8 Eylül 2014 Pazartesi

Değişiyorum, o halde varım

Değişimi tarif etmek için öyle çok fazla kelimeye ihtiyacım yok. Malumu ilam edeceğim çünkü. Herkeste ve herşeyde olanı, her an olanı, yani zaten biliniyor ve yaşanıyor olanı; kendi suretimde önünüze koymamı bekliyorsunuz benden. Zoru değil, kolayı istiyorsunuz. Ama madem benim suretime (aslında siretime) bürünecek; hakkını versin, altında Ahmed yazsın, üstünden Ahmed koksun, damakta Ahmed tadı bıraksın isterim.

Yazmayı 'daha fazla yarına kalma çabası' olarak tarif ediyor İbrahim Tenekeci. Madem yarına daha fazla kalmak istiyoruz yazarken, o halde biz olarak kalalım. Yazdıklarımız başkasından değil, bizden haber versin. (Sende senden, bende benden. Ama ikimizde de en çok Ondan.) Asl-ı ben'den, yani siretimden, benim bile ben'e dair bilmediğim şeylerden. Bana sorarsan: Yazarken yalan söylemek kolaydır da tasannu yapmak zordur. Yalan, ötekini incitmektir çünkü. Tasannu ise kendini. Ötekini incitmek, kendini incitmekten daha kolaydır. İnsanlar da genelde bu yolu tercih ederler. Can yakarlar, canı yanmaktansa. Canlar yanmasın diye canını ateşe atmak Ebu Bekir mesleğidir.

Değişimden başladım. Yüzümü tekrar ona döneyim. Bence değişim; sonsuzun sonluda yaptığı tesirdir. Yani sınırı olmayanın sınırlıyı mecbur bıraktığı eskimedir. Kısa, uzundan nasıl ayrılır? Sıcak, soğuktan farkını nasıl ortaya koyar? Sonlu da sonsuzdan böylece ayrılır: Değişerek. Değişiyorum, çünkü mahlukum. İhlas sûresinin verdiği ders: "O doğmamış ve doğurmamıştır." Herşeyin başlangıcı varsa ve dolayısıyla sonradan oluyorsa, o sonradan olanları yapacak, sonrası ve öncesi olmayan birisine ihtiyaç var. Herşey mümkünse ve mümkünün hesabı değil bizim beynimize, matematiğe bile zor sığıyorsa, mümkünün içinde külli iradesinin tesiri görünen ve ihtimallerden birisini yaratılışa götüren bir vacip (olmazsa olmaz) olmalı.

İşte sen mahluk olduğunu, Allah'ın halık olduğunu böyle anlıyorsun: Sen değişiyorsun. O hiç değişmiyor. Sen sınırlısın. O sınırsız. Sen sonlusun. O sonsuz. Sen bir beyaz tahtasın, o imam-ı mübin ve kitab-ı mübin'in sahibi. Elbette senin tek sayfan, tek tahtan, onun tecellisi önünde daha fazlasından nasiptar olabilmek için değişecek. Silinecek, silinecek, tekrar yazılacak. Sen sonsuz olanın senin üzerinde daha fazla tecelli edişini, sınırlarından dolayı değişim diye algılıyorsun. Sende değişim, varlıkta zaman. Küçük küçük değişimlerimizi birleştirince zaman ortaya çıkıyor. "Nevide celaldir, fertte cemaldir" diyor ya Bediüzzaman. Bizdeki şu küçük cemalî adımlardır zamana bu kadar yol aldıran. Hem Einstein de öyle diyor: Hareket, değişim ve zaman arasında bir ilgi var.

Sana kusurlarıyla birlikte bir misal daha vereyim: Karşında bir sayfalık bir metin olsa; bütün harflerini, kelimelerini ve manalarını aynı anda okuyamayacağın için onu parçalaman, parça parça okuman ve zamanla anlaman senin mecburiyetindir. Sınırlarından dolayı dudakların kıpırdar. Pekçok defa soluk alıp verirsin. Pekçok defa tuhaf sesler çıkarırsın. Pekçok defa gözüp açılıp kapanır. Pekçok defa düşünürsün. Ki bütün bu çabalarından Allah sende o metnin manasını yaratır. Bilmek ortaya çıkar. Senin sınırındır ki, seni bu kadar değişime mecbur etti. Dudakların kıpırdadı bir sürü. Gözün harfleri dolandı bir sürü. Beynin yoruldu bir sürü. Aklın koşuşturdu bir sürü. O metnin senin sınırlarını aşmasından dolayı, metnin tamamına mazhar olabilmek için hareket ettin, bölüp bölüp fethettin; işte bu bölüp bölüp fethetmelerin adıdır değişim.

Hastalık, sağlık; iyilik, kötülük; neşe, keder... Allah silip silip senin tahtanı yeni şeyler yazıyor. Hatta bence hastalık silgi, sağlık yeni bir yazı. Kötülük bir silgi, iyilik yeniden bir yazı. Keder bir silgi, neşe yeniden bir yazı. Yaz, sil; yaz, sil; yaz, sil; biz Allah'ı böyle böyle öğreneceğiz güzel dostum. Sonsuz olan, sınırlı olanın fikrine başka türlü nasıl sığar? Allah, müminin kalbine nasıl sığıyor? Hadis-i kudsî'de “Ben göklere ve yere sığmam, fakat mü'min kulumun kalbine sığarım" diyor. O kalp ne kadar değişken birşey! Hakkında düşünülecek ne büyük bir sır işte! Demem o ki: Değişkenliğinden şikayet etme, onunla barış. Onun sayesinde öğreniyorsun, bilmekle bitmeyecek olanı.

