27 Mart 2014 Perşembe

Fethullah Gülen Anarşisi...

Peki, şöyle bir yerden başlayalım: Hiçbir insan ülkesinde yolsuzluk olsun istemez ve istememeli. Bu konuda milletçe hemfikiriz. Fakat diğer yandan: İstediğiniz şey, eğer mümkün’e temas etmiyorsa, biraz geribasmanız kaçınılmaz. Örnekle açayım: Mesela ben, insanların günah işlemesini de istemem. Hiç kimse yalan söylemesin, yalan söylensin istemem. Hiç kimse kimseyi katletmesin, katil olsun istemem. Hiç kimse sevenlerine ihanet etmesin, hain olsun istemem. Fakat sahaya indiğinizde, yani insanın realitesine, bunların olmadığı bir âlem bulamazsınız. Birey birey bile, ismetle korunmuş peygamberler dışında, günahsızımız yoktur. Bu durum, sizi, optimum’a razı olmaya zorlar. Optimum, yani mümkünün en güzeli.

Hayalin ve gerçeğin buluştuğu nokta. Biraz ondan biraz ondan. Gözü daha yukarılarda olmakla birlikte (ideal anlamında) fıtratla/yaratılışla da uyumlu bir bakış. Mükemmeliyetçilik kadar merhameti de kuşanmış bir bakış. Bu, aynı zamanda, Cenab-ı Hakkın da (c.c.) insana bakışıdır. (Tarifimdeki kusurlar bana ait kalmakla birlikte tabii.) Allah, ahiret günü kulunun iyiliğinin, kötülüğünden fazla oluşuna (veya az oluşuna) nazar eder. Yoksa bir günah işlemişimizi, yüz sevabına rağmen tutup cehenneme atmaz. (O günahın haklılığını savunmadığımız sürece elbette.) Rivayetlerde bize aktarılan, Kur’an’da da bizim okuduğumuz, Cenab-ı Hakkın rahmetli adaleti budur. Yoksa, açık söyleyeyim: Hepimiz duman olmuştuk! Günahsız olanımız var mı Allah aşkına? Bunu iddia edebilecek olan, beri gelsin. Beri gelsin de yalanından ötürü suratına rahatça tüküreyim. Yanındakilere sıçramasın.

İşte bu nedenle ben The Cemaat’in birkaç aydır ülkeyi yolsuzluk da yolsuzluk diyerek birbirine katmasına ‘anarşistlik yapmak’ diyorum. Çünkü bu zihniyet, dünya siyasetinde belki hiç varolmamış bir şeyi şu andaki hükümetten istiyor. Neyi mi? Günahsızlığı. Evet, günahsızlığı. Bırakın siyaset dairesini, insanlık dairesinde bile, ismetle korunmuş peygamberler dışında, mümkün olmamış birşeyi şu günkü hükümette görmek istiyor. Görmediği için de (aslında bu da sadece görüntüdeki amaç) devrilmesini istiyor. Artık muktedir olamayacağını, bunu haketmediğini ve bırakması gerektiğini söylüyor. Halbuki adı şöyle veya böyle yolsuzluğa karışmamış bir tane iktidar bilmiyorum ben dünyada.

Yukarıda bahsetmiştim ya, birşeyi istiyorsanız ‘mümkün’e isabet etmeli diye. İşte The Cemaat’in talebi dünya düzeninde mümkün’e tekabül etmiyor. Yolsuzlukların hesabının sorulması mı? Eğer gerçekten varlarsa (ki The Cemaat’in ve avanesinin nümayişinden başka birşey görmedik henüz) elbette hesaplarının sorulması lazım. Fakat günahlar bireyseldir. Birkaç kişi günaha girmiş diye koskoca bir hükümetin, hem de meşru bir hükümetin istifası istenemez, devrilmesi hiç istenemez. Ben bunu doğru bulmuyorum ve herşeye rağmen Erdoğan iktidarının bu ülkenin şimdiye kadar görmediği kadar başarılı bir iktidar olduğunu savunuyorum. İyiliğini ve kötülüğünü tartıyorum, iyiliği fazla çıkıyor. O zaman ben de “Bunlar iyi!” diyorum.

İşte bazı şeyler sadeleştirmeyle olmuyor. İnsanın metni okurken anlamaya niyetli olması gerek. Gülen’in gölgesinde Bediüzzaman’ı okusanız da anlayamazsınız. Bakınız Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, bir asır kadar önce, benzeri iddialar karşısında İttihat ve Terakki hükümetini nasıl savunuyor? Münazarat’tan yapacağım bu alıntıyı bir dinleyin (Sadeleştirme sevenler için, belki bu sefer anlarlar diye kelime anlamları da vereceğim parantez içinde): ”Muhali (imkansızı) talep etmek, kendine fenalık (kötülük) etmektir. Zerrâtı (en küçük parçaları/burada insan ve onun günahkârlığı kastediliyor) günahkârlardan mürekkep (oluşmuş) bir hükûmet tamamıyla mâsum olamaz. Demek, nokta-i nazar (bakılması gereken nokta), hükûmetin hasenâtı (iyiliği), seyyiâtına (kötülüğüne) tereccuhudur (üstünlüğüdür). Yoksa, seyyiesiz (hatasız) hükûmet muhal-i âdidir (imkansızlığı bilinen birşeydir).”

Devamında böyle imkansız bir günahsızlığı/hatasızlığı talep edenleri nasıl gördüğünü de tarif ediyor Bediüzzaman: “Ben öyle adamlara anarşist nazarıyla bakıyorum. Zira onlardan birisi—Allah etmesin—bin sene yaşayacak olsa, âdetâ mümkün hükûmetin hangi suretini görse, hülya ile yine razı olmayacak. şu hülyanın neticesi olan meylü’t-tahrip (yıkmaya eğilim) ile, o sureti bozmaya çalışacak. Şu halde, böylelerin fena zannettikleri Jön Türkler nazarlarında dahi, mel’un (lanetli), anarşist ve iğtişaşcı fırkasından addolunurlar. Meslekleri ihtilâl ve fesattır.”

Görüyorsunuz ya, boşuna Erdoğan’a kızıyoruz. Bediüzzaman da böylesi insanlara anarşist diyor. Hatta Jön Türkler nazarında lanetli, bozguncu olarak görülmelerini de normal karşılıyor. Çünkü bu insanlar, kafalarındaki mükemmelik (ama imkansız mükemmelik) hayaliyle bin sene yaşayacak da olsalar, mümkün hükümetin en güzel suretini bile çirkin bulacaklar ve yıkmayı isteyecekler. Meslekleri de fesat ve yıkmak olacak bu yüzden. Çünkü optimum’a asla razı olamayacaklar.

İşte ben bu nedenle son krizde The Cemaat’in karşısında, Erdoğan’ın yanındayım. Çünkü The Cemaat, aslında kendi menfaatine dokunulduğu için, usulsüz bir şekilde ulaştığı bilgilerle hükümeti yolsuzlukla suçlayıp ondan yıkılmasını istiyor. Halbuki hükümet yolsuzluk yapmış bile olsa, bu hükmetmesine engel değil. Bir meyve bahçesinde üç çürük meyve bulunmakla toptan meyve bahçesi çöpe atılmaz. Kaldı ki, şu onbir yıllık iktidar döneminde, daha önce görmediğimiz başarılara/özgürlüklere şahit ve sahip olduk. Özgüvenimiz geldi, rahatladık. Şimdi on yıldır hükümetin kuyruğundan ayrılmayan The Cemaat, menfaatine dokunuyor diye düşmanı olmuş, onların anarşist gazına gelip hükümeti mi devirelim? Mükemmel değil, ama mümkünün de güzeli. The Cemaat’in hakkı var mı böyle bir anarşi yapmaya? Kimden yetki alıyor? İşte arkadaşlar, benim duruşumun özeti budur. Ve ilhamı, yine Risale-i Nur’dandır.

25 Mart 2014 Salı

Niyeti yok bilmeye, sadeleştirmeyle gider okumaya!

Bu mesele hakkında, daha tartışmalar sıcakken, The Cemaat’e yönelik çok hüsnüzanlı yazılar yazdım. (Risalehaber arşivinde var.) Bazıları, onları çok sert biçimde suçlar ve dışlarken; ben, onları da anlamaya çalışan, ama diğer yandan bakmadıkları (eksik kaldıkları) açıları da gösterme gayretinde olan sözler söyledim. Fakat bugün geldiğimiz noktada, o yazılarımın, haddinden fazla hüsnüzanlı ve haketmedikleri kadar da yumuşak olduğunu görüyorum. O zamanlar onları da ‘bizden’ sayıyor ve onlara karşı oluşan öfkeyi itidale çağırıyordum. Şimdi bakıyorum ki; öfke kontrolsüz de olsa, haklıymış. Ben, itidale çağırmakla, o zamanki kısa nazarıma göre doğru, fakat bugünden o güne bakınca yanlış bir iş etmişim. Şimdi o yanlışı düzeltme zamanı. The Cemaat, sadeleştirme konusunda hüsnüzansız birkaç kelamımızı da okusun bizden.

