Olmuyor. Varlığı her hatırladığımızda tekrar yokoluyor. Varlığı yokolmuyor. Yokluğu tekrar be tekrar varoluyor.
Nefsin lezzetleri tekrar tekrar yokolucudur. Bir gidince hep gidicidir. 'Elem' ise yanımızda bulmak istediğimiz birşey değildir ki, gidişiyle sahiplik arzumuza yokluğunun varlığını çektirsin. Yoku yok oluyor onun. "Yok yok ise o vardır. Yok yok olsa varolur..." sırrını mazhar oluyor. O varlıksallıktan bir lezzet alıyoruz. Yokunun yokluğu varlık oluyor. Demek, sahibi olmamakta arasak, bize çok lezzet ve varlık var. Tutmaya çalışanın elleri yara...
7 Temmuz 2016 Perşembe
Peygamber 'devrimci' olmaz
Mürşidim, "Risalet-i Ahmediye'ye dairdir" diye başlayan 19. Söz'ünde, "Rabbimizi bize tarif eden üç büyük, küllî muarrif var" tesbitini yineledikten sonra der ki: "Birisi şu kitab-ı kebîrin âyet-i kübrâsı olan Hâtemü'l-Enbiyâ aleyhissalâtü vesselâmdır." Efendimizin 'hatemü'l-enbiya/nebilerin sonuncusu' olduğu Ahzap sûresinin 40. ayetinde haber verilen bir hakikattir: "Muhammed, sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası değildir. Fakat o, Allah'ın Resûlü ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah herşeyi hakkıyla bilendir."
Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın erkek çocuklarının hiçbirisinin uzun yaşamayacağını haber vermesi ve bu yönüyle hem kadere hem ihbar-ı gayba bir delil oluşturması bir tarafa, aynı zamanda bu ayet, bir hassasiyete de davet etmektedir bizi: Efendimiz aleyhissalatuvesselamı bir 'ada' gibi değil 'bir sıradağın en son ve en yüksek zirvesi' gibi görme hassasiyeti...
Bir mü'min için insanlık tarihi aynı zamanda peygamberler tarihidir. Peygamberler tarihi aynı zamanda İslam tarihidir. Allah Resulü ne nübüvvetinde ve ne de o nübüvvetle gelen davasında yalnızdır. Nihayet-i nübüvvet olduğu doğrudur ama bidayet-i nübüvvet olduğu doğru değildir. Hakikatiyle başlayan ve nübüvvetiyle biten bir nebevî zincirin en son en en muhteşem halkasıdır. 'Alîm-u külli şey/herşeyi hakkıyla bilen' Allah'ın haber verdiği bir hakikattir bu. Ondan sonra peygamberlik iddia eden Allah'ı 'yaratışı' ve 'kelamı' içinde çelişkiye düşmüş bir varlık olarak tasavvur ve dolayısıyla eksiklikle/kusurla itham etmiş olacağından nazarımızda mürteddir.
Peki, Kur'an içerisinde bu ve benzeri daha birçok ayetle tekrar be tekrar dikkatimize sunulan Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın 'nebilerden bir nebi' oluşu neden ehemmiyetlidir? Neden ona 'ada gibi' değil de 'bir sıradağın en son ve en yüksek zirvesi gibi' iman edilir? Bence bu imanın 'Resul telakkimize' ve 'Allah marifetimize' katacaklarını anlamak açısından Bediüzzaman'ın 19. Söz'ün devamında yaptığı 'hatemü'l-enbiya' tarifi önemlidir:
Demek öncesi ve de sonrası aynı zamanda onun hakikatinin de delilidir. Öncesindeki ve sonrasındaki zirveler en yüksek zirvenin kemaline nakise getirmezler. Bilakis, haşmetine haşmet katarlar. Yayıldıkları her yerde o dağı görünür ve iman edilir kılarlar. Himalayalar'ın hangi parçasına rastlasanız size Himalayalar'ı anlatırlar. Enbiya bu ağacın evvel zamana yayılmış kökleri olduğu gibi, evliya da bu ağacın ahir zamana yayılmış meyveleridir.
Ağacın neresine uyansanız ağacın farkındalığına uyanmış sayılırsınız. Everest'e çıkmak isteyen Himalayalar'a tırmanmak zorundadır. Nübüvvete ve Allah'ın onlar vesilesiyle insanlıkla kuracağı vahyî ilgiye iman etmeyen Allah Resulü aleyhissalatuvesselama da iman edemez. Allah'ın 'yaratmakla' kurduğu ilgiyi 'konuşulabilir yarattıklarıyla konuşmakla' da sürdüreceğini kavramayan 'Kadir-i külli şey/herşeye gücü yeten' Allah'a sınır koymuş olur.
Bu yukarıda dikkatinizi çektiğim türden bir çelişkiye işaret eder: Allah 'konuşulabilir' yarattıklarıyla konuşmuyorsa, bu ya 'konuşulabilirliği yarattığı halde konuşamadığı' veya 'konuşmayı gereksiz bulduğu halde konuşulabilirliği yarattığı' anlamına gelir. Subhan'a bu kusurları yakıştırmaktan Subhan'a sığınırız.
Bu konuya doğrudan veya dolaylı dokunan başka ayetler de olduğunu söylemiştim. Kur'an'da geçen peygamber kıssaları dışında en dikkat çekici olan şudur: "Yine onlar, sana indirilene ve senden önce indirilene iman ederler; ahiret gününe de kesinkes inanırlar." Kısa bir anlamını alıntıladığımız Bakara sûresinin 4. ayeti, nazarımızı, bir önceki ayetin izahında vurguladığımız gibi, Allah Resulü aleyhissalatuvesselama inanmakla 'ondan önceki' ve 'ondan sonraki' bazı şeylere inanmak arasında bağa çevirir. Bu kısa mealden anladığımız kadarıyla diyebiliriz ki:
Allah Resulü aleyhissalatuvesselama yalnız başına iman edilmez. Ona inanmanın bütün zamanlara yayılmış sonuçları vardır. Tahrif edilmeleri veya zaman içinde unutulmaları bir tarafa, Allah'ın kullarıyla nübüvvet üzerinden kurduğu vahyî ilgi insanlığın başından beri vardır. Geleceğinde de ahiret düzeyinde bu ilgi varolacaktır. "Evet, ebedînin sâdık dostu ebedî olacak. Ve bâkinin âyine-i zîşuuru bâki olmak lâzım gelir." Hatemü'l-Enbiya'nın inanmaya çağırdığı Allah böyle nihayetsiz kemalde bir Allah'tır. Ümmeti olarak iman ettiğimiz Allah, insan gibi 'karar değiştiren' veya gün gelip 'ilgisi sönen' kusurlarla/tenakuzlarla dolu bir Allah değildir. Subhan'a bu kusurları yakıştırmaktan da Subhan'a sığınırız.
Peki, bu 'yalnız başına olmayış' Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın nübüvvetine tüm zamanlara yayılmış bir delil oluşturmasından başka ne sağlar? Öncelikle 'geçmişe ve insana hürmeti' sağlar. Hz. İsa aleyhisselama hürmet etmeyen Hz. Muhammed aleyhissalatuvesselama iman edemez. Hz. Yusuf aleyhisselama hürmet etmeyen Hz. Muhammed aleyhissalatuvesselama iman edemez. Hz. Musa aleyhisselama hürmet etmeyen Hz. Muhammed aleyhissalatuvesselama iman edemez.
İman esaslarının her birisinin verdiği birçok ders vardır. Kalpte yaptığı birçok ayar vardır. Hayata kattığı birçok denge vardır. Peygamberlere imanın verdiği derslerden birisi de şudur: Biz o iman sayesinde öncemize ve bir yönüyle asl-ı insana hürmetimizi diri tutarız. Geçmiş bizim için sövülesi bir karanlık olmaktan çıkar peygamberlere iman ile. Yani peygamberlere iman mü'minin maziyi ve o mazide yaşayan insanlara bakışını yeniden kurgular. Reddiyesine sınır, öfkesine had koyar.
Biraz da bu nedenle Allah Resulü aleyhissalatuvesselam hakkında 'devrimci' yakıştırması yapılmasından rahatsız olurum ben. Evet, o putları devirmiştir, ama nübüvveti 'devirmek' üzerine değil 'yenilemek/tecdid' üzerine kurgulanmıştır. Sonradan ortaya çıkan öncekileri devirse/reddetse devrimci yakıştırması anlaşılır olur. Ama varlık ve insanlık varolduğundan beri hep varolan İslam neden/neye devrimci olsun ki? Aslolan devrimci olamaz tecdidci olur. Devrimcilik bir yanıyla geçmişe ve asl-ı insana hürmeti de hayatın dışına atıyor. Dünyada 'devrimciliği' ile tanıdığımız ne kadar ekol varsa geçmişe ve orada yaşayanlara düşman. Allah Resulü ne geçmişe ne de geçmişte yaşayan herkese düşmandı. İslam'ın ehl-i fetret anlayışı bile onun 'devrimci' bir din olmadığının göstergesidir.