Bilmekle bitmeyecek olan, yazmakla tükenmeyecek olan. Kendisi Zat'ını böyle vasfediyor vahyinde: "Yeryüzünde bulunan ağaçlar kalem olsa, denizlerde mürekkep olsa ve yedi deniz daha eklense, yine Allah'ın sözleri yazmakla tükenmez."

6 Eylül 2014 Cumartesi

Mutlak vekilliğe serzenişler 1: Müminler seçse daha iyi olmaz mı?

"Bilmeyenler dediler ki: 'Allah bizimle konuşmalı ya da bize bir ayet (mucize) gelmeli değil miydi?' Onlardan öncekiler de işte tıpkı onların dediklerini demişlerdi. Kalpleri (akılları) nasıl da birbirine benzedi? Gerçekleri iyice bilmek isteyenlere ayetleri apaçık gösterdik." Bakara sûresi, 118.

Şükrü Nişancı, Sivil İtaatsizlik isimli eserinde 'Doktrinde Direnme Hakkı/Konusu' başlığını ele alırken Hulefa-i Raşidin dönemine (r.a.) dair ilginç bilgi aktarır:

"Hz. Peygamberden sonra ortaya çıkan yönetim sisteminde, Müslümanların genel oyları ile seçilmiş halife, aynen İslam'dan önce kendi akranları arasında seçilen bir kabile başkanı gibi 'eşitler arasında birinci' (primus inter pares) bir şahsiyettir. (...) Bunu izleyen sonuç, Hz. Peygamberden sonra seçilen yöneticilerin Allah'ın değil, ancak Hz. Peygamberin dünyevi kişiliğinin halifesi (temsilcisi) olabileceğidir. Halifetullah (Allah'ın halifesi) sıfatı, Hz. Peygamberden sonra toplumun yöneticisi seçilen Hz. Ebu Bekir tarafından reddedilmiştir. Kaldı ki, Ömer b. Hattab (r.a.) bu nitelemenin bile uygun olmadığını düşünmüş olmalı ki, kendisi için 'emirü'l-mü'minin' (inananların yöneticisi) sıfatını daha uygun bulmuştur."

İlgili bölümün içerisinde, aynı zamanda, gücünü 'ilahî seçilmişlik' üzerine zeminlendirmiş 'otorite'lerin halklarına nasıl zulümler ettiği de anlatılır. Böylesi iktidarların/otoritelerin güçlerini halktan değil, doğrudan Allah'tan aldıklarını savundukları için halkın hoşnutluğunu kazanmak gibi uğraşları da yoktur. Hesap vermezler ve kendilerine yapılan itaatsizliği de doğrudan Allah'a yapılmış gibi algılarlar. Böyle otorite sapkınlıklarının olduğu bir dünya tarihinde Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer efendilerimin duruşları ne kadar anlamlı ve örnek alınasıdır.

Geçmiş yazılarımı takip edenler, neredeyse bir yılımızı tartışmalarıyla alıp götüren AK Parti-Gülen Örgütü gerilimi sırasında neden AK Partinin yanında durduğumu hatırlarlar. O duruşun da zemini, işte, özetle; yukarıdaki metindir. Kendinde 'ilahî bir seçilmişlik' gören Gülen Örgütü ve otoritesi, elbette gücünü 'milletin iradesinden' alan ve bunu dokuz kez seçimle de sınamaya/doğrulamaya/onaya açan bir siyasî iradeye karşı tercih edilemez. Otoriteyi eline almada haklı görülemez. Kendini 'emirü'l-mü'minin' gören bir otorite, Hulefa-i Raşidin'in yukarıdaki bahiste bize verdiği dersle, kendini yönetimin seçilmiş ve sınanmaz sahibi gibi görenlerden daha tercih edilirdir. Hâkimiyetleri meşrudur.

Kusurları da olsa, bu böyledir. Çünkü ötekini değil seçime tâbi tutmanız, sınamanız bile hemen Gayretullaha dokundurulur! Allah'a isyan gibi algılanır. (Bu arada bir not: Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi, Kemalist Türkiye'nin Din Yanlışları kitabında, 'İcma-ı Ümmet ve İrade-i Milliye' başlıklı yazısında, irade-i milliyenin icma-ı ümmet anlamına geldiğini söyler.) Aslında bu dersi Bediüzzaman'dan aldığım bir yerler de var. Mesela Sünuhat'taki şu bahis:

"Lâkayt Emevîlik, nihayet sünnet cemaate, salâbetli Alevîlik, nihayet Râfîzîliğe dayandı. Hem zâlime karşı miskinliği esas tutan Hıristiyanlık, nihayat tecellüd; cebbarlıkta ve zâlime karşı cihad, izzet-i nefsi esas tutan İslâmiyet (eyvah!) nihayet miskinlikte karar kıldı.

