Durmak gerek. Düşünmek için durmak gerek. Herşeyin bir ‘ol’ hızıyla aktığı şu kâinatta ‘batıp gidenlerden’ olmamak için durmak gerek. Durmayı neden bu kadar önemsiyorum? Çünkü durmak, an’ı yaşamaktan çok, an’a şahit olmaya karşılık geliyor. Allah, dalgınlığımızı bir ayıraç gibi bırakmış zamana, ömrümüze. Kimden miras bilinmez, şu kadim zannımız yanlış: Dalgınlık, gaflet değil. Gaflet başka birşey. Gaflet unutturuyor. Dalgınlık unutturmuyor, aksine uğruna dalınacak, hayattan kopulacak birşeyler olduğunu hatırlatıyor. Dalıyoruz, düşünüyoruz, bir nevi akıştan (akanların körlüğünden) kopuyoruz.
An’a şahit olmak, yani tefekkür etmek, onun varlığında (ve aynı anda kendi içinde) bir derinliğe ulaşmak. Bir beşinci boyut belki. En, boy, derinlik ve zamandan öte… Bir beşinci boyut. Esma boyutu. Esma sayısınca boyutlar. Esma renginde paralel evrenler. Açılan yeni yeni kapılar. Yeni yeni görülenler. Yeniden, ama farklı görülenler. Aslında aynı şey, ama bir yönüyle farklı şey. Vahidiyet: Aynılık. Ehadiyet: Farklılık. Kelime oyunu yapmıyorum sana. Bütün bu kıvranmalarım hakikati tarif etmekte zorlanışımdan.
An’a şahit olmak, ‘görmek ve göstermek için’ yaratılanın da varlık amacına işaret ediyor. Biz neden varız? Belki de sırf şahit olmak için. Değiştirmek için değil, zaten dönüşüyor olanın dönüşümünü görmek için. Dahlolmak için. Belki de bu yüzden teslimiyet kapısından girişimiz ‘şahadet’ getirmekle oluyor. Bir şahadet getiriyor ve yola çıkıyoruz. Yola çıkarken andığımız nişan gösteriyor ki, yol boyunca yapılacak olan da budur.
Müslümanlık; yani imandan sonra, gereği olarak vücuda gelmesine vesile olduğumuz herşey, bir şahit olma yolculuğudur. Şahit ola ola ve şahit oluna oluna bir süreç yaşamaktır İslamlık. Seyretmek ve aynı anda seyredilmektir. Sonra bu şahitlikler âlemi (âlem-i şahadet) derlenir, toparlanır; onlardan yeni bir âlem yaratılır. Bir melek, tebessüm ederek, elhamdülillah deyişini kaydeder mesela. Sonra o kayıtlı elhamdülillah’tan âlem-i beka’da bir sürü şey yaratılır. Cennette de inşaallah onlara elhamdülillah dersin. Kem lafızların da, fiillerin de hali böyle. Hepsi bir buğday tanesi aslında, ekiyorsun ism-i Hafîz tarlasına. Rahmet yağınca, bire beş, bire on, bire sonsuz veriyor. Nasibin varsa, topluyorsun. Nasibin de dalgınlığın miktarınca.
Sen sanıyor musun melek kardeşler yalnız puanlama yapıyorlar. Hayır, hayır, onlar bizim an’larımıza da şahitlik ediyorlar. O kadar şahidi var ki, yaşananların; hiçbir şeyimiz sır kalamaz. Sırrı olmayan yerde sen de imanını sır gibi kalbinde tutamazsın. İlla ‘bir cam fanus içindeki nur gibi’ etrafını ışıkta bırakır. Herkes görür sende onun şuaını. Fakat şaşırma: Sen kendine çok yakınsın, belki göremezsin. Zira birşeye uzak olmak körlük nedeni olduğu gibi, çok yakın olmak da körlük nedenidir. Senin yüzün, gözüne o kadar yakındır ki, onu görmez. Bir ayna bulamasa, göz, kendi güzelliğini takdir edemez.
Neden güceniyorsun Hz. Azrail efendimden? Ölürken yanında bir şahidinin olması, ruhunun emanetini ona bırakman, onu canına şahit tutman, tekrar dirilmek adına ‘hoş güzel’ bir ümit değil mi? İnsan, yabancısı bir memlekete yolculuğa çıkarken bir tanıdık bulsa karşısında ve en değerli eşyasını da ona bıraksa, ondan gücenir mi?
8 Şubat 2014 Cumartesi
3 Şubat 2014 Pazartesi
Çok kimlikli olmanın kökenleri 10: Tasdikten tasavvura dönüş
Bu farkları göstermek neden ehemmiyetli? Bu sorunun cevabıyla başlayalım. Öncelikle; Gülen Hareketi, kendisini, Bediüzzaman’ın Risale mesleğinin devamı ve hatta emanetinin bu zamandaki sahibi olarak görüyor. Hatta bu noktada cemaatin sahip olduğu kurum/kişi sayısı üzerinden Bediüzzaman’ın bizzat hizmetinde bulunmuş talebelerin dahi onu anlayamadığı tarzı bir argüman üretiliyor. İçten içe “Allah bizi galip/çok kıldı. Çünkü Bediüzzaman’ın emaneti aslında Hocaefendi’de!” tarzı, şer’i anlamda dayanaksız, belki ancak rüyalara ve bazı mistizm yüklenmiş şeylere zorla dayandırılabilen savlara sahipler. (Örneğin; Bediüzzaman’ın babasının ismi Mirza, Hocaefendi’ninki Ramiz. İkisi de aynı harflerle yazıldığından... gibi.) Hatta bazı uydurulmuş menkıbelerle/hatıralarla da besleniyor bu anlayış. Bazı örneklerini daha evvelki yazılarımda vermiştim. Tekrar etmeyeceğim.
Bu aslında Gülen’in kurnazlığı bence. Bediüzzaman’ın bu topraklarda sahip olduğu temiz miras üzerinden kendi mesleğini inşa etmenin bir yolu. Hocaefendi, bu miras üzerinden nüfuzunu arttırmaya çalışmasa, böyle geniş kitlelere ulaşabilir miydi? Mümkün değil. Çünkü çoğu yerde ona yol verenler, oralarda Nur hizmetini yürütenler oldu. İzmir’de başlattığı hareketi ele alalım mesela. Mustafa Birlik abi gibi, o bölgede zaten etkin hizmetler yürüten birilerinden destek almasa, Gülen bu noktaya gelebilir miydi?
Yargılanırken Nurculuğunu inkâr etmesi ve ardından kendi yolunu çizmek için yaşadığı ayrılık. Bundan sonrası aslında Gülen ve takipçilerinin kimliklerindeki büyük kırılmanın başlangıç noktasıdır. Gülen, o andan sonra, her zaman iki kimliklidir. Bir yönüyle Bediüzzaman’ın hizmetinin bu zamandaki söz sahibidir(!); diğer yanda ise, kendisinin Bediüzzaman’la irtibatını anlatan bir yazıda (ki kendi sitelerinde de yer almaktadır bu yazı) söylendiği gibi; Risale-i Nur, onun okuduğu kitaplardan bir kitaptır ve sırf onu okuduğu için Nurcu sayılmamalıdır. Çünkü o çok başka isimleri de okumuştur.
Buradan başlayan kırılma, daha sonra Gülen’in ele aldığı her kavram veya ideoloji karşısında iki dilli konuşmasına neden olmuştur. Gayrı neyi elinize alsanız, en aşağı iki Gülen bulursunuz karşınızda. Batı’yı eskiden beğenmez, çok sert eleştirir; ama sonra beğenir, hatta orada yaşar. Okumak için başını açmaya önceleri şiddetle karşı çıkar, ama sonra fürûat deyip fetva verir. Doğum tarihini 11 Kasım 1938 olarak lanse edip Kemalizmi bitirecek adam gibi alttan alta tanıtmasına rağmen kendisini, sonradan Mustafa Kemal’e hoşgörüyle bakılmasını ister. Hatta din dostu görmeye başlar. Daha bunun gibi her neye el atsanız, Gülen’in iki hatta daha fazla yüzüyle, kimliğiyle ve söylemiyle karşılaşırsınız. Mavi Marmara’da büyük puntolu beyanatlar verip “Otoriteye itaat etmeleri lazımdı” diyen adam, Gezi olayları başladığında otoritenin adını bile anmaz. Hatta eylemcilere cesaret verecek argümanlar kullanır.
İşte ben de bu çift dilli yerleri, hassaten Bediüzzaman’ın takip ettiği omurgalı yoldan ayrıldığını noktalarda teşhis etmeye çalıştım bu yazılarla. Bir yandan Bediüzzaman’ın mirasçılığı savunulurken aslında onun mirasına nasıl ihanet edildiğini göstermeye gayret ettim. 10.’sunu yazıyorum bugün bu yazıların. Başlarken 5 tane yazmayı planlamıştım. Sonra 7 oldu. Sonra 10. Daha da yazılabilir. İnşaallah ileride daha sağlam yazılarla ve daha ince araştırmalarla yapanlar da çıkacaktır. Benimkisi onların girizgâhı kabilinden birşey belki. Ön adımlardan birisi.
Kurumların kutsallaşması, istiğna mesleğinden uzaklaşma, kemiyetin (niceliğin) yükselişi, şebperestlik, Kemalizmin içselleştirilmesi, kişi merkezlilik, seçilmişlik algısı, abilerin ağalaşması ve dindarların memurlaştırılması... Bunun yanısıra yazılmasını arzu ettiğim, ama kendim yapmaktan vazgeçtiğim birkaç şey daha var. Mesela; ‘tedbir’i nasıl izzetsizliğe, dönekliğe ve bazen de casusluğa varır bir tarzda yorumladıkları ve uyguladıkları; ama Bediüzzaman’ın nasıl bunun tersi izzetli bir tedbir anlayışına sahip olduğu üzerinde durmak isterdim. Yine ‘istişareyi’ nasıl asıl manasından uzaklaştırıp avamın iradesini ellerinden alma/yönlendirme aracı olarak kullandıklarını da yazmak istiyordum. Ve yine Bediüzzaman’ın metinleri tefekkür ve marifet odaklıyken, Gülen’in metinlerinin hareket ve aksiyon odaklı olduğu üzerine birşeyler karalayacaktım. Fakat inadım bitti. Son bir tanesini daha ele alıp bu seriyi burada bitirmek istiyorum. Altın Nesil meselesi...
Altın Nesil ilginçtir bence. Çünkü ortaya çıkışı aynı zamanda Fethullah Gülen’in Nur hareketinden ayrılıp kendi yolunu çizdiği döneme rastlar. Gülen, 1975’te, İzmir’de Altın Nesil konferansında onu şöyle anlatır: “....Yunanlı bir şey bekler: O dünyayı kirden, pastan kurtaracak bir Heraklit bekler. Hristiyan insanlığı kurtaracak Mesih intizar etmektedir. Alevî de bir gayb imam, ‘muntazır imam’ beklemektedir. Biz de bir şey bekliyoruz. Eğer onu beklememizde Allah nezdinde bir mahsur yoksa; hem içini, hem dışını fetheden ‘altın nesil’ bekliyoruz...”
Daha başka metinlerde, Altın Nesil, Mehmet Akif’in Âsım’ı, Tevfik Fikret’in Haluk’u gibi şeylere de bağlanır. Fakat burada asıl ilginç olan; Gülen’in bu Altın Nesil’inin Kur’an’da ve sünnette bir dayanağı olmayışıdır. Yani ışığını onlardan almaz. (Yukarıdaki örneklendirmelerde de misaller Yunanlılar, Hristiyanlar ve Alevîler üzerinden yapılır.) Belki yukarıdaki örneklere yakın, ahirzamanda gelecek bir kişiden, bir Mehdi’den sünnet içre bahsedebilebilir. Fakat yine de topyekûn bir Altın Nesil idealinin içinin sünnetten beslendiği söylenemez. Çünkü İslam’da, müslümanlık, şu an yaşanamayacak, ancak ileride bir Altın Nesil’in hakikatine erebileceği birşey değildir. İslam’ın işi bugünledir. Bugünün hakkını vermek iledir. Yarın ise takdir-i Hüda’ya bırakılmıştır. Yarın gelecek bir nesil uğruna bugünden vazgeçilemez. Hatta eğer bir Altın Nesil’den bahsedilecekse, buna layık ancak Asr-ı Saadet dönemi olabilir. Çünkü onlar zamanlarının hakkını en çok verenlerdir.
Burada bir nefes alalım. Sizi Orwell’ın Bir Peri Masalı: Hayvan Çiftliği kitabına götürmek istiyorum. Okuyanlar bilirler, ama azıcık anlatayım: Aslında eser, fantastik bir öykü içeriyor. Çiftlik şartlarından rahatsız olan hayvanlar, en zekileri domuzların başkanlığında direnişe geçiyorlar ve çiftliği ele geçiriyorlar. Daha sonraları ise çiftlik içinde, kendi aralarında yaşadıkları olaylar, tüm hayvanlarını etkileyen yönleriyle aktarılıyor. Acı, kandırılma, ihanet, fedakârlık, hayaller, hayaller. Daha iyi bir gelecek için bugün çektirilen çileler, sonuç için süreçte yapılan fedakârlıklar. Daha güzel günler görmek hayaliyle yola çıkan devrim, en nihayet daha kötü bir düzene ulaşmış olarak sonlanıyor.
Ben de işte Orwell’ın Hayvan Çiftliği’ni okuduğumdan beri düşünüyorum: Hayaller, bugünün mahvedicisi olabilir mi? Hedef ne kadar güzel olursa olsun, en nihayetinde seni bugünden vazgeçmeye yönlendiriyorsa, oradan bir ütopya doğuyor. Bugün olmayacak, gelecekte seni ve sen gibileri kuşatacak (o da belki) bir ütopya. Ütopyaların öyle tatlı, öyle şehvetli bir yanı var ki; insanlar onlar için seve seve bugünlerinden vazgeçiyorlar. Fedai haline gelebiliyorlar. Belki Orwell’ın Bir Peri Masalı olarak isimlendirdiği bu karaütopyanın özünde de aynı hayalperestlik yatıyor. Düpedüz masal bu çünkü. Gelecekte daha güzel günler görmek için bugününden vazgeçen hayvanlar, en nihayet ne geleceğe ulaşabiliyorlar ne de bugünden nimetlenebiliyorlar. Bir baskı rejiminin yerini bir başka baskı rejimi alıyor. Vesayetin yerine vesayet geçiyor. Emek, sürünmeye devam ediyor.
Orwell’ın Hayvan Çiftliği’ni yalnızca bir komünizm, bir Sovyet Rusya eleştirisi olarak okumak çok yanlış. O aslında Bir Peri Masalı ile kandırılan tüm ideoloji mağdurlarını anlatıyor bu romanında. Yalnızca Batının sorunu değil kandırılmışlık. Mesela âlem-i İslam içinde bile çokları, gelecekte kurulacağı ümit edilen, tasavvur edilen, belki taakkulda bile yeri olmayan şeyler için gençlerini, senelerini feda ediyorlar. Bakıyorsunuz; her sapkın ideoloji önce kapınızı kendi ütopyasıyla çalıyor. En nihayet bir tasavvur sarıyor hayatınızın her yerini. Bugünü görmezden getiren bir ütopya. Davanızın her yeri aslında ütopyalardan oluşuyor. Zaten dava da özünde sanki bir ütopya. İnsanlar dava adamı dediklerinde iyi bir mümini kastetmiyorlar. Bir ütopyası olan ve bu ütopya için bugününden vazgeçen adamı kastediyorlar.
İşte o zaman ben Bediüzzaman’ın “Mahrem bir suale cevaptır...” kısmında söylediği ‘tasavvur değil tasdiktir’ sözünü anımsıyorum. Bu yolun, bu yolun yolcusunun tasavvurlarla meşgul olmadığını, tasdik dairesine kadar çıkabilmiş, elle tutulur ve akılla kestirilir bir yolda koştuğunu anlıyorum. Bu yüzden belki Bediüzzaman’ın ayakları hep yere sağlam basıyor gibi geliyor bana. Onun böyle ütopyaları yok çünkü. Bir bahardan bahsediyor, evet. Ama asla bunu başkalarının yaptığı gibi tasavvura dökmüyor. Başkalarının hayal ettiği gibi imparatorluklar, altın nesiller, devletler kurup dağıtmıyor. Bir bahar gelecek diyor sadece. Bir bahar, ama nasıl belli değil. Ve en önemlisi; o bahara erişmek için bugünden vazgeçmek gerekli değil.
Sahabe mesleği nedir? Bu meslekte olduğunu söyleyenlerin bile tüm köşelerini bildiği birşey değil sahabe mesleği. Sahabe, ütopyası olan insan mıdır? Yoksa onların yaptığı, bugünü, Asr-ı Saadet kıvamında yaşama telaşı mıdır? Bugünlerde böyle sorular sorasım çok var. Kur’an’ın bir ütopyası var mı? Yoksa onun derdi, müminin bugününün rıza dairesi içinde yaşanması mı? Yarınları ise tevekkülle Onun takdirine bırakması mı? Kur’an’ı okuyunca müslüman olmak ne kadar kolaylaşıyor. Başkalardan İslam’ı işitince ne kadar ağırlaşıyor. Herşey ne kadar karışıyor vahiyden insana gidince. Sorularım çok bugün. Peki ya cevaplar? Hepimiz birilerinin faziletinin esiriyiz. Birileri her zaman bizden ütopyaları için bugünden vazgeçmemizi istiyor.
Bence Gülen’in ‘sapmaları’nın en büyük nedenlerinden birisi de bu: Tasdik yerine tasavvuru yerleştirmesi. Bir hayal uğruna hakikatten tavizler vermesi. Halbuki bu yol, husulumeşkuk bir sonuç için, süreç içinde kırılmalara neden oluyor. Olup olmayacağı Allahın takdirinde birşey için bugünden vazgeçebiliyorsunuz böylece. Ve tâbilerinizi de böylece köleleştirebiliyorsunuz. Çünkü ütopya köleleştirir. Yarın için bugününüzü ister sizden. Afyondur, zincirdir. Her ütopya bir yalancı cennettir. Önden giden atlı olmanızı ister. Fedai olmanızı ister. Fakat sonra yola çıktığınız yerden ne kadar sapmış olduğunuzu farkettirmez. Çünkü ‘hareket’ odaklıdır. Düşünmeden deli gibi hareket. Hareket odaklıdır Gülen’in düşünce dünyası. Bediüzzaman gibi sürecin her an tefekkürle sorgulandığı bir alana karşılık gelmez. Sürekli aksiyon ister ki, düşünmeye fırsat kalmasın. Yapılsın, yapılsın, yapılsın. Sonu düşünülmeden ve sorgulanmadan yapılsın.
Bu da bir çok kimliklilik yaratır işte. Yarın için bugünden vazgeçenler, bugün girdikleri her şekli de yine aynı yarın adına savunur hale gelebilirler. Artık her omurgasızlık ve kıvrılma, “Bir hikmeti vardır!” uyarısıyla içselleştirilebilir. Metin Karabaşoğlu’nun ‘Yuşa Makamı: Yeniden’ yazısında çok güzel yakaladığı ve örneklendirdiği gibi; onlar süreci sorgulayan Hz. Musa olmak niyetinde değillerdir çünkü. Sonuç odaklı Hz. Hızır mesleğindedirler kendilerince. Fakat ulu’l-azm olan Hz. Hızır değil, Hz. Musa’dır. Yolu daha makbul olan Hz. Musa’dır. Hatırlarsınız, hatırlatırsınız, ama hatırlamazlar. Ütopyaların peşinde koşmak çok şehvetlidir çünkü.
29 Ocak 2014 Çarşamba
Çok kimlikli olmanın kökenleri 9: Dindarların memurlaştırılması...
“İnsanlığın uzun ve iç karartıcı tarihine baktığınızda, korkunç suçların isyandan çok ‘itaat adına’ işlendiğini görürsünüz.” C. P. Snow
Ne haklı söylüyor Esayan, İyi Şeyler’de; “(...) bilimsel açıklamanın vicdanî itirazları gideren bir gücü vardı” derken. Evet, hepimiz, çoğu zaman, bilimselliğin ardına sığınarak kaçıyoruz hakikatlerden. “Biribirini siper ederek sıvışıp gidenleri Allah gerçekten bilir...” buyuran Nur sûresi 63 de, biraz buna işaret ediyor sanki. Her kaçış, önce yolunu yapar. Ve bu yol, ‘benzer diğerlerinin’ bahanelerinden örülür. El değiştiren bahane, bu ellerin sayısı arttıkça, sınanmamış bilgiye dönüşür. Fısıldanma sıklığı ve şiddeti ‘söylentiyi’ gafillerin nazarında ‘doğruya’ benzetir. Başkasının hurafesi, eğer sınamazsak, bizim hoşa giden hakikatimiz olur. Tıpkı Ene Risalesi’nde dendiği gibi:
“Sonra, nevin enaniyeti de bir asabiyet-i neviye ve milliye cihetiyle o enaniyete kuvvet verip, o ene, o enaniyet-i neviyeye istinat ederek, şeytan gibi, Sâni-i Zülcelâlin evâmirine karşı mübareze eder.”
Haksızın güç aldığı tek kaynak kalır geriye o vakit: Haksızlığın niceliği. Ve dikkat edin, haksızlar, sık sık sayılarıyla övünür; haklılar ise, tek kalsalar dahi, bozmadıkları duruşlarıyla.