Kendilerine Kur'an müslümanı diyen ama aslında Kur'an müfritleri olarak anılmaya layık olan zümrede de böyle bir temayül var. Onları sahabe, tabiin ve tebe-i tabiin başta olmak üzere, İslamî mirasın nurlu taşıyıcıları olan ehl-i sünnet ve'l-cemaat âlimlerine/velilerine hürmete çağırdığınızda sizi müşrikler için inmiş ayetlerle ve devrimci bir öfkeyle karşılıyorlar. Mesela, Bakara sûresi 170'in kısa anlamıyla: "Onlara (müşriklere): Allah'ın indirdiğine uyun, denildiği zaman onlar, 'Hayır! Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız' dediler. Ya ataları bir şey anlamamış, doğruyu da bulamamış idiyseler?"
Burada, ayetin müşriklerle ilgili bağlamını görmezden gelip Kur'an'a hevalarına göre takla attırmaları bir tarafa, İslam'ın 'atalarla gelen herşeye düşman' yani 'tam bir devrimci' gibi anlamak ve anlatmak da Kur'an'a atılmış bir iftiradır. Çünkü bunun aksini söyleyen veya işaret eden bir dolu ayet-i kerime bulunmaktadır. Mesela Âl-i İmran sûresi 195 mealen der ki: "De ki: Allah doğruyu söylemiştir. Öyle ise, hakka yönelmiş olarak İbrahim'in dinine uyunuz. O, müşriklerden değildi."
Kur'an müfritlerinin çelişki dolu pencerelerinden bakarsak; Allah, bizi, hem bazı atalarımıza uymaya hem de büsbütün atalarımıza karşı çıkmaya mı çağırmaktır? Kur'an müfritlerinin anlayışına göre biraz öyle. Birbirine zıt iki şeye birden iman etmen lazım: Hem atalarla gelen herşeyin yanlışlığına hem de o atalardan bazılarının peygamberliğine... Hem Allah Resulü'nün aleyhissalatuvesselamın dinini inşa ettiğine hem de hiçkimsenin onun tebliğini doğru anlamadığına... Kur'an müfritlerinin Allah tasavvuruna göre Allah'ın çelişkiye düşmesi kaçınılmaz.
Gelin, biz onlar gibi yapmayalım da, ehl-i sünnet ve'l-cemaat üzere istikametle amel edelim: İslam'ın, devrimci bir göz ve dille 'geleneği olan herşeye' veya 'kendi tarihine' düşman gibi lanse edilmesine karşı çıkalım. Mürşidimin dikkat çektiği gibi, geçmişteki/gelecekteki şahitlerinin bu ağacın kökü ve meyveleri olduğunu bilelim. Meyvesi ehl-i sünnet ve'l-cemaat olup her asrı ışıklandırmış bir ağacın gövdesi çürük olamaz. Eğer meyveleri Kur'an müfritlerinin iddiasında olduğu gibi çürük ise gövdesi sağlıklı olamaz. Biri diğerini gerektirir çünkü. Kökle ilgili iddiaların da durumu böyledir. Kökleri yalancı ise o kökün üzerinde yükselmiş gövde de yalancıdır. Gövde sağlıklı ise demek o kökler de sağlamdır.
Bu Kur'an müfriti salaklar bilmiyorlar ki; ehl-i sünnet ve'l-cemaat çizgisi âlim ve evliyaları hakkındaki her töhmetlerinin ucu gider sahabeye dayanır. Sahabe hakkındaki töhmetlerin (tıpkı Ebubekir Sifil Hoca'nın bir sohbetinde dikkat çektiği gibi) gidip dayanacağı yer de o kimsenin 'peygamber tasavvuru'dur. Zira köküyle uğraşmak ağaçla uğraşmak olduğu gibi, meyvesiyle uğraşmak da ağaçla uğraşmaktır. Biz o müfritlerin sözlerinden ve iddialarından da Subhan olan Allah'a sığınırız.
Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın erkek çocuklarının hiçbirisinin uzun yaşamayacağını haber vermesi ve bu yönüyle hem kadere hem ihbar-ı gayba bir delil oluşturması bir tarafa, aynı zamanda bu ayet, bir hassasiyete de davet etmektedir bizi: Efendimiz aleyhissalatuvesselamı bir 'ada' gibi değil 'bir sıradağın en son ve en yüksek zirvesi' gibi görme hassasiyeti...
Bir mü'min için insanlık tarihi aynı zamanda peygamberler tarihidir. Peygamberler tarihi aynı zamanda İslam tarihidir. Allah Resulü ne nübüvvetinde ve ne de o nübüvvetle gelen davasında yalnızdır. Nihayet-i nübüvvet olduğu doğrudur ama bidayet-i nübüvvet olduğu doğru değildir. Hakikatiyle başlayan ve nübüvvetiyle biten bir nebevî zincirin en son en en muhteşem halkasıdır. 'Alîm-u külli şey/herşeyi hakkıyla bilen' Allah'ın haber verdiği bir hakikattir bu. Ondan sonra peygamberlik iddia eden Allah'ı 'yaratışı' ve 'kelamı' içinde çelişkiye düşmüş bir varlık olarak tasavvur ve dolayısıyla eksiklikle/kusurla itham etmiş olacağından nazarımızda mürteddir.
Peki, Kur'an içerisinde bu ve benzeri daha birçok ayetle tekrar be tekrar dikkatimize sunulan Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın 'nebilerden bir nebi' oluşu neden ehemmiyetlidir? Neden ona 'ada gibi' değil de 'bir sıradağın en son ve en yüksek zirvesi gibi' iman edilir? Bence bu imanın 'Resul telakkimize' ve 'Allah marifetimize' katacaklarını anlamak açısından Bediüzzaman'ın 19. Söz'ün devamında yaptığı 'hatemü'l-enbiya' tarifi önemlidir:
"Sath-ı arz bir mescid, Mekke bir mihrap, Medine bir minber; o burhan-ı bâhir olan Peygamberimiz aleyhissalâtü vesselâm bütün ehl-i imana imam, bütün insanlara hatip, bütün enbiyaya reis, bütün evliyaya seyyid, bütün enbiya ve evliyadan mürekkep bir halka-i zikrin serzâkiri; bütün enbiya hayattar kökleri, bütün evliya tarâvettar semereleri bir şecere-i nuraniyedir ki, herbir dâvâsını, mu'cizatlarına istinat eden bütün enbiya ve kerametlerine itimat eden bütün evliya tasdik edip imza ediyorlar."
Demek öncesi ve de sonrası aynı zamanda onun hakikatinin de delilidir. Öncesindeki ve sonrasındaki zirveler en yüksek zirvenin kemaline nakise getirmezler. Bilakis, haşmetine haşmet katarlar. Yayıldıkları her yerde o dağı görünür ve iman edilir kılarlar. Himalayalar'ın hangi parçasına rastlasanız size Himalayalar'ı anlatırlar. Enbiya bu ağacın evvel zamana yayılmış kökleri olduğu gibi, evliya da bu ağacın ahir zamana yayılmış meyveleridir.
Ağacın neresine uyansanız ağacın farkındalığına uyanmış sayılırsınız. Everest'e çıkmak isteyen Himalayalar'a tırmanmak zorundadır. Nübüvvete ve Allah'ın onlar vesilesiyle insanlıkla kuracağı vahyî ilgiye iman etmeyen Allah Resulü aleyhissalatuvesselama da iman edemez. Allah'ın 'yaratmakla' kurduğu ilgiyi 'konuşulabilir yarattıklarıyla konuşmakla' da sürdüreceğini kavramayan 'Kadir-i külli şey/herşeye gücü yeten' Allah'a sınır koymuş olur.
Bu yukarıda dikkatinizi çektiğim türden bir çelişkiye işaret eder: Allah 'konuşulabilir' yarattıklarıyla konuşmuyorsa, bu ya 'konuşulabilirliği yarattığı halde konuşamadığı' veya 'konuşmayı gereksiz bulduğu halde konuşulabilirliği yarattığı' anlamına gelir. Subhan'a bu kusurları yakıştırmaktan Subhan'a sığınırız.