Öncelikle; Aksiyon Dergisi’nin 24 Aralık 2007 tarihli sayısında, Kadir Filiz imzalı, kapak konusu da olan bir çalışma var: Darbeli Edebiyat. O sayıda Ahmet Turan Alkan, Beşir Ayvazoğlu, Hilmi Yavuz ve Ali Çolak gibi isimlerin ‘Türk edebiyatında sadeleştirmenin bir cinayet olduğu’ üzerine açıklamaları var. Arşivlerinden siliyorlar mı böyle şeyleri bilmiyorum. (İkircikli dillerinin yakalanmasını sevmezler çünkü.) Ama tam da Risalelerin sadeleştirilmesinin en çok tartışıldığı dönemde Risalehaber, bu sayıdaki mezkur yazarların ifadelerini tırnaklayarak, haber yaparak, şöyle bir soru sormuştu onlara: “Reşat Nuri Güntekin’in Çalıkuşu, Ahmet Rasim’in Şehir Mektupları, Ömer Seyfettin’in Bomba hikayelerine gösterilen hassasiyet Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nurlarına neden gösterilmiyor?” Bu soru hâlâ The Cemaat’ten bir cevap bekliyor. Ama alabileceğini sanmam. Onlar İslamî camia içinde iknayı değil, icbarı severler çünkü.

Neden mi böyle söyledim? Yıllardır bir şekilde içindeyiz onların. Her ne kadar kendinizi onların içinde tarif etmiyor olsanız bile, bir şekilde ilişkiye geçmeniz kaçınılmaz. Her yeri sarmış durumdalar ve sardıkları her yerde de diğer dinî grupları baskılamak âdetleri var. Bu baskının ilk muhatabı da klasik Nurcular. Gülen’in kendi sosyolojik siyasetini geliştirirken kimliğinden en çok istifade ettiği kişi Bediüzzaman Said Nursî olduğu için, hassaten diğer Nurcuları baskılamak konusunda çok çabalıyorlar. İstiyorlar ki; Nurculuk yalnız onlardan bilinsin. Başkalarının bahsi geçmesin. Risalelerin başka/değişik yorumu kalmasın piyasada. Tek onların malı olsun. Onun kuvve-i kudsiyesini kendilerinden başkaları kullanmasın ve mümkünse bilenler sesini çıkarmasın. Bu aslında The Cemaat’in şeytanî bir oyunu. Risale metinlerinin karşıkonulmazlığı üzerinden kendi sosyolojik/siyasi projelerinin yürütme planı.

Sadeleştirme meselesinde de duruşları böyle oldu. Kendilerini eleştiren, konuşmak isteyen Nurcuları muhatap bile almadılar. (Yakın zamanda Said Özdemir abi, Gülen’i bu hususta ziyaret etmek istediğini, ama kabul edilmeğini aktardı, hatırlarsınız.) Doğruluklarının sorgulanmasına katlanamadıkları gibi, muhataplarını tezyif edici açıklamalar da yaptılar. Meseleyi ilmî bir şekilde müzakere etmek yerine, ‘meşkuk menfaat ekseninde’ icbarlarına ikna olmamızı beklediler. (Baykal’ın kaset olayında aynı gün açıklama yapan Gülen, bu hususta hiç konuşmadı mesela.) Yapıp yapıp eserlerini önümüze attılar ve her yeri o sadeleştirilmiş şeylerle doldurarak (çok satılıyor nümayişiyle) hegemonik baskıyı denediler. The Cemaat’in çalışma tarzı eskiden beri böyle. Düşünmez yapar, tartışmaz gemiyi yürütür. Bu yüzden amelleri nümayişli, ama altı boş şeylerdir. Sloganda kuvvetli, tefekkürde eksiktirler.

Diğer bütün Nurcu grupları ve gruplara bağlı olmayan Nurcuları yok saydılar, yollarına devam ettiler. Hani şimdilerde Başbakan Erdoğan’a ‘diktatör’ diyorlar ya. İşte sadeleştirme gibi hususlarda aslında kendileri tam diktatörlük ettiler. Zaten içlerinde bir demokrasi ahlakı gelişmediği için, kurgularında bir sorun yaşamadılar. Adanmış robotları, kendilerine abileri/ablaları tarafından yapılan tebliğ uyarınca, yeniden kodlanıp sorgulanmaz yollarına devam ettiler. Bugün de hiç o yoldan sapmıyorlar. Son nümunesini de Zaman Gazetesi’nde Prof. Muhittin Akgül’ün yazısından gördük. Yine aynı patron/ağa dili, yine anlaşılmadıkları üzerine bir dizi sitem, yine diğer Nurcu grupların endişelerini görmezden gelme! Yola çıktıkları gibi devam ediyorlar. Nasıl başarılı bir iradesizleşme, pes!

Yalnız Akgül’ün yazısında ilginç birşey de var: Gençlerin Risaleleri anlamadığı ve sadeleştirmenin kaçınılmaz olduğu üzerine sözler söylemiş. Ben böyle şeyleri The Cemaat’ten duyunca iki kere şaşırıyorum, çünkü kendisiyle nasıl bir tezata düştüğünü farketmiyor böylesi hususlarda. Bir yandan her sene Türkçe olimpiyatları düzenleyen ve bütün dünyaya Türkçe öğretecekleri iddiasında olan bir grubun, diğer taraftan elli-yüz kelimenin anlamını aktaramadıkları için Risaleleri sadeleştirmeye girişmesi tuhaf olduğu kadar, komik de geliyor. Ya birincisinde bizi kandırıyorlar ya ikincisinde? Ya Türkçe öğretebildikleri yalan, ya da sadeleştirmenin kaçınılmaz olduğu? Öyle ya, ellerindeki ‘yabancılara bile Türkçe öğretebilecek’ imkanlarla nasıl olup da yüz kelimenin anlamını gençlere öğretemiyorlar? Bunu cidden tuhaf buluyorum.

Bizim sadeleştirme meselesinde bu kadar serzenişte bulunmamızın asıl nedeni bence güvensizlik. Evet, biz The Cemaat’in ilk günden beri duruşuna ve tavırlarına güvenmiyoruz. Her ne yapsalar ikinci bir niyetin arkalarında saklı olduğunu müminane bir ferasetle hissediyoruz. Bu nedenle Risaleleri gençlere öğretmek gibi bir amacı asla öncelikli kılmamış bir yapılanmanın, bugün birden, sırf bu maslahatla orijinal metinleri zedelemesini anlayamıyoruz. Birşeyler yanlış geliyor. Taşlar yerine oturmuyor. Öyle ya, yıllarca devam ettim ben de onların düzenine. Bir kere bile Risale dersi aldığımı hatırlamıyorum. Her namazdan sonra Gülen’in kitaplarından bukleler okunurdu. Her derste ya Gülen’in sözleri anlatılır yahut da vaaz kaseti dinletilirdi. Şimdi insan sormadan edemiyor: “Arkadaş, sizin için Risaleler ne zaman öncelikli hale geldi ki, bu işe giriştiniz?”

Kaldı ki, Risale metinlerini hizmetinin merkezinde tutan grupların, gençlere, bu kelimelerin anlamlarını aktaramama gibi bir sorunu yok. Bir elli ders kadar devamlılığı olan her genç, bu kelimelerin anlamını tekrar tekrar işitmekten öğreniyor. Ben otuz iki yaşındayım ve külliyattan okunsa anlamını bilemeyeceğim kelime sayısı çok az. Çünkü yirmi yaşımdan sonra Risale merkezli bir ders sistemi içinde yetiştim. The Cemaat’te böyle bir ders sistemi yok ki, gençler kelimelerin anlamını öğrensin, metinlerle ünsiyet etsin. Hiçbir şey yapmadan “Olmuyor!” demek de büyük kolaycılık! Helal olsun bu pişkinliğe.

Bir de bizim korkularımız var. Ta Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren buradan çok darbe yemişiz. Risale metinlerine aşina olanlar bilirler. Kur’an’ın meali yapılıp yerine konulmak istenmiş ki, (hâşâ) “Ta ne mal olduğu bilinsin!” çirkefliğiyle. Ezan Türkçe okunmuş ki, ne dediği anlaşılsın ikiyüzlü niyetiyle. Türkçe ibadet, Türkçe namaz, hep bu eksende ‘fayda mülahazasıyla’ önümüze itilmiş, ama arkasında hep kutsal metinleri gözden düşürmek ve sadeleştirirken köreltmek saklı niyetiyle yapılmış bu. Bediüzzaman bununla çok mücadele etmiş. Tekrarat meselesinde mücadele etmiş. Arapça ibarelerin yerine Türkçeleri okunmaz diye mücadele etmiş. Hat üzerinden mücadele etmiş.