Serdar Kaya’nın, itaatin mantığını sorgulatan o harika eserinde rastlamıştım ilk kez bu ‘acaba’lara. Endoktrinasyon ve Türkiye’de Toplum Mühendisliği kitabında. Kaya, daha başlarında, Milgram deneyini değerlendirirken şöyle başlıyordu sözlerine:
“İnsanın otoriteye karşı ne derece zayıf olduğu, otoriteye itaat etme adına ne kadar ileri gidebileceği ve otoritenin insanları kontrol edebilme adına ne kadar belirleyici olabileceği gibi konularda en çarpıcı deneylerden biri, 1961 yılında Stanley Milgram (1933-1984) tarafından yapıldı. Milgram’ı, otoritenin insan psikolojisi üzerindeki etkilerini ölçmeye amaçlayan bir deney yapmaya yönelten olay, (deney başladığında üç aydır Kudüs’te yargılanmakta olan) Nazi Almanyası savaş suçlusu Adolf Eichmann hakkındaki düşünceleri olmuştu. Milgram’a göre Eichmann’ın, sadist bir canavar değil, sadece kendisine verilen emirleri yerine getiren bir asker olması pekala mümkündü. Bir başka deyişle, insanlık tarihi boyunca gerçekleşen korkunç olaylar, canavar ruhlu insanların eseri olmaktan ziyade, masasında oturup kendisine verilen görevleri yerine getiren sıradan insanların (etiği sorgulamadan) yaptıkları işlerin bir sonucu olabilirdi.”
Kitabın devamında Milgram deneyinin detaylarını okuduğunuzda ‘âdemoğlunun dönüştüğü şeye’ şahit olmakla hakikaten şaşırıyordunuz. İnsanlar, deney süreci içerisinde psikiyatrların öngörülerini boşa çıkararak (40 denekten 26’sı oranında), 450 voltluk üst sınıra kadar denek öğrenciye elektrik vermekten çekinmemişlerdi. Ki 120 volttan sonraki her aşamada deneğin acı çekeceği kendilerine bildirilmiş, hatta acılı haykırışlarını içeren ses kayıtları da dinletilmişti. Ama işlerini ‘ücret karşılığında düğmeye basmak’ olarak gören insanlar, etik yanını görmezden gelerek, görevlerini yapmaktan kaçınmadılar. Onlar sadece ‘düğmeye basan memurlardı’ çünkü.
Kitapta, Milgram deneyinden başka, filmi de yapılan Stanford Hapishane deneyi, Asch deneyi gibi daha pek çok deney ve vakıa incelenerek, bunların karşılaştırmalı tahlili yapılıyordu. Fakat benim en çok dikkatimi çeken şey; Milgram deneyinin tahlilinde değinilen Nagasaki’ye atılan bomba meselesiydi. Olayı hatırlayan her insanın (Japonlar da dahil) Amerika’yı suçladığını, fakat kimsenin pilot Charles Sweeney’i anımsamadığını söylüyordu Kaya. Belki Charles Sweeney de (70.000 masum ölümden sorumlu olmasına rağmen) kendisine sorulsa, yalnızca görevini yaptığını ve Japonlara kişisel bir husumetinin olmadığını belirtecekti.
İnsanın, görevini ‘düğmeye basmak’ olarak gördükçe yaşadığı robotlaşma, bana ister istemez 2010 yapımı Kutu (The Box) filmini anımsatıyor. Başrollerini; Cameron Diaz, James Marsden, Frank Langella’nın paylaştığı filmde, bir çifte, gizemli bir adam tarafından zor bir teklif götürülüyordu: Yanında getirdiği kutuyu evlerine bırakan adam, eğer o kutudaki butona basarlarsa kendilerine yüklü bir miktarda para vereceğini, ancak bastıkları anda dünyanın bambaşka bir yerinde bir masumun öleceğini söylüyordu. Günlerce gerilim yaşayan aile, en nihayetinde yapacakları şeyin ‘sadece bir düğmeye basmak’ olacağı yönünde kendilerini ikna ederek teklifi değerlendiriyorlardı. En başta Esayan’dan alıntıladığım cümleye dönersem: İnsan kendince bilimsel bir açıklama bularak veya sıfırdan üreterek bir şekilde vicdanının sesini bastırmayı başarıyordu.
Ben şimdi bütün bunları neden anlattım? Çünkü bu düğmeye basmak meselesinde bir memurlaşmanın/robotlaşmanın payı olduğunu düşünüyorum. İnsan, bir sisteme ‘memurlaşarak’ dahil olduğunda, etik sorgulamayı daha kolay kenara itebiliyor bence. Zira memurlaşmak, yaptığı şeyin sorumluluğunu kendisine değil, bağlı olduğu kuruma/devlete/cemaate ve onların asabiyetlerine yükleyerek vicdan sızısından kurtulmak kolaylığını da sağlıyor nefislere. İnsanlar, Ene Risalesi’nden yaptığımız alıntıda da okuduğumuz gibi, nevin enaniyeti ve asabiyeti içinde bireysel sorumlulukları unutup vicdan sızılarını oralardan devşirdikleri bilimsellikle(!) giderebiliyorlar. Bu sayede, hangi safa denk gelirlerse gelsinler zaman içinde, her birinde fanatik olabiliyorlar. Bütün kimlik değişikliklerini içselleştirebiliyorlar.
Bediüzzaman, belki biraz da bu yüzden, Eski Said döneminden beri, memuriyetin kem yönlerine vurgu yapıyor ve insanları onun etkilerine karşı uyarıyor. Münazarat’ı yazdığı 1910’lu yıllarda bile:
“Maîşet için tarik-ı tabiî ve meşru ve zîhayat, san’attır, ziraattir, ticarettir. Gayr-ı tabiî ise, memuriyet ve her nev’iyle imârettir. Bence imâreti, ne nâm ile olursa olsun, medâr-ı maişet edenler bir nevi cerrar ve aceze ve seeledir—fakat hilebaz kısmında... Bence memuriyete veya imarete giren, yalnız hamiyet ve hizmet için girmelidir. Yoksa, yalnız maişet ve menfaat için girse, bir nevi çingenelik eder...”
Hatta aynı eserin daha başka bir yerinde İslamların ‘neslen ve serveten tedennîsini’ memuriyetin revacına bağlayabiliyor:
“Binaenaleyh, milletimiz ya üç veya bir buçuk kayıt ile mukayyeddir. Buna mukabil, bizim gayr-ı müslimlerin ayaklarında yalnız bir yalancı kaydımız vardı. Ona bedelen çok nazlarını çektiğimiz gibi, onlar neslen ve serveten ziyadeleştiler; biz, bir nevi hizmetkârlık olan memuriyet ve askerlik cihetiyle servet ve nesilce aşağıya düştük.”
Daha başka bir yerde de meşrutiyeti savunurken, milletin/dinin idaresini atanmışlara yüklemeyi şöyle eleştiriyor:
“Hem de, mağlûp biçare bir reise yahut müdahin memurlara veyahut mantıksız bir kısım zabitlere itimat edilirse ve dinin himayesi onlara bırakılırsa mı daha iyidir; yoksa efkâr-ı âmme-i milletin arkasındaki hissiyat-ı İslâmiyenin mâdeni olan, herkesin kalbindeki şefkat-i imâniye olan envâr-ı İlâhînin lemeâtının içtimalarından ve hamiyet-i İslâmiyenin şerârât-ı neyyirânesinin imtizacından hasıl olan amûd-u nuranînin ve o seyf-i elmasın hamiyetine bırakılırsa mı daha iyidir, siz muhakeme ediniz.”
Hem yine başka bir yerde Kürtlerin medreselerde ‘taharri ahlakı’nı geliştirmekle meşrutiyete adaptasyonda memurlardan daha ileri olduklarını, onların sistem olarak buna daha namüsait olduklarını şöyle belirtiyor:
“(...) Kürtlerin tabiat-ı meşrûtiyetperverânelerine binâen, dersi münâzara ve münâkaşa sûretinde okuyorlar. Onun içindir ki, medreseleri küçük bir meclis-i mebusân-ı ilmiyeyi andırıyor. (...) Ey ehl-i hamiyet, anlayınız! Kürt ve emsâli, fikren meşrûtiyetperver olmuş ve oluyorlar. Lâkin, bâzı memurun fiilen meşrûtiyetperver olması müşküldür.”
Daha bunun gibi pek çok yerde Bediüzzaman, memuriyeti eleştiriyor ve İslamlar üzerinde menfi tesirinin çok olduğunun altını çiziyor. Hayatının daha sonraki döneminde de (yani Yeni Said kısmında da) memuriyete bakışı değişmiyor Bediüzzaman’ın. Hatta yıllar sonra büyük bir memuriyeti neden kabul etmediği sorulduğunda verdiği cevap aynı endişeleri bize hatırlatır nitelikte:
“Büyük memurlardan bir kaç zat benden sordular ki: ‘Mustafa Kemal sana üç yüz lira maaş verip, Kürdistana ve vilâyât-ı şarkiyeye, Şeyh Sinûsî yerine vâiz-i umumî yapmak teklifini neden kabul etmedin? Eğer kabul etseydin, ihtilâl yüzünden kesilen yüz bin adamın hayatlarını kurtarmaya sebep olurdun’ dediler.
Ben de onlara cevaben dedim ki: Yirmişer, otuzar senelik hayat-ı dünyeviyeyi o adamlar için kurtarmadığıma bedel, yüz binler vatandaşa, herbirisine milyonlar sene uhrevî hayatı kazandırmaya vesile olan Risale-i Nur, o zâyiatın yerine binler derece iş görmüş. Eğer o teklifi ben kabul etseydim, hiçbir şeye âlet olamayan ve tâbi olmayan ve sırr-ı ihlâsı taşıyan Risale-i Nur meydana gelmezdi.”
Tahminime göre yine aynı meseleyi bir başka eserinde de şöyle anlatır:
“Ey efendiler! Haydi, vehminiz gibi ben o hırsız gibi oldum. Ben Isparta nahiyelerinde perişan, bir köyde dokuz sene inzivada bulunan ve şimdi benimle beraber gayet hafif bir cezaya mahkûm olan safdil beş-on bîçarelerin fikirlerini hükûmet aleyhine çevirmekle kendini ve gaye-i hayatı olan risalelerini tehlikeye atmaktan ise eski zamanda olduğu gibi Ankara’da veya İstanbul’da büyük bir memuriyette oturup, binler adamı takip ettiğim maksada çevirebilirdim. O vakit, böyle zelîlane mahkûmiyet değil, belki mesleğime ve hizmetime münasip bir izzetle dünyaya karışabilirdim. (...) Nasıl ki on sene ihtiyarî bir inzivayı ihtiyar edip, takat-i beşerin fevkınde sıkıntılara tahammül ederek, hükûmetin işine hiçbir cihetle karışmadım ve karışmak arzu etmedim. Çünkü hizmet-i kudsiyem beni menediyor.”
Memuriyetin, çoklarda nasıl bir ‘iradesizleşmeyi’ beraberinde getirdiğini ve nasıl çokların memuriyet giysisi ve asabiyeti altında kendi zulümlerini meşrulaştırdıklarını ise külliyatın çoğu yerinde, hassaten lahikalarda görebilmek mümkün. Dikkatle okursanız, Bediüzzaman, bu kısımlarda da memuriyeti daima ‘kullanılmaya müsait’ çok kimlikli bir alan olarak tesbit ediyor. Mezkur bahislerde geçen; ‘insafsız ve dikkatsiz memurlar,’ ‘müşevveş büyük bir memur,’ ‘bazı alçak memurlar,’ ‘insafsız memurların tarassudat ve tazyikatları,’ ‘bazı iktidarsız memurlar...’ gibi ifadeler, Bediüzzaman’ın, seçilmişlerden ziyade ‘atanmışların ettiği zulümlerden’ çektiğini gösteriyor bizlere. Bazılarını yazıyı uzatmak pahasına alıntılamak istiyorum:
“Bunu da biliniz ki: Bazı iktidarsız memurların iktidarsızlıklarından veya evhamlarından veya keçi ve kurt bahanesi nevinden veya kendilerine paye vermek veya hükûmete yaranmak fikriyle, yeni serbestî kanunlarının tatbiklerine zemin hazırlamak entrikalarından, hakkımda—dürbün ile bakarak—habbeyi kubbe gösterdiler.”
“Demek adliye memurları, hissiyattan ve tesirat-ı hariciyeden bütün bütün azade ve serbest olmazsa, sûreten adalet içinde müthiş günahlara girmek ihtimali var. (...) Isparta’da ve burada bazı isticvablarda ismim Said Nursî iken, her tekrarında Said Kürdî ve Bu Kürd diye beni öyle yâd ediyorlar. Bununla, hem ahiret kardeşlerimin hamiyet-i milliyelerine ilişip aleyhime bir his uyandırmak, hem mahkeme ve adaletinin mahiyetine bütün bütün zıt ve muhalif bir cereyan vermektir.”
“Hem, istemediğim halde birisi bana iyi dese, bana nezaret eden memur kıskanarak kızıyor, nüfuzunu kırayım diye vicdansızcasına tedbirler yapıyor, âmirlerinden iltifat görmek için beni tâciz ediyor.”
“Efendiler! Otuz kırk seneden beri ecnebî hesabına ve küfür ve ilhad namına bu milleti ifsad ve bu vatanı parçalamak fikriyle, Kur’ân hakikatine ve imân hakikatlerine her vesileyle hücum eden ve çok şekillere giren bir gizli ifsad komitesine karşı, bu meselemizde kendilerine perde yaptıkları insafsız ve dikkatsiz memurlara ve bu mahkemeyi şaşırtan onların Müslüman kisvesindeki propagandacılarına hitaben, fakat sizin huzurunuzda zâhiren sizinle bir kaç söz konuşacağıma müsaade ediniz.”
Sadece bu kadar değil. Daha başka yerlerde de Bediüzzaman, hizmet-i Kur’aniyeye çalışan insanların memurluk sahasına çekilerek nasıl Nurlardan soğutulduklarını anlatır ve şöyle der:
“Resmen iki büyük merkezde, iki heyet-i ilmiye, beyanı münasip olmayan çok esbaba binaen, her vesile ile, hoca kısımlarının Risale-i Nur dan çekilmeleri için çok vasıtaları istimal ediyorlar. Memuriyet gibi derd-i maişet belasıyla biçare hocaları dairelerine çekip, Nurlardan uzaklaştırıyorlar.”
“Cepheyi burada değiştirdiler. Düşmanâne taarruzdan vazgeçip, dostane hulûl edip, has talebeleri Risale-i Nur’un hizmetinden geri bırakmak için memuriyet gibi bir meşgale buluyorlar, veya terfian işi çok diğer bir memuriyete veya diğer bir meşgaleyi buluyorlar. Burada, o neviden çok vakıalar var. Bu taarruz, bir cihette daha zararlı görünüyor.”
Fakat benim burada asıl dikkatini çekmek istediğim metinler, Bediüzzaman’ın memurluğun kullanılabilir yanına değil de zulmetmeye meyyal tarafına dikkat çektiği yerler. Lahikalar içinde iki yerde de Bediüzzaman, memurluk içindeki bir kem damara dikkat çekerek, hem Demokrat Partiyi, hem de ondan sonra gelecek dindar hürriyetperverleri ‘Halk fırkasının paralel devletine’ ve ‘memur vesayetine’ karşı şöyle uyarıyor:
“Halk Partisi ise: Hakikaten acip ve zevkli bir rüşvet-i umumîyi kanunlar perdesinde bazı memurlara verdikleri için, yirmi sekiz senelik bütün cinâyatıyla başkaların cinâyâtı ve İttihatçıların ve mason kısmının seyyiatları da o partiye yükletildiği halde, Demokratlara bir cihette galip hükmündedirler. Çünkü ubudiyetin noksaniyetiyle enaniyet kuvvet bulur, nemrutçuluklar çoğalır. Bu benlik zamanında, memuriyet hakikatta bir hizmetkârlık olduğu halde, bir hâkimiyet, bir ağalık, bir nemrutçulukla nefse gayet zevkli bir hâkimiyet mertebesini bir kısım memurlara rüşvet olarak verdiği için, bütün o acip cinayetlerle ve kendinden olmayan ceridelerin neşriyatıyla beraber bana yapılan muamelelerinden hissettim ki, bir cihette mânen Demokratlara galip geliyorlar.”
“(...) memuriyet bir hizmetkârlıktır; bir hâkimiyet ve benlik için tahakküm âleti değil. Bu zamanda terbiye-i İslâmiyenin noksaniyetiyle ve ubudiyetin zafiyetiyle benlik, enaniyet kuvvet bulmuş. Memuriyeti hizmetkârlıktan çıkarıp bir hâkimiyet ve müstebidâne bir mertebe tarzına getirdiğinden, abdestsiz, kıblesiz namaz kılmak gibi, adalet, adalet olmaz, esasiyle de bozulur. (...) Şimdi, Adnan Menderes gibi, ‘İslâmiyetin ve dînin icaplarını yerine getireceğiz’ diye ve mezkûr iki kanun-u esasîye karşı muhalefet edip tam zıddına olarak iki dehşetli cereyan, gayet büyük rüşvetle halkları aldatmak ve ecnebîlerin müdahalesine yol açmak vaziyetinde hücum etmek ihtimali kuvvetlidir.
Birisi: Birinci kanun-u esasîye muhalif olarak, bir câni yüzünden kırk mâsumu kesmiş, bir köyü de yakmış. Bu derecede bir istibdad-ı mutlak, her nefsin zevkine geçecek memuriyete bir hâkimiyet suretinde rüşvet vererek, dindar hürriyetperverlere hücum ediliyor.”
Garip gelebilir, ama ben bugünlerde yaşadıklarımızla bu metinler arasında ilginç bağlantılar kuruyorum. Özellikle Gülen Hareketiyle...
Hakikaten de Gülen Hareketi, Risale mesleğinden bu noktada büyük bir ayrılık gösteriyor. Bediüzzaman’ın aksine, kadrolaşabildiği her yerde, devletin (bizzat Gülen’in ifadesiyle) ‘kılcal damarlarına kadar sızmaya’ gayret ediyor. Bediüzzaman, memuriyetin ‘alet olma ve iradesizleştirme’ yönünden ne kadar kaçıyorsa; Gülen, o kadar bunun peşinde koşuyor. Hatta bizzat devlet içinde görevlendiremediği elemanlarını bile, yine kendi kurumlarında memurlaştırarak (ve dışarıda çalışmalarını günah saçan ortamlara girmek olarak tasvir ederek) iradesini kontrol altına alıyor. Belki onları asgarî ücretle süründürüyor, belki emeklerini sömürüyor, ama bunu da ‘hizmet-i Kur’an’ başlığı içinde ibadet olarak sunarak dizginlerini bırakmıyor. Asabiyetten ayrılmalarına izin vermiyor.
Özel teşebbüste bulunacakların bile, hareketin bu dalda faaliyeti olsun veya olmasın, mutlaka onlara danışması gerekiyor. Diyelim, bir yayınevi kurmak istediniz ve cemaattensiniz, eğer onlarla istişare etmezseniz (ki istişare değil, izin almak bu) dağıtımcı firmalarında yayınevinizi banlayarak ve hakkınızda kötü bir şöhret yayarak sizin piyasada iş yapmanızı engelleyebiliyorlar. Kendi dışında rızk (ve dolayısıyla özgürlük) alanları oluşmasını pek sevmiyor cemaat. Tasavvur ettiği dünya daha çok memurlar cumhuriyeti gibi. Tıpkı Orwell’ın karaütopyası 1984’te olduğu gibi. Hatta biraz daha cüretle; tıpkı Komünizm’de olduğu gibi. Kişinin kimliğini ve ekmeğini borçlu olduğu yere asabiyetle bağlandığı bir ütopya!
En serbest ticarî teşebbüslerin bile cemaatin üst kademesiyle istişare edildiği, onayıyla ancak yola çıkıldığı; verilen bu onayların da karşılığında yapılması istenen bazı ‘iyiliklere’ bağlandığı enteresan bir zemin bu. Gülen’in ve cemaatin dünyasında kurumların ve kurumlara mecbur memurların büyük bir yeri/önemi var. Hatta bu son krizde de en büyük emeği yine onların kurumlarında çalışan hazır kıtalar veriyor. Çünkü kendi içlerinde oluşturdukları bir ‘endoktrinasyonel kapalı enformasyon’ ağları da var. Memuriyet içinde kaldıkları sürece bu insanlar sadece kendileri gibi düşünenleri okuyor ve deklare edilen bilgileri yayıyorlar. Başka fikir o kapılardan içeriye sokulmuyor. Böylece de körükörüne itaate odaklı, asabiyet-i cemaatiye ile kuşanmış ‘memur orduları’ kuruluyor orada. Her yanlış, nevin enaniyeti ve bilimselliği içinde vicdanı sızlatmaz hale getiriliyor.
Bir diğer menfi yönü de; 17 Aralık milli iradeye darbe operasyonları sırasında bazı savcı ve emniyet mensuplarının söyledikleri sözlerden, takındıkları tavırlardan da farkettiğimiz o ‘hâkimiyet rüşveti.’ Bulunduğu makamın, Bediüzzaman’ın ilgili yerlerde sıklıkla vurguladığı gibi, millete hizmet yeri olduğunu düşünmeyip; kendisinin hâkimiyeti için, nemrutçuluk yapması için verildiğini sanarak, atanmış bir sarhoşlukla milletin seçtiğine meydan okuma çılgınlığı.
Mesela; “Sizi başbakan bile kurtaramaz!” veya “Boşbakan!” tarzı söylemler üretilebiliyor artık o makamlardan: “Bu derecede bir istibdad-ı mutlak, her nefsin zevkine geçecek memuriyete bir hâkimiyet suretinde rüşvet vererek, dindar hürriyetperverlere hücum ediliyor...” ve şahidi oluyorsunuz bunun. Bediüzzaman’ın dindar hürriyetperverler adına endişe ettiği paralel yapı, bu sefer şeytanın sağdan gelmesi gibi dinî bir hareket gılafı giyerek hürriyetinize saldırıyor.
