21 Temmuz 2014 Pazartesi

Satmaya bakacağız

İki numaralı yeğenim (sıralamada kıyak yok, dünyaya teşrifi itibariyle) Yusuf Ayaz'la epeyce oynadık bugün. İnanın bana, sizi bırakmak istemeyen bir çocuk bazen hayatı çok daha güzel kılıyor. Bunun bir yönü: Birilerinin sizden vazgeçmek istemediğini hissetmek; sizi önemsediğini, sizinle oynamayı eve gitmeye tercih ettiğini. "Sen de gel!" diye arabanın camından seslendiğini. Böyle şeyleri işitmeye ihtiyacı oluyor insanın. Ezanı işitmeye ihtiyacı olduğu gibi. İkinci yönü: Bir çocuk da olsa birisini mutlu etmek bir işe yaramaktır. İşe yaramak her insanı mutlu eder. Hikmetine dokunmak, mutluluğa dokunmaya benzer. Amaç bizzat mutluluktur bazen. Bugüne ve düne dair anlam. Yarına dair ümittir. Yeğenlerim beni mutlu ediyor. Çocuklarla iletişimi güçlü olan büyüklerin 'önemsenmeye' diğerlerinden daha muhtaç olduğunu düşünmüşümdür hep. Her nimet bir açlığa mukabil.

Şunu da farkediyorsunuz: Birilerine birşeyler verdiğiniz zaman, bir yönüyle birşeyler bağışlanan siz oluyorsunuz. Bedelsiz değil hediyeler. Tebessüm hem size, hem ettiğinize sadaka. Bak şimdi! "Allah, müminlerden canlarını ve mallarını, karşılığında onlara Cennet vermek sûretiyle satın almıştır" ayetine bir kapı buldum buradan. Allah'ın hoşnut olacağı şeyleri yapmak, daha bu dünyada cenneti almak, cennete karşılık an'ınızı/fiillerinizi satmak gibi birşey. Gelecekte değil, burada. Sonra değil, hemen. İyi olmak iyi geliyor. Markar Esayan'ın İyi Şeyler'de dediği gibi: "İyiliği canı istemeli insanın." Zaten iyilik can'ın istediğidir bence. Fıtratın. Fıtrat-ı zişuur olan vicdanın. Yusuf için Allah'a zamanını sat, karşılığında cennet misal bir mutluluk al tebessümünden. Gülücüklere boğsun seni. Yorsun, dinlendirsin. Hem yorsun, hem dinlendirsin. Allah gibi güzel müşteri bulabilir misin? Derviş Yunus bulamamış ki, demiş: "Satarım canımı, alan bulunmaz." Gel şimdi, bir başkasına daha kulak verelim. Bediüzzaman'ın aynı ayeti tefsir ettiği 6. Söz'ün finalinde dediği gibi diyelim:

"Şimdi satmaya bakacağız. Acaba, o kadar ağır bir şey midir ki, çokları satmaktan kaçıyorlar? Yok! Kat'â ve aslâ! Hiç öyle ağırlığı yoktur. Zira, helâl dairesi geniştir, keyfe kâfi gelir. Harama girmeye hiç lüzum yoktur. Ferâiz-i İlâhiye ise hafiftir, azdır. Allah'a abd ve asker olmak, öyle lezzetli bir şereftir ki, tarif edilmez. Vazife ise; yalnız bir asker gibi, Allah nâmına işlemeli, başlamalı. Ve Allah hesâbiyle vermeli ve almalı. Ve izni ve kanunu dairesinde hareket etmeli, sükûnet bulmalı. Kusur etse istiğfar etmeli: 'Yâ Rab, kusurumuzu affet. Bizi Kendine kul kabul et. Emanetini kabzetmek zamanına kadar bizi emanette emîn kıl. Amin!' demeli ve Ona yalvarmalı." Görüyor musun bizim bacaksız Yusuf Ayaz nasıl da bir mektubat-ı Samedaniye oldu. Neler neler öğretti birkaç saatte! Sanıyor musun bunlar hep tesadüftür? Hayır, hayır. Onu Allah gönderdi, zaman önüme getirdi, sevincim sûretini gördü, aklım okudu. Okuyacak şey arayanlar için herşey kitaptır.

17 Temmuz 2014 Perşembe

Sadeleştirmeyi eleştirirken eldeki sözlükten olmak

Bazen oluyor; istemediğiniz birşeye karşı mücadele ederken, başka sûret giymiş aynısı onun yerine geçmeye çalışıyor. Saltanata karşı meşrutiyet mücadelesi verirken, yerine Mustafa Kemal'in cum­huriyet kostümü giymiş diktatörlüğünün geçmesi gibi. Or­well'ın Hayvan Çiftliği en güzel eleştirisi bunun. Çiftliğin yönetiminden insanları devirmek marifet değil. Marifet; yerine geçmesini istediğin şeyin 'ne olduğunu' ve 'ne olmaması gerektiğini' tam bilmek. İşlevini değiştirmeye çalışmak yani. Yoksa yönetimdeki insanları değiştirmek hüner değil. Ahmet gider, Mehmet gelir, düzen aynı kalır. Düzen aynı kaldıktan sonra değişimi istemenin de bir anlamı kalmaz. Amacını yitirir. İnce Memed gibi pes edersiniz. Kaç ağa öldürürseniz öldürün yerine yenisi geldikten sonra, yola çıktığınız ilk yer, yani Abdi Ağa'yı vurmak da yanlış görünmeye başlar.

Demek ki böylesi heyecanlı zamanlardan korkmalı. Bediüzzaman'a; "İslam Ordusunun Yunan'a galebesinden neş'e alan ehl-i imanın kuvvetli efkârı içinde, gayet müthiş bir zındıka fikri, içine girmek ve bozmak ve zehirlendirmek için dessâsâne çalıştığını gördüm..." dedirten sırrı anlamalı. Adımları endişeyle atmalı. Sorgulamalı. Kapılmaktan çekinmeli. Her anlaşılmazı, nedeni izah edilmeyeni, taklid isteyeni eleştirebilmeli. Bizi kalabalıkla birlikte sürüklemek isteyenlere; "Dur bakalım! Daha beni ikna edemedin. Aklımın hakkını ver!" diyebilmeli.

Bunu kıymetli buluyorum. Çünkü bu taklid ehli değil, tahkik ehli olduğumuzu gösteren birşeydir. Delilsiz ve sınamadan hareket etmemek bizim hem mesleğimiz, hem meşrebimizdir. "Hatta benim sözümü de, ben söylediğim için hüsn-ü zan edip tamamını kabul etmeyiniz. Belki ben de müfsidim. Veya bilmediğim halde ifsad ediyorum. Öyleyse, her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz. İşte, size söylediğim sözler hayalin elinde kalsın, mihenge vurunuz. Eğer altın çıktıysa kalbde saklayınız. Bakır çıktıysa, çok gıybeti üstüne ve bedduayı arkasına takınız, bana reddediniz, gönderiniz..." diyen Üstadın yolu herhalde bazılarının sandığı gibi 'birileri ne diyorsa doğrudur, bir hikmeti vardır' tarzı bir ezber değildir. Hatta ilk savaşılması gereken bizzat budur.