Hem mebdei, taassup derecesinde azîmet olsa, nihayeti müsaheleye, ruhsata taraftarsa, nihayeti salâbete müncer olur. Bir kısım Hanbelî, Hanefî gibi. Hattâ en garibi, bir kısım mutaassıplar, mesleklerinin zıddına olarak, küffara karşı müsamaha dostluk ve lâkayt Jönler husumet ve salâbet taraftarı çıktılar. Güya mebde-i Hürriyetteki mevkilerini becayiş ettiler.
"

Benim bu bahisten kendimce şudur: Yüzünü her zaman ümmete, fıtrata dön. Yani bir nevi kendi hükümlerini/kanaatlerini icma ile sına. Ümmet ve fıtrat iki aynan olsun. Onların duruşlarıyla kendi duruşunu/kanaatini düzelt, ayarla veya en azından bir sigaya çek. Çünkü nass-ı hadisle buyurulmuştur ki; ümmet dalalet üzere birleşmez. Bak, Emeviler, yola başladıkları yer yanlış iken, yüzlerini ümmetten ayırmadıkları için en nihayet ehl-i sünnete dahil oldular. Aleviler ise; yola başladıkları yer doğru iken, o haklılıktan bir elitizm veya taassup ürettikleri için, her adımlarını tekrar be tekrar sınamadıkları için, haklılıklarını ümmetten ayrılmaya yol kıldıkları için, en nihayet Rafiziliğe vardılar. (Metin Karabaşoğlu abinin bu bahisten çıkardığı ve bize verdiği ders, tek cümle ile şöyle: "Doğru yerde başlamak, doğru yerde bitirmenin garantisi değildir.") Zira Bediüzzaman yine Emevilerin, Ehl-i Beyt'le kıyaslanmaktan yaşadıkları güçlükleri anlatmak için diyor:

"Hem eğer Hazret-i Ali olmasaydı, dünya saltanatı, mülûk-u Emeviyeyi bütün bütün yoldan çıkarmak muhtemeldi. Halbuki, karşılarında Hazret-i Ali ve Âl-i Beyti gördükleri için, onlara karşı muvazeneye gelmek ve ehl-i İslâm nazarında mevkilerini muhafaza etmek için, ister istemez, Emeviye devleti reislerinin umumu, kendileri olmasa da, herhalde teşvik ve tasvipleriyle, etbâları ve taraftarları, bütün kuvvetleriyle hakaik-i İslâmiyeyi ve hakaik-i imaniyeyi ve ahkâm-ı Kur'âniyeyi muhafazaya ve neşre çalıştılar. Yüz binlerle müçtehidîn-i muhakkikîn ve muhaddisîn-i kâmilîn ve evliyalar ve asfiyalar yetiştirdiler. Eğer karşılarında Âl-i Beytin gayet kuvvetli velâyet ve diyanet ve kemâlâtı olmasaydı, Abbasîlerin ve Emevîlerin âhirlerindeki gibi, bütün bütün çığırdan çıkmak muhtemeldi."

Yani ehl-i İslam nazarında mevkisini korumaya çalışan, yüzü ümmete dönük olan kazanıyor. Başarılarından bir 'seçilmişlik' dili üretenler değil. Azlığından elitizm, çokluğundan asabiyet üretenler değil. Ötekini kazanmaya çalışanı ve ne söylediğini önemseyeni Allah 'denge'ye ve istikamete mazhar kılıyor. Çünkü denge parçalarımızda değil, bütünümüzde. Hayır küllî, şer ise cüzî.

Bu yönüyle elbette seçimle başa gelenler ve sınanabilenler, kendi iç yapısı oligarşik olan; değil başındaki hocayı, en küçük dersanesindeki imamı/abiyi bile seçimle değil atamayla göreve getiren bir yapıdan daha demokratiktir ve icma sırrına daha yakındır. Bu noktada değil yalnız Gülenistlerin, Nurcu grupların da bir iç eleştiri üretmeleri gerekmektedir. Başta 'mutlak vekillik' meselesinden tutun, cemaatler içerisinde işleyen meşveret ve istişarelere kadar bütün yapılanmalar bu 'ümmete ve fıtrata dönüş'ün esaslarını ne kadar yerine getiriyor sınamalıdır. Başta 'mutlak vekillik' meselesi olmak üzere, diğer bütün meselelerde oligarşiye değil, icma-ı ümmete daha yakın olan cumhuriyete heves etmelidir müminler. Abiler dayatılmamalıdır. Abiler seçilebilmelidir.

Hazır dokunmuşken o konuya, o konuya dair de birşeyler yazmak istiyorum: Bence Bediüzzaman'ın metinlerinde geçen 'mutlak vekil' ifadesi bilerek veya bilmeyerek Nurcu gruplar arasında bir oligarşinin, bir vesayetin aracı kılınmaya çalışılıyor. İlgili metinde geçen ifadeden hareketle 'otoritenin' artık Bediüzzaman'dan vekil tayin ettiği abilere geçtiği ve Nurculuk adına verilecek bütün kararlarda son merciin artık onlar olduğu üzere saçma sapan bir argüman üretiliyor. Bu tam bir cerbezedir. Bediüzzaman'ın mesajının bütününü görmezden gelip; bir parçada, bir paragrafta talebelerini boğmaya çalışmaktır.