Memuriyetin, iradesizleştirmesinden kendini kurtarabilmiş kardeşlerimi tenzih ederim. Fakat çoğunluk böyle ve bu halde. Bediüzzaman’ın uyarıları boş değil, boşuna değil. Görüyorsunuz ya, onun metinlerinden ışığını aldığını söyleyen koca bir cemaat, bir meyl-i memuriyet ve iktidara karışmak hevesiyle nasıl ülkeyi berbat ediyor, ortalığı fitne ile tutuşturuyor! Bu yapılanların, yaşananların Bediüzzaman’ın tavsip ettiği şeyler olduğu söylenebilir mi? ‘Hedef gösterip kelle istemeyi’ kulluğun zirvesi, hizmetin dibi sananlarla Risale mesleğinin ne alakası olabilir? Allah, bu çok kimlikli ‘adanmış robotlara’ karşı yardımcımız olsun. Paralel yapılara fırsat vermesin. Ve körükörüne itaatin yaptığı yıkımlardan ülkemizi, hürriyetimizi ve meşru hükümetimizi korusun. Âmin.
Ne haklı söylüyor Esayan, İyi Şeyler’de; “(...) bilimsel açıklamanın vicdanî itirazları gideren bir gücü vardı” derken. Evet, hepimiz, çoğu zaman, bilimselliğin ardına sığınarak kaçıyoruz hakikatlerden. “Biribirini siper ederek sıvışıp gidenleri Allah gerçekten bilir...” buyuran Nur sûresi 63 de, biraz buna işaret ediyor sanki. Her kaçış, önce yolunu yapar. Ve bu yol, ‘benzer diğerlerinin’ bahanelerinden örülür. El değiştiren bahane, bu ellerin sayısı arttıkça, sınanmamış bilgiye dönüşür. Fısıldanma sıklığı ve şiddeti ‘söylentiyi’ gafillerin nazarında ‘doğruya’ benzetir. Başkasının hurafesi, eğer sınamazsak, bizim hoşa giden hakikatimiz olur. Tıpkı Ene Risalesi’nde dendiği gibi:
“Sonra, nevin enaniyeti de bir asabiyet-i neviye ve milliye cihetiyle o enaniyete kuvvet verip, o ene, o enaniyet-i neviyeye istinat ederek, şeytan gibi, Sâni-i Zülcelâlin evâmirine karşı mübareze eder.”
Haksızın güç aldığı tek kaynak kalır geriye o vakit: Haksızlığın niceliği. Ve dikkat edin, haksızlar, sık sık sayılarıyla övünür; haklılar ise, tek kalsalar dahi, bozmadıkları duruşlarıyla.
Serdar Kaya’nın, itaatin mantığını sorgulatan o harika eserinde rastlamıştım ilk kez bu ‘acaba’lara. Endoktrinasyon ve Türkiye’de Toplum Mühendisliği kitabında. Kaya, daha başlarında, Milgram deneyini değerlendirirken şöyle başlıyordu sözlerine:
“İnsanın otoriteye karşı ne derece zayıf olduğu, otoriteye itaat etme adına ne kadar ileri gidebileceği ve otoritenin insanları kontrol edebilme adına ne kadar belirleyici olabileceği gibi konularda en çarpıcı deneylerden biri, 1961 yılında Stanley Milgram (1933-1984) tarafından yapıldı. Milgram’ı, otoritenin insan psikolojisi üzerindeki etkilerini ölçmeye amaçlayan bir deney yapmaya yönelten olay, (deney başladığında üç aydır Kudüs’te yargılanmakta olan) Nazi Almanyası savaş suçlusu Adolf Eichmann hakkındaki düşünceleri olmuştu. Milgram’a göre Eichmann’ın, sadist bir canavar değil, sadece kendisine verilen emirleri yerine getiren bir asker olması pekala mümkündü. Bir başka deyişle, insanlık tarihi boyunca gerçekleşen korkunç olaylar, canavar ruhlu insanların eseri olmaktan ziyade, masasında oturup kendisine verilen görevleri yerine getiren sıradan insanların (etiği sorgulamadan) yaptıkları işlerin bir sonucu olabilirdi.”
Kitabın devamında Milgram deneyinin detaylarını okuduğunuzda ‘âdemoğlunun dönüştüğü şeye’ şahit olmakla hakikaten şaşırıyordunuz. İnsanlar, deney süreci içerisinde psikiyatrların öngörülerini boşa çıkararak (40 denekten 26’sı oranında), 450 voltluk üst sınıra kadar denek öğrenciye elektrik vermekten çekinmemişlerdi. Ki 120 volttan sonraki her aşamada deneğin acı çekeceği kendilerine bildirilmiş, hatta acılı haykırışlarını içeren ses kayıtları da dinletilmişti. Ama işlerini ‘ücret karşılığında düğmeye basmak’ olarak gören insanlar, etik yanını görmezden gelerek, görevlerini yapmaktan kaçınmadılar. Onlar sadece ‘düğmeye basan memurlardı’ çünkü.
Kitapta, Milgram deneyinden başka, filmi de yapılan Stanford Hapishane deneyi, Asch deneyi gibi daha pek çok deney ve vakıa incelenerek, bunların karşılaştırmalı tahlili yapılıyordu. Fakat benim en çok dikkatimi çeken şey; Milgram deneyinin tahlilinde değinilen Nagasaki’ye atılan bomba meselesiydi. Olayı hatırlayan her insanın (Japonlar da dahil) Amerika’yı suçladığını, fakat kimsenin pilot Charles Sweeney’i anımsamadığını söylüyordu Kaya. Belki Charles Sweeney de (70.000 masum ölümden sorumlu olmasına rağmen) kendisine sorulsa, yalnızca görevini yaptığını ve Japonlara kişisel bir husumetinin olmadığını belirtecekti.
İnsanın, görevini ‘düğmeye basmak’ olarak gördükçe yaşadığı robotlaşma, bana ister istemez 2010 yapımı Kutu (The Box) filmini anımsatıyor. Başrollerini; Cameron Diaz, James Marsden, Frank Langella’nın paylaştığı filmde, bir çifte, gizemli bir adam tarafından zor bir teklif götürülüyordu: Yanında getirdiği kutuyu evlerine bırakan adam, eğer o kutudaki butona basarlarsa kendilerine yüklü bir miktarda para vereceğini, ancak bastıkları anda dünyanın bambaşka bir yerinde bir masumun öleceğini söylüyordu. Günlerce gerilim yaşayan aile, en nihayetinde yapacakları şeyin ‘sadece bir düğmeye basmak’ olacağı yönünde kendilerini ikna ederek teklifi değerlendiriyorlardı. En başta Esayan’dan alıntıladığım cümleye dönersem: İnsan kendince bilimsel bir açıklama bularak veya sıfırdan üreterek bir şekilde vicdanının sesini bastırmayı başarıyordu.
Ben şimdi bütün bunları neden anlattım? Çünkü bu düğmeye basmak meselesinde bir memurlaşmanın/robotlaşmanın payı olduğunu düşünüyorum. İnsan, bir sisteme ‘memurlaşarak’ dahil olduğunda, etik sorgulamayı daha kolay kenara itebiliyor bence. Zira memurlaşmak, yaptığı şeyin sorumluluğunu kendisine değil, bağlı olduğu kuruma/devlete/cemaate ve onların asabiyetlerine yükleyerek vicdan sızısından kurtulmak kolaylığını da sağlıyor nefislere. İnsanlar, Ene Risalesi’nden yaptığımız alıntıda da okuduğumuz gibi, nevin enaniyeti ve asabiyeti içinde bireysel sorumlulukları unutup vicdan sızılarını oralardan devşirdikleri bilimsellikle(!) giderebiliyorlar. Bu sayede, hangi safa denk gelirlerse gelsinler zaman içinde, her birinde fanatik olabiliyorlar. Bütün kimlik değişikliklerini içselleştirebiliyorlar.
Bediüzzaman, belki biraz da bu yüzden, Eski Said döneminden beri, memuriyetin kem yönlerine vurgu yapıyor ve insanları onun etkilerine karşı uyarıyor. Münazarat’ı yazdığı 1910’lu yıllarda bile:
“Maîşet için tarik-ı tabiî ve meşru ve zîhayat, san’attır, ziraattir, ticarettir. Gayr-ı tabiî ise, memuriyet ve her nev’iyle imârettir. Bence imâreti, ne nâm ile olursa olsun, medâr-ı maişet edenler bir nevi cerrar ve aceze ve seeledir—fakat hilebaz kısmında... Bence memuriyete veya imarete giren, yalnız hamiyet ve hizmet için girmelidir. Yoksa, yalnız maişet ve menfaat için girse, bir nevi çingenelik eder...”
Hatta aynı eserin daha başka bir yerinde İslamların ‘neslen ve serveten tedennîsini’ memuriyetin revacına bağlayabiliyor:
“Binaenaleyh, milletimiz ya üç veya bir buçuk kayıt ile mukayyeddir. Buna mukabil, bizim gayr-ı müslimlerin ayaklarında yalnız bir yalancı kaydımız vardı. Ona bedelen çok nazlarını çektiğimiz gibi, onlar neslen ve serveten ziyadeleştiler; biz, bir nevi hizmetkârlık olan memuriyet ve askerlik cihetiyle servet ve nesilce aşağıya düştük.”
Daha başka bir yerde de meşrutiyeti savunurken, milletin/dinin idaresini atanmışlara yüklemeyi şöyle eleştiriyor:
“Hem de, mağlûp biçare bir reise yahut müdahin memurlara veyahut mantıksız bir kısım zabitlere itimat edilirse ve dinin himayesi onlara bırakılırsa mı daha iyidir; yoksa efkâr-ı âmme-i milletin arkasındaki hissiyat-ı İslâmiyenin mâdeni olan, herkesin kalbindeki şefkat-i imâniye olan envâr-ı İlâhînin lemeâtının içtimalarından ve hamiyet-i İslâmiyenin şerârât-ı neyyirânesinin imtizacından hasıl olan amûd-u nuranînin ve o seyf-i elmasın hamiyetine bırakılırsa mı daha iyidir, siz muhakeme ediniz.”
Hem yine başka bir yerde Kürtlerin medreselerde ‘taharri ahlakı’nı geliştirmekle meşrutiyete adaptasyonda memurlardan daha ileri olduklarını, onların sistem olarak buna daha namüsait olduklarını şöyle belirtiyor:
“(...) Kürtlerin tabiat-ı meşrûtiyetperverânelerine binâen, dersi münâzara ve münâkaşa sûretinde okuyorlar. Onun içindir ki, medreseleri küçük bir meclis-i mebusân-ı ilmiyeyi andırıyor. (...) Ey ehl-i hamiyet, anlayınız! Kürt ve emsâli, fikren meşrûtiyetperver olmuş ve oluyorlar. Lâkin, bâzı memurun fiilen meşrûtiyetperver olması müşküldür.”
Daha bunun gibi pek çok yerde Bediüzzaman, memuriyeti eleştiriyor ve İslamlar üzerinde menfi tesirinin çok olduğunun altını çiziyor. Hayatının daha sonraki döneminde de (yani Yeni Said kısmında da) memuriyete bakışı değişmiyor Bediüzzaman’ın. Hatta yıllar sonra büyük bir memuriyeti neden kabul etmediği sorulduğunda verdiği cevap aynı endişeleri bize hatırlatır nitelikte:
“Büyük memurlardan bir kaç zat benden sordular ki: ‘Mustafa Kemal sana üç yüz lira maaş verip, Kürdistana ve vilâyât-ı şarkiyeye, Şeyh Sinûsî yerine vâiz-i umumî yapmak teklifini neden kabul etmedin? Eğer kabul etseydin, ihtilâl yüzünden kesilen yüz bin adamın hayatlarını kurtarmaya sebep olurdun’ dediler.
Ben de onlara cevaben dedim ki: Yirmişer, otuzar senelik hayat-ı dünyeviyeyi o adamlar için kurtarmadığıma bedel, yüz binler vatandaşa, herbirisine milyonlar sene uhrevî hayatı kazandırmaya vesile olan Risale-i Nur, o zâyiatın yerine binler derece iş görmüş. Eğer o teklifi ben kabul etseydim, hiçbir şeye âlet olamayan ve tâbi olmayan ve sırr-ı ihlâsı taşıyan Risale-i Nur meydana gelmezdi.”
Tahminime göre yine aynı meseleyi bir başka eserinde de şöyle anlatır:
“Ey efendiler! Haydi, vehminiz gibi ben o hırsız gibi oldum. Ben Isparta nahiyelerinde perişan, bir köyde dokuz sene inzivada bulunan ve şimdi benimle beraber gayet hafif bir cezaya mahkûm olan safdil beş-on bîçarelerin fikirlerini hükûmet aleyhine çevirmekle kendini ve gaye-i hayatı olan risalelerini tehlikeye atmaktan ise eski zamanda olduğu gibi Ankara’da veya İstanbul’da büyük bir memuriyette oturup, binler adamı takip ettiğim maksada çevirebilirdim. O vakit, böyle zelîlane mahkûmiyet değil, belki mesleğime ve hizmetime münasip bir izzetle dünyaya karışabilirdim. (...) Nasıl ki on sene ihtiyarî bir inzivayı ihtiyar edip, takat-i beşerin fevkınde sıkıntılara tahammül ederek, hükûmetin işine hiçbir cihetle karışmadım ve karışmak arzu etmedim. Çünkü hizmet-i kudsiyem beni menediyor.”
Memuriyetin, çoklarda nasıl bir ‘iradesizleşmeyi’ beraberinde getirdiğini ve nasıl çokların memuriyet giysisi ve asabiyeti altında kendi zulümlerini meşrulaştırdıklarını ise külliyatın çoğu yerinde, hassaten lahikalarda görebilmek mümkün. Dikkatle okursanız, Bediüzzaman, bu kısımlarda da memuriyeti daima ‘kullanılmaya müsait’ çok kimlikli bir alan olarak tesbit ediyor. Mezkur bahislerde geçen; ‘insafsız ve dikkatsiz memurlar,’ ‘müşevveş büyük bir memur,’ ‘bazı alçak memurlar,’ ‘insafsız memurların tarassudat ve tazyikatları,’ ‘bazı iktidarsız memurlar...’ gibi ifadeler, Bediüzzaman’ın, seçilmişlerden ziyade ‘atanmışların ettiği zulümlerden’ çektiğini gösteriyor bizlere. Bazılarını yazıyı uzatmak pahasına alıntılamak istiyorum:
“Bunu da biliniz ki: Bazı iktidarsız memurların iktidarsızlıklarından veya evhamlarından veya keçi ve kurt bahanesi nevinden veya kendilerine paye vermek veya hükûmete yaranmak fikriyle, yeni serbestî kanunlarının tatbiklerine zemin hazırlamak entrikalarından, hakkımda—dürbün ile bakarak—habbeyi kubbe gösterdiler.”
“Demek adliye memurları, hissiyattan ve tesirat-ı hariciyeden bütün bütün azade ve serbest olmazsa, sûreten adalet içinde müthiş günahlara girmek ihtimali var. (...) Isparta’da ve burada bazı isticvablarda ismim Said Nursî iken, her tekrarında Said Kürdî ve Bu Kürd diye beni öyle yâd ediyorlar. Bununla, hem ahiret kardeşlerimin hamiyet-i milliyelerine ilişip aleyhime bir his uyandırmak, hem mahkeme ve adaletinin mahiyetine bütün bütün zıt ve muhalif bir cereyan vermektir.”
“Hem, istemediğim halde birisi bana iyi dese, bana nezaret eden memur kıskanarak kızıyor, nüfuzunu kırayım diye vicdansızcasına tedbirler yapıyor, âmirlerinden iltifat görmek için beni tâciz ediyor.”
“Efendiler! Otuz kırk seneden beri ecnebî hesabına ve küfür ve ilhad namına bu milleti ifsad ve bu vatanı parçalamak fikriyle, Kur’ân hakikatine ve imân hakikatlerine her vesileyle hücum eden ve çok şekillere giren bir gizli ifsad komitesine karşı, bu meselemizde kendilerine perde yaptıkları insafsız ve dikkatsiz memurlara ve bu mahkemeyi şaşırtan onların Müslüman kisvesindeki propagandacılarına hitaben, fakat sizin huzurunuzda zâhiren sizinle bir kaç söz konuşacağıma müsaade ediniz.”
Sadece bu kadar değil. Daha başka yerlerde de Bediüzzaman, hizmet-i Kur’aniyeye çalışan insanların memurluk sahasına çekilerek nasıl Nurlardan soğutulduklarını anlatır ve şöyle der:
“Resmen iki büyük merkezde, iki heyet-i ilmiye, beyanı münasip olmayan çok esbaba binaen, her vesile ile, hoca kısımlarının Risale-i Nur dan çekilmeleri için çok vasıtaları istimal ediyorlar. Memuriyet gibi derd-i maişet belasıyla biçare hocaları dairelerine çekip, Nurlardan uzaklaştırıyorlar.”
“Cepheyi burada değiştirdiler. Düşmanâne taarruzdan vazgeçip, dostane hulûl edip, has talebeleri Risale-i Nur’un hizmetinden geri bırakmak için memuriyet gibi bir meşgale buluyorlar, veya terfian işi çok diğer bir memuriyete veya diğer bir meşgaleyi buluyorlar. Burada, o neviden çok vakıalar var. Bu taarruz, bir cihette daha zararlı görünüyor.”
Fakat benim burada asıl dikkatini çekmek istediğim metinler, Bediüzzaman’ın memurluğun kullanılabilir yanına değil de zulmetmeye meyyal tarafına dikkat çektiği yerler. Lahikalar içinde iki yerde de Bediüzzaman, memurluk içindeki bir kem damara dikkat çekerek, hem Demokrat Partiyi, hem de ondan sonra gelecek dindar hürriyetperverleri ‘Halk fırkasının paralel devletine’ ve ‘memur vesayetine’ karşı şöyle uyarıyor:
“Halk Partisi ise: Hakikaten acip ve zevkli bir rüşvet-i umumîyi kanunlar perdesinde bazı memurlara verdikleri için, yirmi sekiz senelik bütün cinâyatıyla başkaların cinâyâtı ve İttihatçıların ve mason kısmının seyyiatları da o partiye yükletildiği halde, Demokratlara bir cihette galip hükmündedirler. Çünkü ubudiyetin noksaniyetiyle enaniyet kuvvet bulur, nemrutçuluklar çoğalır. Bu benlik zamanında, memuriyet hakikatta bir hizmetkârlık olduğu halde, bir hâkimiyet, bir ağalık, bir nemrutçulukla nefse gayet zevkli bir hâkimiyet mertebesini bir kısım memurlara rüşvet olarak verdiği için, bütün o acip cinayetlerle ve kendinden olmayan ceridelerin neşriyatıyla beraber bana yapılan muamelelerinden hissettim ki, bir cihette mânen Demokratlara galip geliyorlar.”
“(...) memuriyet bir hizmetkârlıktır; bir hâkimiyet ve benlik için tahakküm âleti değil. Bu zamanda terbiye-i İslâmiyenin noksaniyetiyle ve ubudiyetin zafiyetiyle benlik, enaniyet kuvvet bulmuş. Memuriyeti hizmetkârlıktan çıkarıp bir hâkimiyet ve müstebidâne bir mertebe tarzına getirdiğinden, abdestsiz, kıblesiz namaz kılmak gibi, adalet, adalet olmaz, esasiyle de bozulur. (...) Şimdi, Adnan Menderes gibi, ‘İslâmiyetin ve dînin icaplarını yerine getireceğiz’ diye ve mezkûr iki kanun-u esasîye karşı muhalefet edip tam zıddına olarak iki dehşetli cereyan, gayet büyük rüşvetle halkları aldatmak ve ecnebîlerin müdahalesine yol açmak vaziyetinde hücum etmek ihtimali kuvvetlidir.
Birisi: Birinci kanun-u esasîye muhalif olarak, bir câni yüzünden kırk mâsumu kesmiş, bir köyü de yakmış. Bu derecede bir istibdad-ı mutlak, her nefsin zevkine geçecek memuriyete bir hâkimiyet suretinde rüşvet vererek, dindar hürriyetperverlere hücum ediliyor.”
Garip gelebilir, ama ben bugünlerde yaşadıklarımızla bu metinler arasında ilginç bağlantılar kuruyorum. Özellikle Gülen Hareketiyle...
Hakikaten de Gülen Hareketi, Risale mesleğinden bu noktada büyük bir ayrılık gösteriyor. Bediüzzaman’ın aksine, kadrolaşabildiği her yerde, devletin (bizzat Gülen’in ifadesiyle) ‘kılcal damarlarına kadar sızmaya’ gayret ediyor. Bediüzzaman, memuriyetin ‘alet olma ve iradesizleştirme’ yönünden ne kadar kaçıyorsa; Gülen, o kadar bunun peşinde koşuyor. Hatta bizzat devlet içinde görevlendiremediği elemanlarını bile, yine kendi kurumlarında memurlaştırarak (ve dışarıda çalışmalarını günah saçan ortamlara girmek olarak tasvir ederek) iradesini kontrol altına alıyor. Belki onları asgarî ücretle süründürüyor, belki emeklerini sömürüyor, ama bunu da ‘hizmet-i Kur’an’ başlığı içinde ibadet olarak sunarak dizginlerini bırakmıyor. Asabiyetten ayrılmalarına izin vermiyor.
Özel teşebbüste bulunacakların bile, hareketin bu dalda faaliyeti olsun veya olmasın, mutlaka onlara danışması gerekiyor. Diyelim, bir yayınevi kurmak istediniz ve cemaattensiniz, eğer onlarla istişare etmezseniz (ki istişare değil, izin almak bu) dağıtımcı firmalarında yayınevinizi banlayarak ve hakkınızda kötü bir şöhret yayarak sizin piyasada iş yapmanızı engelleyebiliyorlar. Kendi dışında rızk (ve dolayısıyla özgürlük) alanları oluşmasını pek sevmiyor cemaat. Tasavvur ettiği dünya daha çok memurlar cumhuriyeti gibi. Tıpkı Orwell’ın karaütopyası 1984’te olduğu gibi. Hatta biraz daha cüretle; tıpkı Komünizm’de olduğu gibi. Kişinin kimliğini ve ekmeğini borçlu olduğu yere asabiyetle bağlandığı bir ütopya!