"Hatta ilm-i mantıkta 'kaziye-i makbule' tabir ettikleri, yani büyük zatların delilsiz sözlerini kabul etmektir; mantıkça yakin ve katiyyeti ifade etmiyor, belki zann-ı galiple kanaat verir. İlm-i mantıkda; bürhan-ı yakini, hüsn-ü zanna ve makbul şahıslara bakmıyor, cerh edilmez delile bakar ki, bütün Risale-i Nur hüccetleri, bu bürhan-ı yakini kısmındandır."

Emirağ Lahikası'ndaki bu bölümde de Bediüzzaman, kendi yolunun farkını bu bürhan-ı yakiniye temayülle ortaya koyar. 'Büyük zatların delilsiz sözlerini kabul etmek...' yolu ise kesinlikle Risale-i Nur'un mesleği ve meşrebi değildir. Nur talebesi sormalı, sorgulamalı; ancak tam anlamıyla ikna olduktan sonra adımlarını atmalıdır. Başkasını ikna etmeye çalışırken de araması gereken yol budur. "Filanca büyük zat böyle dedi. Yoksa sen onu 'mutlak vekil' saymıyor musun?" tarzı baskıcı bir yolla değil.

Sadeleştirme ve devamında yaşanan tartışmalar boyunca da bu gerekli endişeyi taşıyarak yoluma devam ettim. Sadeleştirme yapanların metne verdiği zarar yönüyle eleştirilerini yaparken, sadeleştirmeyi eleştirenlerin de "Üstadın izni yok!" tarzı yaptıkları savunmanın altının boş olduğunu, bunun yerine sadeleştirmenin metinde yaptığı hasarı tesbit edip insanlara onu göstermenin bürhan-ı yakini yoluna daha yakın olduğunu söyledim. "Üstadın izni yok!" demek bir kazıye-yi makbule iken, bizzat metindeki kusuratı ve anlam kaybını göstermek bürhan-ı yakini idi çünkü. "Bak burada şu şu zararları dokunmuş" diye göstermek, "Uzmanlar iyi değil diyorlarmış" demekten daha elle tutulur, somut, güçlü bir ikna yöntemiydi. Risale-i Nur'un bizden üretmemizi istediği bilgi türü de buydu.

Şimdi, bandrol olayı diye gündemimizi meşgul eden, bazılarına göreyse Risale-i Nur'un devletleşmesi olarak anılan hadiseyi de yine bu çizgide durarak değerlendiriyorum. Olayın ilk tartışıldığı günlerden itibaren önceleri "Risalelerin neşri engelleniyor!" deyip sonra "Devletleşiyor!"a dönen kesime şunu sordum: "Risalelerin devletleşmesi nedir? Ve devletleşince ne olmasından korkuyorsunuz? Bunu madde madde yazın. Şekle bürünsün. Neyi istemiyorsunuz? Sakıncalarını ve somut yanlışları görelim. Yoksa bize 'devletleşmeyi' teşhisi mümkün olmayan bir öcü gibi gösterip durmayın!" dedim. Zira Risalelerde veya Üstadın kendi hayatında devletleşmeden bu tarz bir endişe duyduğunu görmüyordum. Hatta Üstadın kendisinin külliyatın basımının devlet çatısı altında yapılmasını istediği biliniyordu. Bizzat teşebbüs etmişti buna.

Buna karşılık kimse birşey yazmadı. Yine bir dolu korku üretildi. Hatta bu korku, samimiyetinin ciddi sınanmasını gerektirecek bir iktidar düşmanlığıyla karıştırılmaya başlandı. (Erdoğan'a Deccal/Süfyan diyecek kadar...) Meselenin bu tarafında yer alan Gülengiller olsun, Yeniasyacılar olsun, her ikisinin de bu dönem kronik bir şekilde siyasi muhalif oldukları biliniyordu. Hükümetin yaptığı hiçbir şeye maşaallah demiyorlardı ki, buna da desinler. Delil de göstermeyince insan hiç inanamıyordu anlattıklarına.

En nihayet bu konu hakkında Metin Karabaşoğlu abi kendi endişelerini aktaran bir yazı kaleme aldı. Kısa, ama içindeki herşey bir surete bürünmüş, öcü olarak kalmamış, somut şeyler. Mesela benim o yazıdan anladığım: Metin abi, endişelerini, Risalelerin devletleşmesinden ziyade, devletin Risale-i Nur üzerine vesayet kurmak isteyenlere son zamandaki gerilimden dolayı bir şans verebilmesi üzerine kurguluyordu. Bu insanların, Risale-i Nur üzerine yapılan her türlü çalışmaya, geçmişte pek çoğuna şahit olduğumuz şekilde, mutaassıbane izin vermemesinden endişe ediyordu. Ayrıca kurdukları bu yeni vesayet nedeniyle kendileri dışındaki Nurcu grupları da mağdur etmelerinden endişe ediyordu. İşte bu endişe bana da 'dokunulabilir' geldi. Bu yazıyı okumamın ardından sayfaaltı sözlüklü çalışmalara dair attığım twite karşı aldığım tepkiler, bu noktada bir vesayetin/istibdadın hazırolda beklediğini gösterdi.

Bu tepkilerin bana en komik gelen yanı, bu insanların tamamının külliyattaki kelimelerin anlamı için illa bir sözlüğe bakmalarıydı. Fakat kendileri bir sözlük açıp karıştırınca bu doğru, ama bu sözlük metnin altında kolay bulunacak bir şekilde veriliyorsa bu yanlış oluyordu. Yani demek ki, karşı olunan sözlük değil, sözlüğün yeriydi. Bu endişenin de iki gerekçesi vardı: 1) Bir abiyle Üstad arasında geçen bir hadise. 2) Sayfaaltındaki anlamın külliyat okurunun anlamı ona münhasır görmesiyle yaşayabileceği bir anlam daralması. Halbuki aynı insanlar, aynı tehlikenin sohbetlerde kelimenin anlamına dair yapılan izahlarda, başka bakılan sözlüklerde yine geçerli olduğunu düşünmüyorlardı.

Bir kelimenin anlamına dair her tarif dolayısıyla bir sınırlama içerir. Bunu ister sayfanın altından okuyun, ister sözlükten, ister dersten/sohbetten. Hal böyleyken, ilk ikisi caizken, üçüncüsünü böyle "Kesinlikle olmaz!" kılan neydi? Ve buna ilaveten: Kelimenin anlamını altta yazan manaya münhasır görmek de aslında okurun nazar problemi değil miydi? Bunun sözlükle ne ilgisi vardı? Sözlükte okuğu her manayı mutlaklaştıran okur, bunu her şekilde yapardı zaten. Ha başka sözlüğe bakmış, ha sayfa altına.