Bu konuya doğrudan veya dolaylı dokunan başka ayetler de olduğunu söylemiştim. Kur'an'da geçen peygamber kıssaları dışında en dikkat çekici olan şudur: "Yine onlar, sana indirilene ve senden önce indirilene iman ederler; ahiret gününe de kesinkes inanırlar." Kısa bir anlamını alıntıladığımız Bakara sûresinin 4. ayeti, nazarımızı, bir önceki ayetin izahında vurguladığımız gibi, Allah Resulü aleyhissalatuvesselama inanmakla 'ondan önceki' ve 'ondan sonraki' bazı şeylere inanmak arasında bağa çevirir. Bu kısa mealden anladığımız kadarıyla diyebiliriz ki:
Allah Resulü aleyhissalatuvesselama yalnız başına iman edilmez. Ona inanmanın bütün zamanlara yayılmış sonuçları vardır. Tahrif edilmeleri veya zaman içinde unutulmaları bir tarafa, Allah'ın kullarıyla nübüvvet üzerinden kurduğu vahyî ilgi insanlığın başından beri vardır. Geleceğinde de ahiret düzeyinde bu ilgi varolacaktır. "Evet, ebedînin sâdık dostu ebedî olacak. Ve bâkinin âyine-i zîşuuru bâki olmak lâzım gelir." Hatemü'l-Enbiya'nın inanmaya çağırdığı Allah böyle nihayetsiz kemalde bir Allah'tır. Ümmeti olarak iman ettiğimiz Allah, insan gibi 'karar değiştiren' veya gün gelip 'ilgisi sönen' kusurlarla/tenakuzlarla dolu bir Allah değildir. Subhan'a bu kusurları yakıştırmaktan da Subhan'a sığınırız.
Peki, bu 'yalnız başına olmayış' Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın nübüvvetine tüm zamanlara yayılmış bir delil oluşturmasından başka ne sağlar? Öncelikle 'geçmişe ve insana hürmeti' sağlar. Hz. İsa aleyhisselama hürmet etmeyen Hz. Muhammed aleyhissalatuvesselama iman edemez. Hz. Yusuf aleyhisselama hürmet etmeyen Hz. Muhammed aleyhissalatuvesselama iman edemez. Hz. Musa aleyhisselama hürmet etmeyen Hz. Muhammed aleyhissalatuvesselama iman edemez.
İman esaslarının her birisinin verdiği birçok ders vardır. Kalpte yaptığı birçok ayar vardır. Hayata kattığı birçok denge vardır. Peygamberlere imanın verdiği derslerden birisi de şudur: Biz o iman sayesinde öncemize ve bir yönüyle asl-ı insana hürmetimizi diri tutarız. Geçmiş bizim için sövülesi bir karanlık olmaktan çıkar peygamberlere iman ile. Yani peygamberlere iman mü'minin maziyi ve o mazide yaşayan insanlara bakışını yeniden kurgular. Reddiyesine sınır, öfkesine had koyar.
Biraz da bu nedenle Allah Resulü aleyhissalatuvesselam hakkında 'devrimci' yakıştırması yapılmasından rahatsız olurum ben. Evet, o putları devirmiştir, ama nübüvveti 'devirmek' üzerine değil 'yenilemek/tecdid' üzerine kurgulanmıştır. Sonradan ortaya çıkan öncekileri devirse/reddetse devrimci yakıştırması anlaşılır olur. Ama varlık ve insanlık varolduğundan beri hep varolan İslam neden/neye devrimci olsun ki? Aslolan devrimci olamaz tecdidci olur. Devrimcilik bir yanıyla geçmişe ve asl-ı insana hürmeti de hayatın dışına atıyor. Dünyada 'devrimciliği' ile tanıdığımız ne kadar ekol varsa geçmişe ve orada yaşayanlara düşman. Allah Resulü ne geçmişe ne de geçmişte yaşayan herkese düşmandı. İslam'ın ehl-i fetret anlayışı bile onun 'devrimci' bir din olmadığının göstergesidir.
Kendilerine Kur'an müslümanı diyen ama aslında Kur'an müfritleri olarak anılmaya layık olan zümrede de böyle bir temayül var. Onları sahabe, tabiin ve tebe-i tabiin başta olmak üzere, İslamî mirasın nurlu taşıyıcıları olan ehl-i sünnet ve'l-cemaat âlimlerine/velilerine hürmete çağırdığınızda sizi müşrikler için inmiş ayetlerle ve devrimci bir öfkeyle karşılıyorlar. Mesela, Bakara sûresi 170'in kısa anlamıyla: "Onlara (müşriklere): Allah'ın indirdiğine uyun, denildiği zaman onlar, 'Hayır! Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız' dediler. Ya ataları bir şey anlamamış, doğruyu da bulamamış idiyseler?"
Burada, ayetin müşriklerle ilgili bağlamını görmezden gelip Kur'an'a hevalarına göre takla attırmaları bir tarafa, İslam'ın 'atalarla gelen herşeye düşman' yani 'tam bir devrimci' gibi anlamak ve anlatmak da Kur'an'a atılmış bir iftiradır. Çünkü bunun aksini söyleyen veya işaret eden bir dolu ayet-i kerime bulunmaktadır. Mesela Âl-i İmran sûresi 195 mealen der ki: "De ki: Allah doğruyu söylemiştir. Öyle ise, hakka yönelmiş olarak İbrahim'in dinine uyunuz. O, müşriklerden değildi."
Kur'an müfritlerinin çelişki dolu pencerelerinden bakarsak; Allah, bizi, hem bazı atalarımıza uymaya hem de büsbütün atalarımıza karşı çıkmaya mı çağırmaktır? Kur'an müfritlerinin anlayışına göre biraz öyle. Birbirine zıt iki şeye birden iman etmen lazım: Hem atalarla gelen herşeyin yanlışlığına hem de o atalardan bazılarının peygamberliğine... Hem Allah Resulü'nün aleyhissalatuvesselamın dinini inşa ettiğine hem de hiçkimsenin onun tebliğini doğru anlamadığına... Kur'an müfritlerinin Allah tasavvuruna göre Allah'ın çelişkiye düşmesi kaçınılmaz.
Gelin, biz onlar gibi yapmayalım da, ehl-i sünnet ve'l-cemaat üzere istikametle amel edelim: İslam'ın, devrimci bir göz ve dille 'geleneği olan herşeye' veya 'kendi tarihine' düşman gibi lanse edilmesine karşı çıkalım. Mürşidimin dikkat çektiği gibi, geçmişteki/gelecekteki şahitlerinin bu ağacın kökü ve meyveleri olduğunu bilelim. Meyvesi ehl-i sünnet ve'l-cemaat olup her asrı ışıklandırmış bir ağacın gövdesi çürük olamaz. Eğer meyveleri Kur'an müfritlerinin iddiasında olduğu gibi çürük ise gövdesi sağlıklı olamaz. Biri diğerini gerektirir çünkü. Kökle ilgili iddiaların da durumu böyledir. Kökleri yalancı ise o kökün üzerinde yükselmiş gövde de yalancıdır. Gövde sağlıklı ise demek o kökler de sağlamdır.
Bu Kur'an müfriti salaklar bilmiyorlar ki; ehl-i sünnet ve'l-cemaat çizgisi âlim ve evliyaları hakkındaki her töhmetlerinin ucu gider sahabeye dayanır. Sahabe hakkındaki töhmetlerin (tıpkı Ebubekir Sifil Hoca'nın bir sohbetinde dikkat çektiği gibi) gidip dayanacağı yer de o kimsenin 'peygamber tasavvuru'dur. Zira köküyle uğraşmak ağaçla uğraşmak olduğu gibi, meyvesiyle uğraşmak da ağaçla uğraşmaktır. Biz o müfritlerin sözlerinden ve iddialarından da Subhan olan Allah'a sığınırız.
4 Temmuz 2016 Pazartesi
Sakal-ı şerife düşmanlık etmek veya ergenlerin efendiliği...
"Herkesi körlükle suçlarken ben de en az onlar kadar kördüm." Yalan Labirenti filminden...
Filmini izleyenler bilmez ama kitabını okuyanlar hatırlayacaktır. Kon-Tiki'de, Thor Heyerdahl, bir kâşifin başından geçen ibretlik bir hâdiseyi aktarır: Kâşif, kutup seyahatini gerçekleştirmeden önce, bölgede yaşayan Eskimoların çadırlarının düğmelerini kemikten yaptıklarını görür. Bu hassasiyetlerinin 'hikmetten' değil 'cahillikten' kaynaklandığını düşünerek 'daha sağlam olur' düşüncesiyle kendisininkini metalden yaptırır. Çadırını kurup içine gireceği bir gün şunu acıyla tecrübe eder: Metalden yapılmış düğmeler soğukta açılmamaktadır. Çadırın dışında atlattığı donma tehlikesi hem ona hem Heyerdahl'a yerlilerin tecrübelerine karşı daha anlayışlı/saygılı olmayı öğretir. "Modern insanının da bilmediği şeyler vardır." Ve Heyerdahl, kendi seyahati boyunca, yerlilerin tecrübelerine ve tavsiyelerine 'birer hazine' gözüyle bakar.
Modern zamanlar bizi en çok şu noktada kibre sürükledi: İnsanlığın son iki yüzyılında öyle şeyler keşfedildi ve üretildi ki, önceki nesillerin hayallerinde bile yoktu bunlar. Buradan Karunvarî bir kibre kapıldı çağımız. Zamanları herşeyin en iyisinin bilindiği zamanlardı. Kendilerine bu kemal 'ilimleri sayesinde' verilmişti. Çıkış her anlamda daha yukarıya doğru ve sürekliydi. Peki öncesi? Öncesi cehaletti. Öncesi vahşilikti. Öncesi bedeviyetti. Öncesi tastamam karanlıktı. Oralardan öğrenilecek birşey yoktu. Aksine öğretilecek çok şey vardı. 'Ergenlerin efendiliği' dönemi başladı böylece. İhtiyarların öğretecekleri giderek azaldı. Hatta kalmadı. Gençlerin öğretecekleri arttı.