En serbest ticarî teşebbüslerin bile cemaatin üst kademesiyle istişare edildiği, onayıyla ancak yola çıkıldığı; verilen bu onayların da karşılığında yapılması istenen bazı ‘iyiliklere’ bağlandığı enteresan bir zemin bu. Gülen’in ve cemaatin dünyasında kurumların ve kurumlara mecbur memurların büyük bir yeri/önemi var. Hatta bu son krizde de en büyük emeği yine onların kurumlarında çalışan hazır kıtalar veriyor. Çünkü kendi içlerinde oluşturdukları bir ‘endoktrinasyonel kapalı enformasyon’ ağları da var. Memuriyet içinde kaldıkları sürece bu insanlar sadece kendileri gibi düşünenleri okuyor ve deklare edilen bilgileri yayıyorlar. Başka fikir o kapılardan içeriye sokulmuyor. Böylece de körükörüne itaate odaklı, asabiyet-i cemaatiye ile kuşanmış ‘memur orduları’ kuruluyor orada. Her yanlış, nevin enaniyeti ve bilimselliği içinde vicdanı sızlatmaz hale getiriliyor.
Bir diğer menfi yönü de; 17 Aralık milli iradeye darbe operasyonları sırasında bazı savcı ve emniyet mensuplarının söyledikleri sözlerden, takındıkları tavırlardan da farkettiğimiz o ‘hâkimiyet rüşveti.’ Bulunduğu makamın, Bediüzzaman’ın ilgili yerlerde sıklıkla vurguladığı gibi, millete hizmet yeri olduğunu düşünmeyip; kendisinin hâkimiyeti için, nemrutçuluk yapması için verildiğini sanarak, atanmış bir sarhoşlukla milletin seçtiğine meydan okuma çılgınlığı.
Mesela; “Sizi başbakan bile kurtaramaz!” veya “Boşbakan!” tarzı söylemler üretilebiliyor artık o makamlardan: “Bu derecede bir istibdad-ı mutlak, her nefsin zevkine geçecek memuriyete bir hâkimiyet suretinde rüşvet vererek, dindar hürriyetperverlere hücum ediliyor...” ve şahidi oluyorsunuz bunun. Bediüzzaman’ın dindar hürriyetperverler adına endişe ettiği paralel yapı, bu sefer şeytanın sağdan gelmesi gibi dinî bir hareket gılafı giyerek hürriyetinize saldırıyor.
Memuriyetin, iradesizleştirmesinden kendini kurtarabilmiş kardeşlerimi tenzih ederim. Fakat çoğunluk böyle ve bu halde. Bediüzzaman’ın uyarıları boş değil, boşuna değil. Görüyorsunuz ya, onun metinlerinden ışığını aldığını söyleyen koca bir cemaat, bir meyl-i memuriyet ve iktidara karışmak hevesiyle nasıl ülkeyi berbat ediyor, ortalığı fitne ile tutuşturuyor! Bu yapılanların, yaşananların Bediüzzaman’ın tavsip ettiği şeyler olduğu söylenebilir mi? ‘Hedef gösterip kelle istemeyi’ kulluğun zirvesi, hizmetin dibi sananlarla Risale mesleğinin ne alakası olabilir? Allah, bu çok kimlikli ‘adanmış robotlara’ karşı yardımcımız olsun. Paralel yapılara fırsat vermesin. Ve körükörüne itaatin yaptığı yıkımlardan ülkemizi, hürriyetimizi ve meşru hükümetimizi korusun. Âmin.
23 Ocak 2014 Perşembe
Çok kimlikli olmanın kökenleri 8: Abilerin ağalaşması
Fethullah Gülen’e dair en büyük uyanışım; kendisinin, bir zamanlar, bir GYV (Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı) organizasyonunda ‘söz sultanı’ olarak takdim ettiği Demirel’e çok benzeyen bir yanı; yani sıkı bir demagog oluşu. Hakikaten Gülen, kafasındaki ‘doğru’ üzerine bütün malumatını evriltip esnetebiliyor. Hatta bu kafasındaki doğruyu da konjonktüre göre aynı hızda değiştirebilme kabiliyetine sahip. Dün ‘ak’ dediğine muhteşem bir sürat-i intikalle bugün ‘kara’ diyebiliyor. Cemaate de bu refleksi kazandırmış.
Prof. Dr. Ejder Okumuş’un (23.01.2014 tarihli) Yenişafak gazetesindeki ‘bilerek unutmanın onulmaz sonuçları’ makalesinden hareketle buna ‘seçilmiş bir unutkanlık’ da diyebiliriz. Bu yeteneğe, kuvveler bahsinde Bediüzzaman’ın verdiği isimse cerbeze veya muğalatadır. Kuvve-i akliyenin ifratından ileri gelir. Şeriatın istediği vasat dairesinde ve vicdanî bir sorgulama eşliğinde dizginlemezseniz, o akıl, kendisine yön soranlara sağı sol, solu sağ tarif edecek kadar hünerler gösterir. Hakikati, pragmatik bir renkle algılar ve algısının rengine büründürür.
Sokratvarî, ‘sorgulanmayan ilmi, ilim kabul etmeyenlerden’ değilseniz, pek çabuk arkasına düşer, izlerini sarhoşçasına takip edersiniz. O da zaman içinde; “Dün dündür. Bugün bugündür...” safsatasını mantıklı gösterebilecek kıvama getirir sizi. O noktadan sonra her yamulma içselleştirilir. Hatta o ihmal ederse, çevresindekilerce fetvası üretilir.
Gülen’in, Taha Akyol ve Cengiz Çandar’la birlikte konuk olduğu NTV programını hatırlayalım. (Merak edenler, bu isimleri beraber youtube’a yazarlarsa bulup izleyebilirler.) Orada Gülen, Bediüzzaman’ın, Mustafa Kemal’e karşı duruşunu gayet iyi bildiği halde, başka bir mesele ile ilgili bir Risale metnini, ‘asıl düşmanın Atatürk olmadığı, düşmanlar tarafından dindarların kandırılıp onunla aralarının açıldığı...’ şeklinde şerh etmişti. Hatta hoşgörüsünü İsmet İnönü’ye kadar uzatmıştı. Bunun yanısıra, yine ‘geçmiştekileri kötü anmanın Kur’an’ın ruhuna uygun olmadığı, mümkünse hayırlarının yâd edilmesi gerektiği’ tesbitinde de bulunmuştu.
Fakat Kur’an’da, geçmişteki bir karakter olarak Ebu Leheb’in gayet kötü anıldığını ve daha birçok dalalet önderinin (Firavun, Haman, Calut, Nemrut, Karun vs...) yine Kur'an'da böyle anılmaktan kurtulamadığını hatırladığınızda, aklınıza soru işaretleri gelebiliyor. Ne de olsa yakın tarih, en açığı Dersim katliamı ve Türkçe ezan olmak üzere, yine bu insanların sorumlu olduğu, onlarca zulüm hadisesiyle dolu. Bütün bu yaşananlara rağmen nasıl hâlâ hayırla anılabileceklerini cidden merak ediyorsunuz.
Neyse, bu faslı geçelim. Ben sizi asıl Yavuz Çobanoğlu’nun “Altın Nesil”in Peşinde: Fethullah Gülen’de Toplum, Devlet, Ahlak, Otorite kitabına götürmek istiyorum. İletişim Yayınlarından çıkan bu eserde Çobanoğlu, Gülen’in metinleri ve ses kayıtları üzerine yürüttüğü emekler eşliğinde, ‘duruşlarını’ ortaya çıkarmaya çalışıyordu. Benim okurken en çok dikkatimi çekense, Gülen’in yaşadığı değişimlerdi. Mesela Batı’ya yönelik kullandığı dilde geçmişten günümüze çok büyük (yüzseksen derece diyebileceğimiz) bir yumuşama vardı. Bunun yanısıra pek çok meselede de Çobanoğlu, Gülen’in ‘dönüşümlerini’ yakalamıştı.
Bence en meraka mucip olansa, yazarın küçük küçük dikkatleri çektiği, Gülen’in, Bediüzzaman’ın mesleğinden ve söyleminden ayrıldığı yerlerdi. Bunları bazen yazar, belli belirsiz okuruna gösteriyordu; bazen de apaçık yakalayarak duruş farklılığını ortaya koyuyordu. Mesela Gülen’in ‘otoriter devlet algısını’ incelediğinde, bunun kesinlikle Bediüzzaman’da varolan bir duruş olmadığını, daha çok Nurettin Topçu, Necip Fazıl gibi isimlerin düşüncesine yakın olduğunu belirtiyordu. Demek ki, Gülen; her konuda Bediüzzaman’ı rehber kabul etmiyordu.
Yine 'toplum' başlığını incelerken de Gülen’in söyleminde yakaladığı ‘ordu disiplinine sahip bir toplum’ düşüncesinin Bediüzzaman’da olmadığı, fakat Bediüzzaman’ın hassaten Küçük Sözler’de kullandığı kulluk-askerlik benzetmesini, toplum düzeninde de bu askerî yapıyı koruyacak şekilde hayal eden Gülen tarafından böyle şerh edildiğini ifade ediyordu.
O kitaptan kazandığım bakış açısıyla kendim de Gülen’in ve cemaatin söylemlerini taradığımda, bunun gibi, Risalelerden alınmış; ama asıl kullanıldığı anlamın dışına taşırılmış, pek çok kavrama rastladım. Mesela abilik... Abilik, Bediüzzaman’ın metinlerinde ve hayatında kesinlikle bir baskı aracı olarak kullanılmazken; Gülen ve cemaatinde abilik bir ‘kitle kontrol’ aracıydı. Cemaat tabanından Gülen’e doğru yükselen hiyerarşide, abiler, ordu rütbeleri gibi, komutası altındaki coğrafik bölgelerin büyüklüğüne göre dizayn edilmişti. (Cemaat, aslında bir ordu-cemaatti.) Abilere itaatin, cemaatin şahs-ı manevisine dahil olmanın tek yolu olduğu anlatılıyordu. Ve yine külliyatın içindeki ‘şefkat tokatları’ bahsi de bu abilerin emrinden çıkmanın neticeleri gibi aktarılıyordu. Ortaokul veya ilkokul yıllarından itibaren cemaate dahil olan çocuklara ‘itaat eğitimi’ bu abiler kanalıyla veriliyordu. Fakat bakınız, Bediüzzaman, kendi metinlerinde bu hiyerarşik yapılanmaya nasıl karşı çıkıyordu:
“Evet, eğer mesleğimiz şeyhlik olsaydı, makam bir olurdu veyahut mahdut makamlar bulunurdu. (...) Fakat mesleğimiz uhuvvettir. Kardeş kardeşe peder olamaz, mürşid vaziyetini takınamaz. Uhuvvetteki makam geniştir; gıptakârâne müzâhameye medar olamaz. Olsa olsa, kardeş kardeşe muavin ve zahîr olur, hizmetini tekmil eder.”
Fakat Gülen cemaati içinde abilik/ablalık müessesinin kullanımı; yapılan şahsî ibadetleri bile çizelgeyle alıp takip eden, cemaatin bireylerine okuyacakları kitapları ve ne kadar okuyacaklarını söyleyebilen, onları toplayacakları yardımlar ve bulacakları aboneler hususunda sayılarla sorumlu tutabilen, belirli periyotlarla toplanılarak (ve bu aksatıldığında hesabı sorularak) kitlenin kontrol dışına çıkmasını engelleyebilen, hatta kullanacakları oyu, seçecekleri eşi ve atacakları twitleri bile şekillendirebilen bir yapıdaydı. Son bir aylık süreçte operasyonlarla farkettiğimiz şekliyle; cemaatin kendi hiyerarşisi, devletin hiyerarşisini hiçe sayabilecek ve otoritesine aykırı hareket edebilecek bir cürete çıkabiliyordu.
Bediüzzaman’ın ise, değil böyle bir uygulamasını görmek, böyle bir uygulamayı hoş görebileceği söylemek bile mümkün değildi. Metinleri, böyle bir duruşa sahip olmadığını göstermekteydi çünkü. Hassaten, onun hayal ettiği eksenin; dost, kardeş ve talebe ile ifade edildiği kısımda, bütün bağ Kur’an nurlarına dairdi ve onlara duyulan muhabbetle ilgiliydi. Başka bir hiyerarşisi yoktu. Hatta bir asır önce yazdığı Münazarat’ta, şeyhliğin insanları manevî bir esaret altına alamayacağına ve ağalığın da bireyin aklını yok etmemesi gerektiğine dair vurgular yapıyordu.
Mesela;
"Sual: Bir büyük adama ve bir veliye ve bir şeyhe ve bir büyük âlime karşı nasıl hür olacağız? Onlar meziyetleri için bize tahakküm etmek haklarıdır. Biz onların faziletlerinin esiriyiz.
Cevap: Velâyetin, şeyhliğin, büyüklüğün şe'ni tevazu ve mahviyettir, tekebbür ve tahakküm değildir. Demek, tekebbür eden sabiyy-i müteşeyyihtir. Siz de büyük tanımayınız."
Yine mesela;
"Sual: En evvel rüesâmız ıslah olunmalı.
Cevap: Evet, reisleriniz malınızı ceplerine indirip hapsettikleri gibi, akıllarınızı da sizden almışlar veya dimağınızda hapsetmişler. Öyleyse, şimdi onların yanındaki akıllarınızla konuşacağım."
Gülen’in toplum ve devlet hayalinin Risale-i Nur’a göre şekillenmeyişinin bir neticesi olduğunu düşündüğüm bu sağlıksız hiyerarşinin bir sonucu da yine ‘çok kimliklilik’ oluyordu. Gülen’in demagojik ve konjonktürel söylemlerinde sürekli değişen duruşlar, tabanın hür iradesi tarafından mizana vurulamıyor, bu abiler zinciri/hiyerarşisi tarafından en tabandaki insanlara kadar deklare ediliyor ve bir önceki duruş hızla unutturuluyordu. Hatta öyle ki, bir önceki duruşa dair video kayıtları bile, bir yerlerde yayınlandığı duyulursa, hızla silinmeye/yok edilmeye çalışılıyordu. Veyahut görenlerden hüsnüzan ve hikmet arayışı isteniyordu.
Bütün bunları anlattıktan sonra nedense aklıma George Orwell’ın 1984 romanı geldi. Orada da Winston ismindeki ana karakter Gerçek Bakanlığı’nda (101 numaralı odada) buna benzer bir iş yapıyordu. Geçmişte yayınlanmış gazetelerden silinmesi istenen haberleri siliyor, yenilenmiş halleriyle yenilerini basıyordu. Bir süre sonra gerçek o kadar muğalatalı, o kadar silik ve göreceli bir hale geliyordu ki; hangisinin asıl doğru, hangisinin uydurulmuş yalan olduğunu kimse hatırlayamıyordu. Ve artık 2x2=5 edebiliyordu.
Sanıyorum cemaatin takipçilerine en çok yaptığı şey de bu: Büyük Birader’in isteğine göre kanaatleri şekillendirmek... O kadar çok kimlik yaratmak ki, en sonunda, o kimliklerin hangisinin asıl, hangisinin sonradan olduğunu unutturmak. Bu şekliyle cemaat, hakikaten Orwell’ın karaütopyasındaki partinin gerçek hayattaki dirilişi gibi. Ve yapabilecekleri de en az onun kadar korkutuyor.
Şimdi size, benim ‘çok kimliklilik’ dediğim, Orwell’ın (Celâl Üster tercümesine göre) 'çiftdüşün' dediği şeyi kitaptan bir alıntıyla hatırlatayım:
“Hem bilmek hem bilmemek, bir yandan ustaca uydurulmuş yalanlar söylerken bir yandan da tüm gerçeğin ayırdında olmak, çeliştiklerini bilerek ve her ikisine de inanarak birbirini çürüten iki görüşü aynı anda savunmak, mantığa karşı mantığı kullanmak, ahlaka sahip çıktığını söylerken ahlakı yadsımak, hem demokrasinin olanaksızlığını hem de partinin demokrasisinin koruyucusu olduğuna inanmak; unutulması gerekeni unutmak, gerekli olur olmaz yeniden anımsamak, sonra birden yeniden unutuvermek; en önemlisi de, aynı işlemin kendisine de uygulamak...”
Gülen ve cemaatinin beddua karşısındaki, Mustafa Kemal karşısındaki, otorite karşısındaki, siyaset karşısındaki, Batı karşısındaki, AK Parti karşısındaki, Erdoğan karşısındaki, barış süreci karşısındaki, Kürt meselesi karşısındaki, yakın tarih karşısındaki, devlet karşısındaki, İsrail karşısındaki, Amerika karşısındaki... vs. çift duruşluluğunu hatırladığımızda bu metin ne kadar da manidar geliyor değil mi? Abilik de Büyük Birader’in partisindeki memurluk gibi. Hatta Risale referanslı ‘abi’ kelimesinin daha sonra hizmet içi hiyerarşide ‘imam’a dönüşmesi de bence tesadüf değil. Abi, ne kadar evriltilseniz evrildin; imam’ın çağrıştırdığı kadar ‘hareketlerine uyulan, takip edilen’ anlamına karşılık gelmez. Bazı şeyler ne kadar da açık, ama bir o kadar da kurnazca değişiyor gözümüz önünde. Uyanmak, bir 'belki' kadar yakın aslında. Ah, diyebilseler...
Prof. Dr. Ejder Okumuş’un (23.01.2014 tarihli) Yenişafak gazetesindeki ‘bilerek unutmanın onulmaz sonuçları’ makalesinden hareketle buna ‘seçilmiş bir unutkanlık’ da diyebiliriz. Bu yeteneğe, kuvveler bahsinde Bediüzzaman’ın verdiği isimse cerbeze veya muğalatadır. Kuvve-i akliyenin ifratından ileri gelir. Şeriatın istediği vasat dairesinde ve vicdanî bir sorgulama eşliğinde dizginlemezseniz, o akıl, kendisine yön soranlara sağı sol, solu sağ tarif edecek kadar hünerler gösterir. Hakikati, pragmatik bir renkle algılar ve algısının rengine büründürür.
Sokratvarî, ‘sorgulanmayan ilmi, ilim kabul etmeyenlerden’ değilseniz, pek çabuk arkasına düşer, izlerini sarhoşçasına takip edersiniz. O da zaman içinde; “Dün dündür. Bugün bugündür...” safsatasını mantıklı gösterebilecek kıvama getirir sizi. O noktadan sonra her yamulma içselleştirilir. Hatta o ihmal ederse, çevresindekilerce fetvası üretilir.
Gülen’in, Taha Akyol ve Cengiz Çandar’la birlikte konuk olduğu NTV programını hatırlayalım. (Merak edenler, bu isimleri beraber youtube’a yazarlarsa bulup izleyebilirler.) Orada Gülen, Bediüzzaman’ın, Mustafa Kemal’e karşı duruşunu gayet iyi bildiği halde, başka bir mesele ile ilgili bir Risale metnini, ‘asıl düşmanın Atatürk olmadığı, düşmanlar tarafından dindarların kandırılıp onunla aralarının açıldığı...’ şeklinde şerh etmişti. Hatta hoşgörüsünü İsmet İnönü’ye kadar uzatmıştı. Bunun yanısıra, yine ‘geçmiştekileri kötü anmanın Kur’an’ın ruhuna uygun olmadığı, mümkünse hayırlarının yâd edilmesi gerektiği’ tesbitinde de bulunmuştu.
Fakat Kur’an’da, geçmişteki bir karakter olarak Ebu Leheb’in gayet kötü anıldığını ve daha birçok dalalet önderinin (Firavun, Haman, Calut, Nemrut, Karun vs...) yine Kur'an'da böyle anılmaktan kurtulamadığını hatırladığınızda, aklınıza soru işaretleri gelebiliyor. Ne de olsa yakın tarih, en açığı Dersim katliamı ve Türkçe ezan olmak üzere, yine bu insanların sorumlu olduğu, onlarca zulüm hadisesiyle dolu. Bütün bu yaşananlara rağmen nasıl hâlâ hayırla anılabileceklerini cidden merak ediyorsunuz.
Neyse, bu faslı geçelim. Ben sizi asıl Yavuz Çobanoğlu’nun “Altın Nesil”in Peşinde: Fethullah Gülen’de Toplum, Devlet, Ahlak, Otorite kitabına götürmek istiyorum. İletişim Yayınlarından çıkan bu eserde Çobanoğlu, Gülen’in metinleri ve ses kayıtları üzerine yürüttüğü emekler eşliğinde, ‘duruşlarını’ ortaya çıkarmaya çalışıyordu. Benim okurken en çok dikkatimi çekense, Gülen’in yaşadığı değişimlerdi. Mesela Batı’ya yönelik kullandığı dilde geçmişten günümüze çok büyük (yüzseksen derece diyebileceğimiz) bir yumuşama vardı. Bunun yanısıra pek çok meselede de Çobanoğlu, Gülen’in ‘dönüşümlerini’ yakalamıştı.
Bence en meraka mucip olansa, yazarın küçük küçük dikkatleri çektiği, Gülen’in, Bediüzzaman’ın mesleğinden ve söyleminden ayrıldığı yerlerdi. Bunları bazen yazar, belli belirsiz okuruna gösteriyordu; bazen de apaçık yakalayarak duruş farklılığını ortaya koyuyordu. Mesela Gülen’in ‘otoriter devlet algısını’ incelediğinde, bunun kesinlikle Bediüzzaman’da varolan bir duruş olmadığını, daha çok Nurettin Topçu, Necip Fazıl gibi isimlerin düşüncesine yakın olduğunu belirtiyordu. Demek ki, Gülen; her konuda Bediüzzaman’ı rehber kabul etmiyordu.