Birinci hadisede ise külliyatta böyle bir kayıt bulunmamakla birlikte, hatıra nevinden aktarılan bir hadiseye göre abilerden birisi (ismini yazmayayım) böyle bir çalışma yapmış, Üstada göstermiş, Üstad da ona tepki göstererek 'altına Bediüzzaman değil, kendi adını yazmasını' söylemişti. Hadisenin naklolurken ne kadar sıhhatli nakledildiğini ve kaçıncı ağızdan bize geldiğini bir kenara koyuyorum. Bir kere o abinin yaptığı çalışmanın nasıl bir çalışma olduğuna dair elinde kesin bir bilgi olan var mı? Yani ne yazmış? Nüshası nerede? Sadece kelimelerin anlamını mı yazmış? Şerh mi yapmış? Yorum mu katmış? Düz kelime manası mı vermiş? Üstadın vermediği, onun kastettiğinin çok dışında manalar vermiş ve Bediüzzaman Hazretleri aslında buna kızmış olabilir mi? Çalışmasını o dönem için malayani bulmuş sayılabilir mi? Bediüzzaman çalışmanın metoduna mı kızmış, yoksa orada yazanlara mı kızmış? Bunların hiçbirisi analiz edilmiş veya tartışılmış değil. Çünkü çalışma da yok ortada. Yani neye kızıldığını ancak tahmin edebiliyoruz.

Kaldı ki, altı kelimeli külliyat çalışmaları ilk dönemde çok tepki almasına rağmen sonradan bu saff-ı evvel abilerin iltifat ve desteklerine de mazhar oldular. Madem Bediüzzaman bu kadar karşıydı, bu destek neden verildi? Ben bu sözlük çalışmalı külliyatlardan birisinin kenarından şahidi olarak kaç tane abinin bu külliyat çalışmasını gördüğünü, önce biraz kızsalar da sonradan destek verdiklerini, öyle külliyatlardan ders yaptıklarını biliyorum. Şimdi sormak istiyorum: Hayırdır, o zaman akla gelmeyen vesayet, şimdi ortam buldu da yeniden mi ortaya çıkıyor? Haydi bu soruları da geçelim. Bediüzzaman lügat düşmanı mıydı? Talebelerine "Aman lügata bakmayın. Kelimelerin anlamı, ayet mealleri falan önemli değil, sadece metinleri okuyun!" Böyle bir tane tavsiyesi var mı Allah aşkına? Onun yokken sizin nereden aklınıza geliyor bu endişeler?

Tamam, o mealleri ve sözlük anlamlarını tek geçer akçe görmeyelim, eyvallah, o da yanlış. Fakat onun ötesinde bu tasarıma, yeni şeyler üretmeye, hem de metne zarar vermeden çalışan şeyler nasıl yasak kılınabiliyor? Bu da bir istibdat, bir vesayet değil mi? Buna karşı mücadele vermek gerekmez mi?

11. Lem'a'da Bediüzzaman Kur'an'la ve sünnetle çelişmeyen, aykırı bir hüküm içermeyen uygulamalara bid'a-yı hasene namı verildiğini söylüyor. "Fakat, tarikatte evrad ve ezkâr ve meşrepler nev'inden olsa ve asılları Kitap ve Sünnetten ahzedilmek şartıyla, ayrı ayrı tarzda, ayrı ayrı surette olmakla beraber, mukarrer olan usul ve esasat, Sünnet-i Seniyyeye muhalefet ve tağyir etmemek şartıyla, bid'a değillerdir. Lâkin bir kısım ehl-i ilim, bunlardan bir kısmını bid'aya dahil edip, fakat 'bid'a-i hasene' namını vermiş." Peki siz kim oluyorsunuz ki, Kur'an'la ve sünnetle, külliyatın metinleriyle hiçbir çelişkisi olmadığı halde, her yeni tasarım uygulamasını bid'a diye nitelendirebiliyorsunuz? Mutlak vekillerin mutlak vekillerinin mutlak vekilleri misiniz? Uzayacak mı daha bu silsile? Bir bitseniz de Nurcular hayırlısıyla hür düşünmeye başlasa. Sizin bağnazlıklarınıza takılmaktan, bırak adım atmayı, nefes alamıyoruz.

12 Temmuz 2014 Cumartesi

Filistin neden gayretullah'a dokunmaz?

Hadi biraz özeleştiri yapalım. Bıçağın ucu bana da dokunduğunda kesikten daha emin oluyorum. Yazdığım daha bir işe yaramış gibi geliyor. "Nefsini ıslah etmeyen başkasını ıslah edemez." Özeleştirisi olmayanın dış eleştirisi hiçbir işe yaramaz. Bu sebepten iğne yine kendime, çuvaldızı yine başkasına. Filistin meselesi hakkında konuşmak istiyorum bugün sizinle. Hani şu artık acısını neredeyse kanıksadığımız, çektiklerinin bahtları olduğunu düşündüğümüz Filistinli kardeşlerimiz. Sahi, biz onların haklılığına ne kadar aldırıyoruz? Ne kadar tarafız onlara?

Kalbinizi itham etmiyorum. O fotoğrafları, videoları, parçalanmış cesetleri görüp de ciğeri yanmayan insan bulunmaz. (Yanmıyorsa, insan denmez ona zaten.) Fakat bunun ötesinde, Filistin'in, davasında yüzdeyüz haklı olduğunu kaçta kaçımız inanıyoruz? Mesele tartışmaya açılsa, "İsrail zulmediyor, ama Filistinliler de..." demeyecek kaç kişi var aramızda? Hadi bunu mizana vuralım. Ben bu tartışmanın bizi ilginç bir yere götüreceğini düşünüyorum. Hazır duvarsız çatı adayımız Ekmekçi Ekmel Bey 'tarafsızlık' meselesini gündemimize taşımışken, tarafsızlık kendini neyin üzerine bina ediliyor analiz etmeli. Zira sadece siyasi bir seçimden kaynaklanmıyor bu tarafsızlık bana göre. Bir de itikadî düzlemde ayaklarının bastığı bir yer var.

Ben, Filistin meselesinde, Filistinlilerin günahsız olmayacağına dair ilk bilgiyi Fethullan Gülen'in bir ses kaydında işittim. Ortaokul yıllarımdı. Gülen cemaati (yoksa örgütü mü demeli artık?) abileri bizi Fen Lisesi sınavına hazırlıyorlardı ve günde en az bir kere Gülen'in ses kayıtlarını dinletiyorlardı. O ses kayıtlarından birinde kendisine Filistin meselesine dair birşey soruluyor ve Gülen de soruya cevap verdiği bölümün finalinde Bediüzzaman'ın "Beşer zulmeder, kader adalet eder..." anlayışı çerçevesinde "Filistinliler de vaktiyle Osmanlı'ya ettikleri ihanetin cezasını çekiyorlar..." gibisinden bir noktaya bağlıyordu konuyu.