Bu, bizi 'yaşla gelen tecrübenin' tarih boyunca yaşamadığı şekilde gözden düştüğü zamanlara uyandırdı. Geçmişe dair herşey bu kibirle karışık öfkeden payını aldı. Hor görüldü. Küçümsendi. Görmezden gelindi. Firavun gibi; "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" diye soruyordu modern bilimler her çağa. "Hayır!" diyen hangi dönem varsa Hz. Musa ve Hz. Harun'un (a.s.) çilesinden bir pay da onlara düşüyordu. İmaj ve Takva'da şöyle söylüyor Fatma Barbarosoğlu; “Modern hayat ile birlikte hayatın değişmeyen yönü önemini kaybetti. Bu kayıp en ağır yenilgiyi yaşlıların dünyasında gerçekleştirdi. Dünün bilgisi önemsenmediğinde, yaşlıların dünya üzerinde tuttukları alan işgal gibi algılanmaya başlandı.” Bediüzzaman'ın İhtiyarlar Risalesi'ni telif edişi ve geriatrinin (yaşlılık biliminin) ortaya çıkışı arasındaki ilgiye dair bir yazıda şöyle dokunmuştum bu konuya:
Günümüzde bazılarının 'İslam geleneği' denilen ama aslında İslam'ın ta kendisi olan herşeye karşı besledikleri düşmanlıkta da aynı kibrin izlerini görüyorum ben. Bu insanlar Asr-ı Saadet döneminde yaşamış insanların veya salih haleflerinin Kur'an'ı ve Allah'ın marziyatını bizden daha iyi anlamış olmalarına katlanamıyorlar. Evet, katlanamıyorlar, çünkü bu modernizmin onlara yaşattığı yüceleşme keyfine uygun düşmüyor. Anlamaya çalışmaktansa dalga geçmek, hikmet aramaktansa topyekûn reddedip ayakları altında çiğnemek daha kolay ve keyfe uygun geliyor. Böylece İslam içre olduklarını iddia ettikleri halde modernist kibrin dibine vuruyorlar.
Sakal-ı şerif ziyareti meselesini de bundan uzakta görmüyorum. Sakal-ı şerife düşmanlık takva hassasiyetinden kaynaklanmıyor. 'Eski müslümanlara müslümanlık öğretme' arzusundan kaynaklanıyor. Öyle ya, eskiler hata yapmazsa, yeniler 'daha iyisini' nasıl öğretecek? Ceptelefonundan veya bilgisiyardan daha farklı/fazla/başka birşey olmamalı onlara göre din. "Ceptelefonunu kullanmasını babama ben öğretiyorsam, sakal-ı şerifin ziyaret edilip edilmeyeceğini de babama ben öğretirim." Olay tamamen bu. Bu kibir, twitter'da yazıştığım bazı gençlerin sakal-ı şerif ziyaretini 'peygamberin idrarına tapmak' olarak tarif etmesiyle iyice ayyuka çıkıyor.
Bu bile-isteye aptallıkla nasıl başedeceğiz? Cehl-i mürekkep cehl-i basite dönüşmeden cahil neyi öğrenebilir? Kabe'ye doğru secde etmek Kabe'ye tapmak mıdır? Bayramda ebeveyn elini öpmek ebeveyne kulluk mudur? Hadi, bunları çabuk geçelim. Allah, meleklerine Hz. Âdem'e (a.s.) secde etmelerini emrediyor Kur'an'da. Onlar da ediyorlar. Hâşâ, Cenab-ı Hak böyle yapmakla kendisi kendisine Hz. Âdem (a.s.) vesilesiyle şirk mi koşturuyor? Yakaladığı her saygı ifadesini 'şirk' diye damgalayan modernist veya selefi bu kafalardan toplumda zaten mumla arar hale geldiğimiz hürmeti nasıl kurtaracağız? Geçmişe hürmet etmeyene dine hürmeti nasıl öğreteceğiz?
Zaten az kalan hürmet sembollerini hepten yasaklayarak mı? Mehmet Görmez Hoca'nın bulduğu çare bu mu? Sonra işimiz çadırın dışında kalan kâşifin işine dönmesin? Biz de 'dini daha doğru yaşayalım' derken küfre batmış yeni nesilleri görüp donmayalım? Özetlersem: Bu 'anlamaya çalışma' yerine 'reddetme' temayülü doğru değil. Ve kesinlikle de hayır getirmeyecek. Ben sakal-ı şerifi ziyaret ettiği için itikadı bozulan avam görmedim, ama bu kafayla Kur'an okuduğu için itikadı bozulan çok akademisyen gördüm. Çünkü 'anlamaya' değil, 'yıkmaya' bakıyor. Sakal-ı şerif ziyaretleri konusunda da 'yıkmaya bakan' hem kendisi kaybedecek hem bize kaybettirecek. (Nitekim daha bugün Mescid-i Nebevî yanında bir terör eylemine şahit olduk. Demek korkulması gereken sakal-ı şerife hürmet eden mü'minler değil. Hz. Peygamber'e (a.s.m.) hürmetini yitirmiş meczuplar...)
Filmini izleyenler bilmez ama kitabını okuyanlar hatırlayacaktır. Kon-Tiki'de, Thor Heyerdahl, bir kâşifin başından geçen ibretlik bir hâdiseyi aktarır: Kâşif, kutup seyahatini gerçekleştirmeden önce, bölgede yaşayan Eskimoların çadırlarının düğmelerini kemikten yaptıklarını görür. Bu hassasiyetlerinin 'hikmetten' değil 'cahillikten' kaynaklandığını düşünerek 'daha sağlam olur' düşüncesiyle kendisininkini metalden yaptırır. Çadırını kurup içine gireceği bir gün şunu acıyla tecrübe eder: Metalden yapılmış düğmeler soğukta açılmamaktadır. Çadırın dışında atlattığı donma tehlikesi hem ona hem Heyerdahl'a yerlilerin tecrübelerine karşı daha anlayışlı/saygılı olmayı öğretir. "Modern insanının da bilmediği şeyler vardır." Ve Heyerdahl, kendi seyahati boyunca, yerlilerin tecrübelerine ve tavsiyelerine 'birer hazine' gözüyle bakar.
Modern zamanlar bizi en çok şu noktada kibre sürükledi: İnsanlığın son iki yüzyılında öyle şeyler keşfedildi ve üretildi ki, önceki nesillerin hayallerinde bile yoktu bunlar. Buradan Karunvarî bir kibre kapıldı çağımız. Zamanları herşeyin en iyisinin bilindiği zamanlardı. Kendilerine bu kemal 'ilimleri sayesinde' verilmişti. Çıkış her anlamda daha yukarıya doğru ve sürekliydi. Peki öncesi? Öncesi cehaletti. Öncesi vahşilikti. Öncesi bedeviyetti. Öncesi tastamam karanlıktı. Oralardan öğrenilecek birşey yoktu. Aksine öğretilecek çok şey vardı. 'Ergenlerin efendiliği' dönemi başladı böylece. İhtiyarların öğretecekleri giderek azaldı. Hatta kalmadı. Gençlerin öğretecekleri arttı.
Bu, bizi 'yaşla gelen tecrübenin' tarih boyunca yaşamadığı şekilde gözden düştüğü zamanlara uyandırdı. Geçmişe dair herşey bu kibirle karışık öfkeden payını aldı. Hor görüldü. Küçümsendi. Görmezden gelindi. Firavun gibi; "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" diye soruyordu modern bilimler her çağa. "Hayır!" diyen hangi dönem varsa Hz. Musa ve Hz. Harun'un (a.s.) çilesinden bir pay da onlara düşüyordu. İmaj ve Takva'da şöyle söylüyor Fatma Barbarosoğlu; “Modern hayat ile birlikte hayatın değişmeyen yönü önemini kaybetti. Bu kayıp en ağır yenilgiyi yaşlıların dünyasında gerçekleştirdi. Dünün bilgisi önemsenmediğinde, yaşlıların dünya üzerinde tuttukları alan işgal gibi algılanmaya başlandı.” Bediüzzaman'ın İhtiyarlar Risalesi'ni telif edişi ve geriatrinin (yaşlılık biliminin) ortaya çıkışı arasındaki ilgiye dair bir yazıda şöyle dokunmuştum bu konuya:
"Hakikaten her bilginin pek çabuk eskidiği ve yerlerine sürekli yenilerinin üretildiği bu devirde eskiye dair malumatı olanların ayakta kalabilmesi ve dahi kıymetli kalabilmesi çok güç. En nihayetinde gençlerden bulabildikleri tek karşılık (en iyi ihtimalle) 'küçümseyici bir şefkat' oluyor. Dikkat ediniz, mazide olduğu gibi saygı içeren bir şefkat değil bu. İçeriğinde küçümseyicilik var. Zira yaşla gelen bilgelik hayatın çarklarında ezilip kaybolan, kıymet bulmayan bir kavram haline gelmiş. Bildikleri herşey çoktan eskimiş. Bu yönüyle ihtiyarlar da ancak 'acınmayı' alabiliyorlar gençlerden. Susup hayatın dışarısına çıkmaları bekleniyor onlardan. Konuşan, görüş bildiren ihtiyar makbul olmuyor."