Yine 'toplum' başlığını incelerken de Gülen’in söyleminde yakaladığı ‘ordu disiplinine sahip bir toplum’ düşüncesinin Bediüzzaman’da olmadığı, fakat Bediüzzaman’ın hassaten Küçük Sözler’de kullandığı kulluk-askerlik benzetmesini, toplum düzeninde de bu askerî yapıyı koruyacak şekilde hayal eden Gülen tarafından böyle şerh edildiğini ifade ediyordu.
O kitaptan kazandığım bakış açısıyla kendim de Gülen’in ve cemaatin söylemlerini taradığımda, bunun gibi, Risalelerden alınmış; ama asıl kullanıldığı anlamın dışına taşırılmış, pek çok kavrama rastladım. Mesela abilik... Abilik, Bediüzzaman’ın metinlerinde ve hayatında kesinlikle bir baskı aracı olarak kullanılmazken; Gülen ve cemaatinde abilik bir ‘kitle kontrol’ aracıydı. Cemaat tabanından Gülen’e doğru yükselen hiyerarşide, abiler, ordu rütbeleri gibi, komutası altındaki coğrafik bölgelerin büyüklüğüne göre dizayn edilmişti. (Cemaat, aslında bir ordu-cemaatti.) Abilere itaatin, cemaatin şahs-ı manevisine dahil olmanın tek yolu olduğu anlatılıyordu. Ve yine külliyatın içindeki ‘şefkat tokatları’ bahsi de bu abilerin emrinden çıkmanın neticeleri gibi aktarılıyordu. Ortaokul veya ilkokul yıllarından itibaren cemaate dahil olan çocuklara ‘itaat eğitimi’ bu abiler kanalıyla veriliyordu. Fakat bakınız, Bediüzzaman, kendi metinlerinde bu hiyerarşik yapılanmaya nasıl karşı çıkıyordu:
“Evet, eğer mesleğimiz şeyhlik olsaydı, makam bir olurdu veyahut mahdut makamlar bulunurdu. (...) Fakat mesleğimiz uhuvvettir. Kardeş kardeşe peder olamaz, mürşid vaziyetini takınamaz. Uhuvvetteki makam geniştir; gıptakârâne müzâhameye medar olamaz. Olsa olsa, kardeş kardeşe muavin ve zahîr olur, hizmetini tekmil eder.”
Fakat Gülen cemaati içinde abilik/ablalık müessesinin kullanımı; yapılan şahsî ibadetleri bile çizelgeyle alıp takip eden, cemaatin bireylerine okuyacakları kitapları ve ne kadar okuyacaklarını söyleyebilen, onları toplayacakları yardımlar ve bulacakları aboneler hususunda sayılarla sorumlu tutabilen, belirli periyotlarla toplanılarak (ve bu aksatıldığında hesabı sorularak) kitlenin kontrol dışına çıkmasını engelleyebilen, hatta kullanacakları oyu, seçecekleri eşi ve atacakları twitleri bile şekillendirebilen bir yapıdaydı. Son bir aylık süreçte operasyonlarla farkettiğimiz şekliyle; cemaatin kendi hiyerarşisi, devletin hiyerarşisini hiçe sayabilecek ve otoritesine aykırı hareket edebilecek bir cürete çıkabiliyordu.
Bediüzzaman’ın ise, değil böyle bir uygulamasını görmek, böyle bir uygulamayı hoş görebileceği söylemek bile mümkün değildi. Metinleri, böyle bir duruşa sahip olmadığını göstermekteydi çünkü. Hassaten, onun hayal ettiği eksenin; dost, kardeş ve talebe ile ifade edildiği kısımda, bütün bağ Kur’an nurlarına dairdi ve onlara duyulan muhabbetle ilgiliydi. Başka bir hiyerarşisi yoktu. Hatta bir asır önce yazdığı Münazarat’ta, şeyhliğin insanları manevî bir esaret altına alamayacağına ve ağalığın da bireyin aklını yok etmemesi gerektiğine dair vurgular yapıyordu.
Mesela;
"Sual: Bir büyük adama ve bir veliye ve bir şeyhe ve bir büyük âlime karşı nasıl hür olacağız? Onlar meziyetleri için bize tahakküm etmek haklarıdır. Biz onların faziletlerinin esiriyiz.
Cevap: Velâyetin, şeyhliğin, büyüklüğün şe'ni tevazu ve mahviyettir, tekebbür ve tahakküm değildir. Demek, tekebbür eden sabiyy-i müteşeyyihtir. Siz de büyük tanımayınız."
Yine mesela;
"Sual: En evvel rüesâmız ıslah olunmalı.
Cevap: Evet, reisleriniz malınızı ceplerine indirip hapsettikleri gibi, akıllarınızı da sizden almışlar veya dimağınızda hapsetmişler. Öyleyse, şimdi onların yanındaki akıllarınızla konuşacağım."
Gülen’in toplum ve devlet hayalinin Risale-i Nur’a göre şekillenmeyişinin bir neticesi olduğunu düşündüğüm bu sağlıksız hiyerarşinin bir sonucu da yine ‘çok kimliklilik’ oluyordu. Gülen’in demagojik ve konjonktürel söylemlerinde sürekli değişen duruşlar, tabanın hür iradesi tarafından mizana vurulamıyor, bu abiler zinciri/hiyerarşisi tarafından en tabandaki insanlara kadar deklare ediliyor ve bir önceki duruş hızla unutturuluyordu. Hatta öyle ki, bir önceki duruşa dair video kayıtları bile, bir yerlerde yayınlandığı duyulursa, hızla silinmeye/yok edilmeye çalışılıyordu. Veyahut görenlerden hüsnüzan ve hikmet arayışı isteniyordu.
Bütün bunları anlattıktan sonra nedense aklıma George Orwell’ın 1984 romanı geldi. Orada da Winston ismindeki ana karakter Gerçek Bakanlığı’nda (101 numaralı odada) buna benzer bir iş yapıyordu. Geçmişte yayınlanmış gazetelerden silinmesi istenen haberleri siliyor, yenilenmiş halleriyle yenilerini basıyordu. Bir süre sonra gerçek o kadar muğalatalı, o kadar silik ve göreceli bir hale geliyordu ki; hangisinin asıl doğru, hangisinin uydurulmuş yalan olduğunu kimse hatırlayamıyordu. Ve artık 2x2=5 edebiliyordu.
Sanıyorum cemaatin takipçilerine en çok yaptığı şey de bu: Büyük Birader’in isteğine göre kanaatleri şekillendirmek... O kadar çok kimlik yaratmak ki, en sonunda, o kimliklerin hangisinin asıl, hangisinin sonradan olduğunu unutturmak. Bu şekliyle cemaat, hakikaten Orwell’ın karaütopyasındaki partinin gerçek hayattaki dirilişi gibi. Ve yapabilecekleri de en az onun kadar korkutuyor.
Şimdi size, benim ‘çok kimliklilik’ dediğim, Orwell’ın (Celâl Üster tercümesine göre) 'çiftdüşün' dediği şeyi kitaptan bir alıntıyla hatırlatayım:
“Hem bilmek hem bilmemek, bir yandan ustaca uydurulmuş yalanlar söylerken bir yandan da tüm gerçeğin ayırdında olmak, çeliştiklerini bilerek ve her ikisine de inanarak birbirini çürüten iki görüşü aynı anda savunmak, mantığa karşı mantığı kullanmak, ahlaka sahip çıktığını söylerken ahlakı yadsımak, hem demokrasinin olanaksızlığını hem de partinin demokrasisinin koruyucusu olduğuna inanmak; unutulması gerekeni unutmak, gerekli olur olmaz yeniden anımsamak, sonra birden yeniden unutuvermek; en önemlisi de, aynı işlemin kendisine de uygulamak...”
Gülen ve cemaatinin beddua karşısındaki, Mustafa Kemal karşısındaki, otorite karşısındaki, siyaset karşısındaki, Batı karşısındaki, AK Parti karşısındaki, Erdoğan karşısındaki, barış süreci karşısındaki, Kürt meselesi karşısındaki, yakın tarih karşısındaki, devlet karşısındaki, İsrail karşısındaki, Amerika karşısındaki... vs. çift duruşluluğunu hatırladığımızda bu metin ne kadar da manidar geliyor değil mi? Abilik de Büyük Birader’in partisindeki memurluk gibi. Hatta Risale referanslı ‘abi’ kelimesinin daha sonra hizmet içi hiyerarşide ‘imam’a dönüşmesi de bence tesadüf değil. Abi, ne kadar evriltilseniz evrildin; imam’ın çağrıştırdığı kadar ‘hareketlerine uyulan, takip edilen’ anlamına karşılık gelmez. Bazı şeyler ne kadar da açık, ama bir o kadar da kurnazca değişiyor gözümüz önünde. Uyanmak, bir 'belki' kadar yakın aslında. Ah, diyebilseler...
20 Ocak 2014 Pazartesi
Çok kimlikli olmanın kökenleri 7: Seçilmişlik algısı
2010 yapımı Ajan Salt filmini hatırlarsınız. başrollerini Angelina Jolie ve Liev Schreiber'in paylaşıyordu. (Yönetmeni ise Phillip Noyce'du.) Film; KGB'nin, soğuk savaş yıllarında, beyinlerini yıkadığı ‘seçilmiş çocukları’ Amerika'ya yerleştirmesini ve günü geldiğinde, her biri devlette kilit noktalara yükselmiş bu elemanlarını büyük bir operasyon için harekete geçirmesini anlatıyordu. Bu çocuklar o kadar iyi endoktrine edilmişlerdi ki, KGB ile son temaslarının ardından çok uzun yıllar geçmiş olmasına rağmen, günü geldiğinde kendilerine verilen emirleri—canları pahasına—yerine getiriyorlardı. Bir tanesi hariç...
Endoktrinasyon (beyin yıkama) sadece istihbaratlar için değil, terör örgütleri için de önemli. 2007 yapımı olan Kara Elmas filmini izleyenler, Afrika'da, masum çocukların, çeşitli endoktrinasyon yöntemleriyle nasıl 'çocuk askerlere' dönüştürüldüğünü anımsayacaklardır.
Bunun İslam tarihindeki en belirgin örneği ise, Haşhaşiler. Hassan Sabbah'ın yola başlarken Şiiliğin İsmailiye öğretisini 'kullandığı' fakat daha sonra, Alamut Kalesi'ni de elde etmesinin ardından, çok başka bir noktaya getirdiği bir harekettir Haşhaşi Hareketi. Fiilen tam bir devlet olmamasına karşın, devletlerin (özellikle Selçukluların) siyasetine müdahil olmuş; ikinci bir güç olarak söz sahibi olmaya çalışmıştır. Ölümüne bağlı mürit/suikastçileriyle (ki onları da daha çocukken ailelerinden alıp yetiştirirler) nicelerine tehdit dolu mesajlar yollamıştır bu hareket. Nizamülmülk gibi tehdite papuç bırakmayanları ise, katlettirmiştir. Hatta bazı kaynaklarda, o dönemde, Batınîliği eleştiren İmam Gazalî'nin de bu tehditlere maruz kaldığı anlatılır. (Mürsel Gündoğdu, böyle bir sahneyi, Akıl Kalbi Ararken kitabında anlatır.)
Öyle enteresan sızma yöntemleri vardır ki, müritlerin; bazen çok uzak şehirlerdeki emirler bile yanıbaşlarına bir hançer ve ucunda Hassan Sabbah'ın tehdit mesajı ile uyanırlar. Selçuklu Hükümdarı Melikşah'ın bile böyle bir sabaha uyandığı anlatılır. Bu uyuyan hücreler, o kadar iyi endoktrine edilmişlerdir ki, gün gelip kendilerine aksi yönde emir verilinceye kadar, içine yerleştikleri sistemlere sıkı sıkıya itaat ederler. Komutanlarının ve amirlerinin gözlerine girerler, yükselirler. Nihayetinde sistem içinde en üst seviyelere kadar ilerlemiş birisi, kendisine iletilen bir emirle, gerçek niyetini ortaya çıkarır. Kandırıldığı yalancı cennet sayesinde, bu yaptığının Allah yolunda büyük bir hizmet olduğunu bile düşünür.
Kadrolaşma meselesi gelince, bir örnek daha var konu hakkında İslam tarihinde. Belki bu kadar korkutucu ve terörize durmuyorlar, ama yaptıkları yıkım hiç de Haşhaşilerin yaptığından geri kalır değil. Hatta çoğu noktada onlardan üstler. Onlar kim mi? Tabii ki, Emeviler. Yani Ümeyyeoğulları. Hz. Osman'ın (r.a.) hilafeti zamanında onun hüsnüzannı ve muhabbeti ile yaptıkları kadrolaşma, ileride öyle boyutlara varıyor ki, en nihayet hilafeti, saltanata çevirebilecek bir gücü kendilerinde bulabiliyorlar. Bugünkü tabirlerle ifade edecek olursak, raşid halifelerden gelen demokrasi mirasını, kendi kadrolarının/soylarının lehine bir darbe hareketiyle saltanata dönüştürüyorlar. Hatta bu yolda Hz. Hüseyin'i şehid etmekten bile çekinmiyorlar. Babadan oğula geçen bir üstünlük algısı çocuklara aktarılan bir miras onlarda da.
Peki; Ümeyyeoğullarını olsun, Haşhaşileri olsun, uygulamalarında bu kadar dinin kurallarından saptıran nedir? Benim bu noktada ilk teşhisim; 'ilahî seçilmişlik algısı' üzerine. Fakat burayı biraz daha açabilmek için sizi Şükrü Nişancı'nın Sivil İtaatsizlik kitabına götüreceğim. Orada 'otorite' kimdir ve farklı siyasi kültürlerde otorite gücünü/yetkisini nereye dayandırır konuları işlenirken Şükrü Nişancı, Hz. Ömer'e dair şöyle çok hoş birşeyi anlatıyordu: Hz. Ömer, hilafeti döneminde, kendisine Allahın halifesi denmesinden hoşlanmaz, "Bana müminlerin emiri (emire'l-mü'minin) deyin!" dermiş.
Şükrü Nişancı'nın meseleye yaptığı yorumlardan benim anladığım şuydu: Hz. Ömer, yetkinin seçim ve biatla halktan alındığını ve aslında halka ait olduğunu belirtmeye çalışıyordu. Yönetim yetkisinin, peygamberlerden sonra, ilahî bir kaynağa dayandırılmasını tasvip etmiyordu. Kendisi de hayatı boyunca emire'l-mü'minin unvanını bu yüzden kullanmıştı.
Daha sonra Şükrü Nişancı, otoritesini 'ilahî seçilmişlik' üzerine kurgulayan dinî/siyasî krallıkları veya farklı formattaki yönetimleri masaya yatırarak; yetkiyi halktan aldıklarını düşünmedikleri için ileride halka hesap verme ihtiyacı hissetmediklerini, bu nedenle de baskıcı/totaliter yönetimlere dönüştüklerini ortaya koyuyordu. Batıdaki krallıkların da, bizdeki Ümeyyeoğullarının/Haşhaşilerin de temel problemi buydu: Soydan veya mistik öğelerden ötürü 'seçilmiş ve layık olanların' kendileri olduğunu düşünme... (Hatta Hassan Sabbah’ın mehdiye dair hadisleri kendisine tevil ettiği de anlatılır.) Aksi yönde, yani halklara yönelik evrilmenin olduğu dönemlerde ise iktidarlar, yetkiyi aldıkları yere hesap vereceklerini düşündükleri için, halka karşı daha iyi ve âdil davranıyorlardı.
Buradan yakın tarihe de bir atıf yapalım: Yine böyle gücünü/yetkisini bir seçilmişlik ve kurtarıcılık üzerine kurgulayan devr-i sabık yönetimi de, halka hesap verme ihtiyacı hissetmediği için, inkılaplarını 'halka rağmen ama halk adına' yapmaya teşebbüs edebilmiştir. (Çetin Altan bunlara cumhuriyet değil, Ankara oligarşisi der.) Onun uzantıları olan geçmiş cuntalar ve günümüz Ergenekon örgütü de, halk kurtarılmak istemediği (ve zaten kurtarılacak da bir durum olmadığı) halde, önce halkı kurtarılmayı isteyecek bir kıvama getirmek, eğer bu becerilemezse, yine de zorla kurtarmak üzerine bir seçilmişlik sapkınlığı yaşamışlardır. (Örneğin; TSK'nın bir kısmının, iç siyasette, halka hesap vermeyen böyle bir kurtarıcılık/seçilmişlik görevini pırpırlarında hissettiğini tecrübelerden biliyoruz.)
Çok uzatmayacağım. Bu noktada, bütün bu bilgiler hafızamızda Gülen cemaatinin söylemlerine ve eylemlerine de bakalım istiyorum. "Gülen cemaati, dünya üzerinde güttüğü misyonu hangi otoriteye bina ediyor?" diye soracak olursanız, Sohbetlerinde ve metinlerinde Gülen'in de sıklıkla dikkatleri çektiği gibi; yaptıkları vazife, ilahî bir kaynaktan aldıkları 'tecdid' vazifesidir. Yetkilendirme ilahî bir kaynaktan olmaktadır ve bu vazife, Bediüzzaman'dan sıklıkla yapılan bir alıntıyla, 'ihsan-ı ilahî' olarak omuzlarına konmuştur.
Fakat gelgelelim, Gülen Hareketi, bu ihsan-ı ilahîyi, Bediüzzaman gibi sadece din hizmeti alanında ve bir 'ihsan' gibi değil; daha geniş bir dairede ve ihsan'dan 'hakedilmiş seçilmişliğe' yaşanan bir evrilmeyle anlamaktadır. Bu aslında ihsan’dan asabiyet’e doğru bir kıvrılmadır. Aynı lafzı, farklı bir anlam kastederek kullanmaktadır. Bunu bazen Türk milletinin tarihî misyonuna hamasi söylemlere bağlayarak ‘soy bağlamında’ anlatır Gülen. Bazen de ahirzamanda gelecek olanlara/altın nesile dair mistik öğelerle... (Fakat bir dipnot: Emeviye de Ümeyyeoğullarının üstünlüğünü Arap milliyetçiliği ile destekler. Ve Haşhaşiler de kendi hiyerarşilerini yerleştirirken böyle bir mistik dil kullanır.)
Hatta devlet iradesine hükmetme alanında da bu seçilmişliğin devam ettiğini düşünmektedir Gülen. Kendisinin; "Avukat da kiralayacaksınız. Hakim de kiralayacaksınız!" şeklindeki tavsiyeleri; yapının, 'seçilmişlik algısını' nasıl illegal faaliyetlerine mâsadak yaptığını gözler önüne sermektedir. Kendisiyle, yıllar önce, Nur hareketinin geleceği üzerine bir toplantıda bir araya gelen birisinden dinlediğim hatıraya göre; Gülen, iman-hayat-şeriat dediği üç alandan birincisinin tamamlandığını ve artık ikincisine geçmek gerektiğini düşünmektedir. Muhtemelen bu alanı, Bediüzzaman'ın tekrar tekrar yaptığı 'iktidar olmaya meyletmeme' tavsiyesini görmezden gelerek, siyasi daireye de sıçratmaktadır. Fakat bu alanda da söz sahibi olma hakkını halka değil, 'seçilmişliğe' dayandırdığı için, bu durum, demokrasi adına ciddi bir tehlikedir. En az Emeviler kadar hem de.
Ayrıca; karışma yetkisini böyle bir noktaya dayandıran birisinin, siyaset alanının gerektirdiği saptırmaları dinin içinde şerhler üreterek içselleştirmesi de kaçınılmazdır. Çünkü otoritesinin kaynağı ilahîdir ve yaptıklarının da ilahî bir dayanağı olmalıdır. Bu noktada bir siyasi parti rahatlığına sahip olamaz. Örneğin; internette de rahatlıkla bulunabilen bir ses kaydında, başörtüsüz okumaya cevaz vermeyen ve bu konuda çok sert konuşan Gülen'in, ilerleyen yıllarda "Başörtüsü füruattır!" diyerek gençleri başları açık okumaya yönlendirmesi, tâbileri tarafından fıkhî alanda da bir cevaz olarak algılanmıştır.
Yine geçmişteki vaazlarından birinde (ki yine nette rahatlıkla bulunur) bedduaya karşı çok net bir tavır koyan Gülen'in, yıllar sonra siyasi bir meselede çok şiddetli beddualar etmesi, takipçileri tarafından revaçla yapılmasına ve dinî cevazlar (hatta teşvikler) üretilmesine neden olmuştur. Yani ihsan-ı ilahî'den hakedilmiş/seçilmiş otoriteye doğru yaşanan evrilme, o evrilmenin iktidar alanına kadar teşmil edilmesi ve buradan kaynaklanan ‘çok kimlikli hallerin’ şeriat dairesine de taşınması, Gülen Hareketinin temel sorunlarından birisidir. Ve bu seçilmişlik algısı, kendilerine, konjonktüre göre, şeriatın naslarına çok da bağlı kalmadan gerekli esnemeleri yapabilme kabiliyeti vermektedir. (Bu konu hakkında Metin Karabaşoğlu’nun ‘Yuşa Makamı: Yeniden’ yazısı mutlaka okunmalıdır. Orada Hz. Hızır örneklemesi üzerinden; ‘her işinde hikmet olan, ancak bugün anlaşılmayan’ bir Hocaefendi imajının tâbilere nasıl yüklendiği anlatılmaktadır.)