Bunu işittiğim anda hissettiğim şeyi, kıvırmadan, şöyle tarif edeyim size: Rahatlama. Evet, düpedüz rahatladım. Eğer Filistinliler yüzdeyüz haklı/masum değilse, benim bu çileye taraf olmama gerek yoktu. (Çünkü izledikçe kahrımızdan öldüğümüz, taşla dövülen Filistinli gençlerin görüntüleri geziyordu o sıralar televizyonlarda.) İnsan, bir meselede elinden hiçbir şey gelmediğinde "Keşke bu tarafta olmasam!" diyor. Çaresizlik acı birşey. Ve ben de çocuk ruhumda bu çaresizlik ve öfkenin yaptığı tazkiyattan dolayı, yapılan bu tarz bir tebliğe büyük bir iştiyakla kapıldım. Filistinlilerin 'ettiğini bulduğuna' inanarak rahat uyudum geceleri.

Sonraları bu söylemin sadece Fethullah Gülen'e ait birşey olmadığını, Türk-İslam çizgisindeki çoğu insanın aynı şekilde düşündüğünü gördüm. Evet, belki hepsi bu düşüncelerini Bediüzzaman'ın bir metnine dayandırmıyorlardı. Ama aşağıyukarı hepsinin ağzındaki vird buydu. Tahmin ediyorum, bu onlarda da benim o yaşlarda yaşadığım rahatlamayı sağlıyordu. Ellerinden hiçbir şey gelmeyen bir meselede "Aslında Filistinliler de o kadar sütten çıkmış ak kaşık değiller!" tarzı tuhaf bir rahatlama. İnsanın vicdan sancısından kurtulmak için tevil edemeyeceği şey yok.

Belki bir şekilde bu kısım insanları anlayabiliriz. Can acısı delirtir. Fakat bir de ikinci sınıf insan vardı ki, onların bu cümleyi telaffuz etmesinin sebebi vicdan sancısı değildi. Onlar birebir İsrail'in yanında olmak istediklerinden bunu söylüyorlardı. Yahudiliği sevdiklerinden mi? Hayır. Çünkü İsrail güçlüydü ve hak güçlünün olmalıydı onlara göre. Bediüzzaman'ın Ene Risalesi'nde eleştirdiği 'hak kuvvettedir' anlayışı çoktan ehl-i İslam'a da sirayet etmişti. Amerika kuvvetliydi. İsrail kuvvetliydi. Türkiye de onlarla kankayken kuvvetliydi. O halde pis Araplarla kanka olup risk almaya gerek yoktu. Zaten ettiklerini çekiyorlardı hainler!

Nasıl rahatlatıyor ama! Ne tatlı tarafsızlık! Bediüzzaman, Onbeşinci Söz'de, bitarafane muhakemenin 'taraf-ı muhâlifi iltizam' anlamına gelebildiği yerlerden bahseder. Hatta onun içinde 'şeytanın müthiş bir desisesinin' saklı olduğunu söyler. Yani siz tarafsız kaldığınızı sandığınız halde yaptığınız şey aslında karşı tarafa geçmek olabilir. Çünkü hakikat tektir, görecelilik kaldırmaz. Mesele içtihad değil hakikat ise, durduğunuz yer tarafsızlık olamaz. İlla bir taraf olur. Mezkur eser, bu meseleyi çok güzel izah eder. Okuyanlar hatırlamışlardır, okumayanlara da mutlaka bakmalarını tavsiye ederim.

Şimdilerde Ekmekçi Ekmel Bey'in altını çizdiği, fakat hakikatte kendisinin de bir parçası olduğu Türk-İslam ekseninin altını yıllardır doldurduğu bu "Onlar da ettiklerini çekiyorlar..." tarzı söylemin yapmaya çalıştığı şey; işte bu, tarafsızlık suretinde haksızlığa taraf olmaktır. Hatta bu Türk-İslam akımının temelde yapmak istediği şey de Türkleri ümmet anlayışından koparıp 'tarafsız' kılmaktır. Menfaatlerini Türklük eksenine kaydırıp, siyaseti o dairede yaptırmaktır. Gülen bunun bir ucudur, Ekmel Bey diğer bir ucu. Bunun başka başka temsilcileri de vardır. Bu yönde bir analiz için Metin Karabaşoğlu abinin "İslam'a Karşı Türk-İslam" yazısını okumanızı tavsiye ederim. Benim kısacık değindiğim şeyin kökenlerini o yazı tastamam anlatıyor.

Fakat bunun yanında dokunulması gereken diğer husus: "Beşer zulmeder, kader adalet eder..." söyleminin Bediüzzamanca nasıl kullanıldığıdır. Eserlerine baktığınızda Bediüzzaman'ın bunu kullandığı her yerde kendisine ve talebelerine yönelik bir öz okuma, bir özeleştiri ve Cenab-ı Hakkın takdirinden razı olmaya yönelik bir arayışın açlığı vardır. Yoksa, Bediüzzaman hiçbir yerde bu tarzı bir okumayla ehl-i İslam'ın çektiklerini "Onlar da Osmanlı'ya az etmediler. Araplar da bizi sırtımızdan vurdu. İranlılar zaten Osmanlı'nın kadim düşmanı..." gibi bir noktaya bağlamamıştır, bağlamaz.

Bu noktada belki en geniş tefekkürü olarak söyleyebileceğimiz, Lemaat'ta geçen bir bölümde; "Musîbet olur her dem hıyânet neticesi, mükâfatın sebebi. Ey şu asrın adamı! Kader bir sille vurdu, kazâya da çarptırdı. Hangi ef'âlinizle kazâya, hem kadere şöyle fetvâ verdiniz ki, kazâ-i İlâhî musîbetle hükmetti, sizleri hırpaladı?" sorusuna verdiği yanıt kesinlikle bir siyasi savunma ve gerekçelendirme değil, ibadetlerde (namaz, oruç, hac, zekat vs.) ümmetçe gösterilen zaaf nedeniyle başa bunların geldiğini izahtır. Ne ırklarla, ne coğrafyalarla, ne de devletler ekseninde böylesi musibetleri ele almıştır Bediüzzaman. Fakat ne enteresandır ki, klasik Nurcular da çoğu zaman musibetleri kendilerine yapılan haksızlıklar ekseninde yorumlarlar. Ötekinin başına gelen şeylerse 'müsbet hareketi anlamamalarından'dır.