Bir kere Bediüzzaman, kendisi hayattayken dahi, zatını bütün kararların son mercii ilan etmemiştir ki? Defaatle istişareye ve talebelerinin alacağı karara sevk etmiştir işlerini. Kendisini 'dindar bir cumhuriyetçi' olarak tarif etmiştir. Hatta eserlerinin tesirini bile zatına değil, metinlerindeki hakikatlere bina etmeye çalışmış, kendisini ziyaret edeceklere dahi kitaplarını okumalarını, bunun daha faydalı olacağını söylemiştir. Böyle bir Bediüzzaman örneği, tüm detaylarıyla ve böyle bir külliyat, tüm eserleriyle karşımızdayken nasıl içimizdeki bazı Nurcular kalkıp bir nevi postnişinlik/saltanat gibi hayal ettikleri mutlak vekilliği bazı abilerin omuzlarına bırakmaktadır? Bediüzzaman'ın bize mirası bir oligarşi midir? İlgili metni de alıntılayayım buraya:

"Şimdi bütün talebelerin fevkinde diyerek değil, benim en yakınımda, hizmetimde olup bir derece tam tarz-ı hareketimi bilenler ve yakından görenler içinde, dört beş adamı mutlak vekil yapıyorum. Ben ölsem veya hayatta şuursuz kalsam, Nurlara karşı hizmetimin tarzını bilerek tam yapabilsinler. Şimdilik Tâhirî, Sungur, Ceylân, Hüsnü ve bir iki adam daha mutlak vekilim olarak vasiyet ediyorum. Şimdi Risale-i Nur'un satılan nüshalarının sermayesi, Risale-i Nur'un malıdır. Said de bir hizmetkârdır. Hayatta tayınını alabilir. Hattâ bugünlerde ölüm bana çok yakın göründü. Ben de altı vilâyette bulunan elli altmış talebeyi iki üç sene Nur sermayesinden tayınını vermek kat'î niyet ederken, belki bazılarını bazı mâniler onları talebelik hizmetinden vazgeçirecek diye vazgeçtim. Şimdi vasiyetimi yazdım."

Gördüğünüz gibi arkadaşlar, metnin her tarafı bağırıyor ki: Bu bir üstünlük, veraset, postnişinlik, hâkimiyet tayini değildir. Bir kere başta diyor: 'bütün talebelerin fevkinde diyerek değil.' (Yani bu abiler diğer talebelerin fevkinde sayılmayacaklar.) Sınırını tayin ediyor: 'bir derece tam tarz-ı hareketimi bilenler' (bir derece'ye dikkat, yine sınır). Devamında kendi konumunu (yani vekalet edecekleri şeyi) anlatıyor: 'Said de bir hizmetkârdır.' Yani demiyor ki: Şimdiye kadar bütün kararları ben veriyordum. Bundan sonra da bütün kararlar bu insanların elinde. Ben bir hizmetkârdım. Bu kardeşlerim de bundan sonra hizmetime devam edecekler diyor. Ve metnin nihayeti o mutlak vekil tayininin hikmetini söylüyor: Vefatımla aksayabilecek şeyler var. Onların devamında sorun olmasın diye yapıyorum vazifelendirmeyi.

Bu metinde ne "Bundan sonra ne meseleniz olursa, hepinizin alacağı kararlarda bu arkadaşlar tasarruf sahibidir, yetki onlardadır" tayini var, ne de onlara bırakılmış manevî ve müceddidî bir veraset. Bu metinden benim aldığım tek ders: Bu abilerin Üstada dair anlattıkları dinlenmeli, ders alınmalı, kendilerine hürmet edilmeli. Fakat bizim irademizi manevî bir istibdat altına alacak, kararlarımızı belirleyecek, Nurcuların iradelerini tayin edecek ve her konuda son kararı onlar verecek gibi bir tayin yok ve zaten Bediüzzaman'ın yolu da öyle bir yol değil:

"Evet, eğer mesleğimiz şeyhlik olsaydı, makam bir olurdu veyahut mahdut makamlar bulunurdu. O makama müteaddit istidatlar namzet olurdu. Gıptakârâne bir hodgâmlık olabilirdi. Fakat mesleğimiz uhuvvettir. Kardeş kardeşe peder olamaz, mürşid vaziyetini takınamaz. Uhuvvetteki makam geniştir; gıptakârâne müzâhameye medar olamaz. Olsa olsa, kardeş kardeşe muavin ve zahîr olur, hizmetini tekmil eder. Pederâne, mürşidâne mesleklerdeki gıptakârâne hırs-ı sevap ve ulüvv-ü himmet cihetiyle çok zararlı ve hatarlı neticeler vücuda geldiğine delil, ehl-i tarikatin o kadar mühim ve azîm kemâlâtları ve menfaatleri içindeki ihtilâfâtın ve rekabetin verdiği vahîm neticelerdir ki, onların o azîm, kudsî kuvvetleri bid'a rüzgârlarına karşı dayanamıyor."

Eserlerinde defaatle bu dersi veren Bediüzzaman, herhalde ömrünün son zamanlarında birden fikir değiştirip "Şu, şu arkadaşlar size şeyhlik misal benim bir mutlak vekilliğimi yapabilirler!" tarzına dönmedi öyle değil mi? Nasıl olup da oradan böylesi bir veraset tayini çıkıyor? Neden Risale-i Nur'u bu denli bilen insanların böylesi bir oligarşiye heves ettiklerini, hatta savunduklarını anlayamıyorum. Son bandrol meselesinde bile bu vesayet açlığını hissedenlerin takındıkları garip tavırlar var. Külliyat umumun malıyken, birileri yetkiyi yalnız kendine istiyor. Neden, neden, neden? Ümmet olmak daha güzel değil mi? Halife-i Bediüzzaman olmaktansa, emirü'l-mü'minin olmak daha ahsen değil mi?

Ümmete yüzümüzü dönmek; bütünün temsilini, bütünün onay verdiği ve seçtiği/sınayabildiği insanlar eşliğinde ve fertlerin iradesini yok etmeden koruyabilmek şeriata da, Kur'an'a da, hikmete de, Risale metinlerine de daha uygun bir yolken; neden vesayetlere heves ediliyor? Gülencilerin başına gelen yeterince ders olmadı mı? Neden hâlâ onları vartaya sürükleyen huylarını taklide yelteniyoruz? (Bir zamanlar da başarılarına gıpta edip herşeyimizi onlara göre dizayn etmeye çalışırdık.) Bir kere de çukura düşmeden "Bu çukurdur!" diyelim yahu! Güce değil, katılıma değer verelim.



