İbrahim sûresinde, kısacık bir mealiyle, şöyle buyruluyor: "Görmedin mi, Allah güzel sözü güzel
bir ağaca benzetti ki, kökü sabit, dallarıysa semâdadır. O ağaç, Rabbinin
izniyle, her an meyvesini verir. Öğüt alsınlar diye insanlara Allah böyle
misaller veriyor. Kötü sözün
haliyse, toprağın üstünden sökülmüş kötü bir ağaca benzer ki, kökü de yoktur..."
Müfessirlerimiz, ayette geçen 'tayyib kelime/güzel söz' ifadesinin tevhide,
'habis kelime/kötü söz' ifadesininse şirke dair olduğunu haber veriyorlar.
Hakikaten imanımızı hayatta aynen böyle buluyoruz. İman, elhamdülillah, durduğu
yerde durmuyor. İnsan toprağına atıldığı anda bütün algılarını etkileyecek
şekilde yeşeriyor, dallanıyor, meyveleniyor. Allah'ı nasıl bildiğimizle
dünyamız da değişiyor, güzelleşiyor. Herşeyi Rahman'ın yarattığına imanlılar,
Yunus Emre Hazretleri gibi "Kahrın
da hoş, lütfun da hoş..." diyebiliyorlar. Veya İbrahim Hakkı
Hazretleri gibi "Mevlam görelim neyler, neylerse güzel eyler..." söyleyebiliyorlar.
Çünkü Onu tanıyınca sevmemek asla mümkün olmuyor. O sevgi de her yaşattığını 'sevgilinin
iltifatına' dönüştürüyor. Lezzetlendiriyor.
Mürşidim de bu sadedde diyor: "Kat'iyen bil ki, hilkatin en yüksek gayesi ve fıtratın en yüce
neticesi, iman-ı billâhtır. Ve insaniyetin en âli mertebesi ve beşeriyetin en
büyük makamı, iman-ı billâh içindeki marifetullahtır. Cin ve insin en parlak
saadeti ve en tatlı nimeti, o marifetullah içindeki muhabbetullahtır. Ve ruh-u
beşer için en hâlis sürur ve kalb-i insan için en sâfi sevinç, o muhabbetullah
içindeki lezzet-i ruhaniyedir. Evet, bütün hakikî saadet ve hâlis sürur ve
şirin nimet ve sâfi lezzet, elbette marifetullah ve muhabbetullahtadır. Onlar
onsuz olamaz. Cenâb-ı Hakkı tanıyan ve seven, nihayetsiz saadete, nimete,
envâra, esrara, ya bilkuvve veya bilfiil mazhardır. Onu hakikî tanımayan,
sevmeyen, nihayetsiz şekavete, âlâma ve evhama mânen ve maddeten müptelâ
olur..."
Sanki şu dünyaya 'anlamlar yüklemeye' gelmişiz arkadaşım.
Yorumlamaya gelmişiz. Okumaya gelmişiz. Ve Hak Teala, yüklediğimiz anlamlara
göre, ahiretimizi yaratacak. Yine mürşidimin ifadesiyle: "Burada meyve yersin, orada 'elhamdülillah' yersin." Bu
dünyada elhamdülillah diyenler ahirette o elhamdülillahlarını vücudlanmış
görecekler demek ki. Buradaki anlamlarıyla orada yeşerecekler. Evet. Cehennem
ehli cehenneme layık adem/yokluk anlamları yüklemekte dünyaya. Cennet ehli de
cennete yaraşır vücud/varlık anlamları vermektedir yaşadıklarına. Bunlar dünya imtihanımız
üzerinden üretilip arşivlenmektedir. Farkındalığımız bir tür kurgu-kayıt
hizmeti sunmaktadır. Peki sonrasında ne olacaktır?
Sonra bunlar vücud âlemine tekrar çıkarılacak. Maneviyatlar
maddiyata dönüşecek. İlimler hakikate kalbolacak. Herkes odununu kendisi
götürecek cehennemine. (Allah bizi onlardan olmaktan korusun.) Herkes nurunu
elleriyle taşıyacak cennetine. (Allah bize onlardan olmayı nasip eylesin.) Tıpkı
Pir Sultan Abdal'ın dediği gibi: "Cehennem
dediğin dal-odun yoktur./Herkes ateşini kendin götürür."