Yakın zamanda yaşanan Van depreminin arkasından "Onlar da PKK'ya destek veriyorlar. Allah böyle tokatlar işte!" diyen kardeşlerimizin de yine bu Türk-İslam söyleminin etkisinde oldukları yatsınamaz. Allah'ı (haşa, bin kere haşa) kendi ırkının, devletinin veya siyasi çekişmesinin tokatçısı gibi görenlerin, gruplarına dair yapılan her eleştiriye de "Gayretullaha dokunmaya az kaldı!" şeklinde cevaplamaları kaçınılmazdır. Onların anlayışına göre kaderin adaleti kendilerinin terazide hep ağır geldiği bir düzlemdedir. Peki, bu kadar konuşmamızın ardından tekrar soralım: Filistin meselesinde tarafsızlık mümkün mü?

3 Temmuz 2014 Perşembe

Epeydir aşağılardayım

EPEYDİR AŞAĞILARDAYIM. Hayallerimin aşağısında. Düşlerimin, ideallerimin, planlarımın, potansiyelimin, hedeflerimin aşağısında. Çıkmaya çalışıyorum. Cennet uzakta, bunu biliyorum. Olamadığım herşey için üzülüyorum. Aramızda endişelerim/korkularım kadar mesafe var. Yürümeye korktuğun yoldur, 'uzak' dediğin. Düştüğümde de ilk hissettiğim bu idi: Korku ve pişmanlık. Doğrudan emin olmadığım her yerde cehennem, cennetten daha yakın. Rehbersizlik, beni aşağı çekiyor.
"Bu fakir Said, Eski Said'den çıkmaya çalıştığı bir zamanda, rehbersizlikten ve nefs-i emmârenin gururundan gayet müthiş ve mânevî bir fırtına içinde akıl ve kalbim hakaik içerisinde yuvarlandılar. Kâh Süreyya'dan serâya, kâh serâdan Süreyya'ya kadar bir sukut ve suud içerisinde çalkanıyorlardı."
Her 'acaba' bir zebani gibi. Her ikircik, zemherir. Bir zakkum-u cehennem ki, telaşımın meyvesi: keşke. Yanlışlar çok. Yanlışlar bir sürü. Yanlış, istemediğin kadar. Hata, bildiğin ihtimal hesabı, karelerini alıp çarp dur birbiriyle, bitmiyor.
"Nereye gittikleri anlaşılmayan çok yollar var."
Doğru bir tane kalıyor bazen. Çok düzlem içinde bir doğru. Onu seçmem gerekiyor, ama ben, o 'o' mu, emin olamıyorum.
"Yük ağır, ben de gayet âcizim. Nazarım da kısa, yol da zulümatlı."
Doğru, tek noktaya bakarak çizilmez. En az iki nokta lazım. Bir tanesi benim, o tamam. Fakat iki? Bakmam gerekiyor bir yerlere. Bir nokta daha lazım. Doğru yerde olduğuna emin olduğum bir ikinci nokta. Nerede o?
Ey sıratını çizmek için gayrına muhtaç, gayba iman etmeye muhtaç, ikinci noktasını arayan! İhsanına bak ki; Allah sana bir nokta değil, bir doğru vermiş: İnsan cinsinden yarattığı cetveller var. Peygamber deniyor onlara. Olayların üzerine koyup iskametini öylece çizebilirsin. Pusula gibi şeylerdir onlar. İnsanda vicdan, akla mantık gibidirler. Onlardan sonra yıldız misal sahabiler var, asfiyalar var, evliyalar var. Peygamberlerin netliğinde olmasa da onlar da cetvel.
"İşte, o zaman müşahede ettim ki, Sünnet-i Seniyyenin meseleleri, hattâ küçük âdâbları, gemilerde hatt-ı hareketi gösteren kıblenâmeli birer pusula gibi, hadsiz zararlı, zulümatlı yollar içinde birer düğme hükmünde görüyordum. (...) Ne vakit Sünnete yapışsam yol aydınlaşıyor, selâmetli yol görünüyor, yük hafifleşiyor, tazyikat kalkıyor gibi bir hâlet hissediyordum."
Sünneti hayatıma koymayı bu yüzden seviyorum. Bir netlik katıyor hayata. Doktor doğru merceği gözüne taktığı anda olduğu gibi, herşey berraklaşıyor. Adımlar netleşiyor. Sünnet, ümmetin gözlüğüdür. Takıverirsen gözüne, yollar kolaylanır. Hem üzülmezsin de artık, korkmazsın. Çünkü keder, durduğu yerden emin olmayanın sıkletidir. Kadere iman edenin, kederden emin olmadığını nerede görülmüş? En nihayet, Bakara 38'de dendiği gibi:
"Dedik ki; 'Hepiniz oradan aşağı inin. Tarafımdan size bir yol gösterici geldiğinde kim benim hidayetime uyarsa onlar için korku yoktur ve onlar artık hiç üzülmezler.'"

Çok da 'kucak delisi' olmamak lazım

"Sakın zaaf göstermeyin. Üstün olduğunuz hâlde barışa çağırmayın. Allah sizinle beraberdir..." Muhammed sûresi, 35'ten.

Efendim, malumunuz CB seçimleri yaklaştı. Eh, adaylarımız da belli oldu gibi. Benim de bunun üzerine iki tike birşeyler karalamam yerinde olur. Hakkında laf etmediğim mevzu kalmadı zaten; bir de bu meseleye, biraz da yüzünüzü güldürmeye çalışarak değineyim: Öncelikle şu CB'lığının devlet kademesinde nasıl bir yere tekabül ettiğini anlamış değilim. Ne amaçla oraya birisini oturtuyoruz biz? "Başında bir büyük bulunsun" diye mi? Yoksa başka bir fonksiyonu da var mı? Örneğin: Başbakanlık çalışma makamı, CB'lığı da acaba 'kucaklama' makamı mı oluyor?

Bunu soruyorum, çünkü bu sıralar CB'lığı hakkında yazısını okuduğum, sözünü dinlediğim neredeyse herkes onun o meşhur kucaklamasından bahsedip duruyorlar. Öyle ki; insan falan ayırmayacak, herkesi saracak halat gibi kolları olacak. Bir nevi takım elbiseli Noel Baba. Öyle birşey canlanıyor insanın hayalinde. Yoksa istenilen bulunduğu makamda çalışması, proje üretmesi falan değil. Ülkeyi daha ileri bir noktaya getirmesinden de bahseden az. Adaylardan birisi de bunu dile getirdi zaten. "O makam öyle proje makamı değil" gibisinden birşey dedi. Herkesin niyetini başka. İyi olan kazansın.

Bu iş geçmişten beri böyle. Ne zaman CB'lığı adayları sıraya dizilse aranılan özellik çalışması değil, kucaklayıcı olması. Ben bu kucaklayıcılık işine takıldım. Kucaklayıcılık ile kastedilen ne? Herkesin hoşuna gitmesi mi? Dostlarım, azıcık bu ülkede yaşayan herkes bilir ki, birşeyler yapmaya çalıştığınız anda birileri sizi sever, birileri sizi sevmez. Sahada olmanın getirisidir/riskidir bu. Bu ülkede ancak 'taşın altına elini koymayanlar' herkes tarafından sevildiklerini sanabilirler. Hep kazanan ata oynayanlar, ama rengini belli etmeyenler. O tipler dışında herkesin sevdiği bir adam yok. Hele yaptığınız bir ülkeyi yönetmekse, ancak cenazenizde çok sayıda insan olmasıyla mükafatlandırılırsınız, herkesin sizi sevmesiyle değil.