Diyorum ya: Bizi buradan çok ısırmaya çalışmış yılanlar. Biz buradan ısırtmamaya talimliyiz. Buraya karşı bir sağlam refleksimiz var. Şimdi The Cemaat’in sözde aydınları, ilahiyatçıları, abileri, bilmem neleri, yine aynı fayda mülahazasıyla kudsî metinlerle aramızda rabıta olan bir terminolojiyi yoketmek istiyorlar. Halbuki o kelimelerin her birisi Kur’anî. Kur’anî olmayanların bile ilmî mirasta, gelenek içinde bir yeri var. Şimdi ha Arap alfabesini almışsın elimizden, ha bu terminolojiyi. Farkın ne? ‘Gençler anlasın’ demekle iş bitiyor mu sayın Akgül? Eğer isminin önündeki prof. yalan değilse, bu terminolojinin kıymetini sen benden iyi bilmelisin. Eğer niyetiniz başka birşey değilse tabii. Hani olur ya, “Sadeleştirelim, ta ne mal olduğu bilinsin!” falan… Gülen’in arkasında onu her an makamından azledecek bir demokles kılıcı gibi durmasın. Böyle korkularınız da var, biliyoruz.

24 Mart 2014 Pazartesi

Sen ancak 'bir benzerini' denersin!

"En büyük bilginler bile bilmedikleri birşeyi açıklayamazlar. Birşey ancak biliniyorsa açıklanabilir." Hans Christian Andersen; 'Peiter, Peter, Peer' öyküsünden.

Yaratıcılık aslında nedir? Mecazi (ancak kusurlu) bir şekilde bazen kendimize de atfettiğimiz 'yaratıcılık' sıfatı, aslında, 'varolanı yorumlamaktan' öte birşey değil. Hatta yeniden yorumlamak da dememeli buna. Çoğu zaman sınırlı mizanlarımızla taklidine çalışıyoruz. (Uçak yapıyorsak kuşları takliden. Denizaltı yapıyorsak balıklara özenti.) Her ne yapıyorsak kainatta zaten olagelen birşeye denk geliyor.

Varolmayan bir fiili ortaya koyabilmiş, yani, 'bir fiil yaratabilmiş' değiliz. Bizim 'yaratıcılık' diye tesmiye ettiğimiz sıfatımız, var etmekten ziyade, varolana kendi rengimizle dahil olmak veya farklı bir kurguyla tekrar biraraya getirmekten ibaret.

Tasarım. İki (veya daha fazla) şeyi bir araya getirince 'üçüncü' (veya daha fazlası) sayılacak kompozisyonlara varabilme. Daha önce hiçbir insanın görmediği bir kurguyu farkedebilme veya kurabilme. İnsanın kendinde 'yaratıcılık' olarak gördüğü şey bu. Bir kompozisyonerlik. Türüne, şuuruna, algısına, mazisine, zamanına, aklına, şahit olduklarına sıkışmış bir yaratıcılık. Elbette hakiki bir yaratıcılık değil bu.

Hatta hayal ettiklerimiz bile şahit olduklarımızın meyvesi, getirisi, sonucu. İnsan olmuşlarla hiçbir bağı bulunmayan bir olmamışı hayal edebilir mi? Hayalden bir derece daha serbest/istemsiz diyebileceğimiz rüyalarda dahi mümkün değil bu. Onlar bile malumata tâbi. Kabuslarımız uyanıkken korktuklarımız üzerine. Malumdan yola çıkarak hayal kurabiliyoruz ancak. Ürettiğimiz şey kainatta görüp akla malzeme yaptıklarımızın türevleri. Kendi âlemimize yansıyan yeni bir dünya bizimkisi. O kadar da yeni sayılmamalı.

Yaratmak yeniliğin zatıdır. Bizimkilerin yeniliği arızî. Asıl dünyayı alsan insanî aynası da bomboş kalacak. Hayal kuramayacak. Neyi alıp kendi rengine boyayacağını bilemeyecek. Öyle nâçârız aslında. Öyle yaratıcılıktan uzağız. Asıl yaratıcılık, yani Halık-ı Zülcelal'in yaratıcılığı, Nur ayetinde geçen sır gibidir: 'doğuya da, batıya da nisbet edilemeyen...' Orijinal olan. Öncesiz olan. Ben Allah'ın Fâtır isminin Halık ismiyle bütünlüğünü biraz böyle anlıyorum. Allah Halık'tır, ama Fâtır bir Halık'tır. Yaratırken taklid edecek bir önceye ihtiyaç duymaz. Yaratışının her anı orijinaldir.

Meleklerin duası da bu noktada bir ışık tutuyor sanki bana: “Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Muhakkak ki Sen, ilmi ve hikmeti herşeyi kuşatan Alîm-i Hakîmsin.” Kur'an'da, Hz. Âdem'in hilkati ve devamında yaşananlar anlatılırken aktarılan bu itiraf, aslında insana da bir duruş öğüdü. Daha önce varedilmişlerin, yani melek kardeşlerin, bizim kulağımıza fısıldadığı bilme sırrı: "Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur." Evet, yoktur. Bildiklerimiz, hep şahit kıldıkları ve hayal ettirdikleri... Biz kendiliğimizden yeni birşey söyleyemeyiz. Yeni sandıklarımız en fazla esinlenmedir. Dolayısıyla varoluşumuz tastamam bir muhtaçlıktır. Allah'ın bize ihtiyacı yoktur.

Bu açıdan bakınca, Bediüzzaman Hazretlerinin, Yirminci Söz'de, Kur'an'da geçen peygamber mucizelerinin bir hikmetinin de, beşere, 'fennî ilimlerde gidilecek nihayet hududu göstermek' olduğunu zikretmesi anlamlı geliyor. Yukarıda konuştuklarımızdan hareketle özetlemem gerekirse: Allah, yarattıklarından bizi haberdar ederek, bize hayalini kurabileceğimiz şeyler öğretiyor. Evet. Aynen böyle. Hayalimizin nazarını daha yukarıya kaldırıyor bu mucizelerle. Sürümümüzü yükseltiyor. Yoksa biz, yani olmuşlardan hareketle ancak hayal kurabilen bizler, böylesi mucizelerin varlığını bilmesek, o derece yüksek hayalleri kurabilir miydik?

"Hattâ denilebilir ki, mânevî kemâlât gibi maddî kemâlâtı ve hârikaları dahi en evvel mu'cize eli nev-i beşere hediye etmiştir. İşte Hazret-i Nuh'un (Aleyhisselâm) bir mu'cizesi olan sefine ve Hazret-i Yûsuf'un (Aleyhisselâm) bir mu'cizesi olan saati, en evvel beşere hediye eden, dest-i mu'cizedir. Bu hakikate latîf bir işarettir ki, san'atkârların ekseri, herbir san'atta birer peygamberi pîr ittihaz ediyor. Meselâ, gemiciler Hazret-i Nuh'u (Aleyhisselâm), saatçiler Hazret-i Yûsuf'u (Aleyhisselâm), terziler Hazret-i İdris'i (Aleyhisselâm).

Evet, mâdem Kur'ân'ın herbir âyeti, çok vücûh-u irşâdî ve müteaddit cihât-ı hidâyeti olduğunu, ehl-i tahkik ve ilmi belâgat ittifak etmişler; öyle ise Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyânın en parlak âyetleri olan mu'cizât-ı enbiyâ âyetleri, birer hikâye-i tarihiye olarak değil, belki onlar, çok maâni-i irşâdiyeyi tazammun ediyorlar. Evet, mu'cizât-ı enbiyâyı zikretmesiyle fen ve san'at-ı beşeriyenin nihayet hududunu çiziyor, en ileri gâyâtına parmak basıyor, en nihayet hedefleri tâyin ediyor; beşerin arkasına dest-i teşviki vurup, o gâyeye sevk ediyor. Zaman-ı mâzi, zaman-ı müstakbel tohumlarının mahzeni ve şuûnâtının aynası olduğu gibi; müstakbel dahi mâzinin tarlası ve ahvâlinin aynasıdır."

Son cümleyi, yani 'müstakbel dahi mâzinin tarlası ve ahvâlinin aynasıdır' cümlesini bir kez daha okuyun isterim. Çünkü geleceğin/hayallerin geçmişten/bilinenlerden hareketle düşlendiğini benim sönük ifadelerimden daha veciz anlatıyor gibi geliyor bana. Belki bu noktada mucizeyi de Çehov'un Bir Sanatçının Öyküsü isimli eserinde olduğu gibi geniş anlamalıyız. Şöyle diyor Çehov orada: "Mucizeyi yalnızca hastalarda, yaşlı kadınlarda aramak doğru değildir. Sağlık da bir mucize değil midir? Ya hayatın kendisi? Bence anlaşılamayan herşey mucizedir."