Bu esnemelerin her korkuncu ise, uyuyan birer hücre gibi devletin her yerine yerleşmiş takipçilerin, gün gelip kendilerine emir verildiğinde, bağlı bulundukları devlet otoritelerini ayaklar altına alarak, bizzat yine kendi devletlerine ve meşru hükümetlerine operasyon yapabilmeleridir. Fakat Bediüzzaman, böylesi bir seçilmişlik algısının doğuracağı zararlara bir eserinde şöyle dikkat çeker: "Evet, her vakit, hususan bu zamanda ve bilhassa dalaletten gelen gaflet-i umumiyede; siyaset ve felsefenin galebesinde; ve enaniyet ve hodfüruşluğun heyecanlı asrında büyük makamlar herşeyi kendine tâbi ve basamak yapar. Hatta dünyevî makamlar için dahi mukaddesatını alet eder. Manevî makamlar olsa, daha ziyade alet eder. (...) Elhasıl: Hakikat-ı ihlas, benim için şan ü şerefe ve maddî ve manevî rütbelere vesile olabilen şeylerden beni men'ediyor."
İşte, kanaatimce; mezkûr seçilmişlik algısı, tam da Bediüzzaman'ın hakkında endişe ettiği bu şeydir. Tahayyül ettiği makama/seçilmişliğe, tahakkukta çok şeyleri kurban etmektir. Böylesi her kırılma, İslam tarihi boyunca bir fitnenin başlangıcı olmuştur, bugün olduğu gibi... Bu arada, yazının başından beri endoktrinasyonu konuşurken karşımıza sürekli çocuklar çıktı dikkat ederseniz. Çünkü çocuklar ve gençlerde beyin yıkamanın daha başarılı olduğu bir gerçek. Şimdi, yazının finaline gelirken, dersane meselesinin cemaat için neden bu kadar önemli olduğuna da dikkat çekebildim mi? Çocuklar, gençler, seçilmişlik algısı, beyin yıkama, öğrenciler, abiler... Bilmiyorum, bir yerlere bağlayabilmiş olmanız lazım. Ne kadar Hassan Sabbah da olsanız, küçükken elinize geçmeyen birisini fedai/çok kimlikli/rahat kullanılır yapamazsınız.
Endoktrinasyon (beyin yıkama) sadece istihbaratlar için değil, terör örgütleri için de önemli. 2007 yapımı olan Kara Elmas filmini izleyenler, Afrika'da, masum çocukların, çeşitli endoktrinasyon yöntemleriyle nasıl 'çocuk askerlere' dönüştürüldüğünü anımsayacaklardır.
Bunun İslam tarihindeki en belirgin örneği ise, Haşhaşiler. Hassan Sabbah'ın yola başlarken Şiiliğin İsmailiye öğretisini 'kullandığı' fakat daha sonra, Alamut Kalesi'ni de elde etmesinin ardından, çok başka bir noktaya getirdiği bir harekettir Haşhaşi Hareketi. Fiilen tam bir devlet olmamasına karşın, devletlerin (özellikle Selçukluların) siyasetine müdahil olmuş; ikinci bir güç olarak söz sahibi olmaya çalışmıştır. Ölümüne bağlı mürit/suikastçileriyle (ki onları da daha çocukken ailelerinden alıp yetiştirirler) nicelerine tehdit dolu mesajlar yollamıştır bu hareket. Nizamülmülk gibi tehdite papuç bırakmayanları ise, katlettirmiştir. Hatta bazı kaynaklarda, o dönemde, Batınîliği eleştiren İmam Gazalî'nin de bu tehditlere maruz kaldığı anlatılır. (Mürsel Gündoğdu, böyle bir sahneyi, Akıl Kalbi Ararken kitabında anlatır.)
Öyle enteresan sızma yöntemleri vardır ki, müritlerin; bazen çok uzak şehirlerdeki emirler bile yanıbaşlarına bir hançer ve ucunda Hassan Sabbah'ın tehdit mesajı ile uyanırlar. Selçuklu Hükümdarı Melikşah'ın bile böyle bir sabaha uyandığı anlatılır. Bu uyuyan hücreler, o kadar iyi endoktrine edilmişlerdir ki, gün gelip kendilerine aksi yönde emir verilinceye kadar, içine yerleştikleri sistemlere sıkı sıkıya itaat ederler. Komutanlarının ve amirlerinin gözlerine girerler, yükselirler. Nihayetinde sistem içinde en üst seviyelere kadar ilerlemiş birisi, kendisine iletilen bir emirle, gerçek niyetini ortaya çıkarır. Kandırıldığı yalancı cennet sayesinde, bu yaptığının Allah yolunda büyük bir hizmet olduğunu bile düşünür.
Kadrolaşma meselesi gelince, bir örnek daha var konu hakkında İslam tarihinde. Belki bu kadar korkutucu ve terörize durmuyorlar, ama yaptıkları yıkım hiç de Haşhaşilerin yaptığından geri kalır değil. Hatta çoğu noktada onlardan üstler. Onlar kim mi? Tabii ki, Emeviler. Yani Ümeyyeoğulları. Hz. Osman'ın (r.a.) hilafeti zamanında onun hüsnüzannı ve muhabbeti ile yaptıkları kadrolaşma, ileride öyle boyutlara varıyor ki, en nihayet hilafeti, saltanata çevirebilecek bir gücü kendilerinde bulabiliyorlar. Bugünkü tabirlerle ifade edecek olursak, raşid halifelerden gelen demokrasi mirasını, kendi kadrolarının/soylarının lehine bir darbe hareketiyle saltanata dönüştürüyorlar. Hatta bu yolda Hz. Hüseyin'i şehid etmekten bile çekinmiyorlar. Babadan oğula geçen bir üstünlük algısı çocuklara aktarılan bir miras onlarda da.
Peki; Ümeyyeoğullarını olsun, Haşhaşileri olsun, uygulamalarında bu kadar dinin kurallarından saptıran nedir? Benim bu noktada ilk teşhisim; 'ilahî seçilmişlik algısı' üzerine. Fakat burayı biraz daha açabilmek için sizi Şükrü Nişancı'nın Sivil İtaatsizlik kitabına götüreceğim. Orada 'otorite' kimdir ve farklı siyasi kültürlerde otorite gücünü/yetkisini nereye dayandırır konuları işlenirken Şükrü Nişancı, Hz. Ömer'e dair şöyle çok hoş birşeyi anlatıyordu: Hz. Ömer, hilafeti döneminde, kendisine Allahın halifesi denmesinden hoşlanmaz, "Bana müminlerin emiri (emire'l-mü'minin) deyin!" dermiş.
Şükrü Nişancı'nın meseleye yaptığı yorumlardan benim anladığım şuydu: Hz. Ömer, yetkinin seçim ve biatla halktan alındığını ve aslında halka ait olduğunu belirtmeye çalışıyordu. Yönetim yetkisinin, peygamberlerden sonra, ilahî bir kaynağa dayandırılmasını tasvip etmiyordu. Kendisi de hayatı boyunca emire'l-mü'minin unvanını bu yüzden kullanmıştı.
Daha sonra Şükrü Nişancı, otoritesini 'ilahî seçilmişlik' üzerine kurgulayan dinî/siyasî krallıkları veya farklı formattaki yönetimleri masaya yatırarak; yetkiyi halktan aldıklarını düşünmedikleri için ileride halka hesap verme ihtiyacı hissetmediklerini, bu nedenle de baskıcı/totaliter yönetimlere dönüştüklerini ortaya koyuyordu. Batıdaki krallıkların da, bizdeki Ümeyyeoğullarının/Haşhaşilerin de temel problemi buydu: Soydan veya mistik öğelerden ötürü 'seçilmiş ve layık olanların' kendileri olduğunu düşünme... (Hatta Hassan Sabbah’ın mehdiye dair hadisleri kendisine tevil ettiği de anlatılır.) Aksi yönde, yani halklara yönelik evrilmenin olduğu dönemlerde ise iktidarlar, yetkiyi aldıkları yere hesap vereceklerini düşündükleri için, halka karşı daha iyi ve âdil davranıyorlardı.
Buradan yakın tarihe de bir atıf yapalım: Yine böyle gücünü/yetkisini bir seçilmişlik ve kurtarıcılık üzerine kurgulayan devr-i sabık yönetimi de, halka hesap verme ihtiyacı hissetmediği için, inkılaplarını 'halka rağmen ama halk adına' yapmaya teşebbüs edebilmiştir. (Çetin Altan bunlara cumhuriyet değil, Ankara oligarşisi der.) Onun uzantıları olan geçmiş cuntalar ve günümüz Ergenekon örgütü de, halk kurtarılmak istemediği (ve zaten kurtarılacak da bir durum olmadığı) halde, önce halkı kurtarılmayı isteyecek bir kıvama getirmek, eğer bu becerilemezse, yine de zorla kurtarmak üzerine bir seçilmişlik sapkınlığı yaşamışlardır. (Örneğin; TSK'nın bir kısmının, iç siyasette, halka hesap vermeyen böyle bir kurtarıcılık/seçilmişlik görevini pırpırlarında hissettiğini tecrübelerden biliyoruz.)
Çok uzatmayacağım. Bu noktada, bütün bu bilgiler hafızamızda Gülen cemaatinin söylemlerine ve eylemlerine de bakalım istiyorum. "Gülen cemaati, dünya üzerinde güttüğü misyonu hangi otoriteye bina ediyor?" diye soracak olursanız, Sohbetlerinde ve metinlerinde Gülen'in de sıklıkla dikkatleri çektiği gibi; yaptıkları vazife, ilahî bir kaynaktan aldıkları 'tecdid' vazifesidir. Yetkilendirme ilahî bir kaynaktan olmaktadır ve bu vazife, Bediüzzaman'dan sıklıkla yapılan bir alıntıyla, 'ihsan-ı ilahî' olarak omuzlarına konmuştur.
Fakat gelgelelim, Gülen Hareketi, bu ihsan-ı ilahîyi, Bediüzzaman gibi sadece din hizmeti alanında ve bir 'ihsan' gibi değil; daha geniş bir dairede ve ihsan'dan 'hakedilmiş seçilmişliğe' yaşanan bir evrilmeyle anlamaktadır. Bu aslında ihsan’dan asabiyet’e doğru bir kıvrılmadır. Aynı lafzı, farklı bir anlam kastederek kullanmaktadır. Bunu bazen Türk milletinin tarihî misyonuna hamasi söylemlere bağlayarak ‘soy bağlamında’ anlatır Gülen. Bazen de ahirzamanda gelecek olanlara/altın nesile dair mistik öğelerle... (Fakat bir dipnot: Emeviye de Ümeyyeoğullarının üstünlüğünü Arap milliyetçiliği ile destekler. Ve Haşhaşiler de kendi hiyerarşilerini yerleştirirken böyle bir mistik dil kullanır.)
Hatta devlet iradesine hükmetme alanında da bu seçilmişliğin devam ettiğini düşünmektedir Gülen. Kendisinin; "Avukat da kiralayacaksınız. Hakim de kiralayacaksınız!" şeklindeki tavsiyeleri; yapının, 'seçilmişlik algısını' nasıl illegal faaliyetlerine mâsadak yaptığını gözler önüne sermektedir. Kendisiyle, yıllar önce, Nur hareketinin geleceği üzerine bir toplantıda bir araya gelen birisinden dinlediğim hatıraya göre; Gülen, iman-hayat-şeriat dediği üç alandan birincisinin tamamlandığını ve artık ikincisine geçmek gerektiğini düşünmektedir. Muhtemelen bu alanı, Bediüzzaman'ın tekrar tekrar yaptığı 'iktidar olmaya meyletmeme' tavsiyesini görmezden gelerek, siyasi daireye de sıçratmaktadır. Fakat bu alanda da söz sahibi olma hakkını halka değil, 'seçilmişliğe' dayandırdığı için, bu durum, demokrasi adına ciddi bir tehlikedir. En az Emeviler kadar hem de.
Ayrıca; karışma yetkisini böyle bir noktaya dayandıran birisinin, siyaset alanının gerektirdiği saptırmaları dinin içinde şerhler üreterek içselleştirmesi de kaçınılmazdır. Çünkü otoritesinin kaynağı ilahîdir ve yaptıklarının da ilahî bir dayanağı olmalıdır. Bu noktada bir siyasi parti rahatlığına sahip olamaz. Örneğin; internette de rahatlıkla bulunabilen bir ses kaydında, başörtüsüz okumaya cevaz vermeyen ve bu konuda çok sert konuşan Gülen'in, ilerleyen yıllarda "Başörtüsü füruattır!" diyerek gençleri başları açık okumaya yönlendirmesi, tâbileri tarafından fıkhî alanda da bir cevaz olarak algılanmıştır.
Yine geçmişteki vaazlarından birinde (ki yine nette rahatlıkla bulunur) bedduaya karşı çok net bir tavır koyan Gülen'in, yıllar sonra siyasi bir meselede çok şiddetli beddualar etmesi, takipçileri tarafından revaçla yapılmasına ve dinî cevazlar (hatta teşvikler) üretilmesine neden olmuştur. Yani ihsan-ı ilahî'den hakedilmiş/seçilmiş otoriteye doğru yaşanan evrilme, o evrilmenin iktidar alanına kadar teşmil edilmesi ve buradan kaynaklanan ‘çok kimlikli hallerin’ şeriat dairesine de taşınması, Gülen Hareketinin temel sorunlarından birisidir. Ve bu seçilmişlik algısı, kendilerine, konjonktüre göre, şeriatın naslarına çok da bağlı kalmadan gerekli esnemeleri yapabilme kabiliyeti vermektedir. (Bu konu hakkında Metin Karabaşoğlu’nun ‘Yuşa Makamı: Yeniden’ yazısı mutlaka okunmalıdır. Orada Hz. Hızır örneklemesi üzerinden; ‘her işinde hikmet olan, ancak bugün anlaşılmayan’ bir Hocaefendi imajının tâbilere nasıl yüklendiği anlatılmaktadır.)
Bu esnemelerin her korkuncu ise, uyuyan birer hücre gibi devletin her yerine yerleşmiş takipçilerin, gün gelip kendilerine emir verildiğinde, bağlı bulundukları devlet otoritelerini ayaklar altına alarak, bizzat yine kendi devletlerine ve meşru hükümetlerine operasyon yapabilmeleridir. Fakat Bediüzzaman, böylesi bir seçilmişlik algısının doğuracağı zararlara bir eserinde şöyle dikkat çeker: "Evet, her vakit, hususan bu zamanda ve bilhassa dalaletten gelen gaflet-i umumiyede; siyaset ve felsefenin galebesinde; ve enaniyet ve hodfüruşluğun heyecanlı asrında büyük makamlar herşeyi kendine tâbi ve basamak yapar. Hatta dünyevî makamlar için dahi mukaddesatını alet eder. Manevî makamlar olsa, daha ziyade alet eder. (...) Elhasıl: Hakikat-ı ihlas, benim için şan ü şerefe ve maddî ve manevî rütbelere vesile olabilen şeylerden beni men'ediyor."
İşte, kanaatimce; mezkûr seçilmişlik algısı, tam da Bediüzzaman'ın hakkında endişe ettiği bu şeydir. Tahayyül ettiği makama/seçilmişliğe, tahakkukta çok şeyleri kurban etmektir. Böylesi her kırılma, İslam tarihi boyunca bir fitnenin başlangıcı olmuştur, bugün olduğu gibi... Bu arada, yazının başından beri endoktrinasyonu konuşurken karşımıza sürekli çocuklar çıktı dikkat ederseniz. Çünkü çocuklar ve gençlerde beyin yıkamanın daha başarılı olduğu bir gerçek. Şimdi, yazının finaline gelirken, dersane meselesinin cemaat için neden bu kadar önemli olduğuna da dikkat çekebildim mi? Çocuklar, gençler, seçilmişlik algısı, beyin yıkama, öğrenciler, abiler... Bilmiyorum, bir yerlere bağlayabilmiş olmanız lazım. Ne kadar Hassan Sabbah da olsanız, küçükken elinize geçmeyen birisini fedai/çok kimlikli/rahat kullanılır yapamazsınız.
17 Ocak 2014 Cuma
Çok kimlikli olmanın kökenleri 6: Kişi merkezlilik
Nakledilir ki; Yemen'e vali olarak göndermeden evvel Allah Resulü, Muaz b. Cebel'e sorar: "Sana bir dava getirilip insanlar arasında hüküm vermen istenirse, neyle hüküm vereceksin?" Cevap verir: "Allah'ın kitabı ile hüküm veririm." Allah Resulü tekrar sorar: "Ya onda açıkça bulamazsan?" Hz. Muaz şöyle yanıtlar: "Peygamberin sünnetiyle hükmederim." Hz. Resulullah bir kez daha sorar: "Ya onda da açıkça bulamazsan?" Cevabı hazırdır Hz. Muaz'ın: "İçtihad ederek, onlardan anladığımla hükmederim." Peygamberimiz, Muaz bin Cebel'in bu cevaplarından dolayı çok memnun kalarak mübarek elini Onun göğsüne koyar ve şöyle der: "Elhamdülillah! Allahu Teâlâ, Resulünün elçisini, Resulullahın rızasına uygun eyledi!"
Ben bu hadiseyi ne zaman hatırlasam, buradan kendime göre yeni dersler çıkarıyorum. Fakat ilk çıkardığım ders, belki ilk gözağrım o olduğundan, aklımdan gitmiyor: "Birşey hakkında Kur'an'da açıkça hüküm varsa, önce onu bulmalı ve takip etmelisin." Yoksa? "Yoksa, yine ondan aldığın nazarı kuşanarak sünneti taramaya başlamalısın. Hüküm vermen gereken şeye benzer (kıyaslanabilir) birşey buldunsa, onu kendine rehber etmelisin." Ya onda da bulunmazsa? "O zaman da yine onların eksenininden gram şaşmadan, vicdanına ve aklına müracaat edip âdil bir hüküm ortaya koymaya çalışmalısın." Hz. Muaz'ın, Allah Resulünü sevindiren ekseni budur çünkü. Hem bu eksen, ehl-i hakikat olan sahabe eksenidir ki, onlar; bu dinin en sağlam taşıyıcılarıdır. Efendimiz ve ümmet için anlamları, yine aklımın ışığı aleyhissalatu vesselamın latif teşbihiyle, 'yıldızlar' gibidir. Ve yıldızlar, vakit gelip güneş yüzüne perde çektiğinde bile, ışık vermeye devam ederler.
Tabii buradan aldığım tek ders bu değil. Bir ikincisi; hüküm çıkartılırken metnî olandan içtihadî olana doğru alınması gereken yol. Yani bencileyin ifade edersem: Metinsel ve belirli olanın yolunu takip etmek öncelikli olan, kendi reyine güvenmek değil. Bunun, hukuk sistemlerinin tümümün temel öğretisi ve deneyimi olduğunu düşünüyorum. İnsanlar, tecrübî bir yolla, 'yazılı hukukun' yalnızca hükmedicilerin irade ve aklına güvenmekten daha sağlıklı olduğunu görmüşlerse eğer (ki tarih bunun şahididir) bunda bu dersin büyük bir payı var. Efendimizin, Muaz bin Cebel'de görüp mutlu olduğu şey; belki biraz da onun 'belirli ve herkese açık olan' hükümlere, kendi reyiden çok daha fazla ehemmiyet veriyor oluşu. Yani içtihadını, kanunların önüne koymayışı.
Neden mi bu daha sağlıklı? Çünkü yazılı hukukunuz varsa, yanlış yapmanız zordur. Herkese açık olan metinler bağlar ayaklarınızı. Rahat rahat "Ben böyle uygun gördüm!" diyemezsiniz. Öyle dendiği vakitler, mehirlerin çok yükselmesinden rahatsız olan Hz. Ömer'in, halifeliği döneminde, buna bir sınır belirlemek istediğinde; ona bir müminenin sorduğu gibi sorabilirsiniz: "Allah ve Resulü bizi bu mehir tayininde serbest bırakmışken, sen nasıl sınır koyabiliyorsun?" Karşınızdaki halife de olsa, ona getirdiğiniz delil karşısında, hakkınızı teslim eder. Yazılı olanın hem belirgin oluşuyla hem de herkese açık oluşuyla böylesi iki kazanımı vardır. İnsanı, liderinin iradesinin kölesi yapmaz. Aksine, bireylerin aklını ve iradesini hükümleri sorgulamada serbest bırakır.
Kur'an'ı okurken de bunu görürsünüz; "Eğer sâdıklardan iseniz, delil getirin!" buyuran Bakara 111 de, "Ey iman edenler! Belirlenmiş bir süre için birbirinize borçlandığınız vakit, onu yazın..." diye başlayan Bakara 282 ve daha niceleri de hep hukukun herkese açık metinler/deliller üzerinden korunmasını emreder. Sorgulamayan bir itaati değil, delillerle oluşmuş bir sıddıkıyeti ders verir. Bu noktada; Metin Karabaşoğlu abiden de güzelce ders aldığım üzere; sıddıkıyet, bir körükörüne itaat mesleği değildir. Aksine, az evvel alıntıladığım Bakara 111'de dendiği gibi 'delil getirmenin şart koşulduğu' bir doğruluk ve doğrulama makamıdır. Fakat sizden koşulsuz itaat isteyenler; bu makam-ı sıddıkıyeti de, sâdıklardan olmayı da. Hz. Ebu Bekir'in burhan mesleğindeki hayatını da bir 'kazıye-yi makbule müntesipliği' suretinde sunar, gözünüzü açmazsanız, aklınız başınıza gelinceye kadar iradenize prangalarını takarlar.
Halbuki Bediüzzaman, Risalelerin Kur'an mesleğine bakışını nasıl anlatır bizlere? Alıntılayalım:
"(...) O büyük kutbun müridlerinin kanaat-i kalbiyelerini temin eden üstadlarının fevkalade makamı ve meselelerde hükümleri yerine, Risale-i Nur'un sarsılmaz hüccetleri, o müridlerinin kanaatlerinden çok ziyade şakirtlerine kanaat verdiği gibi, bu halet ve itikad başkasına da sirayet eder, menfaat verir. O müridlerin kanaati ise, hususi ve şahsi kalır. Hatta ilm-i mantıkta 'kaziye-i makbule' tabir ettikleri, yani büyük zatların delilsiz sözlerini kabul etmektir; mantıkça yakin ve katiyyeti ifade etmiyor, belki zann-ı galiple kanaat verir. İlm-i mantıkda; bürhan-ı yakini, hüsn-ü zanna ve makbul şahıslara bakmıyor, cerh edilmez delile bakar ki, bütün Risale-i Nur hüccetleri, bu bürhan-ı yakini kısmındandır."