Bediüzzaman'ın Mustafa Kemal'e verdiği Ayasofya camii örneğini hatırlayalım. O camiye girdinse, bir kere riski aldın. Artık orada yapacağın davranış ya serserileri sevindirecek ya müminleri. İkisini birden sevindirmek demek duruşsuzluk demek. Herkesin sevdiği insanlardan korkarım ben. Lisede bir arkadaşımın Gülen grubu hakkındaki (ki o aralar ben de onlara takılıyorum) enteresan feryadını hatırlarım: "Abi adamların hiç mi kavgalı oldukları birşey olmaz. Herkesle araları iyi. Herkesi idare ediyorlar. Böyle olmaz ki." Kulakları çınlasın. O zaman gözümü açamamıştı. Ama benim gözüm sonradan başka vesilelerle açıldı. Duruşsuzluğun aynı zamanda kimliksizlik veyahut bir çok kimlilik sorunu olduğunu anladım, karaladım hakkında birşeyler. Yeniden CB'lığına dönersek:

Efendim, kucaklayıcılığın zıttı da kutuplaştırıcılık. Ne demek o? Şu demek: Eğer toplum gergin saflara ayrılıyorsa, sen kutuplaştırıcısın. (Sesteki tonlamadan kötü birşey olduğunu anlayabiliyoruz.) Bu nedenle senin o makamda olmaman lazım. İyi de, bugün barış gibi, özgürlük gibi en kavgasız kavramları bile ele alsanız; arkasında durmaya çalıştığınız anda karşınızda kutuplar belirir. Barış sürecini ele alalım mesela. Barış sürecine bugün herkes taraftardır diyebilir miyiz? Diyemiyoruz, ama cesaretle arkasında durulursa; yani kutuplaşmanın oluşturduğu gerilime karşı ölçülü bir mücadele verilirse, halkın çoğunluğu istiyor, bir asırlık bu parantez kapanabilir diyoruz. Bu ümit de kucaklayıcılıktan değil, cesur bir meydan okuyuştan güç alıyor. 12 yıllık iktidarı döneminde Erdoğan'ın ve ekibinin başardığı çoğu şey de bu meydan okuyuculukla gerçek oldu. Yolda gördüğü herkesi kucakladığı için değil. (Onu Hasan Celal Güzel yapıyordu, tutmadı.) Kucaklayıcılıkta ne arıyoruz? Bunu iyi analiz etmek gerek.

Emirdağ Lahikası'nda, Bediüzzaman'ın, Mustafa Kemal tarafından Şeyh Sünûsî yerine vaiz-i umumî atanması teklifini neden kabul etmediğini izah etttiği yer de bu analizimize katkı yapabilir: "Eğer o teklifi ben kabul etseydim, hiçbir şeye alet olamayan ve tâbi olmayan ve sırr-ı ihlası taşıyan Risale-i Nur meydana gelmezdi."

Ve yine Gülen grubuna geri dönelim. Bugün bu grubun girdiği hal, düştüğü durum, biraz da geçmişte herkesi kucaklamaya çalışmasından değil mi? Kendisi gibi dinî bir kimlik temsil eden gruplar dışında farklı kimlikli olanlardan; solculardan, Amerikalılardan, İsraillilerden, başka din mensubu cemiyetlerden, kapitalistlerden, hatta masonik faaliyetler gösterdiği bilinen yerlerden bile kucakladığı insanlar var. Bunu şimdiye kadar hizmetlerin yürümesi için bir strateji olarak anlatıyordu. "Gönülleri ısındırıyordu." Fakat nihayeti öyle olmadı. Bu herkese kendini beğendirme çabasıdır ki, bugün kimsenin onları beğenmemesiyle netice verdi. Beğeniyor sandıkları da aslında vakit dolduruyor. İşlerine yaramadıklarını anladıkları anda sırtlarını dönecekler.

Gelelim Ekmeleddin İhsanoğlu'na. Kendisini pek tanımam. Bir kitabını okumuştum sadece. Ama gelişi itibariyle hoş çağrışımlar yapmadı. Ramazan Ramazan Anıtkabir ziyareti (hatta hızını alamayıp İsmet İnönü'ye doğru da bir tur attı sonra) bir tuhaf oldu. Onu da geçeyim: Bir kere çatısına çıktığı binanın sütunları bir tuhaf. Bir tarafta Haydar Baş var. Öteki tarafta CHP var. Diğer tarafta MHP var. Bu yanda da Gülengiller var. Bu adamlar daha düne kadar birbirlerini yiyen, demediklerini bırakmayan gruplardı. Haydar Baş'a karşı Gülen grubunda hissedilenleri Şubat Soğuğu dizisindeki Şah Veli karakteri hatırlatır herkese. CHP ve MHP'nin arasındaki bu muhabbet ise 80'li görmüşler için elektroşok etkisi yapıyor. Dahası da var. Bu çatının altında bir de Yeniasya var. Boyu küçük, ama olsun, gelenekteki işlevi büyük. Onlar da Gülengillerle, CHP'yle, Haydar Baş'la sorunlu bir geçmişe sahipler. Fakat ne enteresan, onlar da bu çatının altına dahil oldular.

Eh be muhterem okurlarım, hani Erdoğan'ın kutuplaştırıcılığı? Adam Türk-Kürt barışını sağladığı gibi perde arkasından başka kardeşlik projeleri de yürütüyor anlaşılan. Bakınız; CHP-MHP ile barıştı. (CHP'nin genel başkanı, otobüste, ülkücü işareti bilem yaptı, o derece.) Gülengillerle Yeniasya barıştı. Sonra bu ikisi Haydar Baş ve ekibiyle barıştı. Hepsi bir çatının altına girdiler, bir seçim boyunca mutlu yaşayacaklar. Hani Erdoğan kutuplaştırıyordu? Yahu Gezi'de bile ne enteresan posterlerin, bayrakların yanyana geldiğini gördük. Neler neler beraberdi. Hiç dünyada bir araya gelmez dediğimiz gruplar bir aradaydı. Sahi, Erdoğan böyle mi kutuplaştırıyor? Ben bu acip işe de şaşkınlığımı ifade eder, siyasette 'çok da kucak aramamalı' diye buraya not düşerim muhterem okurlarım. Allah, başımıza, bizi geleceğe cesaretle taşıyacak ve bu güzel yolda hilafına çalışanları kucaklamayacak bir CB nasip etsin. Amin.



26 Haziran 2014 Perşembe

Nedir ki acep bu devletleşme korkusu?