İşte bütün bunları hesaba katınca, Bakara sûresinin 23. ayeti daha bir anlamlı görünüyor: "Eğer kulumuz Muhammed'e indirdiğimiz Kur'ân'ın doğruluğundan şüpheli iseniz, haydi onunkilere benzer bir sure ortaya getiriniz ve davanızda sadık iseniz, bu hususta Allah'ın dışındaki şahitlerinizi yardıma çağırınız." Bu kısımda Cenab-ı Hakkın, 'bir benzerini getirmelerini' istemesiyle, kâfirlerle—tabir-i caizse—alay ettiğini düşünüyorum. Çünkü, hakikaten de, yukarıdan itibaren konuştuğumuz gibi, insan, ancak elinde bir nümunesi/benzeri olan birşey üzerinden deneyebilir. Mecazi yaratıcılığının(!) boyu bu kadarcıktır.

O güne kadar Kur'an gibi kelam işitmemiş insanlara 'benzerini getirin' demek, kanaatimce, önce kendilerinde vehmettikleri yaratıcılığın sınırlarını ihtar ederek aczlerinin altını çizmektir. Eğer Kur'an vahyolunmasa, o güne kadar kâfirler böyle bir söz mü biliyorlardır ki, yapmayı deneyebilsinler? Bilmediğini hayal edemez ki insan! Hayalleri bildiklerinin üzerinedir. Tasarılarında bile acizdir. Allah bize bir mucizeyle yapılabilirliğini göstermese biz neyi hayal edebiliyoruz? O yüzden bu ayeti, insana, kendisinde vehmettiği yaratıcılığın 'bir benzerini getirmeye çalışmaktan' ibaret olduğunu hatırlatmasıyla da çok kıymetli buluyorum. Hayretle imanımı tazeliyorum. Ki imanı tazeleyen de tefekkürle erişilen bu hayrettir bence.

22 Mart 2014 Cumartesi

Ahenk bütünün, incelik detayın…

Bana öyle geliyor ki; şirke kapı açan, Allah’ın varlığını bilmemek değil, Allah’ın isimlerini bilmemek de değil; o isimlerin aynı Zat’ın isimleri olduğunu farketmemek. Şirkin asıl membaı bu. Yoksa her insan, her alanda, kendisinden daha üst bir gücün varlığını az/çok hissediyor ve kabul ediyor. Belki farklı isimler veriyor kendince, ama nihayetinde ötesinde/gaybında başka bir iradenin varlığının farkında insanoğlu.

Fakat bir sorunu var: Varolduğunu hissettiği/aklettiği şeylerin aslında bir hakikatin farklı renkleri olduğunu yakalayamıyor çoğu zaman. Kuşatamıyor. Bu nedenle, bence, vahyin hayatımıza kattığı en büyük uyanış: tevhid’dir. (Ve bu uyanışın kıymetinden dolayıdır ki, Kur’an, tevhide çok vurgu yapar.) Yani o hissettiğimiz veya aklettiğimiz ‘görünenden öte güçlerin’ tamamının aynı Zat’ın farklı tecellileri olduğunu bize öğretmesidir. Bu öyle kıymetli bir uyanıştır ki; ben, sırf bunun için bile, bize vahyi indiren Zat’a (c.c.) çatlayıncaya şükretmemiz gerektiğini düşünüyorum.

Eş’arî itikadına gönlümü yakın kılan biraz da bu: Onun, vahyin kıymetini ve beşerin ‘hakikat arayışında’ aklıyla düşebileceği çaresizliği daha güçlü hissettirmesi. İnzalsiz, kitapsız nasıl bir körlüğe maruz kalacağımızı daha iyi okuması.

Katılır mısınız bilmem, fakat Eş’arî ekolünde Bediüzzaman’ın ‘acz mesleği’ dediği şeye de bir yakınlık hissediyorum. Çünkü ben de vahiysiz akıldan emin değilim. Aczimi, yalnızca kalbimde değil, aklımda da hissederim. Bu yönüyle; meleklerin talim-i esma sırrı karşısında ettiği itiraf ne kadar da yakın gelir bana: “Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Muhakkak ki Sen, ilmi ve hikmeti herşeyi kuşatan Alîm-i Hakîmsin.”

Belki de bu öneminden dolayı Bediüzzaman da sık sık isimden isme geçiş dersleri verir eserlerinde. Külliyatın üzerinde yoğunlaştığı bir öğe, esmanın talimi ise; diğeri, isimden isme geçişin talimidir. Hatta 24. Söz gibi yerlerde “Ezel-Ebed Sultanı olan Rabbü’l-âlemîn için, rubûbiyetinin mertebelerinde ayrı ayrı, fakat birbirine bakar şen ve nâmları; ve ulûhiyetinin dairelerinde başka başka, fakat birbiri içinde görünür isim ve nişanları; ve haşmetnümâ icraatında ayrı ayrı, fakat birbirine benzer temsil ve cilveleri; ve kudretinin tasarrufatında başka başka, fakat birbirini ihsâs eder ünvanları var…” derken, dikkatimizi asıl çekmek istediği şey de tevhidin talimidir gibi gelir bana.

Bir insan, ancak isimden isme geçebilmeyi ve o isimlerin tamamının aynı Zat’ın isimleri olduğunu farkedebilmeyi başarırsa (her isim bir fiilin failidir çünkü) ancak tevhidin huzuruna erer. Yoksa tevhid, esmanın her bir parçasının tek tek fethedildiği ve birbiriyle bağlantılarının yatsındığını bir bilme şekli değildir. Kur’an’daki fezlekelerde bile Cenab-ı Hakkın kendisini tek isimle değil, genelde terkiplerle zikretmesi (bir tanesi yukarıda geçti: Alîm-i Hakîm) bu geçişlerin hatırlatılması noktasında kıymetlidir.

Daha fazla alıntı yapmayacağım. Külliyatı biraz karıştırsanız her yerinde bu ‘geçiş tedrisini’ ders alırsınız. Kanaatimce bu tedrisin en özet tanımı da iki şahid-i sâdık formülünde saklıdır. İki şahid-i sâdık, Bediüzzaman’ın farklı eserlerinde tekrar be tekrar kullandığı bir delildir. Ben buraya 30. Söz’deki şeklini alarak düşünmeye devam etmek istiyorum:

"Her bir zerrede, Vacibü’l-Vücudun vücuduna ve vahdetine iki şâhid-i sâdık vardır. Evet, zerre, acz ve cümûduyla beraber, şuurkârâne büyük vazifeleri yapmakla, büyük yükleri kaldırmakla, Vâcibü’l-Vücudun vücuduna katî şehâdet ettiği gibi, harekâtında nizâmât-ı umumiyeye tevfîk-ı hareket edip, her girdiği yerde ona mahsus nizâmâtı müraat etmekle, her yerde kendi vatanı gibi yerleşmesiyle Vâcibü’l-Vücudun vahdetine ve mülk ve melekûtun mâliki olan Zatın ehadiyetine şehadet eder. Yani, zerre kimin ise, gezdiği bütün yerler de onundur."

Burada dikkat edilmesi gereken nokta, kanaatimce; şahidlerden birisinin nesnelerin kendilerine, diğerinin ise nesneler arası bağıntılara dikkat çekiyor oluşudur. Yani birinci şahid dikkatimizi zerrenin ‘kendisindeki acze rağmen büyük işler yapmasına’ verirken, diğer şahid zerrenin bu başarısının ‘büyük bir tablonun da parçası olduğunu, yani büyük düzenin içinde uygun adım hareket eden bir parçaya zerre dediğimizi’ bize ders verir. Birincisi kudret dersiyse, ikincisi kontrol/irade dersidir. Metin Karabaşoğlu abinin temsiliyle anlatmam gerekirse: Varlık, bir anda, kontrolsüz bir güç patlaması yaşayan sel değil; kontrollü bir akış yaşayan nehirdir. Ayete’l-Kürsi’de geçen havl ve kuvvet birlikteliği de bunun dersidir. Kuvvet, evet ama iradenin kontrolünde bir kuvvet. Havl’lı bir kuvvet.