Günümüzde bazılarının 'İslam geleneği' denilen ama aslında İslam'ın ta kendisi olan herşeye karşı besledikleri düşmanlıkta da aynı kibrin izlerini görüyorum ben. Bu insanlar Asr-ı Saadet döneminde yaşamış insanların veya salih haleflerinin Kur'an'ı ve Allah'ın marziyatını bizden daha iyi anlamış olmalarına katlanamıyorlar. Evet, katlanamıyorlar, çünkü bu modernizmin onlara yaşattığı yüceleşme keyfine uygun düşmüyor. Anlamaya çalışmaktansa dalga geçmek, hikmet aramaktansa topyekûn reddedip ayakları altında çiğnemek daha kolay ve keyfe uygun geliyor. Böylece İslam içre olduklarını iddia ettikleri halde modernist kibrin dibine vuruyorlar.
Sakal-ı şerif ziyareti meselesini de bundan uzakta görmüyorum. Sakal-ı şerife düşmanlık takva hassasiyetinden kaynaklanmıyor. 'Eski müslümanlara müslümanlık öğretme' arzusundan kaynaklanıyor. Öyle ya, eskiler hata yapmazsa, yeniler 'daha iyisini' nasıl öğretecek? Ceptelefonundan veya bilgisiyardan daha farklı/fazla/başka birşey olmamalı onlara göre din. "Ceptelefonunu kullanmasını babama ben öğretiyorsam, sakal-ı şerifin ziyaret edilip edilmeyeceğini de babama ben öğretirim." Olay tamamen bu. Bu kibir, twitter'da yazıştığım bazı gençlerin sakal-ı şerif ziyaretini 'peygamberin idrarına tapmak' olarak tarif etmesiyle iyice ayyuka çıkıyor.
Bu bile-isteye aptallıkla nasıl başedeceğiz? Cehl-i mürekkep cehl-i basite dönüşmeden cahil neyi öğrenebilir? Kabe'ye doğru secde etmek Kabe'ye tapmak mıdır? Bayramda ebeveyn elini öpmek ebeveyne kulluk mudur? Hadi, bunları çabuk geçelim. Allah, meleklerine Hz. Âdem'e (a.s.) secde etmelerini emrediyor Kur'an'da. Onlar da ediyorlar. Hâşâ, Cenab-ı Hak böyle yapmakla kendisi kendisine Hz. Âdem (a.s.) vesilesiyle şirk mi koşturuyor? Yakaladığı her saygı ifadesini 'şirk' diye damgalayan modernist veya selefi bu kafalardan toplumda zaten mumla arar hale geldiğimiz hürmeti nasıl kurtaracağız? Geçmişe hürmet etmeyene dine hürmeti nasıl öğreteceğiz?
Zaten az kalan hürmet sembollerini hepten yasaklayarak mı? Mehmet Görmez Hoca'nın bulduğu çare bu mu? Sonra işimiz çadırın dışında kalan kâşifin işine dönmesin? Biz de 'dini daha doğru yaşayalım' derken küfre batmış yeni nesilleri görüp donmayalım? Özetlersem: Bu 'anlamaya çalışma' yerine 'reddetme' temayülü doğru değil. Ve kesinlikle de hayır getirmeyecek. Ben sakal-ı şerifi ziyaret ettiği için itikadı bozulan avam görmedim, ama bu kafayla Kur'an okuduğu için itikadı bozulan çok akademisyen gördüm. Çünkü 'anlamaya' değil, 'yıkmaya' bakıyor. Sakal-ı şerif ziyaretleri konusunda da 'yıkmaya bakan' hem kendisi kaybedecek hem bize kaybettirecek. (Nitekim daha bugün Mescid-i Nebevî yanında bir terör eylemine şahit olduk. Demek korkulması gereken sakal-ı şerife hürmet eden mü'minler değil. Hz. Peygamber'e (a.s.m.) hürmetini yitirmiş meczuplar...)
3 Temmuz 2016 Pazar
Kimin adını aldığın yolun kesilince anlaşılır
"Allah, içinizden cihad edenleri; Allah'tan, peygamberinden ve inananlardan başka sırdaş edinmeyenleri ortaya çıkarmadan sizi kendi halinize bırakacak mı zannediyorsunuz? Allah işlediklerinizden haberdardır." (Tevbe sûresi, 16)
Birinci Söz'e göre besmele sadece 'dil ile anılacak' birşey değildir. Hayat yolculuğu boyunca 'yanınıza alıp yaşanılacak' birşeydir. Ne demek bu? Belki şu demek: Besmele bir açıdan kulun varlığa bakış açısı, hatta daha da ötesinde, mü'minin yaşam açısıdır. Üzerine bakılacak ve görünen anlam dünyası üzerine yaşanılacak birşeydir besmele. Bu yüzden Birinci Söz'deki temsilî hikayecikte seyyah kabile reisinin ismini anmaz. Kabile reisinin ismini alır: "Bedevî Arap çöllerinde seyahat eden adama gerektir ki, bir kabile reisinin ismini alsın ve himayesine girsin—tâ şakîlerin şerrinden kurtulup hâcâtını tedarik edebilsin."
Peki, seyyahımız kabile reisinin ismini hiç mi anmaz? Hayır, elbette anar. Kendine ve diğerlerine hatırlatması gerektiğinde anar. "Bir kàtıu't-tarîke rast gelse, der: 'Ben filân reisin ismiyle gezerim.' Şakî def olur gider, ilişemez."
Anmanın almakla ilgisi bu noktadan doğar. Uzaktaki bir dostunuzu herhangi bir mecliste andığınız zaman varlığını da bir şekilde o meclise taşımış olursunuz. Hatırlamak da bir çeşit almaktır. Anmak da bir çeşit katmaktır. Katmak da bir çeşit taşımaktır. Hatırladığımız zaman o ismi tekrar yanımıza almış oluruz. Andığımız zaman andığımızın şahidi olan herkes o ismin ve hatırasının çağrıştırdığı anlam dünyasından istifade ederler.
Hatırladığımız bizim dünyamızda, andığımız ise anıldığı mecliste bir şekilde varolur veya varlığını arttırır. Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın ism-i mübareki anıldığında salavat getirmek, onun 'adı anıldığında salavat getirmeye layık' ve 'getirilmesi lazım' bir peygamber olduğunu bize ihtar eder. Liyakati onun kemalindendir. Lüzumu bizim ona borcumuzdur. Hatırlamak içe dönük gafleti izale eder. Anmak dışa dönük gafleti dağıtır.
İşte Bediüzzaman'ın 23. Söz'de dediği; "Eğer nur-u iman, içine girse, üstündeki bütün mânidar nakışlar, o ışıkla okunur. O mü'min, şuurla okur ve o intisapla okutur..." sırrı da budur. Hatırlayınca okuruz. Anınca okuturuz. Hatırlamanın tezahürü anmaktır. Hem zaten zikrullahta da bu sır yok mudur? Ehl-i zikr andığını önce kendi nefsine sonra zikrine şahit olanlara hatırlatır. Neyi çok hatırımızda tutuyorsak onu çok zikrederiz. Siyaset ise siyaseti, futbol ise futbolu, Allah ise Allah'ı... Yaşarken en çok andığımızdır yanımıza aldığımız. Yaşarken yanımıza aldığımızdır en çok andığımız.
Bediüzzaman, Birinci Söz'ün başında besmele için 'İslam nişanı' diyor. Bunun iki şekilde izahı var: Birincisi; besmeleyi anmanın kişinin kimliğine dair yaptığı ilanatla ilgili. Evet, besmele bir şeairdir. İşini besmeleyle yapanın müslüman olduğunu da anlamış oluruz. O ismi yanına aldığını, yani onunla yaşadığını, anmasından anlarız. İkincisi; besmelenin anmakla ve hatırlamakla çağrıştırdığı mana dünyasını ifade eder. Yukarıda dediğimiz gibi 'anmak' ve 'hatırlamak' bir şekilde andığımız veya hatırladığımız şeyin dünyamızdaki varlığını arttırır.