5 Eylül 2014 Cuma

İçindeki insana dokunmak

"Kendi nefsime hitaben demiştim: Ey gafil Said! Bil ki, şu âlemin fenâsından sonra sana refakat etmeyen ve dünyanın harabıyla senden mufarakat eden bir şeye kalbini bağlamak sana lâyık değildir." 17. Lem'a'dan.

Bana öyle geliyor ki; nübüvvetin ihlası onun yalnız 'vazife' olmasından değil, seçilen zatın kendisine bildirilen hakikatleri başka insanlarla da paylaşabilme arzusuna (ama çoşkun bir arzu bu) sahip olmasındandır. Hz. Musa ve Nuh misali peygamberler, Hz. İsa ve İbrahim gibi peygamberlere nazaran daha farklı tabiatlı/fıtratlı olabilir. (Bu yüzden Allah Resülü; Hz. Ömer'i bazısına, Hz. Ebu Bekir'i diğer bazısına benzetmiştir bir hadisinde.) Ama bir tane bile cimri peygamber bulamazsınız. Peygamberlerin tamamının meziyetidir cömertlik. İrşadın bir vechi de paylaşmaktır çünkü. Cimriden mürşid olmaz. Nübüvvet, bazı fıtrat nüanslarını kaldırsa da cimriliği kaldıramaz. (Sen istersen sadakaya, zekata ve onlara dair iştiyak eken rivayetlere bu gözle bak. Neyi, neyle talim ettiğini öğren.)

Büyük sandığımız şeyler var. İçimizde duramayacak, sadece bizim olamayacak kadar büyük! Anlatamazsak yüreğimizi çatlatacak, deli edecek kadar büyük! Bu büyük şeyleri anlatmak için yazıyoruz. Büyük şeyler anlatabileceğimizi sanarak yazıyoruz. Fakat nihayetinde vardığımız yer, karşımızdaki insanın gitmek istediği (veya gitmeye müsait olduğu) yer oluyor. Her yazarın gücü bu kadardır. Yani karşısındaki insanın değişmek istediği kadardır. Bir gücü daha var bunun arkasında: Kendi samimiyeti. (Onun da gücü, ardındaki Allah inayeti.) Samimiyetiyle içindeki insana dokunduğunda bir yazar; yani başkasına nasihat eder gibi değil, kendisiyle konuşur gibi, içini döker gibi yazdığında bir müellif; o zaman sözlerinin tesiri daha farklı oluyor. İçinizdeki insana dokunduğunuzda, dışınızdaki insanların da içine dokunmuş oluyorsunuz bir şekilde. Pervaneler gibi etrafınızda toplanıyorlar.

Dıştan dışa değil, içten içe bir yolculuk bu. Bu dokunuşlar, dokunmalar, dokundurmalar, hepsi kalbî oyunlar. Hiç akılla, aklın hileleriyle, Firavun sarayının sihirleriyle işi olmadı bunların. İpi, yılan göstermek; cerbeze etmek, demagoji yapmak hüner değildi. Metinlerin samimiyeti aldı götürdü onları başka hayatlara. Hz. Musa'nın dili peltek olmuş, olmamış ne önemi var? Yüreği peltek değildi ki! Yere attığında asâsını hakiki bir yılan sahibi oluyordu. Düzmece değil. "Bir dane sıdk, yakar milyonla yalanı. Bir dane-i hakikat, yıkar kasr-ı hayali..." Musa aleyhisselamın hakikat yılanı da bütün sahte yılanları yutuyordu.

Ses hava ile naklolduğu gibi, sözler de samimiyetle, ihlasla nakloldu. Yoksa hiçbirimizin bir diğerimize sözünü geçirmeye, tesir etmeye gücü yoktu. Allah muhabbetten, hüsnüzandan, güvenden ve samimiyetten bir nakil aracı icad etti. Uzayda esir, denizde su, atmosferde hava gibi. Suya taş attığında dalgalar nasıl yayılır? Güneşin ısısı ve ışığı bize kadar nasıl ulaşır? Sesimiz, seslerimiz havada nasıl seyran eder? Bizim fikrimiz de onun/samimiyetin üstünden yayıldı.

Güzel insanların samimi sözlerinin nasıl bu kadar hızlı yayıldığını, nasıl kalplerine mukabil kalpleri böylesine çabuk bulduklarını merak etmiyor muydun sen? İşte cevabını buradan ara. Belki kalplerin iletişime geçtiği bir deniz daha var. İsmi de hava/su/esir değil, samimiyet. O yüzden belki de: "Nefsini ıslah edemeyen, başkasını ıslah edemez." Ve yine o yüzden En'am 36 böyle: "Ancak (samimiyetle) dinleyenler daveti kabul eder."

O nedenle tasannu edip, kurguya sapıp, onunla baklavana fıstık aramaktan vazgeç arkadaşım. Aşçının ve aşının samimiyetiyle yetinmeyi öğren. Allah, İbrahim aleyhisselama çölün ortasında: "İnsanlar arasında haccı ilan et ki, gerek yaya olarak, gerekse nice uzak yoldan gelen argın develer üzerinde sana gelsinler..." emrettiyse; sesine, sesinin kuvvetine, desibeline güvenerek etmedi. İhlas denizinin iletkenliğini ve İbrahim'in vericisinin kuvvetini biliyordu.