İşte, arkadaşım, bu zaviyeden bakıldığında 'dünya hayat' bir
'oyun ve oyalanmaya' dönüşür gerçekten. Çünkü oyunlar böyle oynanır. Onlar
bile-isteye kandırmacalardır. Çocuklar 'yalnız oyuncular için geçerli' anlamlar
verebilirler nesnelere. Mesela: Bazen, tıpkı yeğenim Salih'in yaptığı gibi,
toplar gezegenlere dönüşebilir. Bazen oyuncak ayı küçük kardeş olabilir.
Bazense içinde hiçbirşey olmayan tencerelerde yemekler pişirebilirler.
Hayalleri hem gerçektir hem değildir. Gerçektir, zira oyuncuları aksine
inandıramazsınız. Değildir, zira hakikate vâkıf olanlar için gülünçtür. Sırr-ı
imtihan da bizi böylesi bir 'çoklu gerçeklik dünyasına' uğratmıştır. Bin türlü
şirk sanrısına bedel tevhidin de billurdan binbir türlü mertebesi vardır.
Herkes mertebesince bir gerçeklikle muhatap olur. Herkes makamınca ağırlanır.
Çocuklar da, şimdinin hakkını verebilirlerse eğer, büyüdüklerinde arzuladıkları
rolleri oynayabilirler.
Johan Huizinga, Homo Ludens (Oyun İnsanı) isimli meşhur
eserinde der ki: "Oyunu kabul etmek,
ister istemez, ruhu da kabul etmek demektir. Çünkü özü ne olursa olsun, oyun,
madde değildir. Hayvanlar âleminde bile oyun fiziksel varoluşun sınırlarını
aşmaktadır. Dünyanın bütünüyle kör güçler tarafından yönetildiğini savunan bir
dünya görüşünün perspektifinden baktığımızda oyun tamamen gereksizdir. Ancak ve
ancak ruhun içeriye akışının 'evrenin mutlak determinizmini parçalamasıyla'
oyun mümkün, tasavvur edilebilir ve anlaşılabilir olur. Oyunun varlığı evren
içindeki konumumuzun mantıküstü doğasını sürekli doğrular. Hayvanlar oyun
oynayabildiği için salt mekanik varlıklar olmanın ötesindedirler. Biz de
oynuyoruz. Ve oynadığımızın bilincindeyiz. Öyleyse biz de salt akıllı varlıklar
olmanın ötesindeyiz. Çünkü oyun irrasyoneldir." Kitabın sonlarına
doğruysa şöyle güzel bir pencereye çevirir yüzümüzü: "İnsan zihni oyunun büyülü çemberinden ancak gözlerini yüce
varlığa çevirerek kurtulabilir. Mantıksal düşünce pek uzağa gidemez. İnsan zihninin
bütün hazinelerine ve tüm o parlak başarılarına baktığımızda şunu görüyoruz:
Her ciddi akıl yürütmenin dibinde sorunlu bir tortu kalmaktadır. Yargılarımızın
hiçbirinin nihai nitelikte olmadığını içten içe biliyoruz. Yargımızın
sendelemeye başladığı bu noktada dünyanın ciddi olduğu hissi de sarsılmaya
başlar. 'Herşey gelip geçici...' diyen eskilerin sözünün yerine daha olumlu
'Herşey oyun!' sözü kendini bize dayatır..."
"Dünya hayat bir
oyun ve oyalanmadan başka birşey değildir..." buyuran En'am sûresi
'oyunun mahiyeti' üzerine düşünmeye sevkediyor bizleri. Dikkat kesilelim. Hem
de çok dikkat. Kur'an-ı Mucizü'l-Beyan seçtiği kelimelerle daha nice sırlara işaret
ediyor olabilir. O sırları aydınlatmaksa ancak ameliyat-ı tefekküriye ile mümkündür.
Tefekkür de temel anlamları doğru yüklemekle ancak bağışlanan bir yoldur. Daha
önce okuyanları okumalıyız ki okuyacaklarımızı da okuyabilelim. Daha önce
okuyanları okumadan okuyacaklarımızı okuyamayız. Çünkü okumayı öğrenemeyiz.
Bizden evvel okuyanların en büyüğüyse "Oku!" emrine muhatap olmuş
Aleyhissalatuvesselamdır. O miraçta dahi gözü şaşmayandır. Gördüğünü
karıştırmayandır. Hüda kendini bildirmek lütfûndan bizleri esirgemesin. Âmin.
Âmin. Âmin.