Ve yine Mahrem Bir Suale Cevaptır'da der:
"Eski zamanda, esâsât-ı imaniye mahfuzdu, teslim kavî idi. Teferruatta, âriflerin marifetleri delilsiz de olsa, beyanatları makbul idi, kâfi idi. Fakat şu zamanda, dalâlet-i fenniye elini esâsâta ve erkâna uzatmış olduğundan, her derde lâyık devâyı ihsan eden Hakîm-i Rahîm olan Zât-ı Zülcelâl, Kur'ân-ı Kerîmin en parlak mazhar-ı i'câzından olan temsilâtından bir şulesini, acz ve zaafıma, fakr ve ihtiyacıma merhameten, hizmet-i Kur'ân'a ait yazılarıma ihsan etti."
Burada dikkatinizi son satıra çekeceğim kardeşlerim. Bediüzzaman neden orada 'yazılarıma' ifadesini kullanır sizce? Tesadüf müdür bu? Bence metnin başında da aynı ifadeye yer verişi tesadüf dememize imkan bırakmaz: "Neden senin Kur'ân'dan 'yazdığın' Sözlerde bir kuvvet, bir tesir var ki, müfessirlerin ve âriflerin sözlerinde nadiren bulunur?" Ve cevaba başlarken söylediği de bunu destekler: "Çünkü, 'yazılan' Sözler tasavvur değil, tasdiktir..." Evet, hakikaten de yazılan sözler, hakikat sistematiğine söylemlerden daha yakındır. Bu metin vurgusunu lahikaların tamamını tarasanız ve Bediüzzaman'ın hayatını tefekkür etseniz, onun ana eksenlerinden biri olarak bulursunuz karşınızda. Lahikalarda defaatle ve defaatle, kendisinin ziyaretine gelinmesi yerine Risale metinlerinin okunmasını tavsiye eder çünkü. Mesela der:
"Malûm olsun ki, bizi ziyaret eden ya hayat-ı dünyeviye cihetinde gelir; o kapı kapalıdır. Veya hayat-ı uhreviye cihetinde gelir; o cihette iki kapı var. Ya şahsımı mübarek ve makam sahibi zannedip gelir; o kapı dahi kapalıdır. Çünkü, ben kendimi beğenmiyorum, beni beğenenleri de beğenmiyorum. Cenab-ı Hakka çok şükür, beni kendime beğendirmemiş. İkinci cihet, sırf Kur'ân-ı Hakîmin dellâlı olduğum cihetledir. Bu kapıdan girenleri, ale'r-re'si ve'l-ayn kabul ediyorum. Onlar da üç tarzda olur: Ya dost olur, ya kardeş olur, ya talebe olur."
Dost, talebe ve kardeş'i ise, devamında, yine metinlerle bağlantısı yönüyle derecelendirir, kendisiyle değil. Hem yine der:
"Şimdi maddî bir lokma hediye beni hasta ettiği gibi; mânevî bir hediye olan ziyaret etmek, görüşmek, hususan başka yerlerden musafaha için zahmet edip gelmek ziyareti dahi ehemmiyetli bir hediye-i maneviyedir. Ona mukabele edemiyorum; hem de ucuz değil, manen pahalıdır. Ben kendimi o hürmete layık görmüyorum, manen mukabele de edemiyorum. (...) Risale-i Nur'u okumak on defa benimle görüşmekten daha kârlıdır. Zaten benimle görüşmek ahiret, iman, Kur'an hesabınadır. Dünya ile alâkamı kestiğim için dünya hesabına görüşmek manasızdır. Âhiret, iman, Kur'an için ise, Risale-i Nur daha bana ihtiyaç bırakmamış."
Hem yine der:
"(...) bu zamanda şan, şeref perdesi altında riyakârlık yer aldığından, âzamî ihlâs ile bütün bütün enaniyeti terk lazımdır. Dostlar uzaktan ruhuma Fatiha okusunlar, mânevî dua ve ziyaret etsinler. Kabrimin yanına gelmesinler. Fatiha uzaktan da olsa ruhuma gelir. Risale-i Nur'daki âzamî ihlâs ile bütün bütün terk-i enaniyet için buna bir mânevî sebep hissediyorum. Kendini Risale-i Nur'a vakfetmiş olan, yanımda bulunanlardan nöbetle birer adam kabrimin yakınında olup, bu manayı, lüzumsuz ziyarete gelenlere bildirsinler."
Tarih de göstermiştir ki; kişi merkezli olanlar, metin merkezli olanlara kıyasla her zaman daha vartalı bir yolu takip etmişlerdir. Çünkü kişiler, en masum nazarla 'insan olmaları bakımından' yanılmaya/sürçmeye müsaittirler. Fakat metinler, irdelenmiş ve ince elenmiş metinler, sorgulanmaya ve üzerlerinde bir tefekkür geliştirilmeye müsait yapılarıyla sahil-i selameti de tarif ederler. Metinlerin gücü, kalıcılığı, dakikliği, herkese açıklığı vaazlardan fazladır.
Bu yüzden Kur'an önce bir kitaptır, yalnızca bir sözlü kültür aracı değildir. Ve bu yüzden Müseylemetü'l-Kezzap'tan, Hassan Sabbah'a kadar tüm dalalet önderleri kişi merkezli ekollerin, hitabet ve karizma odaklıların ekolleri olmuşlardır. Kendi kanaat-i şahsiyeleri, kazıyeleri, müritlerinin onlara itaatleri ve sorgulanmazlıkları üzerinden bir nüfuz inşası yapmışlardır. Metin merkezli olanlar ise, tıpkı Hz. Ebu Bekir'de olduğu gibi, Allah Resulünün vefatı hengamında bile kitabın ve Allah'ın bekasına vurgulayarak ümmeti sırat-ı müstakime çağırmışlar, dağlar gibi kavi durmuşlardır.
O yüzden endişe ederim mürşidine aşırı vurgu yapan ekollerden. Metinlerden/ilkelerden ziyade büyüğünün o an şekillenmiş kanaatine sığınanlardan. (Sonuçta o da insandır.) Hatta 'hayat-ı dünyeviye cihetinde' dahi onu aramaya çekinmeyenlerden. İhale meselesi danışanlardan. İş takibi yapanlardan. Çocuğunun ismini, hatta evleneceği kızı bile ona soranlardan. Çekinirim bunlardan. Neden mi? Bu güzel bir surette görünse de kendi aklını ve iradeni terktir çünkü. Bir iradesizleşmedir. Münazarat'ta, Bediüzzaman'ın 'aklını ağasının cebine koyanlar' üzerinden eleştirdiği şey tam da budur. Artık ağası, mürşidi, büyüğü ne derse; hangi yöne sevkederse oraya koşar bu insanlar. Hangi tag verilirse onun altına yazarlar. Hangi mesele tartışılsın isterlerse, onu tartışırlar. Hangi iktidara oy verilsin kanaati iletilmişse, ona oy verirler. "Neden böyle yapıyoruz? Bu ilkeli bir duruş mu? Neden dün ak dediğimiz bugün kara oldu?" diye sorgulamazlar. Ak'ta da, kara'da da fanatiktirler.
Önlerinde, mesleklerini inşa edecekleri ve kendi tefekkürlerini devşirebilecekleri metinleri yoktur bunların. Soruları, acabaları yoktur. Aramazlar da bunları. Sıddıkıyet, koşulsuz fanatizmdir bunlar için. Büyüklerinden bir kanaat gelmişse, tamamdır; daha Kur'an ve sünnete bakılmaz. Kur'an'ın ve sünnetin yerini büyüğün içtihadı, hatta ne içtihadı, kazıye-yi makbulesi almıştır. Bir daha Kur'an ve sünnete bakarlarsa, büyüklerinin sözlerine/yanlışlarına delil bulmak ve fetva ile başkaları iknaya çalışmak için olur bu. Halbuki 5. Şua'da bu fetvacı davranış modeli süfyaniyet kanununun bir parçası olarak belirtilir:
"Rivayette var ki, 'Süfyan büyük bir âlim olacak, ilimle dalâlete düşer. Ve çok âlimler ona tâbi olacaklar.' Ve'l-ilmu indallah, bunun bir tevili şudur ki: Başka padişahlar gibi ya kuvvet ve kudret veya kabile ve aşiret veya cesaret ve servet gibi vasıta-i saltanat olmadığı halde, zekâvetiyle ve fenniyle ve siyasî ilmiyle o mevkii kazanır ve aklıyla çok âlimlerin akıllarını teshir eder, etrafında fetvacı yapar."
Muaz b. Cebel'den (r.a.) bugün de bu yönüyle alınması gereken büyük dersler var... Hayatındaki bütün esnemeleri ve 'çok kimlikli' halleri bin tevil ile kurtardığımız, bulundukları makamları kaldıramadıkları halde kaldırsınlar diye fetvacılıkla kastığımız/kastırdığımız o kadar insan var ki. Bu kişi merkezcilikten Kur'an'ın, sünnetin ve Risale mesleğinin öğütlediği 'metin merkezciliğe' tekrar dönebilsek, düsturları konuşabilsek, sanıyorum hem biz rahatlayacağız, hem de geleceğe şahsiyetini olgunlaştırmış müminler olarak uyanacağız. Çok kimliklilikten, izzetli ve ilkeli müslüman duruşuna (urvetü'l-vuska/hable'l-metin) bir yükselme olacak bu, inşaallah.
Ben bu hadiseyi ne zaman hatırlasam, buradan kendime göre yeni dersler çıkarıyorum. Fakat ilk çıkardığım ders, belki ilk gözağrım o olduğundan, aklımdan gitmiyor: "Birşey hakkında Kur'an'da açıkça hüküm varsa, önce onu bulmalı ve takip etmelisin." Yoksa? "Yoksa, yine ondan aldığın nazarı kuşanarak sünneti taramaya başlamalısın. Hüküm vermen gereken şeye benzer (kıyaslanabilir) birşey buldunsa, onu kendine rehber etmelisin." Ya onda da bulunmazsa? "O zaman da yine onların eksenininden gram şaşmadan, vicdanına ve aklına müracaat edip âdil bir hüküm ortaya koymaya çalışmalısın." Hz. Muaz'ın, Allah Resulünü sevindiren ekseni budur çünkü. Hem bu eksen, ehl-i hakikat olan sahabe eksenidir ki, onlar; bu dinin en sağlam taşıyıcılarıdır. Efendimiz ve ümmet için anlamları, yine aklımın ışığı aleyhissalatu vesselamın latif teşbihiyle, 'yıldızlar' gibidir. Ve yıldızlar, vakit gelip güneş yüzüne perde çektiğinde bile, ışık vermeye devam ederler.
Tabii buradan aldığım tek ders bu değil. Bir ikincisi; hüküm çıkartılırken metnî olandan içtihadî olana doğru alınması gereken yol. Yani bencileyin ifade edersem: Metinsel ve belirli olanın yolunu takip etmek öncelikli olan, kendi reyine güvenmek değil. Bunun, hukuk sistemlerinin tümümün temel öğretisi ve deneyimi olduğunu düşünüyorum. İnsanlar, tecrübî bir yolla, 'yazılı hukukun' yalnızca hükmedicilerin irade ve aklına güvenmekten daha sağlıklı olduğunu görmüşlerse eğer (ki tarih bunun şahididir) bunda bu dersin büyük bir payı var. Efendimizin, Muaz bin Cebel'de görüp mutlu olduğu şey; belki biraz da onun 'belirli ve herkese açık olan' hükümlere, kendi reyiden çok daha fazla ehemmiyet veriyor oluşu. Yani içtihadını, kanunların önüne koymayışı.
Neden mi bu daha sağlıklı? Çünkü yazılı hukukunuz varsa, yanlış yapmanız zordur. Herkese açık olan metinler bağlar ayaklarınızı. Rahat rahat "Ben böyle uygun gördüm!" diyemezsiniz. Öyle dendiği vakitler, mehirlerin çok yükselmesinden rahatsız olan Hz. Ömer'in, halifeliği döneminde, buna bir sınır belirlemek istediğinde; ona bir müminenin sorduğu gibi sorabilirsiniz: "Allah ve Resulü bizi bu mehir tayininde serbest bırakmışken, sen nasıl sınır koyabiliyorsun?" Karşınızdaki halife de olsa, ona getirdiğiniz delil karşısında, hakkınızı teslim eder. Yazılı olanın hem belirgin oluşuyla hem de herkese açık oluşuyla böylesi iki kazanımı vardır. İnsanı, liderinin iradesinin kölesi yapmaz. Aksine, bireylerin aklını ve iradesini hükümleri sorgulamada serbest bırakır.
Kur'an'ı okurken de bunu görürsünüz; "Eğer sâdıklardan iseniz, delil getirin!" buyuran Bakara 111 de, "Ey iman edenler! Belirlenmiş bir süre için birbirinize borçlandığınız vakit, onu yazın..." diye başlayan Bakara 282 ve daha niceleri de hep hukukun herkese açık metinler/deliller üzerinden korunmasını emreder. Sorgulamayan bir itaati değil, delillerle oluşmuş bir sıddıkıyeti ders verir. Bu noktada; Metin Karabaşoğlu abiden de güzelce ders aldığım üzere; sıddıkıyet, bir körükörüne itaat mesleği değildir. Aksine, az evvel alıntıladığım Bakara 111'de dendiği gibi 'delil getirmenin şart koşulduğu' bir doğruluk ve doğrulama makamıdır. Fakat sizden koşulsuz itaat isteyenler; bu makam-ı sıddıkıyeti de, sâdıklardan olmayı da. Hz. Ebu Bekir'in burhan mesleğindeki hayatını da bir 'kazıye-yi makbule müntesipliği' suretinde sunar, gözünüzü açmazsanız, aklınız başınıza gelinceye kadar iradenize prangalarını takarlar.
Halbuki Bediüzzaman, Risalelerin Kur'an mesleğine bakışını nasıl anlatır bizlere? Alıntılayalım:
"(...) O büyük kutbun müridlerinin kanaat-i kalbiyelerini temin eden üstadlarının fevkalade makamı ve meselelerde hükümleri yerine, Risale-i Nur'un sarsılmaz hüccetleri, o müridlerinin kanaatlerinden çok ziyade şakirtlerine kanaat verdiği gibi, bu halet ve itikad başkasına da sirayet eder, menfaat verir. O müridlerin kanaati ise, hususi ve şahsi kalır. Hatta ilm-i mantıkta 'kaziye-i makbule' tabir ettikleri, yani büyük zatların delilsiz sözlerini kabul etmektir; mantıkça yakin ve katiyyeti ifade etmiyor, belki zann-ı galiple kanaat verir. İlm-i mantıkda; bürhan-ı yakini, hüsn-ü zanna ve makbul şahıslara bakmıyor, cerh edilmez delile bakar ki, bütün Risale-i Nur hüccetleri, bu bürhan-ı yakini kısmındandır."
Ve yine Mahrem Bir Suale Cevaptır'da der:
"Eski zamanda, esâsât-ı imaniye mahfuzdu, teslim kavî idi. Teferruatta, âriflerin marifetleri delilsiz de olsa, beyanatları makbul idi, kâfi idi. Fakat şu zamanda, dalâlet-i fenniye elini esâsâta ve erkâna uzatmış olduğundan, her derde lâyık devâyı ihsan eden Hakîm-i Rahîm olan Zât-ı Zülcelâl, Kur'ân-ı Kerîmin en parlak mazhar-ı i'câzından olan temsilâtından bir şulesini, acz ve zaafıma, fakr ve ihtiyacıma merhameten, hizmet-i Kur'ân'a ait yazılarıma ihsan etti."
Burada dikkatinizi son satıra çekeceğim kardeşlerim. Bediüzzaman neden orada 'yazılarıma' ifadesini kullanır sizce? Tesadüf müdür bu? Bence metnin başında da aynı ifadeye yer verişi tesadüf dememize imkan bırakmaz: "Neden senin Kur'ân'dan 'yazdığın' Sözlerde bir kuvvet, bir tesir var ki, müfessirlerin ve âriflerin sözlerinde nadiren bulunur?" Ve cevaba başlarken söylediği de bunu destekler: "Çünkü, 'yazılan' Sözler tasavvur değil, tasdiktir..." Evet, hakikaten de yazılan sözler, hakikat sistematiğine söylemlerden daha yakındır. Bu metin vurgusunu lahikaların tamamını tarasanız ve Bediüzzaman'ın hayatını tefekkür etseniz, onun ana eksenlerinden biri olarak bulursunuz karşınızda. Lahikalarda defaatle ve defaatle, kendisinin ziyaretine gelinmesi yerine Risale metinlerinin okunmasını tavsiye eder çünkü. Mesela der:
"Malûm olsun ki, bizi ziyaret eden ya hayat-ı dünyeviye cihetinde gelir; o kapı kapalıdır. Veya hayat-ı uhreviye cihetinde gelir; o cihette iki kapı var. Ya şahsımı mübarek ve makam sahibi zannedip gelir; o kapı dahi kapalıdır. Çünkü, ben kendimi beğenmiyorum, beni beğenenleri de beğenmiyorum. Cenab-ı Hakka çok şükür, beni kendime beğendirmemiş. İkinci cihet, sırf Kur'ân-ı Hakîmin dellâlı olduğum cihetledir. Bu kapıdan girenleri, ale'r-re'si ve'l-ayn kabul ediyorum. Onlar da üç tarzda olur: Ya dost olur, ya kardeş olur, ya talebe olur."
Dost, talebe ve kardeş'i ise, devamında, yine metinlerle bağlantısı yönüyle derecelendirir, kendisiyle değil. Hem yine der:
"Şimdi maddî bir lokma hediye beni hasta ettiği gibi; mânevî bir hediye olan ziyaret etmek, görüşmek, hususan başka yerlerden musafaha için zahmet edip gelmek ziyareti dahi ehemmiyetli bir hediye-i maneviyedir. Ona mukabele edemiyorum; hem de ucuz değil, manen pahalıdır. Ben kendimi o hürmete layık görmüyorum, manen mukabele de edemiyorum. (...) Risale-i Nur'u okumak on defa benimle görüşmekten daha kârlıdır. Zaten benimle görüşmek ahiret, iman, Kur'an hesabınadır. Dünya ile alâkamı kestiğim için dünya hesabına görüşmek manasızdır. Âhiret, iman, Kur'an için ise, Risale-i Nur daha bana ihtiyaç bırakmamış."
Hem yine der:
"(...) bu zamanda şan, şeref perdesi altında riyakârlık yer aldığından, âzamî ihlâs ile bütün bütün enaniyeti terk lazımdır. Dostlar uzaktan ruhuma Fatiha okusunlar, mânevî dua ve ziyaret etsinler. Kabrimin yanına gelmesinler. Fatiha uzaktan da olsa ruhuma gelir. Risale-i Nur'daki âzamî ihlâs ile bütün bütün terk-i enaniyet için buna bir mânevî sebep hissediyorum. Kendini Risale-i Nur'a vakfetmiş olan, yanımda bulunanlardan nöbetle birer adam kabrimin yakınında olup, bu manayı, lüzumsuz ziyarete gelenlere bildirsinler."
Tarih de göstermiştir ki; kişi merkezli olanlar, metin merkezli olanlara kıyasla her zaman daha vartalı bir yolu takip etmişlerdir. Çünkü kişiler, en masum nazarla 'insan olmaları bakımından' yanılmaya/sürçmeye müsaittirler. Fakat metinler, irdelenmiş ve ince elenmiş metinler, sorgulanmaya ve üzerlerinde bir tefekkür geliştirilmeye müsait yapılarıyla sahil-i selameti de tarif ederler. Metinlerin gücü, kalıcılığı, dakikliği, herkese açıklığı vaazlardan fazladır.
Bu yüzden Kur'an önce bir kitaptır, yalnızca bir sözlü kültür aracı değildir. Ve bu yüzden Müseylemetü'l-Kezzap'tan, Hassan Sabbah'a kadar tüm dalalet önderleri kişi merkezli ekollerin, hitabet ve karizma odaklıların ekolleri olmuşlardır. Kendi kanaat-i şahsiyeleri, kazıyeleri, müritlerinin onlara itaatleri ve sorgulanmazlıkları üzerinden bir nüfuz inşası yapmışlardır. Metin merkezli olanlar ise, tıpkı Hz. Ebu Bekir'de olduğu gibi, Allah Resulünün vefatı hengamında bile kitabın ve Allah'ın bekasına vurgulayarak ümmeti sırat-ı müstakime çağırmışlar, dağlar gibi kavi durmuşlardır.
O yüzden endişe ederim mürşidine aşırı vurgu yapan ekollerden. Metinlerden/ilkelerden ziyade büyüğünün o an şekillenmiş kanaatine sığınanlardan. (Sonuçta o da insandır.) Hatta 'hayat-ı dünyeviye cihetinde' dahi onu aramaya çekinmeyenlerden. İhale meselesi danışanlardan. İş takibi yapanlardan. Çocuğunun ismini, hatta evleneceği kızı bile ona soranlardan. Çekinirim bunlardan. Neden mi? Bu güzel bir surette görünse de kendi aklını ve iradeni terktir çünkü. Bir iradesizleşmedir. Münazarat'ta, Bediüzzaman'ın 'aklını ağasının cebine koyanlar' üzerinden eleştirdiği şey tam da budur. Artık ağası, mürşidi, büyüğü ne derse; hangi yöne sevkederse oraya koşar bu insanlar. Hangi tag verilirse onun altına yazarlar. Hangi mesele tartışılsın isterlerse, onu tartışırlar. Hangi iktidara oy verilsin kanaati iletilmişse, ona oy verirler. "Neden böyle yapıyoruz? Bu ilkeli bir duruş mu? Neden dün ak dediğimiz bugün kara oldu?" diye sorgulamazlar. Ak'ta da, kara'da da fanatiktirler.