Madem bu konu hakkında pekçok twit attım, yazıyla da karışayım. Sorunumuz şu: Risale-i Nur'un devletleşmesi. Peki, Risale-i Nur'un devletleşmesi nedir? Korkmayın canım, cemaatlerin emvallerine el konmuyor/kamulaştırılmıyor ve başlarına da devlet tarafından birer abi atanmıyor. Endişeye mahal yok. Kırk yıldır gruplarının başında olan abiler/hocaefendiler müsterih olsunlar. Koltuklar tehlikede değil. Daha başka birşey yapılıyor. Bediüzzaman'ın sağlığında, talebeleriyle külliyat basımına girişmeden evvel, devletten talep ettiği birşey gerçek oluyor. Diyanet İşleri külliyat basıyor. Evet, ilk eserini de bastı hatta. Küçük fakat kıymetli bir başlangıç: İşaratü'l-İ'caz.

Gerisini de basacak. Fakat bu arada, yasal varisleriyle telif anlaşması yapılmadığı için yıllardır bu eserleri telifsiz basan bazı yayınevleri sıkıntıya düştü. Ben bu sıkıntının ortaya çıkacağını ilk duyduğumda bundan belki üç sene kadar önceydi. (Belki daha da fazla.) Ama kimse oralı olmadı. Yasal varislerle görüşüp telif işlerini düzene koymadı. Sonra? Sonrası malum. Şimdi bir dernek çatısı altında yasal varislerden ve Risale-i Nur gruplarından oluşan bir heyet hem telif işini hem külliyat basım işlerini düzene koyuyor. Metin konusundaki çalışmalar sona erdirildikten sonra o metin üzerinden Risale basmak isteyen yayınevleriyle anlaşmaya gidilecek sanırım. Mesele Kültür Bakanlığı'nın gözetiminde yürüyor. Detayları, nette arama yaparsanız, bulursunuz.

Yani mesele bu kadar birşey. Risale-i Nur külliyatını, Bediüzzaman'ın da bir vasiyeti olarak devletin basması ve hatta bir nevi koruması altına alması hadisesi. Fakat durun, bu noktada bazı grupların ciddi endişeleri var. Bandrol alamayışlarından itibaren bu kazanı karıştırıp duruyorlar. Açılan başlık şu: "Risaleler devletleşiyor!" Peki, Risaleler devletleşirse ne olur? Bu kısmı kocaman bir soru işareti. Yani endişe nedir? Metinlere mi müdahale edilir? Külliyatın basımımı yasaklanır? Kalitesiz mürekkep mi kullanılır? Başına ders kitaplarında olduğu gibi Mustafa Kemal resmi mi konur? Kağıdından mı çalınır? Tam olarak endişemiz ne? Eğer endişemiz; sadece kendi markamızla, iyi de satan Risalelerden para kazanmak değilse, ne hakkında endişe ediyoruz?

Bunu sorguluyorum, zira daha somut birşey söyleyeni duymuş değilim. Hatta sanıyorum kasten somutlaştırılmıyor ki, kolay çürütülmesin. Böyle şekil çizilmeyen, hudut verilmeyen, tahayyüle bırakılmış, bu nedenle daha da korkutucu olan öcüler gibi. (Bir zamanlar sinemacı bir arkadaşım, filmlerde korkunun, korkulacak şeyi görene kadar geçen zaman diliminde yaşanan birşey olduğunu söylemişti.) Korkulacak şeyi gördüğünüz zaman korku kalmıyor çünkü. Onu bir şekil içinde tanıdığınız zaman: "Bu muydu o kadar endişe ettiğimiz?" diyebiliyorsunuz.

Şaşırdığım birşey de şu: Bu devletleşme korkusu ne zamandan beri Nur talebelerine arız oldu? Yani eğer bu korku külliyat içinde referansını da bulduğumuz birşeyse, amenna, peşindeyim, destekliyorum. Fakat aksine, Bediüzzaman'ın külliyat içinde devlet kelimesini kullanış tarzı hiç öyle öcü gösterir gibi değil. Hatta kendisi talebeleriyle basım işine girişmeden önce bunu devletten talep etmesi, hatta Son Şahitler'den okuduğumuz hatıraları da hatırlarsak, talebelerini bu işin peşinde koşturması 'devletleşme' denilen şeyden o kadar da endişe duymadığını gösteriyor. Eğer devletleşmeden kastımız devletin külliyatı basması ise, Bediüzzaman zaten talep ediyor bunu. Hem talep edip hem korktuğu/yasakladığı söylenebilir mi? Bu da bizi içimizde bir çelişkiye sürüklüyor sanırım. Yahut da şimdiki bir kısım abiler Bediüzzaman'dan daha ferasetli abiler. O görmemiş, bunlar görüyorlar.

Eğer bizim burada korktuğumuz şey, devletin otoriteri ise; yani otorite elinde olmasından korkuyorsak külliyatın, abilerim/ablalarım hepimiz biliyoruz ki, her Nur cemaati ayrı bir küçük devlet/devletçik. Onların içindeki despotik yapı, bugünkü devlette yok. Gülengillerden tutun (gerçi onları artık Nurcu da saymamak lazım ya, külliyat basıyorlar, bu yazıda ihtiyaç var) Yeniasya'ya, diğer gruplara kadar hepsinin idarî listesine bakıyorsunuz 40 yıldır aynı isimler. Haydi, 'isimler'i geçelim, bazılarının başında 'tek adam' var. Sorgulanmıyorlar. Değiştirilemiyorlar. Onlara ilişen olursa hasbelkader, onlar gönderiliyor. Cemaat içindeki bütün muhalefetlerini tasfiye eden otoriter bir yapılanmadan ibaretiz. Eteğimizdekileri dökelim. Biz neyiz ki, devletin bir derece sınanabilir, çünkü seçimle başa gelir iktidarlarını öcü gibi gösterebiliyoruz. Devletin adı cemaat olunca ondan korku yok, cemaatin adı devlet olunca ondan korku var, öyle mi?

Bu ayrı yayınevlerinden külliyat işi öyle enteresandır ki, dersanelerde (hepsinin demeyeyim ama çoğunun desem hata olmaz), bir grubun dersanesinde/medresesinde başka bir grubun külliyatını göremezsiniz. Denemek için masasının üzerine bırakın bir takım, ertesi gün kendi grubunun markasından eserlerle yerleri değiştirilmiş olur. Sizin anlayacağız, bu markalar altında üretilmiş bir asabiyet Nurculuğun her yanını sarmıştır. Neredeyse her grubun bir külliyatı, her külliyatın bir grubu vardır. Eğer bu markalaşma bir asabiyet üretme geleneği haline gelmişse, bitmesi mi hayırdır, devam etmesi mi hayırdır?