Buradan bir kapı da bulabilirsin Risale-i Nur'a giden. Bediüzzaman gibi bir müfessir, İhtiyarlar Risalesi gibi tefsirlerinde neden kendi hatıralarını da anlatıyor? Neden Kur'an tefsiri dediği eserlerinde kendisiyle ve kendisinden konuşuyor? Hangi başka tefsirde gördün bunu? Bence bunun da samimiyetle ve 'önce içindeki insana dokunmak'la bir ilgisi var. Belki bir gün onu da konuşuruz. İçimizdeki insana dokunmaya hazır olduğumuzda. Ben, 17. Lem'a'yı okurken, refleks gibi "Ey gafil Ahmed!" dediğimde. Yani Said derken bile Said ben olduğumda. Gerçekten said olduğumda.

1 Eylül 2014 Pazartesi

Neler oluyor şu mesture bacılara?

"Bir kısım insanlar, müminlere: 'Düşmanlarınız olan insanlar, size karşı asker topladılar; aman korkun onlardan!' dediklerinde bu, onların imanlarını bir kat daha arttırdı ve 'Allah bize yeter. O ne güzel vekildir!' dediler." (Âl-i İmran sûresi, 173)

Kafanızı mümkün olduğunca az şişirmeye çalışarak anlatacağım derdimi. (Beni düşününce, biraz zor birşey vadettiğim anlaşılır.) Şöyle bir noktadan başlayayım konuşmaya: Bediüzzaman'ın, akaid-i imaniyeden ve namazdan sonra metinlerinde en çok neye temas ettiğini soracak olsanız, duraksamadan: "Ümit!" diye cevap veririm. Hutbe-i Şamiye'de "Yeis (ümitsizlik) en dehşetli bir hastalıktır ki, âlem-i İslâmın kalbine girmiş..." deyişinden tutun, Divan-ı Harb-i Örfî'de "Yeis, mâni-i herkemâldir..." demesine; sonra Lemaat'ta "Bir zâtı gördüm ki yeis ile müptelâ, bedbinlikle hasta idi..." diyerek başlayan kısımdan tutun Hakikat Çekirdekleri'nde "İnsanları canlandıran emeldir, öldüren yeistir..." demesine kadar, Risale-i Nur'da örtülü/açık pek çok şekilde ümit aşılanır, yeis/ümitsizlik kötülenir.

Bediüzzaman, "Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin!" emr-i Kur'anisini, hem ümit kesmemek hem de ümit kestirmemek olarak anlamıştır kanaatimce. Bunlardan en beğendiğimi; okurken, sanki Üstadın ağzından değil, kendi ciğerimden gökyüzüne savuruyormuşum gibi hissettiğimi ise Münazarat'ta bulurum ben.

O eserde, Kürt aşiretleri içinde muhavere ederken, birisi itirazkârane der: "İfrat ediyorsun, hayali hakikat görüyorsun. Bizi de teçhil ile tahkir ediyorsun. Zaman âhirzamandır, gittikçe daha fenalaşacak." Bediüzzaman'ın bu itiraza cevabı işte benim kalbimi de kendisine âşık eden meziyeti saklar içinde: "Neden dünya herkese terakki (yükselme/gelişme/ilerleme) dünyası olsun da, yalnız bizim için tedennî (düşüş/alçalma/gerileme) dünyası olsun?" Biraz cüretkâr konuşayım: Aslında bu cevabın altında bir 'hüsnüzan' da vardır. Allah hakkında bir hüsnüzan. Bu kelimeyi kullanmam ne kadar doğru, bilemiyorum ama; hadis-i kudsîde beyan edilen "Ben kulumun zannı üzereyim" ifadesi ile bir cesaret buluyorum istimaline: Evet, Bediüzzaman'ın bu cümlesinde yalnız ümit değil, bir adım evvelinde, marifetiyle orantılı 'Allah'a dair bir hüsnüzan' da vardır.

Öyle ya, bütün güzel isimlerin sahibi olan Allah, müminleri bu dünyaya 'kaybetmeleri' için mi getirmiştir sadece? Hep acı çeksinler, hep ezilsinler, hep zulme uğrasınlar, hep güçsüz olsunlar diye mi dünyaya atmıştır? 'Neden dünya herkese terakki dünyası olsun da, yalnız bizim için tedennî dünyası olsun'dur? Bu cevapla Bediüzzaman aslında kevn ile vahyin uyumu da koyar ortaya. Kevnin, kainatın, kanunların, fiziğin, kimyanın, biyolojinin, bilimin sahibi, aynı zamanda vahyin de sahibidir. Elbette vahye tutunanlara kevnin içinde tuzaklar kurmamış; iki kitap arasındaki çelişkilerle, başarısız olmalarını kaçınılmaz hale getirecek bir kainat yaratmamıştır. Sorun kevnin ve vahyin uyumsuzluğunda değil, müminin vahye ve kevne uyumsuzluğundadır. Başarısızlık, kalpteki imanın hayata yüklediği, mecbur ettiği bir kader değildir.