Onu ve onun ifade ettiği manaları yeniden dünyamıza çağırmış oluruz anmakla veya hatırlamakla. Bir mü'min de yaşadığı musibetler karşısında Allah'ı ve isimlerini hatırladığı zaman rahatlar. Çünkü varlıkla münasebetinde artık yalnız değildir. Birisinin adıyla ve dolayısıyla adına hareket eder. Üçüncü birşeyle birisinin adına muhatap olmak onunla muhatabiyette yalnız/kendi başına olmamaktır. "Evet, bu kelime ile hareket eden, o adama benzer ki, askere kaydolur, devlet namına hareket eder, hiçbir kimseden pervâsı kalmaz. Kanun namına, devlet namına der, her işi yapar, her şeye karşı dayanır."
Efendimiz aleyhissalatuvesselamdan nakledilen bir hadiste Allah'ın esmasını bilmekle cennet arasında kurulan ilgi bu pencereden bize bir hakikat fısıldar: Allah'ın isimlerini bilmekle biz daha bu dünyada bir cennet yaşarız. Nasıl olur bu? Çünkü o isimleri yanımıza aldığımızda varlıkla muhatabiyetimiz değişir. Bediüzzaman'ın telif ettiği Hastalar Risalesi, İhtiyarlar Risalesi, Taziye Risalesi gibi pekçok eser aslında 'adını almakla' zâhiren kötü şeylerle muhatabiyetin nasıl değiştiğini izah eder. Yani demem o ki: Biz yanımıza bir isim aldığımızı en çok bir kàtıu't-tarîke/yolkesene rastgeldiğimizde farkederiz. Daha doğrusu isim almanın nasıl bir nimet olduğunu bize hayatımızdaki yolkesenler öğretir.
Sağlıklıyken isim almakla almamak arasında nüans yokmuş gibi gelebilir. Hastalık yolunu kestiğinde ne cevap vereceksin? Gençken dünya güllük gülistanlık görünebilir. İhtiyarlık yolunu kestiğinde ne cevap vereceksin? Sevdiklerin hayattayken yolun hiç kesilmezmiş gibi gelebilir, ama ölüm yolunu kestiğinde ne cevap vereceksin? Bunların her birisi o seyyahın yolunu kesin eşkıyalar gibi yolunu keser. İşte o zaman almanın almamadan farkını anlarsın. Hatta yine 23. Söz'e uzanırsak; iman bir 'intisab'dır, küfür o nisbeti kat'eder. Demek o yolkesenlerin en büyüğü küfürdür.
"Bir kàtıu't-tarîke rast gelse, der: 'Ben filân reisin ismiyle gezerim.' Şakî def olur gider, ilişemez. Bir çadıra girse o nam ile hürmet görür. Öteki mağrur, bütün seyahatinde öyle belâlar çeker ki, tarif edilmez. Daima titrer, daima dilencilik ederdi. Hem zelil, hem rezil oldu." Demem o ki arkadaşım: Yolkesenlere verecek cevabı olmayanların mutluluğu yalandır. Sınanmamış iddiaları yalandır. Onların zâhiren zevk u safa içinde yaşaması seni kandırmasın. Belki daha yolları kesilmemiştir. En nihayet bir şâki yolunu kestiğinde, çünkü imtihan/sınanma dünyası bu, vallahi şu ayeti sen de iliklerine kadar hissedip haykıracaksın: "Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?"
Birinci Söz'e göre besmele sadece 'dil ile anılacak' birşey değildir. Hayat yolculuğu boyunca 'yanınıza alıp yaşanılacak' birşeydir. Ne demek bu? Belki şu demek: Besmele bir açıdan kulun varlığa bakış açısı, hatta daha da ötesinde, mü'minin yaşam açısıdır. Üzerine bakılacak ve görünen anlam dünyası üzerine yaşanılacak birşeydir besmele. Bu yüzden Birinci Söz'deki temsilî hikayecikte seyyah kabile reisinin ismini anmaz. Kabile reisinin ismini alır: "Bedevî Arap çöllerinde seyahat eden adama gerektir ki, bir kabile reisinin ismini alsın ve himayesine girsin—tâ şakîlerin şerrinden kurtulup hâcâtını tedarik edebilsin."
Peki, seyyahımız kabile reisinin ismini hiç mi anmaz? Hayır, elbette anar. Kendine ve diğerlerine hatırlatması gerektiğinde anar. "Bir kàtıu't-tarîke rast gelse, der: 'Ben filân reisin ismiyle gezerim.' Şakî def olur gider, ilişemez."
Anmanın almakla ilgisi bu noktadan doğar. Uzaktaki bir dostunuzu herhangi bir mecliste andığınız zaman varlığını da bir şekilde o meclise taşımış olursunuz. Hatırlamak da bir çeşit almaktır. Anmak da bir çeşit katmaktır. Katmak da bir çeşit taşımaktır. Hatırladığımız zaman o ismi tekrar yanımıza almış oluruz. Andığımız zaman andığımızın şahidi olan herkes o ismin ve hatırasının çağrıştırdığı anlam dünyasından istifade ederler.
Hatırladığımız bizim dünyamızda, andığımız ise anıldığı mecliste bir şekilde varolur veya varlığını arttırır. Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın ism-i mübareki anıldığında salavat getirmek, onun 'adı anıldığında salavat getirmeye layık' ve 'getirilmesi lazım' bir peygamber olduğunu bize ihtar eder. Liyakati onun kemalindendir. Lüzumu bizim ona borcumuzdur. Hatırlamak içe dönük gafleti izale eder. Anmak dışa dönük gafleti dağıtır.
İşte Bediüzzaman'ın 23. Söz'de dediği; "Eğer nur-u iman, içine girse, üstündeki bütün mânidar nakışlar, o ışıkla okunur. O mü'min, şuurla okur ve o intisapla okutur..." sırrı da budur. Hatırlayınca okuruz. Anınca okuturuz. Hatırlamanın tezahürü anmaktır. Hem zaten zikrullahta da bu sır yok mudur? Ehl-i zikr andığını önce kendi nefsine sonra zikrine şahit olanlara hatırlatır. Neyi çok hatırımızda tutuyorsak onu çok zikrederiz. Siyaset ise siyaseti, futbol ise futbolu, Allah ise Allah'ı... Yaşarken en çok andığımızdır yanımıza aldığımız. Yaşarken yanımıza aldığımızdır en çok andığımız.
Bediüzzaman, Birinci Söz'ün başında besmele için 'İslam nişanı' diyor. Bunun iki şekilde izahı var: Birincisi; besmeleyi anmanın kişinin kimliğine dair yaptığı ilanatla ilgili. Evet, besmele bir şeairdir. İşini besmeleyle yapanın müslüman olduğunu da anlamış oluruz. O ismi yanına aldığını, yani onunla yaşadığını, anmasından anlarız. İkincisi; besmelenin anmakla ve hatırlamakla çağrıştırdığı mana dünyasını ifade eder. Yukarıda dediğimiz gibi 'anmak' ve 'hatırlamak' bir şekilde andığımız veya hatırladığımız şeyin dünyamızdaki varlığını arttırır.
Onu ve onun ifade ettiği manaları yeniden dünyamıza çağırmış oluruz anmakla veya hatırlamakla. Bir mü'min de yaşadığı musibetler karşısında Allah'ı ve isimlerini hatırladığı zaman rahatlar. Çünkü varlıkla münasebetinde artık yalnız değildir. Birisinin adıyla ve dolayısıyla adına hareket eder. Üçüncü birşeyle birisinin adına muhatap olmak onunla muhatabiyette yalnız/kendi başına olmamaktır. "Evet, bu kelime ile hareket eden, o adama benzer ki, askere kaydolur, devlet namına hareket eder, hiçbir kimseden pervâsı kalmaz. Kanun namına, devlet namına der, her işi yapar, her şeye karşı dayanır."
Efendimiz aleyhissalatuvesselamdan nakledilen bir hadiste Allah'ın esmasını bilmekle cennet arasında kurulan ilgi bu pencereden bize bir hakikat fısıldar: Allah'ın isimlerini bilmekle biz daha bu dünyada bir cennet yaşarız. Nasıl olur bu? Çünkü o isimleri yanımıza aldığımızda varlıkla muhatabiyetimiz değişir. Bediüzzaman'ın telif ettiği Hastalar Risalesi, İhtiyarlar Risalesi, Taziye Risalesi gibi pekçok eser aslında 'adını almakla' zâhiren kötü şeylerle muhatabiyetin nasıl değiştiğini izah eder. Yani demem o ki: Biz yanımıza bir isim aldığımızı en çok bir kàtıu't-tarîke/yolkesene rastgeldiğimizde farkederiz. Daha doğrusu isim almanın nasıl bir nimet olduğunu bize hayatımızdaki yolkesenler öğretir.
Sağlıklıyken isim almakla almamak arasında nüans yokmuş gibi gelebilir. Hastalık yolunu kestiğinde ne cevap vereceksin? Gençken dünya güllük gülistanlık görünebilir. İhtiyarlık yolunu kestiğinde ne cevap vereceksin? Sevdiklerin hayattayken yolun hiç kesilmezmiş gibi gelebilir, ama ölüm yolunu kestiğinde ne cevap vereceksin? Bunların her birisi o seyyahın yolunu kesin eşkıyalar gibi yolunu keser. İşte o zaman almanın almamadan farkını anlarsın. Hatta yine 23. Söz'e uzanırsak; iman bir 'intisab'dır, küfür o nisbeti kat'eder. Demek o yolkesenlerin en büyüğü küfürdür.