Ali Şeriatî, İslam Bilim adlı eserinde bu nesneler ve nesneler arası bağıntılar üzerine şöyle bir ayrım dersi veriyor bizlere: “(…) Kur’an’ı açıp Keşfu’l-Kelimat’tan (Kur’an Terimleri Sözlüğü) yararlanarak gayb, şehadet, ayet ve sünnet kelimelerini bularak bu kelimeleri inceleyebilir ve böylece Kur’an’ın nelere ayet, nelere sünnet dediğini anlayabilirsiniz. O zaman Kur’an’ın nesneler arasındaki bağıntılara ‘sünnet’ nesnelerin kendisine de ‘ayet’ dediğini anlamış olacaksınız.” Bediüzzaman da sünnettullah’ı, Ali Şeriatî’nin bu tarifine benzer bir şekilde şöyle anlatıyor Mesnevisinde:

"Tabiat, alem-i şehadet denilen cesed-i hilkatin anasır ve azasının ef’alini intizam ve rapt altına alan bir şeriat-ı kübra-yı İlahiyedir. İşte şu şeriat-ı fıtriyedir ki; ‘sünnetullah’ ve ‘tabiat’ ile müsemmadır. Hilkat-i kainatta cari olan kavanin-i itibariyesinin mecmu ve muhassalasından ibarettir."

Şimdi, bütün bunları neden anlattım? Aslında baştaki şeye dikkatinizi çekmek istiyordum sadece; ama bunlarla değil, bir ayetle. Bakara sûresinde geçen bir ayetle. Buyuruyor ki orada Cenab-ı Hakk: “O Rab ki, yeri sizin için bir döşek, göğü de (kubbemsi) bir tavan yaptı. Gökten su indirerek onunla, size besin olsun diye (yerden) çeşitli ürünler çıkardı. Artık bunu bile bile Allah’a şirk koşmayın.”

Ben burada, işte tam da bu ayetin içinde yukarıda konuştuğumuz herşeyin bir özetini görüyorum. Önce nesnelerden birer birer bahsetmek (ayet), farklı farklı özellikleriyle bahsetmek, sonra da onların arasındaki bağlantıya/ilişkiye/dengeye dikkat çekmek (sünnet). Ayetin bize yaptığı tam olarak bu.

Yer yaratılıyor farklı özelliklerle, gök yaratılıyor farklı niteliklerle… Ama nihayetinde ikisi birbiriyle bağlantılı çalışırsa (yağmur ve toprak) oradan hayat varoluyor. İşte bence ayetin bize verdiği özet ders bu arkadaşım: Nesnelerin ayrı ayrı meziyetlerini takdir edip, onların ‘ilah eseri’ olduğunu farkettikten sonra; sakın aralarındaki rabıtayı ve beraberce çalışarak başardıklarını ıskalama! Çünkü asıl tevhid dersini oradan alırsın. Parçaları bir bütünün parçaları olarak görmekten, mana-yı harfî’den. “Yani, zerre kimin ise, gezdiği bütün yerler de onundur.” Ve böyle bitiyor ayet: “Artık bunu (bu birlikteliği) bile bile Allah’a şirk koşmayın…”

13 Mart 2014 Perşembe

Kast, şirkin kardeşidir

İman, hayatın neresindedir? İman, hayatın her yerindedir. Nasıl inandığınız, nasıl yaşadığınızla (siz farketmeseniz bile) yakından ilintilidir. 32 farz ekseninde düşünmeyin bunu. Bakış açınız bile imanınızın ellerindedir. Ali Şeriatî, İslam Bilim isimli eserinde (Nehir Yayınları, 1992) arzettiğim şeyi 'dünya görüşü' ve 'dünya bilgisi' ikilisiyle açıklar. Ona göre fizik, kimya, biyoloji gibi ilimler 'dünya bilgisi' içerirler sadece. Bakış açısı/hikmet vermezler. Ama 'İslam' ve özünde 'tevhid' bir bakış açısıdır. (İdeolojiler de öyle.) Onları kuşandığınız zaman her neye bakarsanız bakın, nazarınıza göre şekil alır. Zaten 'dünya bilgisi' dahi 'dünya görüşüne' bağlı ilerler. Dünya görüşü tevhid olan bir dinle şirk kokan bir teolojinin bilime, topluma, hayata bakışı farklıdır. Bu farklılık, bilim ilerledikçe veya toplum incelendikçe ortaya çıkar:

"Ama ben tevhidi, bir 'dünya görüşü' olarak anlıyorum ve İslam'ın onu bu kavramla söz konusu ettiğine inanıyorum. Aynı biçimde, şirke de aynı açıdan bakıyorum. Şu anlam da şirk de bir dünya görüşüdür: Dünyanın ayrılıklar, çelişkiler, uyumsuz kutuplar taşıyan, birbirine uymayan devinimler, ayrı ayrı ve bağıntısız özler, eğilimler, hesaplar, ilkeler, hedefler ve iradelerle dolu düzensiz bir dizge olarak algılanmasıdır. Tevhid, dünyayı bir imparatorluk olarak görür, şirkse bir feodalizm olarak..."

Ali Şeriatî, bu 'dünya görüşlerinin' sosyolojik düzlemde bireylerin toplum algısını nasıl etkilediğini ise şöyle izah eder:

"Tehvidî altyapının dünyada çelişki ve ayrılığı kabul edemeyeceğini söylemiştim. (...) Çünkü tevhid, varlığa birlik gözüyle bakmak demektir. Fizik ile fizikötesi, (...) siyaset ile din, takva ile yükümlülük, efendi ile raiyet, (...) Arap ile Acem (...) sermayedar ile proleter (...) vs. arasındaki çelişkide olduğu gibi şirk dünya görüşüyle, yani ikicilik (iki parça görmek), teslis (üç parça görmek) ve çok parça görmekle uyumludur; tek parça görmek demek olan tevhidle değil. Bu yüzden 'şirk dünya görüşü' toplumsal, sosyal ve sınıfsal şirkin altyapısını oluşturmuştur hep."

Hakikaten de dikkat ettiğinizde farkedersiniz ki; teolojisinde şirk olan toplumların sosyolojileri de çok farklı sınıflara, hiyerarşik yapılanmalara, üstlere ve altlara ayrılmış durumdadır. (Günümüzde putperestliğin en hâkim olduğu coğrafyalardan birisi olan Hindistan'da, hâlâ kast sisteminin işliyor oluşu, buna delil sayılabilir.) Yani, tabir-i caizse, teolojik seviyede bir kast varsa, sosyolojik zeminde de bir kast sistemi vardır.

Hatta cahiliye dönemi şirk teolojisindeki çok ilahlılık, toplumsal zeminde de üstün soylar/daha aşağı soylar ayrımının doğmasına sebep olmuştur. Belki bu noktada ehl-i küfrü, şirkten dönmekte en çok zorlayan, sahte ilahların terki değil; onlarla birlikte bu ırksal/sınıfsal üstünlüğün de terkediliyor oluşudur. Hatta Kur'an ayetlerinde de ehl-i şirkin saldırgan söylemi, hak dini, 'aşağı insanların tâbi olduğu şey' olarak tanımlamak ve tezyif etmeye çalışmak şeklindedir:

"Kavminden ileri gelen kâfirler dediler ki: 'Biz seni sadece bizim gibi bir insan olarak görüyoruz. Bizden, basit görüşle hareket eden alt tabakamızdan başkasının sana uyduğunu görmüyoruz. Ve sizin bize karşı bir üstünlüğünüzü de görmüyoruz. Bilakis sizin yalancılar olduğunuzu düşünüyoruz.'" (Hûd, 27) "Bu yüzden dediler ki: Kavimleri bize kölelik ederken, bizim gibi olan bu iki adama inanır mıyız?" (Mü'minûn, 47)

Tevhid ve şirk arasında sosyolojik düzlemdeki bu bakış farklılığına Bediüzzaman da Ali Şeriatî'ye yakın bir düzlemde şöyle dikkat çeker:

"İslâmiyetin Hıristiyanlık ve sair dinlere cihet-i farkının sırr-ı hikmeti şudur ki: İslâmiyetin esası, mahz-ı tevhiddir; vesâit ve esbaba tesir-i hakikî vermiyor, icad ve makam cihetiyle kıymet vermiyor. Hıristiyanlık ise, 'velediyet' fikrini kabul ettiği için, vesâit ve esbaba bir kıymet verir, enâniyeti kırmaz. Adeta rububiyet-i İlâhiyenin bir cilvesini azizlerine, büyüklerine verir. 'Onlar hahamlarını ve papazlarını kendilerine Allah'tan başka rab edindiler.' (Tevbe, 31) âyetine mâsadak olmuşlar.

Onun içindir ki, Hıristiyanların dünyaca en yüksek mertebede olanları, gurur ve enâniyetlerini muhafaza etmekle beraber, sabık Amerika Reisi Wilson gibi, mutaassıp bir dindar olur. Mahz-ı tevhid dini olan İslâmiyet içinde, dünyaca yüksek mertebede olanlar ya enâniyeti ve gururu bırakacak veya dindarlığı bir derece bırakacak. Onun için, bir kısmı lâkayt kalıyorlar, belki dinsiz oluyorlar."