Buna benzer bir düşüncemi, yıllar önce, "Çürümüş Kalpleri Kim Diriltecek?" isimli yazımda şöyle dile getirmiştim:

"Bazen 'Kur’an’daki ayetleri çok mu kendimden ötekileştirerek okuyorum?' diye soruyorum kendime. Mesela; Yasin sûresinde geçen 'Çürümüş kemikleri kim diriltecek?' sorusunu, nüzul sebebine bağlayarak yalnız Übey b. Halef’in üzerine yıkmak o baki kelama haksızlık mı, diye soruyorum. Bazen cevabım; 'Evet, haksızlık' şeklinde oluyor. Çünkü ben de umutsuzluğa düştüğüm anlarda, özellikle kendimden umudu kestiğim anlarda, günahlarımdan artık iyice daraldığım anlarda soruyorum: 'Çürümüş kalpleri kim diriltecek?' Kalbimi kim diriltecek? O zaman Yasin sûresi bana da cevap veriyor: 'De ki; kim onları ilk başta yaratmış ise, o diriltecek. O yaratmanın her türlüsünü bilir.'"

Kur'an da pek çok ayetinde örtük/açık ümit ekiyor yüreklerimize. Yalnız "Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin!" emr-i nuranîsi değil; biraz o gözle baksanız, bütün vahiy ümit çiçeğidir gönüllerimize ekilen. Hatta "Bismillah..." bile, Birinci Söz'deki ifadeleri bu gözle okuduğunuzda görürsünüz ki, bir cesaret/ümit dersidir: "Herbir nebat ve ağaç ve otların ipek gibi yumuşak kök ve damarları 'Bismillâh' der, sert taş ve toprağı deler, geçer. 'Allah namına, Rahmân namına' der; herşey ona musahhar olur." Bu ve benzeri ifadeleri içeren Birinci Söz'ün; yazıldığı dönemin salabeti, harareti hesaba katılırsa, her yanı ümitsizlikle, korkuyla, acizlikle sarılmış mümin kalplerine; "Bismillah deyin, başlayın; karşınızdaki taş olsa deler geçersiniz!" dediği, cesaret ve ümit aşıladığı apaçık anlaşılır: "En güvendiğin salâbet ve hararet dahi emir tahtında hareket ediyorlar..."

Sizin de dikkatinizi çeker mi bilmem: Teknolojik her gelişmenin veya atılımın, ülkemize önce 'korkusu' ithal edilir. Örneğin: Nükleer santral yapımı gündeme gelir gelmez, önce muhtemel felaket senaryoları tartışılmaya başlar medyada. Ceptelefonları 'önce' kanser yapar. Hızlı tren 'önce' kazaya çok müsait bir taşıma aracıdır ve Türkiye coğrafyasına uygun değildir. İnternet, 'önce' ahlakımızı bozar. Facebook, twitter vesaire 'önce' kimlik bilgilerinizi sürekli birilerinin çalmaya, sizi dolandırmaya çalıştığı bir platformdur, öcüdür. Takip ederim teknolojiyle ilgili haberleri. İletişim ve ulaşımla ilgili neredeyse her yeni buluşun veya ürünün ülkemize gelişi öncesinde böyle korkutucu haberler duymuşumdur. Belki bu felaket senaryolarının gerçekleşebilme ihtimali, Bediüzzaman'ın, kayığa binmeye korkan dostuna çıkardığı ihtimal hesabından daha da zor ihtimallidir; ama yine de korkulur, korkutulur.

Tek bu da değil: Yine örneğin yeraltından, hatta denizaltından metro veya tüpgeçit yapılacaksa, önce korkuları ekilir yüreklere. "Başarılması zordur, mümkün değildir, kesin kaza olur..." vesaire. Küresel dengelere rağmen mazlumları savunacak bir siyaseti yürütecek olsanız bile korkusu hazırdır: Yalnızlaşmaktasınızdır ve bunun bedeli ülkenin karışması olacaktır. Bu da tutmazsa; üçüncü köprü veya havaalanı inşaatlarına girdiğinizde bir başka korku salınır yüreklerinize: O kadar yeşillik yok olmaktadır ve bu yeşilliklerin yok olması çok büyük bir çevresel felakettir. Bir noktada doğru, bu bir çevresel felakettir, fakat İstanbul şartlarında üçüncü bir köprünün olmayışı nasıl bir felakettir, bu pek masaya yatırılmaz. İlaveten; yokedilmeye mecbur olunan bu alan yerine başka bir bölgenin yeşillendirilmesi tezini bile düşünmeden çöpe atar muhatabınız. O bunu asla telafi edemez. İyi de ağaç bir hayır olduğu kadar müminleri birbirine kavuşturan yol da, köprü de, havaalanı da, tüpgeçit de bir hayır türü değil midir?

Geçenlerde Metin Karabaşoğlu abi, bir sohbet esnasında iki dalda yaşanan her gelişmenin ister istemez müslümanların yararına olacağını söyledi: 1) Ulaşım 2) İletişim. Öyle ya; Lemaat'ta da haccın ehemmiyetine dikkat çeken Bediüzzaman, zaten onun bir müminler arası iletişim platformu olduğunu söylemiyor muydu? Ulaşımın da aynı şekilde (tıpkı iletişim gibi) birbirimizden haberdar ve daha sıkı bağlara sahip bir müminler duvarı haline gelmemize katkısı yok muydu? Hatta Cemil Ertem, Markar Esayan'la birlikte kaleme aldığı Dünyayı Durduran 60 Gün kitabında double yolların dahi bugün devam etmekte olan barış sürecinin zeminine büyük katkı yaptığına dikkat çekiyordu. Eğer o yollar vasıtasıyla ulaşım ve dolayısıyla etkileşim artmasa, bugün bir barış süreci devam ediyor olamazdı. Belki Bediüzzaman'ın yine Lemaat'ta yer alan; "Müslümanlar bil’ihtiyar elbet evvel girecek..." ifadesi de iletişim ve ulaşım imkanlarının bu artışıyla ilgiliydi. Evvel girecek olanlar, zaten etkileşim içinde uygun zamanın gelmesini bekliyor olanlar olacaktı. Mısır, Filistin, Gazze gibi meselelerde özellikle sosyalmedya sayesinde sıkı bir etkileşim içine giren ve başlarındaki iktidarlardan bağımsız bir bütün oluşturabilen halklar bu baharın habercisiydi.