Kendim yaşadığım komik birşeyi anlatayım: Köşeyazılarımda Söz Basım külliyatını kaynak kullandığım için (ulaşabildiğim en kolay kaynaktı çünkü) bana serzenişte bulunan okurlarım bile olmuştu. Serzenişin şekli ise şöyleydi: "Neden sadece o malum grubun külliyatını kullanıyorsunuz?" Sanki markadan markaya külliyat değişiyor.

Gerçi değişiyor. Evet. Küçük detaylar oynuyor. Mesela sayfa numaraları birbirini tutmuyor. Bazı mektupların içeriği uzun veya kısa, kesilmiş veya kesilmemiş. Bazılarında ilave mektuplar da var. Bazılarında bazı yerler asıl metinlere göre tashih edilmiş, bazılarında daha sonraki külliyatlarda basıldığı gibi duruyor. Lahikalar'daki mektup sayısı oynuyor, aynı değil. Kürdî/Nursî, Kürdistan meselesini ise hiç açmayayım, o daha derin bir yaradır. Hasılı; bu iş böyle, eteğimizden dökülen hep elmas değil. Yanlışlar da etmişiz bu işte. Şimdi tekrar tek bir çatı altında bu iş dönse, şer mi olur, hayır mı?

Ben demiyorum ki, hâzâ hayır olur. Bakınız soru işaretlerim benim de var. Metinlerin sıhhatini cidden merak ediyorum. Çalışmanın detaylarının şeffaf bir şekilde paylaşılmasını bekliyorum, istiyorum. Ama o heyete de güvenmiyor değilim. Hepsi iş bilen, işin içinde insanlar. Yıllarını vermiş insanlar. Ha bu işi şimdi AK Parti baştayken yapıyor, bazılarımız onu sevmiyor, nasip meselesi. DP'den istemişti Üstad, 50 yıl sonra AK Parti'ye nasip oldu. Dövülmeden kuru endişelerle ağlamak yerine, hem sürece pozitif katkı verip hem de sınamak daha sağlıklı olmaz mı? Nihayet olarak: Risale-i Nur devletleşiyor korkusu, eğer güzel ve sağlıklı basacaklarsa ve fiyatı da uygun olacaksa, benim katımda ehemmiyetsiz bir korkudur. Bir öcüleştirmedir. Ben her öcüleştirmeye düşmanım. Gülencilerde yeni, diğer bir kısmımızda eski, bu liberalizm kokulu 'devletleşme korkusu' bana bir anlam ifade etmiyor. Somut delillerle gelin, canınızı yerim. Ne yapacak külliyata bu devlet?

25 Haziran 2014 Çarşamba

Alçaksınız!

Benim Fırıncı abiyi tanımam 2002 senesine rastlar. Nesil Yayınları'nın sevkiyatında çalışmaya başlamıştım aynı yıl ve aynı yıl Risalelerle yeniden tanışmıştım. Nurtaşı diye bilinen medreseye derse davet etmişlerdi beni. (Gitmek için davet gerekmediğini sonraları öğrendim.) Bir çarşamba günüydü. İlk kez böylesi kalabalık bir derse katılıyordum. Kapının yanında boş bulabildiğim bir yere oturdum. Dersi yapan Fırıncı abiydi. Daha doğrusu, yapanlardan birisiydi. Beni görür görmez yeni birisi olduğumu anladı. Ben de kendisini ilk kez görüyordum.

Ders bitti, ara verildi. O yaşlı adam, ta oturduğu yerden kalkıp üşenmeden benim yanıma kadar geldi. Ayağa kalkmama fırsat vermeden omuzuma bastırdı; yanıma diz çöktü, oturdu. "Hoşgeldin kardeşim, isminiz ne? Nesil'de mi başladın? Maşaallah. Biz de burada Üstadımızın eserlerini anlamaya çalışıyoruz beraber..." Bir hoşsohbet. Yüzü hep mütebessim. Benim Fırıncı abiyle tanışıklığım ta o zamanlardan kalma. İlk bu haliyle gördüm onu. Hep tatlı hatıralarım. Ama kime sorsanız onu böyle tarif eder sanırım: Cisme bürünmüş tevazu. Tarif edene göre cümleler değişse de içinde kesinlikle bu kelime geçecektir: Tevazu.

Kime sorsanız, dokunsanız onunla hatırası böyledir. Çocukla çocuk olan, elini kimseye öptürmeyen, önünde eğilen olursa ondan daha çok eğilen bir güzel insan. Bir seminere, derse, herhangi bir toplantıya geç kaldığında, kapıdan girdiği an, o civarda bir yere (genelde yere) oturmaya çalışan, kaldırılmaya çalışıldığında baskılara karşı direnen, 'afedersiniz, özür dilerim' gibi ifadeleri dilinden hiç düşürmeyen bir pir-i fani. Anlıyorsun yakîn ile: Bu alçakgönüllülük onda yapmacık değil. Damarlarına kadar işlemiş bir hal gibi. İkinci bir fikir geçmiyor sanki kafasından. "Böyle yapma abi" desen herhalde şöyle cevap verecek: "Başka türlü yapmanın imkanı var mı?"

Şimdi, bugün, Rotahaber'daki alçaklığa şahit olunca, öfkemiz daha bir şiddetli oluyor bu yüzden. Nasıl olmasın ki? Erdoğan'la el sıkışması esnasında eğilmesini 'elini öpmeye çalışmak' olarak lanse eden bu pisliklerin belli ki çektiklerin otun şiddetinden kafaları iyice döndü, ölçülerini de iyice yitirdiler. Sanrılar görmeye başladılar. Başta o sitenin sahibi Ünal Tanık olmak üzere, orada Fırıncı abiyle hukuku olan bütün zevat bilir ki; Fırıncı abi, elini sıkan herkese karşı eğilir. Biraz sırtındaki rahatsızlıktan, biraz tevazu 'ahlakı' olduğundan. Eğilir. Herkese karşı yapar bunu. Onunla muhatap olanlar her defasında şahit olurlar buna.

Fakat gelin görün ki; bu paralel fitneciler, bu haşhaşiler, bu ne olduğu belirsiz şer odakları böyle bir hadiseyi bile, sırf işlerine gelmediği için, 'Fırıncı abinin Erdoğan'ın elini öpmeye çalışması' olarak göstermeyi deneyebiliyorlar. Böyle bir iftirayı utanmadan, sıkılmadan atabiliyorlar! Ne diyelim: Beter olsunlar. Daha da beter olsunlar. Erdoğan'ın onlara yaptığı az bile. Ezsin geçsin şunları. Tozlarını bile bırakmasın yeryüzünde. Bırakmasın ki, böyle hainlikler etmesinler. Bugün Fırıncı abinin tevazusunu 'el öpmeye çalışmak' olarak çarpıtanlar; yarın gizli kamera da koyar, şantaj da yaparlar ve hatta yapmışlar zaten. Çünkü alçaklık onların kanında vardır. Allah'tan bizi tez zamanda bu alçaklardan kurtarmasını niyaz ediyoruz. Amin.



Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...