Görüldüğü gibi burada Bediüzzaman, tevhid akidesinin 'üstünlük veya seçginlik' algısını nasıl kırdığını ifade ediyor. Ancak şirk içeren dinlerde teolojik alanda bu üst/alt ilişkisi reddedilmediği için (Hıristiyanlık düzeyinde baba-oğul-kutsal ruh hiyerarşisi mesela) toplumsal düzeyde de ikinci bir hiyerarşi varolabiliyor. Teolojik düzeydeki sapma, toplumsal zeminde de yerleşebiliyor. Bu yüzden şirk içeren dinlerde milliyetçiliğin veya bireysel kibirlerin yükselmesi garip karşılanmıyor. Çünkü şirk, zaten bir üstünlük algısının oluşmasına kurgulu.

Bunun İslam içre örnekleri de yok değil. Türk-İslam veya Arap-İslam veya Acem-İslam anlayışları, ister istemez, diğer milletleri kendi altında ve kendisine tâbi, en güzel İslam'ı da kendi İslam'ı olarak düşleyerek çıkıyor yola. Ve kurgusunun devamı, İslam'ın bugün ulaştığı bütün zirvelerin biraz da kendisi (milleti) sayesinde olduğunun altını çizmesiyle son buluyor. Fakat bu noktada, dikkat: İslam itikadına göre Vacibü'l-Vücud, yani olmazsa olmaz olan yalnız Allah'tır. Geri kalansa sadece sebeptir. Böyle şeyleri savunanlar, aslında kendilerini sadece sebep olarak görmediklerini ortaya koyuyorlar. Biraz daha fazlası olduklarını düşünüyorlar. Şirk kokulu ifadeleri bir sürü...

Bunun daha küçük boyutu, grupsal asabiyetler ölçüsünde. Mesela bir cemaat, dünyaya baharı getirecek olanın sadece kendileri olduğunu iddia etmekle, grubunu sebepten daha öte, yani bir olmazsa olmaz olarak düşündüğünü ortaya koyuyor. Bu yüzden kendisine yapılan eleştirileri de normal insan-insan, toplum-toplum eleştirisi olarak değil; alt sınıf-üst sınıf eleştirisi gibi algılıyor ve tepkisi de ona göre şiddetli oluyor. Böylelerinin kendi cemaatinin veya grubunun asabiyetini terketmesi de zor oluyor. Çünkü o asabiyete aslında kendi üstünlüklerini de yüklemiş oluyorlar. "Ben üstünüm!" diyemiyorlar da "Biz üstünüz!" diyorlar.

"Sonra, nevin enâniyeti de bir asabiyet-i neviye ve milliye cihetiyle o enâniyete kuvvet verip, o ene, o enâniyet-i neviyeye istinat ederek, şeytan gibi, Sâni-i Zülcelâlin evâmirine karşı mübâreze eder. Sonra, kıyas-ı binnefs sûretiyle herkesi, hattâ her şeyi kendine kıyas edip Cenâb-ı Hakkın mülkünü onlara ve esbâba taksim eder; gayet azîm bir şirke düşer..."

Benim böyle grupsal yapılanmalarda en çok dikkatimi çeken içlerinde yine bir kast sisteminin, bir hiyerarşinin olmasıdır. Lider tektir ve bellidir. Sonra onun altında yine kastın gerektirdiği şekilde yerleşmiş isimler (abiler, ablalar, dailer, dervişler, imamlar, reisler vs.) bulunur. Bu sistem ta en alt seviyeye kadar herkesin yerini belirler.

Bir grubun içinde eğer böyle bir hiyerarşi varsa, bilin ki; teolojisinde de mutlaka bir sapma vardır. (Dünyevî işleri kastetmiyorum. Dünyevî olanın hayata bakış açısına da dönüşmesini kastediyorum.) Böylelerde altın, üstü sorgulaması da güçtür. Yukarıdan gelenler, geldiği noktanın hiyerarşideki yerine göre giderek kutsallaşır. Söyledikleri alt kesimi bağlar. Herkesin bir makam sahibi olduğu böyle yapılanmalarda, o makamın verdiği enaniyeti terk edip "Hepimiz eşit-kardeşiz!" diye haykırmak zordur. Ümmet bilincinde birleşmek bu yapılarda güçleşir. Çünkü ümmet, bu 'tasavvur üstünlüklerin' tanınmadığı/kaybedildiği bir alandır.

Bu noktada, bana, Bakara sûresinin 21. ayeti de manidar gelir: "Ey insanlar, sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize kulluk edin ki takvaya erişesiniz." Acaba Cenab-ı Hak neden burada takva için uygun zemini 'siz ve sizden öncekileri yaratan Rabbe kulluk etmeye' bağlamıştır? Hatta biraz daha sorgulama alanımızı küçültürsek, Rab neden 'sizi ve sizden öncekileri yaratan' olarak anmıştır kendisini burada? Bununla takva arasında ne bağlantı vardır?

İşte ayette Cenab-ı Hakkın kendisini böyle tarif edişinin ve Onun bu yönüne iman etmemizi istemesindeki saklı hikmetin yukarıda bahsettiğim şeylerle ilgili olduğunu düşünüyorum. Birey, topluluk veya sınıf... Tasavvufî, ırksal veya coğrafi aidiyetler... Bunların tamamında insan 'kendisinden sonrası' için 'benim sayemde' şerhi düşebilir. Ve yapılanların onun grubu, cemaati, ırkı, coğrafyası sayesinde başarıldığını mütekebbirane söyleyebilir. Fakat kendisinden önceki dönem için ne yapar? Kendisinden (veya kendi grubundan) öncesi için böyle iddialı sözler söyleyebilir mi? Mesela bir cemaati düşünelim ki, ömrü otuz sene olsun. Otuz senedir varolan bir cemaat, 1400 yıllık bir mirasın tek sahibi olarak kendini görebilir mi? "Olmasaydık, olmazdı!" diyebilir mi?

Bence; geçmişe dönük okumalar, insanın kibrini en şiddetli şekilde sarsan şeyler. Bakıyorsun ki; dünya için o kadar da önemli değilsin. Yani Allah, sen yokken de herşeyi gayet güzel idare etmiş ve belki senin varlığınla birşey de katılmamış onlara. Sıradansın yani. Bildiğin sıradansın. Olmazsa olmaz değilsin Allah için. Olmazsa olmaz, Vacibü'l-Vücud olan yalnız O (c.c.). Onu böyle tanıyınca; yani senden bağımsız, senin varlığın Ona bağımlı olarak bilince Onu (sırr-ı Kayyumiyet), bu sefer ister istemez kibirden uzaklaşıyorsun. "Şimdiye kadar bu düzeni devam ettiren Allah, elbette benim gitmemle de bu düzeni devam ettirir; benim bende sandıklarım aslında Onundur!" diyorsun.

Ve ancak bu telakki ile insan takvasını koruyor. Çünkü takva ehli olmak için, insanın kendisini önemsememesi, gurura kapılmaması gerek. Bunu "Herşey yok olup gidicidir, Ona bakan yüzü müstesna..." ayeti çerçevesinde söylüyorum. Ona bakan yüzün dışında, önemsizsin. Senden öncekiler ve senden sonrakiler arasında bir nesnesin sadece. Kanaatimce; onların terkiyle, yani hamdedilecek şeylerin Allah'a bırakılmasıyla insan soyunuk kalıyor ve o zaman üşümemek için üstüne takvasını alıyor. İşte benim 'sizi ve sizden öncekileri...' bahsinden birazcık anladığım bu arkadaşım. Senin fikrini de dinlemek isterim.

11 Mart 2014 Salı

Münafığın 'gizlisi' olur mu?

"Evet, sıdk ve doğruluk, İslamiyetin hayat-ı içtimaiyesinde ukde-i hayatiyesidir; riyakarlık fiilî bir nevî yalancılıktır, dalkavukluk ve tasannu alçakça bir yalancılıktır, nifak ve münafıklık muzır bir yalancılıktır. Yalancılık ise, Sani-i Zülcelalin kudretine iftira etmektir."

B. Said Nursî



Yıllar önce, ilmine itimat ettiğim bir hocama, Bediüzzaman'ın Risalelerde sıklıkla 'gizli münafık' demesinden mülhem sormuştum: "İnsan münafık olur da, kendisi münafık olduğunu bilmez; böyle birşey mümkün olabilir mi?" Cevabını, aklımda kaldığı gibi, ama kendi cümlelerimle nakledeceğim:

"Olabilir" demişti. "Eğer imanın akaidini yeterince içselleştirmemişse, yani yaşadığı ilk sarsılmada hemen bırakıp kaçmaya meyyalse inandıklarını; o da, bu zayıflığının farkında olmayan bir münafık adayıdır. Çünkü Kur'an'da münafığın ahlakı ikircikli oluşa bağlanır. Kafirlerle beraberken de 'Ben sizdenim!' der, müminlerle beraberken de. Aslında münafıklık, arada kalmak değildir, menfaatinin icabettiği her yerde olmaktır. Kişinin, menfaatinden başka, safını tuttuğu sabit bir doğrusunun (yani hakikatinin) olmamasıdır. Kafirin yanlış da olsa bir duruşu vardır, ama münafıkta o da yoktur. İman noktasında 'duruşsuz' her insan—kendisi şuurunda olsun veya olmasın—münafıklığa adaydır. İzzet, sıdk ve sebatkârlık bulunmaz onda. Bu yüzden rivayet edilen alametlerine dikkat etmek, sakınmak gerek."