Önlerinde, mesleklerini inşa edecekleri ve kendi tefekkürlerini devşirebilecekleri metinleri yoktur bunların. Soruları, acabaları yoktur. Aramazlar da bunları. Sıddıkıyet, koşulsuz fanatizmdir bunlar için. Büyüklerinden bir kanaat gelmişse, tamamdır; daha Kur'an ve sünnete bakılmaz. Kur'an'ın ve sünnetin yerini büyüğün içtihadı, hatta ne içtihadı, kazıye-yi makbulesi almıştır. Bir daha Kur'an ve sünnete bakarlarsa, büyüklerinin sözlerine/yanlışlarına delil bulmak ve fetva ile başkaları iknaya çalışmak için olur bu. Halbuki 5. Şua'da bu fetvacı davranış modeli süfyaniyet kanununun bir parçası olarak belirtilir:
"Rivayette var ki, 'Süfyan büyük bir âlim olacak, ilimle dalâlete düşer. Ve çok âlimler ona tâbi olacaklar.' Ve'l-ilmu indallah, bunun bir tevili şudur ki: Başka padişahlar gibi ya kuvvet ve kudret veya kabile ve aşiret veya cesaret ve servet gibi vasıta-i saltanat olmadığı halde, zekâvetiyle ve fenniyle ve siyasî ilmiyle o mevkii kazanır ve aklıyla çok âlimlerin akıllarını teshir eder, etrafında fetvacı yapar."
Muaz b. Cebel'den (r.a.) bugün de bu yönüyle alınması gereken büyük dersler var... Hayatındaki bütün esnemeleri ve 'çok kimlikli' halleri bin tevil ile kurtardığımız, bulundukları makamları kaldıramadıkları halde kaldırsınlar diye fetvacılıkla kastığımız/kastırdığımız o kadar insan var ki. Bu kişi merkezcilikten Kur'an'ın, sünnetin ve Risale mesleğinin öğütlediği 'metin merkezciliğe' tekrar dönebilsek, düsturları konuşabilsek, sanıyorum hem biz rahatlayacağız, hem de geleceğe şahsiyetini olgunlaştırmış müminler olarak uyanacağız. Çok kimliklilikten, izzetli ve ilkeli müslüman duruşuna (urvetü'l-vuska/hable'l-metin) bir yükselme olacak bu, inşaallah.
14 Ocak 2014 Salı
Çok kimlikli olmanın kökenleri 5: Kemalizmin içselleştirilmesi...
Cemm-i zıddeyn nedir? el-Cevap: Zıtların bir arada bulunması, toplanması... Bu olamaz! Yani birşey hem siyah hem beyaz olamaz. Hem soğuk hem sıcak olamaz. Hem sert hem yumuşak olamaz. Eğer bunlar beraber birşeyde bulunsa, bu cemm-i zıddeyn olur ki, mantık dışıdır. Zıtlar birbirine engel olur çünkü. Bir insanın kalbinde aynı kişiye karşı hem adavet, hem muhabbet bulunamaz. Bediüzzaman'ın ifadesiyle, birisi hakiki olduğunda diğeri hemen mecaziye dönüşür. "(...) adâvet ve muhabbet, nur ve zulmet gibi zıttırlar. İkisi, mânâ-yı hakikîsinde olarak beraber cem olamazlar (...) Eğer muhabbet, kendi esbabının rüçhaniyetine göre bir kalbde hakikî bulunsa, o vakit adâvet mecazî olur, acımak suretine inkılâp eder. (...) Eğer esbab-ı adâvet galebe çalıp, adâvet, hakikatiyle bir kalbde bulunsa, o vakit muhabbet mecazî olur, tasannu ve temellük suretine girer."
Bütün bunları neden anlatıyorum? Çünkü bir müslümanda da, böyle, bir araya gelemeyecek zıtlıklar olduğunu düşünüyorum: Örneğin bir müslüman, bir zalimi (zalim olduğunu bile bile) sevemez ve destekleyemez. Ancak gafil olabilir. Zulmünü zulüm gibi görmemiş olabilir. Ona öyle anlatılmamış veya yansıtılmamış olabilir. Ama bütün bunları bildiği halde bir müslüman, kalbindeki imana ve hayatındaki takvaya zarar vermeden bir zalimi sevemez. Çünkü imanı ona der ki:
"Dur kardeşim! İkimizden birisini seçmen lazım. Ya ben, ya o! Ben o zalimin muhabbetiyle bir araya gelemem." Bu nedenle bugün ehl-i iman mabeyninde Yezid, Velid, Haccac gibi isimler iyi anılmamaktadır. Halbuki onların da ümmete hayırları dokunmuştur. (Haccac, Kur'an nüshalarına ilk harekeleri koydurandır mesela.) Fakat diğer taraftan, zulümleri büyüktür, zulme rıza zulümdür. Ondan hissedar olmaktır. Fiilen olmasa da fikren. Fikren olmasa da manevi anlamda. Mutlaka bir pay alma ve verme vardır. Bu yüzden ehl-i iman yüz vermez öylelerine.
Nur talebeleri de elbette müslümanlığın bu geniş kanunundan hissedardır. En çok da Üstadları... Bediüzzaman'ın seksen kusür senelik ömrü zalimlere karşı izzetli duruşun, eğilmeyişin öyküsüdür. Bunun onlarca nümunesini sayabilirim bir çırpıda. Fakat bir tanesi var ki, daha bir severim onu. 5. Şua'nın ele geçmesi meselesidir o. Ahirzamana dair hadislerin manalarını anlattığı o harika eser (ki aslı çok önceleri yazılmıştır) ele geçtiğinde hemen Mustafa Kemal'le bağlantısı kurulur eserin. Çünkü içindeki göndermeler ona birebir uymaktadır.
Herkes bu yargılanmanın ardından Bediüzzaman'ın başına büyük birşeyler gelmesini bekler. Belki de idam! Normalde, ölüme bu kadar yaklaşmışken ve hapiste başına kimbilir daha neler getireceklerken; "Ne olacak, inkâr etsin! 'Ona yazmadım!' desin. Kurtarsın kendini!" der birileri içinden. Ama hayır, böyle düşünmez Bediüzzaman. Çünkü sürecin, sonuçtan önemli olduğunu idrak edenlerdendir. Çizgisi budur onun. Müslüman duruşunun korunabilmesini, dünya hayatını saadetle yaşamaya tercih eder:
"Reisicumhura gönderilen istidanın zeylidir ki, mecbur oldum yazmaya. Bana hücum eden garazkârların en esaslı sebebi, Mustafa Kemal'in dostluğu ve tarafgirliği vesilesiyle beni eziyorlar. Ben de o garazkarlara derim ki: Ölmüş gitmiş ve dünyadan ve hükumetten alakası kesilmiş bir adam hakkında otuz sene evvel bir hadis-i şerifin ihbarıyla Kur'ân'a zararlı öyle bir adam çıkacak dediğimi ve sonra Mustafa Kemal o adam olduğunu zaman gösterdi."
Hani başlarken dedim ya; cemm-i zıddeyn sayılabilecek şeyler vardır diye. İşte bence bir Nur talebesinde cemm-i zıddeynden bahsetmek gerekiyorsa, Mustafa Kemal sevgisi örnek olarak verilebilir. Eğer birisi, Mustafa Kemal'i seviyorsa, onda kesinlikle ve kesinlikle Nur talebeliği hakiki değildir. Çünkü Risale metinlerinin, hem içeriğinin hem de tarihçesinin, kimliğiyle en çok çarpıştığı, tartıştığı karakter Mustafa Kemal'dir. Bediüzzaman'ın savunmalarının çoğu yerinde onun resmi tarihte gösterildiği gibi bir insan olmadığına dair atıflar bulunur. Sayısı o kadar çoktur ki, buraya alıntılamaya kalksam yazı, kitapçığa dönüşür. Daha ilk meclis günlerinde onun nasıl bir karaktere sahip olduğunu çözen Bediüzzaman, ahir ömründe onun ve avanesinin yaptığı yıkımı tedavi etmeye çalışır.
İşte bu mirastan dolayıdır ki, bir Nur talebesi aynı zamanda bir Kemalist veya Atatürksever olamaz. Önce vicdanı ve sonra Nur metinlerinden aldığı hakikat dersi bunu engeller. Fakat maalesef, 'duruş' esaslı bu Nurdan mesleğin içinden, sonradan öyle 'kardeşler' ortaya çıkmıştır ki, bunların ne Atatürk'e karşı durduğu yer bellidir ne de ona karşı hissettikleri. Hani ne kadar hüsnüzan ederseniz edin, bir noktadan sonra hüsnüzannın aptallığa dayandığı eşik durdurur sizi. O çizgiyi geçemezsiniz ve dersiniz: "Yahu sen nasıl böyle yapıyorsun? Sen Nur talebesi değil misin? Onu geçtim, sen müslüman değil misin? Onu geçtim, sen insan değil misin? Bu adamın yakın tarihte yaptıkları ortadayken, Nur metinlerinde nasıl bahsedildiği gayet açıkken kendisinden, sen nasıl onu seversin veya böyle översin?"
Evet, apaçık överler onu. Hatta onların en büyüğü, yıllar önce, Taha Akyol ve Cengiz Çandar'la konuk olduğu NTV programında, şöyle der Atatürk için: "Aslında o akıl ve dini mezc eden çok ender yetişmiş insanlardan birisiydi." Hatta orada Atatürk'ün doğruluğunu açıklamak için Bediüzzaman'ın bambaşka bir mesele hakkında söylediği bir sözü, hayâ etmez, alıntı yapar. Halbuki aynı kişi, Bediüzzaman'ın Mustafa Kemal hakkında söylediği ağır sözleri de bilmektedir. (Hatta ilk ortaya çıktığı dönemlerde kendi doğum tarihini 11 Kasım 1938 olarak lanse ederek Kemalizmi bitirecek kişi gibi de kendini takdim etmektedir.) Fakat bektaşilik dolar diline. O zamanlar yine hüsnüzan edersiniz, dersiniz ki: "Kurumları var, kapanmasın diye yapmışlardır!"
Ama durmazlar. Böyle tedbir sandığınız bu şeyler; daha sonra o kadar içselleşir ki, artık bir devlet baskısı ve zorlama olmamasına rağmen en büyük Atatürk posterlerini kurumlarının camlarına onlar asarlar. 10 Kasımda, bir büyük şirketin üç kuruşuna tamah edip kocaman "Olmasaydın olmazdık!" ilanını onlar bastırır tam sayfa.
İşte bu da bir 'çok kimlilik' çalışmasıdır. Bu ülkede hem Kemalistlere, Atatürkçülere şirin görünüp onları kazanmak; hem de Bediüzzaman'ın mirasından faydalanmak için geliştirilmiş bir stratejidir bu. Bunun zemini; dersanelere ve ışık evlere Mustafa Kemal'in açıktan eleştirildiği Risaleleri sokmamakla başlar. Mesela Sözler'i, Mektubat'ı, Lem'aları okuyan bir genç, bu camiaya bağlı mekanlarda lahikaları ve Şuaları (hassaten 5. Şua'yı) görmez. Sorduğunda aldığı cevap şudur: "Onlarda siyasete dair şeyler de var. Ondan sokmuyoruz." Bunu bizzat şu satırların müellifi de sorgulamış, cevabını böyle almıştır.
Kemalist rejimle uyum içinde çalışma pahasına Bediüzzaman'ın bir dik duruşundan vazgeçmenin sonucu, nihayetinde yarı Atatürkçü yarı Nurcu; Mustafa Kemal hakkında en çok bilinen Risale metinleri okunduğunda bile "Aman kardeşim, bu bahisleri okumaya ne gerek var? İmanî birşeyler okuyalım!" diyecek kadar tedbirci bir zümredir.
Bu iki karakterli yapıdan izzetli bir duruş beklemezsiniz Kemalist icraatlarda da. Mustafa Kemal'e böyle bir gözle bakan, elbette başörtüsü yasağını da bir şekilde içselleştirir. Yasak resmen kalktığında bile hemen izin vermez, istişare kararı bekletir. Devletin Kürtlere ve Kürtçeye dair baskıcı tutumunu da sorgulamaz, içine (hatta dizilerinin/bültenlerinin ta içine) alır. Hatta barış sürecinde bile bunu omuzundan atamaz, ayak sürer. Mustafa Kemal'in, açıkça dini tezyif ettiği cümleleri gösterildiğinde bile onları duymak istemez. Başını çevirir. "Sistemin içine sızayım!" derken sisteme angaje olmuştur çünkü. Artık bu sağlıksız yapı, düşmanını teşhis edemez. Çünkü yerine geçeyim derken, ona dönüşmüştür.
Bütün bunları neden anlatıyorum? Çünkü bir müslümanda da, böyle, bir araya gelemeyecek zıtlıklar olduğunu düşünüyorum: Örneğin bir müslüman, bir zalimi (zalim olduğunu bile bile) sevemez ve destekleyemez. Ancak gafil olabilir. Zulmünü zulüm gibi görmemiş olabilir. Ona öyle anlatılmamış veya yansıtılmamış olabilir. Ama bütün bunları bildiği halde bir müslüman, kalbindeki imana ve hayatındaki takvaya zarar vermeden bir zalimi sevemez. Çünkü imanı ona der ki:
"Dur kardeşim! İkimizden birisini seçmen lazım. Ya ben, ya o! Ben o zalimin muhabbetiyle bir araya gelemem." Bu nedenle bugün ehl-i iman mabeyninde Yezid, Velid, Haccac gibi isimler iyi anılmamaktadır. Halbuki onların da ümmete hayırları dokunmuştur. (Haccac, Kur'an nüshalarına ilk harekeleri koydurandır mesela.) Fakat diğer taraftan, zulümleri büyüktür, zulme rıza zulümdür. Ondan hissedar olmaktır. Fiilen olmasa da fikren. Fikren olmasa da manevi anlamda. Mutlaka bir pay alma ve verme vardır. Bu yüzden ehl-i iman yüz vermez öylelerine.
Nur talebeleri de elbette müslümanlığın bu geniş kanunundan hissedardır. En çok da Üstadları... Bediüzzaman'ın seksen kusür senelik ömrü zalimlere karşı izzetli duruşun, eğilmeyişin öyküsüdür. Bunun onlarca nümunesini sayabilirim bir çırpıda. Fakat bir tanesi var ki, daha bir severim onu. 5. Şua'nın ele geçmesi meselesidir o. Ahirzamana dair hadislerin manalarını anlattığı o harika eser (ki aslı çok önceleri yazılmıştır) ele geçtiğinde hemen Mustafa Kemal'le bağlantısı kurulur eserin. Çünkü içindeki göndermeler ona birebir uymaktadır.
Herkes bu yargılanmanın ardından Bediüzzaman'ın başına büyük birşeyler gelmesini bekler. Belki de idam! Normalde, ölüme bu kadar yaklaşmışken ve hapiste başına kimbilir daha neler getireceklerken; "Ne olacak, inkâr etsin! 'Ona yazmadım!' desin. Kurtarsın kendini!" der birileri içinden. Ama hayır, böyle düşünmez Bediüzzaman. Çünkü sürecin, sonuçtan önemli olduğunu idrak edenlerdendir. Çizgisi budur onun. Müslüman duruşunun korunabilmesini, dünya hayatını saadetle yaşamaya tercih eder:
"Reisicumhura gönderilen istidanın zeylidir ki, mecbur oldum yazmaya. Bana hücum eden garazkârların en esaslı sebebi, Mustafa Kemal'in dostluğu ve tarafgirliği vesilesiyle beni eziyorlar. Ben de o garazkarlara derim ki: Ölmüş gitmiş ve dünyadan ve hükumetten alakası kesilmiş bir adam hakkında otuz sene evvel bir hadis-i şerifin ihbarıyla Kur'ân'a zararlı öyle bir adam çıkacak dediğimi ve sonra Mustafa Kemal o adam olduğunu zaman gösterdi."
Hani başlarken dedim ya; cemm-i zıddeyn sayılabilecek şeyler vardır diye. İşte bence bir Nur talebesinde cemm-i zıddeynden bahsetmek gerekiyorsa, Mustafa Kemal sevgisi örnek olarak verilebilir. Eğer birisi, Mustafa Kemal'i seviyorsa, onda kesinlikle ve kesinlikle Nur talebeliği hakiki değildir. Çünkü Risale metinlerinin, hem içeriğinin hem de tarihçesinin, kimliğiyle en çok çarpıştığı, tartıştığı karakter Mustafa Kemal'dir. Bediüzzaman'ın savunmalarının çoğu yerinde onun resmi tarihte gösterildiği gibi bir insan olmadığına dair atıflar bulunur. Sayısı o kadar çoktur ki, buraya alıntılamaya kalksam yazı, kitapçığa dönüşür. Daha ilk meclis günlerinde onun nasıl bir karaktere sahip olduğunu çözen Bediüzzaman, ahir ömründe onun ve avanesinin yaptığı yıkımı tedavi etmeye çalışır.
İşte bu mirastan dolayıdır ki, bir Nur talebesi aynı zamanda bir Kemalist veya Atatürksever olamaz. Önce vicdanı ve sonra Nur metinlerinden aldığı hakikat dersi bunu engeller. Fakat maalesef, 'duruş' esaslı bu Nurdan mesleğin içinden, sonradan öyle 'kardeşler' ortaya çıkmıştır ki, bunların ne Atatürk'e karşı durduğu yer bellidir ne de ona karşı hissettikleri. Hani ne kadar hüsnüzan ederseniz edin, bir noktadan sonra hüsnüzannın aptallığa dayandığı eşik durdurur sizi. O çizgiyi geçemezsiniz ve dersiniz: "Yahu sen nasıl böyle yapıyorsun? Sen Nur talebesi değil misin? Onu geçtim, sen müslüman değil misin? Onu geçtim, sen insan değil misin? Bu adamın yakın tarihte yaptıkları ortadayken, Nur metinlerinde nasıl bahsedildiği gayet açıkken kendisinden, sen nasıl onu seversin veya böyle översin?"
Evet, apaçık överler onu. Hatta onların en büyüğü, yıllar önce, Taha Akyol ve Cengiz Çandar'la konuk olduğu NTV programında, şöyle der Atatürk için: "Aslında o akıl ve dini mezc eden çok ender yetişmiş insanlardan birisiydi." Hatta orada Atatürk'ün doğruluğunu açıklamak için Bediüzzaman'ın bambaşka bir mesele hakkında söylediği bir sözü, hayâ etmez, alıntı yapar. Halbuki aynı kişi, Bediüzzaman'ın Mustafa Kemal hakkında söylediği ağır sözleri de bilmektedir. (Hatta ilk ortaya çıktığı dönemlerde kendi doğum tarihini 11 Kasım 1938 olarak lanse ederek Kemalizmi bitirecek kişi gibi de kendini takdim etmektedir.) Fakat bektaşilik dolar diline. O zamanlar yine hüsnüzan edersiniz, dersiniz ki: "Kurumları var, kapanmasın diye yapmışlardır!"
Ama durmazlar. Böyle tedbir sandığınız bu şeyler; daha sonra o kadar içselleşir ki, artık bir devlet baskısı ve zorlama olmamasına rağmen en büyük Atatürk posterlerini kurumlarının camlarına onlar asarlar. 10 Kasımda, bir büyük şirketin üç kuruşuna tamah edip kocaman "Olmasaydın olmazdık!" ilanını onlar bastırır tam sayfa.
İşte bu da bir 'çok kimlilik' çalışmasıdır. Bu ülkede hem Kemalistlere, Atatürkçülere şirin görünüp onları kazanmak; hem de Bediüzzaman'ın mirasından faydalanmak için geliştirilmiş bir stratejidir bu. Bunun zemini; dersanelere ve ışık evlere Mustafa Kemal'in açıktan eleştirildiği Risaleleri sokmamakla başlar. Mesela Sözler'i, Mektubat'ı, Lem'aları okuyan bir genç, bu camiaya bağlı mekanlarda lahikaları ve Şuaları (hassaten 5. Şua'yı) görmez. Sorduğunda aldığı cevap şudur: "Onlarda siyasete dair şeyler de var. Ondan sokmuyoruz." Bunu bizzat şu satırların müellifi de sorgulamış, cevabını böyle almıştır.
Kemalist rejimle uyum içinde çalışma pahasına Bediüzzaman'ın bir dik duruşundan vazgeçmenin sonucu, nihayetinde yarı Atatürkçü yarı Nurcu; Mustafa Kemal hakkında en çok bilinen Risale metinleri okunduğunda bile "Aman kardeşim, bu bahisleri okumaya ne gerek var? İmanî birşeyler okuyalım!" diyecek kadar tedbirci bir zümredir.
Bu iki karakterli yapıdan izzetli bir duruş beklemezsiniz Kemalist icraatlarda da. Mustafa Kemal'e böyle bir gözle bakan, elbette başörtüsü yasağını da bir şekilde içselleştirir. Yasak resmen kalktığında bile hemen izin vermez, istişare kararı bekletir. Devletin Kürtlere ve Kürtçeye dair baskıcı tutumunu da sorgulamaz, içine (hatta dizilerinin/bültenlerinin ta içine) alır. Hatta barış sürecinde bile bunu omuzundan atamaz, ayak sürer. Mustafa Kemal'in, açıkça dini tezyif ettiği cümleleri gösterildiğinde bile onları duymak istemez. Başını çevirir. "Sistemin içine sızayım!" derken sisteme angaje olmuştur çünkü. Artık bu sağlıksız yapı, düşmanını teşhis edemez. Çünkü yerine geçeyim derken, ona dönüşmüştür.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...