"Bir kàtıu't-tarîke rast gelse, der: 'Ben filân reisin ismiyle gezerim.' Şakî def olur gider, ilişemez. Bir çadıra girse o nam ile hürmet görür. Öteki mağrur, bütün seyahatinde öyle belâlar çeker ki, tarif edilmez. Daima titrer, daima dilencilik ederdi. Hem zelil, hem rezil oldu." Demem o ki arkadaşım: Yolkesenlere verecek cevabı olmayanların mutluluğu yalandır. Sınanmamış iddiaları yalandır. Onların zâhiren zevk u safa içinde yaşaması seni kandırmasın. Belki daha yolları kesilmemiştir. En nihayet bir şâki yolunu kestiğinde, çünkü imtihan/sınanma dünyası bu, vallahi şu ayeti sen de iliklerine kadar hissedip haykıracaksın: "Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?"
1 Temmuz 2016 Cuma
Kendi şeytanını recmet...
Bu yeni farkettiğim birşey. Paylaşsam sizin de hoşunuza gider zannederim. 15. Söz'ü okurken dikkatimi çekti. 15. Söz'ün ne hakkında olduğunu bilirsiniz: "Ey kozmoğrafyanın ruhsuz meseleleriyle zihni darlaşan ve aklı gözüne inen ve şu âyetin azametli sırrını o sıkışmış zihninde yerleştiremeyen mektepli efendi! Şu âyetin semâsına yedi basamaklı bir merdivenle çıkılabilir. Gel, beraber çıkacağız..." diye başlayan bu söz, Mülk sûresinin 5. ayeti tefsir eder. Ayetin kısa bir meali şöyle: "And olsun ki, dünya semasını Biz kandillerle süsledik ve şeytanlar için o kandilleri birer taş yaptık."
Peki, mürşidim bu tefsiri ne 'üzere' yapar? Ayeti seküler bilimlere göre yeniden anlamlandırarak ve geçmiş tefsirleri 'eksik/yanlış anlamakla' suçlayarak mı? Hayır! Mana-i sarihînin savunusu üzerine yapar bunu. Metne başlarken yaptığı eleştiri hatayı nerede gördüğünün/göstereceğinin de delilidir. Bediüzzaman, ayete yapılan saldırıyı, bugünün yumuşak mealcilerinin pek sevdiği 'geçmişte yanlış anlaşıldığı' ekseninde değil; 'astronominin kafasının basmadığı' ekseninde karşılar. İşte bu imanlı bir kalbin izzetidir. Bugün Kur'an'ı anlamada en çok aradığımızdır.
15. Söz'ün satırları arasında yolculuk yaparken Bediüzzaman'ın mana-i sarihî savunusu sırasında birşeye özellikle dikkat çektiğini görürüz: Ayeti bir 'olay' anlatımı gibi değil de bir 'kanun' anlatımı gibi okuma. 20. Söz'de Kur'an kıssalarını 'kanun-i umumi uçları' gibi okumayı bize öğreten müellif; bu metinde de benzer okumaları her ayete veya 'bir olay anlatan her ayete' indirebilmeyi öğütler:
Bu metodun iki şeyi birden sağladığını düşünüyorum: 1) Mana-i sarihîye tavizsiz bir şekilde sahip çıkarak Kur'an'ı 'tarihselci okuma' denilen tahripten koruma. 2) Mana-i sarihîyi anlam tabakalarından sadece birisi olarak görerek vahyin nasıl 'tefekkürü bitmez bir evren' olduğunu gösterme... Mürşidimin gösterdiği bu nokta Kur'an'ı anlamada denge noktamızdır. Kur'an bir olayı naklettiğinde, biz, ne olayın 'aslında yaşanmadığını' söyleyip vahye başka anlamlar yamamaya çalışırız; ne de mana–i sarihînin tek anlam olduğunu söyleyerek Kur'an'ın 'bitimsizliğine' sınır çekeriz. Duruşumuz nettir: Mana-i sarihî esastır. Mana–i işarî mümkündür.
Bediüzzaman'ın mana-i sarihîye bakışı açıktır. Risale-i Nur'dan bâtınîliğe yol bulmaya çalışanlar ancak duvara toslar. Peki, bazı kesimler/isimler Risale metinlerinden böyle bir okumanın çıkabileceğini neden düşünmektedirler? Çünkü Risale-i Nur, ayetlerin sadece sarihî manaları üzerine değil, işarî manaları üzerine de çalışmıştır. İki yolun birden dersini içerir. İyi bir Risale okuru Kur'an'a karşı ferdî olarak da alınganlaşır. 'Hakaik-i hafiyesinden hissesini almaya' yatkınlaşır. Hayatındaki olaylarla Kur'an arasında daha sıkı bağlar kurar. Bu nedenle bir kısım meczuplar kendi mesleklerince 'kullanılır' sandıkları bir bilgiyi Risale-i Nur'dan elde ederler. Ve hatta yüzleri tutar da Bediüzzaman'ın 'bâtınî bir tefsir yaptığını' dahi söylerler. Yeryüzünde şaşılacak işler çoktur.
Peki, Bediüzzaman'ın Kur'an'dan çıkardığı işarî manalar bâtınîlerin yaptığı gibi metodsuz/usûlsüz müdür? Bir 'tefsir' değil de bir 'yorum' mudur? Bediüzzaman, istediği her ayeti, istediği herhangi bir manaya mı getirmektedir? Bunu söylemekten Allah'a sığınırız. Bundan bir adım önce 'tefsir' ile 'yorumu' birbiriyle karıştırmaktan Allah'a sığınırız. Tefsirin istinbatı, başta sarf ve nahiv kaideleri olmak üzere, pekçok kayıtla ayakları bağlı ve 'metni kullanmadan metni anlamaya çalışan' bir yapıya sahiptir. Yorum ise varmak istediğini yeri belirledikten sonra ayeti o noktaya doğru itekler. Yorum doğru olabilir mi? Olabilir. Ancak bir usûle bağlı olmadığından yine de itimat edilmezdir.
15. Söz'ünü okurken de Bediüzzaman'ın işarî mana çıkarımına dair nasıl bir metod/usûl kullandığına şahit oluruz. Ben bu metodun mana-i sarihî ile mana-i işarîyi barıştıran ve ikisinin birden hakk-ı hayatını savunan güzel bir yol olduğunu düşünüyorum. Nasıl bir metod peki bu farkettiğim? Başta demiştim ya: Ayet-i kerimeyi bir 'olay' değil bir 'kanun' gibi okumak... İşte Bediüzzaman'ın mana-i sarihîden mana-i işarîye gitmek için bulduğu yol, odur. Mezkûr eserde de Mülk sûresinin 5. ayeti üzerinden önce 'kanun-u mübareze'ye uzanılır. Oraya vardıktan sonra da varlıkta câri bütün mübarezelere bu ayet-i kerimenin penceresinden bakılmaya başlanır. Her birisi bu ayetin şümulüne dahil işarî fertler haline gelir:
Kardeş, sözüme kıymet verirsen, bu yazıyı önemse. Bediüzzaman'ın şu yolunu anlarsan Kur'an'ı okurken ne kendi hissenden olursun ne de mana-i sarihîyi incitirsin. Birisini tercih etmek için diğerini reddetmek zorunda kalmazsın. Ne müşebbine/mücessime gibiler ayetlerin 'zâhirinde hapsederek' dalalete itebilirler seni, ne de batınîler/modernistler 'bâtın ilüzyonuyla' sapkınlığa sürükleyebilirler kalbini. 15. Söz'ün sonuna bak. Mana-i sarihîyi basamak basamak savunduktan sonra nasıl da kendi hissesi olan işarî manaya getiriyor sözü. Demek, hak yolda tefekkür etmek de o 'kanun-u mübarezeye' dahil olmak, yani 'kendi şeytanını recmetmek'tir. Ve demek, Mülk sûresinin 5. ayeti mü'minlere bunu da ders verir:
Peki, mürşidim bu tefsiri ne 'üzere' yapar? Ayeti seküler bilimlere göre yeniden anlamlandırarak ve geçmiş tefsirleri 'eksik/yanlış anlamakla' suçlayarak mı? Hayır! Mana-i sarihînin savunusu üzerine yapar bunu. Metne başlarken yaptığı eleştiri hatayı nerede gördüğünün/göstereceğinin de delilidir. Bediüzzaman, ayete yapılan saldırıyı, bugünün yumuşak mealcilerinin pek sevdiği 'geçmişte yanlış anlaşıldığı' ekseninde değil; 'astronominin kafasının basmadığı' ekseninde karşılar. İşte bu imanlı bir kalbin izzetidir. Bugün Kur'an'ı anlamada en çok aradığımızdır.