Aslında 'münafık' kelimesinin kökeni de bu cevabı doğrular nitelikte. n-f-k kökü, aynı zamanda, 'tünel' kelimesinin de kendisinden türetildiği bir kök Arapçada. (Hacca veya umreye gidenler orada gördükleri tünel tabelalarından hatırlayacaklardır.) Köstebek veya tarla faresi tünelleri de bu kökten gelen bir kelimeyle isimlendiriyor. Hatta denir ki; tarla faresi iki yuva edinir. Birini saklar, diğerini gösterir. Birisine 'nafika' ötekine 'kasia' denir. Bir yuvasından gelen olursa, öbürüne kaçar. Bence bundan daha da ilginç olanı, köstebek tabiatı ile münafık tabiatı arasındaki bağlantı.

Malumunuz, köstebeği tam bir deliğin başında yakaladığınızı sanırsınız; hop, bir diğerinden çıkıverir karşınıza. Ona koşarsınız, hop; ötekinden çıkar karşınıza. (Çocukluğumda yakalamaya çok uğraştığımdan bilirim.) Münafığın kimliği de aslında böyle teşhis edilmezdir. Yakalanması müşküldür. Tam bir söyleminde yakalarsınız, "Hah, şimdi ne olduğunu ortaya koydu!" dersiniz, hop; bir demagojiyle tamamen farklı bir duruş ortaya koyar ileride. "Busun, o zaman böyle kal!" dersiniz, hop; en sıkıntılı anınızda başka bir delikten şaşırtıcı bir hızda fırlayıverir. Çok hızlı renk, söylem, karakter değiştirir. Değiştirdiği her söylemde de fanatiklik derecesine çıkar. Menfaatine olmadığını görürse de, hızla vazgeçer.

Asr-ı Saadet'te, (hassaten Uhud ve Hendek bu yönden değerli bilgiler içerir) müslüman ordularıyla beraber sefere çıkıp, yolda onları ortada bıraktıkları çok olmuştur. Geri döndüklerinde ise, kaçtıkları savaşa rağmen; "Biz de sizdendik!" demekten de hiç çekinmemişlerdir. Yani temelde münafıklık problemi 'kimliksizlik'ten kaynaklı bir 'çok kimliklilik' problemidir. Konjontüre, menfaate göre söylem/eylem değiştirmek, onların en önemli hasletidir. Müslüman karakterinden, hadislerce anlatılan, ayırılık noktaları da bunlardır: Sözünden dönme, konuştuğunda yalan söyleme, cemaati terk etme...

Cemaati terk etme kısmını ayrıca vurgulamak istiyorum. Çünkü hakikaten münafık ahlakına sahip zümreler, her zaman, ümmetin beraberce teveccüh ettiği şeylerde aykırı duruşlara sahip oluyorlar. (Yahut da 'ikindi namazını akşama yakın kılar' hadisi mucibince, en geç ittifakı onlar sağlıyorlar.) Katılmadıkları gibi, onları da bu duruşlarından vazgeçirmeye çalışıyorlar. Bu, Asr-ı Saadet döneminde de böyle, bugün de.

Fakat bugün size, tam olarak bunlardan değil, Bakara sûresinde münafık psikolojisine dair tasvirler içeren ayetlerden bahsetmek istiyorum. Cenab-ı Hakkın iki benzetmesi ve hal tasviri var bu ayetlerde. Birisi; karanlıkta kalan insan ve ateşle ilgili. Diğeri; yine karanlıkla ilintili, ama bu sefer ateş yerine şimşek imgesi kullanılıyor teşbihte. Peşpeşe gelen ayetleri mealen olduğu gibi alıntılayayım önce:

"Onların hali, ateş yakan kimsenin durumu gibidir. Ateş parlayıp da çevresini aydınlatınca, Allah onların nurunu alıp onları karanlıkta bırakmış, birşey göremez olmuşlardır. Artık sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler; geri de dönemezler. Yahut gökten boşanan karanlık, gökgürültülü ve şimşekli bir yağmura tutulmuş kimse gibidirler. Ölüm korkusuyla, yıldırımdan kulaklarını tıkarlar. Allah ise kâfirleri çepeçevre kuşatmıştır. Şimşeğin parıltısı gözlerini alacak gibidir. Şimşek etrafı aydınlatınca, o ışıkta biraz yürürler; üzerlerine karanlık çökünce de oldukları yerde kalırlar. Eğer Allah dileseydi, onların kulaklarını sağır, gözlerini kör ederdi. Zira Allah'ın kudreti herşeye yeter."

İşte ben bu ayetlerin tam anlamıyla yukarıda üstüne konuştuğumuz 'kimliksizliğin' psikolojik tasviri olduğunu düşünüyorum. Çünkü dikkat ederseniz, ikisinde de misal getirilen kimseler karanlıktalar. Gidecekleri veya geri dönmek için arkalarında kalan yolu aydınlatacak nurları yok. (Bu noktada hemen Bediüzzaman'ın; "İman hem nurdur, hem kuvvettir. Evet, hakikî imanı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir..." ifadesini hatırlayalım.) Bu nursuzluk aslında Fatiha'da her gün dilediğimiz sırat-ı müstakim'in yokluğuna işaret ediyor. Çünkü karanlıkta kalan ve nereye gideceğini bilemeyen insanın yoksunluğudur sırat-ı müstakim. Yani istikametsizlik. Yani duruş sahibi olamama. Fakat bunların müminane bir arayışları da yok doğruyu. "Sağırlar, dilsizler ve körler..."

Ama mealin devamında diyor ki: "Allah dileseydi, onların kulaklarını sağır, gözlerini kör ederdi." Demek ki; körlükten, dilsizlikten ve sağırlıktan kastedilen bedensel bir arıza değil. Onların bakışlarında bir problem var. Daha önceki yazılarda konuştuğumuz üzere; dışakapalılık, hakikate kapalılık, öğrenmeye kapalılık burada yaşanan sorun. "Acaba ben mi yanlıştayım?" sorusunu soramama sendromu. Demek, münafık ahlakının bir yanı da beyni yıkanmışlığa bakıyor. Hakikati kendi doğrusundan ibaret sanma sapkınlığı. "Hak yalnız benim mesleğimdir!" deme cür'eti. Fakat Bediüzzaman bu noktada nasıl bir uyarıda bulunuyor mümin kalplere: “Sen mesleğini ve efkârını hak bildiğin vakit, 'Mesleğim haktır veya daha güzeldir' demeye hakkın var. Fakat 'Yalnız hak benim mesleğimdir' demeye hakkın yoktur.”

Ayetlerden anladığımız, aslında çok korkaklar. Korkarak veya sürekli komplo teorisi/düşman/kaos korkusu üreterek bakıyorlar dünyaya. (Dur durak bilmeyen menfaat arayışının mantığı, bu masiva korkusudur çünkü.) Bu, onları, şimşek önlerini aydınlattığı anda hızla, sonunu kestiremedikleri yönlere koşturmaya neden oluyor. Az düşünüp hızlı hareket ediyorlar. Aksiyonu, tefekkürden fazla önemsiyorlar belki. Karanlıkta ise hareketsizler. Yeni bir fırsat doğuncaya kadar o pozisyonda bekliyorlar. Işık gördüklerini sandıkları anda yeni bir pozisyona doğru hareketleniyorlar. Bir o yana, bir bu yana koşuyorlar.

Fakat başladıkları yere geri dönmeleri mümkün değil. Onlar öyle sansalar da mümkün değil. Kalbinde nur olanların gözünde halleri böyle tuhaf görünüyor. Bir öyleler, bir böyle. Bir şurdalar, bir burada. Ne yapacaklarını bilemez gibi bir haldeler. İnsan bu ayetle beraber düşününce; fitne zamanı, duranın hareket edenden daha hayırlı olmasını bir nebze anlıyor. Çünkü fitne, münafığın gözünde çakan şimşektir. Mümin, o anlık ışıkta (anlık ışık benzetmesi nefsî düzlemdeki menfaate nasıl da cuk oturuyor) pozisyonunu değiştirmez. Sırat-ı müstakimde sebat eder.

Şimdi sen söyle arkadaşım: Birisi, bir âlim, her mektubunun başına; "Aziz, sıddık, sebatkâr kardeşlerim..." gibi ifadeler yazıyorsa, kardeşlerinden ne istiyor? Duruş sahibi olmalarını mı, yoksa sonuç sahibi olmalarını mı? Bence izzetin de, sıdkın da, sebatın da sonuçla bir ilintisi yok. Emredildiğin gibi olmakla ve öyle kalmakla bir ilgisi var. O zaman öyle ol arkadaşım. İzzetli, sadık ve sebatkâr ol. Çok yer değiştirip kazanıyor gibi duranların haline aldanma. "Akıbet takva sahiplerinindir!" Çok yer, tavır, renk, karakter, söylem, eylem değiştirenlerin değil.

9 Mart 2014 Pazar

Adanmış robotlar...

"Senin en harika yanın: Sıradansın, her ne yapsan aşırıya kaçmadan yapıyorsun."
Ek Main Aur Ekk Tu filminden...

Bize yanlış öğretiyorlar! Mümin; herkesle iyi geçinen, mavi boncuk dağıtan bir tip değildir. Aksine; âlî olan hakkın hatırı için, gerekirse hakikatsizin hatırını kırandır. Kur'an da onu böyle tarif eder: "Ey iman edenler! Kim dininden dönerse (bilsin ki) Allah, sevdiği ve kendisini seven, müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı zorlu bir toplum getirecektir. (Bunlar) Allah yolunda cihad ederler ve hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar. Bu, Allah'ın, dilediğine verdiği lütfudur. Allah'ın lütfu ve ilmi geniştir."

Kur'an'da şefkat ve rahmetten bahsedilir; ama azap ve cihaddan da bahsedilir. Cennetten bahsedilir, ama arkasından cehennem de zikredilir. Kur'an 'dengedir' arkadaşım en öz deyişiyle. Celal ve cemal arasında dengedir. Mümin de o dengede hadd-i vasatı (ortayolu) bulmuş insan modelidir. Ne celalde sekrolmuştur, ne cemalde mestolmuştur. Ama ikisinden de hissedar olmuştur. Ve Allah, onu, ikisinden de hissedar haliyle sever. Birisinde garkolmuş şekliyle değil. Uçlarda değildir Kur'an'ın model insanı. Sıradandır, fakat harikadır.

Allah Resulü aleyhissalatu vesselam misal olsun sana. Onun ahlakı, uçların ahlakı değil, denge ahlakıdır. Ne şiddet-i cesaretten (tehevvür denir ona) aklı başından gitmişlik görürsün onda, ne korkaklığına şahit olursun. Ne merhametin ziyadeliği ile haktan sapar, ne de öfkesi adaletine engel olur. Yeri gelir, "Hırsızlık yapan kızım olsa, cezasını veririm!" der; yeri gelir, en büyük zulümleri etmiş düşmanlarını bile affeder. Bu yüzden Bediüzzaman, Şuaat'da der: "Mucize-i Muhammedî, ayn-ı Muhammed'dir." İzah sadedinde ekler:

"(...) Ahlâk-ı hasene çendan birbirine mübayin değil, fakat derece-i kemalde birbirine müzahemet eder. Biri galebe çalsa öteki zaifleşir. Meselâ; kemal-i hilm ile kemal-i şecaat; hem kemal-i tevazu ile kemal-i şehamet; hem kemal-i adaletle kemal-i merhamet ve mürüvvet; hem tam iktisad ve itidal ile tamam kerem ve sehavet; hem gayet vakar ile nihayet-i hayâ; hem gayet şefkat ile nihayet el-buğz-u fillâh; hem gayet afüv ile nihayet izzet-i nefs; hem gayet tevekkül ile nihayet ictihad gibi mecâmi-i ahlâk-ı mütezahime, birden derece-i âliyede, bir zatta ictimaı, müzayakasız inkişafları mucizelerin mucizesidir."

Hakikaten ne enteresan! Bir insan; hem çok yumuşak huylu olsun hem çok dik duruşlu; hem alçakgönüllü olsun hem haşmetli; hem adil olsun hem pek merhametli; hem çok cömert olsun hem iktisatlı... Bunların bir insanda beraber bulunması zor arkadaşım. Güzel ahlakın bir yönünde inkişaf eden, biliyorsun ki, zıttı gibi olanda eksik kalır. Yumuşak huylu olanımız, gerektiğinde sert olmayı beceremez mesela. Adalete hasr-ı nazar edenimiz, lüzumunda merhamet gösteremez. Cömert olanımız, iktisatlı kalamaz. Hangisinde bir uca yükselsek, farkederiz ki, diğerinden taviz vermişiz.

Bu 'süper denge'yi ancak Allah Resulünün ahlakında bulursun. Ondan sonra artık bir kişide bulunmaz bu denge. Ümmet taşıyabilir ancak bu yükü. Ebu Bekir (r.a.) misallerde cemal ağır basar, Ömer (r.a.) misallerde celal. Osman (r.a.) misallerde yumuşaklık ağır basar, haktan tavizsizlik Alilerde (r.a.)... Ama onlar yine de çok büyük ölçüde bu ahlakı miras almışlardır. Sen kendi zamanına baksan, o salih seleflerin zekatının zekatını da bulamazsın.

İdeali bulamıyoruz diye optimumdan vazgeçmek olmaz. Mümkünü başarmak, imkansız görünene ulaşmak için edilmiş duadır. Vazgeçmemek gerek. Hem ne demişti Metin Karabaşoğlu abi geçen bir sohbet sırasında:

"Ilımlı İslam ve Radikal İslam ayrımı yapanlar oyun çeviriyorlar. İki uca savrulmuş müslüman modellerini dayatarak seçmeye zorluyorlar bizi. Ya Ilımlı İslam kılıfı altında celalimizi törpüleyecekler yahut da Radikal İslam dedikleri şeyle cemalimizi alacaklar. İstiyorlar ki; ya o, ya öteki olalım. Ama asla ikisinin ortasında/dengede durmayalım. Çünkü dengemizi bulduğumuz zaman onlar için 'kullanılabilir' olmuyoruz."

Anlasana arkadaşım: Bizden ya küçük bir dere yahut sel olmamızı istiyorlar. Dingin, ama güçlü bir nehir olmamızı istemiyorlar. Hakikatsizler çünkü. Hakikati, ifrat ve tefritle boğdurup kendilerine benzetmeye çalışıyorlar.

Başta demiştik ya; mümin; herkesle iyi geçinen, mavi boncuk dağıtan bir tip değildir diye. Gel, o dersi, Bakara sûresindeki şu ayetlerden al:

"İnananlarla karşılaştıkları zaman, 'İnandık' derler. Şeytanlarıyla başbaşa kaldıklarında ise, 'Biz sizinleyiz' derler. 'Onlarla sadece eğleniyoruz.' Gerçekte Allah onlarla alay eder; azgınlıkları içinde bocalayıp dururlarken onlara mühlet verir. İşte onlar, hidayete karşılık dalâleti satın alanlardır. Ancak onların bu ticareti kazançlı olmamış ve kendileri de doğru yola girememişlerdir."

Bu ayetten anladın mı şimdi, neden 'Radikal İslam' dedikleri şey kadar 'Ilımlı İslam' dedikleri şey de tehlikelidir bize?

Ah arkadaşım, mümin, onun yanına gidince ocu, bunun yanına gidince bucu olacak kadar istikametsiz olmamalı. Mavi boncukçu olamaz salih müslüman. Herkese öpücük dağıtamaz. Dünyaya kazanmaya geldiği teveccüh-ü nas değildir çünkü. Hakkın rızasıdır. Hassaten haksızla iyi geçinemez. Bu onun yanlışı değil, normalidir. Silik durmak haddi değildir.

Fakat burada da Bediüzzaman'ın ders verdiği şu güzel ayrımı yap: "(...) her bir Müslümanın her bir sıfatı Müslüman olması lâzım olmadığı gibi, her bir kâfirin dahi bütün sıfat ve san’atları kâfir olmak lâzım gelmez. Binaenaleyh, Müslüman olan bir sıfatı veya bir san’atı, istihsan etmekle iktibas etmek neden câiz olmasın? Ehl-i kitaptan bir haremin olsa elbette seveceksin!"

O zaman kâfirin içinde kalmış mümin tarafın hakkını savunmayı da, müminin içinde kalmış kâfir noktayı uyarmayı da ihmal etmemelisin.

Özenme; çabuk duruş değiştiren ve böylece herkese kendisini sevdirdiğini sanan münafık ahlakına. Robota dönüşürsün. Rüzgarda yaprak olursun. Şekil değiştirmekten asl-ı şeklini unutursun gitgide. Hidayetini, 'insanlara tatlı görüneceğim' diye satıp dalalet alma. İlkeli olsun hem muhabbetin/adavetin. Unutma ki; "Akıbet takva sahiplerinindir!" kazananların değil. Ki takva, duruşunu, kazanmaktan daha çok önemseyenlerin ahlakıdır.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...