15. Söz'ün satırları arasında yolculuk yaparken Bediüzzaman'ın mana-i sarihî savunusu sırasında birşeye özellikle dikkat çektiğini görürüz: Ayeti bir 'olay' anlatımı gibi değil de bir 'kanun' anlatımı gibi okuma. 20. Söz'de Kur'an kıssalarını 'kanun-i umumi uçları' gibi okumayı bize öğreten müellif; bu metinde de benzer okumaları her ayete veya 'bir olay anlatan her ayete' indirebilmeyi öğütler:
"Bütün âlemlerin Rabbi ve Müdebbiri ve Hâlıkı olan Zât-ı Zülcelâlin, ahkâmları ayrı ayrı pek çok namları ve ünvanları ve Esmâ-i Hüsnâsı vardır. Meselâ, ashab-ı Nebî safında küffara karşı muharebe etmek için melâikeleri göndermesini iktiza eden hangi isim ve ünvan ise, o isim ve ünvan iktiza eder ki, melâike ile şeyâtin ortasında muharebe bulunsun ve ahyâr-ı semâviyyîn ve eşrâr-ı arzîn mabeynlerinde mübareze olsun. Evet, küffarın nüfus ve enfasları kabza-i kudretinde olan Kadîr-i Zülcelâl, bir emirle, bir sayha ile onları mahvetmiyor. Rububiyet-i âmme ünvanıyla, Hakîm ve Müdebbir ismiyle bir meydan-ı imtihan ve mübareze açıyor."
Bu metodun iki şeyi birden sağladığını düşünüyorum: 1) Mana-i sarihîye tavizsiz bir şekilde sahip çıkarak Kur'an'ı 'tarihselci okuma' denilen tahripten koruma. 2) Mana-i sarihîyi anlam tabakalarından sadece birisi olarak görerek vahyin nasıl 'tefekkürü bitmez bir evren' olduğunu gösterme... Mürşidimin gösterdiği bu nokta Kur'an'ı anlamada denge noktamızdır. Kur'an bir olayı naklettiğinde, biz, ne olayın 'aslında yaşanmadığını' söyleyip vahye başka anlamlar yamamaya çalışırız; ne de mana–i sarihînin tek anlam olduğunu söyleyerek Kur'an'ın 'bitimsizliğine' sınır çekeriz. Duruşumuz nettir: Mana-i sarihî esastır. Mana–i işarî mümkündür.
"Kur'ân-ı Hakîmin esrarı bilinmiyor; müfessirler hakikatini anlamamışlar, diye beyan olunan fikrin iki yüzü var. Ve onu diyen, iki taifedir. Birincisi: Ehl-i hak ve ehl-i tetkiktir. Derler ki: Kur'ân bitmez ve tükenmez bir hazinedir. Her asır, nusus ve muhkemâtını teslim ve kabul ile beraber, tetimmat kabilinden, hakaik-i hafiyesinden dahi hissesini alır, başkasının gizli kalmış hissesine ilişmez. Evet, zaman geçtikçe Kur'ân-ı Hakîmin daha ziyade hakaiki inkişaf eder demektir. Yoksa—hâşâ ve kellâ—Selef-i Sâlihînin beyan ettikleri hakaik-i zâhiriye-i Kur'âniyeye şüphe getirmek değil. Çünkü onlara iman lâzımdır. Onlar nasstır, kat'îdir, esastırlar, temeldirler. Kur'ân ("Bu Kur'an'ın lisanı apaçık Arapçadır...") fermanıyla, mânâsı vâzıh olduğunu bildirir. Baştan başa hitab-ı İlâhî o mânâlar üzerine döner, takviye eder, bedâhet derecesine getirir. O mensus mânâları kabul etmemekten—hâşâ sümme hâşâ—Cenâb-ı Hakkı tekzip ve Hazret-i Risaletin fehmini tezyif etmek çıkar."
Bediüzzaman'ın mana-i sarihîye bakışı açıktır. Risale-i Nur'dan bâtınîliğe yol bulmaya çalışanlar ancak duvara toslar. Peki, bazı kesimler/isimler Risale metinlerinden böyle bir okumanın çıkabileceğini neden düşünmektedirler? Çünkü Risale-i Nur, ayetlerin sadece sarihî manaları üzerine değil, işarî manaları üzerine de çalışmıştır. İki yolun birden dersini içerir. İyi bir Risale okuru Kur'an'a karşı ferdî olarak da alınganlaşır. 'Hakaik-i hafiyesinden hissesini almaya' yatkınlaşır. Hayatındaki olaylarla Kur'an arasında daha sıkı bağlar kurar. Bu nedenle bir kısım meczuplar kendi mesleklerince 'kullanılır' sandıkları bir bilgiyi Risale-i Nur'dan elde ederler. Ve hatta yüzleri tutar da Bediüzzaman'ın 'bâtınî bir tefsir yaptığını' dahi söylerler. Yeryüzünde şaşılacak işler çoktur.
Peki, Bediüzzaman'ın Kur'an'dan çıkardığı işarî manalar bâtınîlerin yaptığı gibi metodsuz/usûlsüz müdür? Bir 'tefsir' değil de bir 'yorum' mudur? Bediüzzaman, istediği her ayeti, istediği herhangi bir manaya mı getirmektedir? Bunu söylemekten Allah'a sığınırız. Bundan bir adım önce 'tefsir' ile 'yorumu' birbiriyle karıştırmaktan Allah'a sığınırız. Tefsirin istinbatı, başta sarf ve nahiv kaideleri olmak üzere, pekçok kayıtla ayakları bağlı ve 'metni kullanmadan metni anlamaya çalışan' bir yapıya sahiptir. Yorum ise varmak istediğini yeri belirledikten sonra ayeti o noktaya doğru itekler. Yorum doğru olabilir mi? Olabilir. Ancak bir usûle bağlı olmadığından yine de itimat edilmezdir.
15. Söz'ünü okurken de Bediüzzaman'ın işarî mana çıkarımına dair nasıl bir metod/usûl kullandığına şahit oluruz. Ben bu metodun mana-i sarihî ile mana-i işarîyi barıştıran ve ikisinin birden hakk-ı hayatını savunan güzel bir yol olduğunu düşünüyorum. Nasıl bir metod peki bu farkettiğim? Başta demiştim ya: Ayet-i kerimeyi bir 'olay' değil bir 'kanun' gibi okumak... İşte Bediüzzaman'ın mana-i sarihîden mana-i işarîye gitmek için bulduğu yol, odur. Mezkûr eserde de Mülk sûresinin 5. ayeti üzerinden önce 'kanun-u mübareze'ye uzanılır. Oraya vardıktan sonra da varlıkta câri bütün mübarezelere bu ayet-i kerimenin penceresinden bakılmaya başlanır. Her birisi bu ayetin şümulüne dahil işarî fertler haline gelir:
"Ezel, Ebed Sultanının pek çok Esmâ-i Hüsnâsı vardır. Tecelliyat-ı celâliye ve tezahürat-ı cemâliye ile pek çok şuûnâtı ve unvanları vardır. Nur ve zulmet, yaz ve kış, Cennet ve Cehennemin vücudunu iktiza eden isim ve ünvan ve şe'ni ise, kanun-u tenasül, kanun-u müsabaka, kanun-u teâvün gibi pek çok umumî kanunlar misillü, kanun-u mübarezenin dahi bir derece tâmimini isterler. Kalb etrafındaki ilhamat ve vesveselerin mübarezelerinden tut, ta semâ âfâkında melâike ve şeytanların mübarezesine kadar, o kanunun şümulünü iktiza eder."
Kardeş, sözüme kıymet verirsen, bu yazıyı önemse. Bediüzzaman'ın şu yolunu anlarsan Kur'an'ı okurken ne kendi hissenden olursun ne de mana-i sarihîyi incitirsin. Birisini tercih etmek için diğerini reddetmek zorunda kalmazsın. Ne müşebbine/mücessime gibiler ayetlerin 'zâhirinde hapsederek' dalalete itebilirler seni, ne de batınîler/modernistler 'bâtın ilüzyonuyla' sapkınlığa sürükleyebilirler kalbini. 15. Söz'ün sonuna bak. Mana-i sarihîyi basamak basamak savunduktan sonra nasıl da kendi hissesi olan işarî manaya getiriyor sözü. Demek, hak yolda tefekkür etmek de o 'kanun-u mübarezeye' dahil olmak, yani 'kendi şeytanını recmetmek'tir. Ve demek, Mülk sûresinin 5. ayeti mü'minlere bunu da ders verir:
"İşte, yıldız böceği hükmünde olan kafa fenerine itimad eden ve Kur'ân güneşinden gözünü yuman kozmoğrafyacı efendi! Şu Yedi Basamaklarda işaret edilen hakikatlere birden bak. Gözünü aç, kafa fenerini bırak, gündüz gibi i'caz ışığı içinde şu âyetin mânâsını gör. O âyetin semâsından bir hakikat yıldızı al, senin başındaki şeytana at, kendi şeytanını recmet."
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...