Metin abinin o sözünü hatırlayınca, bu tarz korkuların da ekilmesini boşuna bulmuyorum. Herhalde bizim gördüğümüz kadar onlar da görüyor olacakları. Fakat engel olamıyorlar. Bilgi öyle bir hale geldi ki, elde tutulmaz; hava gibi, su gibi, nur gibi; zaptedilmez. Amerika dün üretilen, bugün Türkiye'de veya Çin'de. Geride kalmak artık güçleşiyor ve sanki dünya bilgi konusunda da homojen bir zemine yürüyor. İletişim ve ulaşımda homojenleşen bir dünyada hakikaten neden dünya bizler için tedenni dünyası olsun? Neden yeis ekilsin yüreklere? Kalbindeki imandan emin olan, önündeki yoldan telaş etmemeli.

Bitirirken bir not: Aslında yazıyı bu notta anlatacağımı kaleme almak için yazdım. Ama yazarken koyacak yer bulamadım. Kısacık değineyim bari: Âlâ dergisi veya mesture ablaların yaşadıkları kimi hadiseler üzerinden bize aşılanan bir korku daha var. O korku da şu: "Müslümanlar eğer gücü, iktidarı ve parayı elde ederlerse, kesin bozulurlar! Ne mestureleri ahlaklı olur, ne iktidarları dindar olur, ne de zenginleri adam olur" tarzında (zalim bir genelleştirme de içeren) bir korku bu.

Bu korku çok sinsi. Şeytanın sağdan yaklaşması gibi birşey. Fakat aslında yapmak istediği dindarlar ile güç, para ve iktidarın arasına mesafe koymak. Onları bu üçünden kaçmaya ve onların tamamını sekülerlere devretmeye bir temayül oluşturmak. Bir nevi neo-zahidlik. Ezik, parasız, güçsüz, özenilmez müslümanla sorunları yok. (Hatırlarsanız, dizilerde bile evdeki hizmetçinin başının kapalı olması dokunmaz senaristlere, ama evin hanımı tesettürlü olamaz. Hastabakıcı tesettürlü olabilir, ama doktor olamaz.) Bu yüzden, bana öyle geliyor ki; farzdelim, bir mesturenin yaptığı kötü bir işten, bir dergiden veya bir müstakil olaydan tırnaklamalar yapıp; "Bakınız, müslümanlar giderek dindarlıklarını kaybediyorlar!" korkusu ekmek/üretmek, Bediüzzaman'ın suratına cevabını çarptığı korkuyu uyandırmaya çalışmaktır: "Zaman âhirzamandır, gittikçe daha fenalaşacak." Hayır efendim, hayır! İmtihan elbette devam ediyor ve hatalarımız da olacak. Bunu biliyoruz. Fakat asla 'karamsar cerbezenin' oyununa gelmeyeceğiz. Bizim cevabımız hazır: "Neden dünya herkese terakki dünyası olsun da, yalnız bizim için tedennî dünyası olsun?"



30 Ağustos 2014 Cumartesi

Bir 'yerel dilleri koruma projesi' olarak: Medresetü'z-Zehra

Eğer bizimle aynı dünyada yaşayan ve ona bakışlarını başka büyük bir dille ifade eden yabancı yazarların eserlerini takdir edebilirsek ‘zevk nesnelliği’ geliştirme yolunda önemli mesafe alırız." (T. S. Eliot)

David Crystal’ın ‘Dillerin Katli: Bir Dilin Ölümü Bir Milletin Ölümüdür’ kitabının bende bıraktığı izleri yazdığım Ayetlerin Katli isimli yazıda bir cümlecik ile birşeye dikkat çekip orada bırakmıştım: “Tam burada Bediüzzaman’ın Medresetü’z-Zehra hayalini; ‘lisân-ı Arabî vâcip, Kürdî câiz, Türkî lâzım kılmak’ gibi bir ‘çok dillilik’ zemininde düşlendiğini anımsayalım...” demiştim. Bu yazıda, o bir cümleciğin içini biraz daha sizinle konuşmak istiyorum. Öncelikle; bu medrese tasavvuruna dair birkaç sorumu paylaşmam gerek: 1) Bediüzzaman’ın Medresetü’z-Zehra’sı sadece Kürdistan bölgesine yönelik bir tasarım mıydı? 2) Bediüzzaman’ın Medresetü’z-Zehra’sı sadece Türkiye’ye yönelik bir tasarım mıydı? 3) Bediüzzaman’ın Medresetü’z-Zehra’sı sadece bu üç dile yönelik bir tasarım mıydı? Bu üç soruyu önemsiyorum. Zira Medresetü’z-Zehra’ya yönelik yapılan yorumların bu üç soruya verilen cevapların etkilediği nazarla yakından alakalı olduğunu düşünüyorum.

Örneğin; Medresetü’z-Zehra’yı sadece Kürdistan bölgesine yönelik bir okul tasavvuru olarak düşünenlerin cevapları elbette bölgesel çözüm odaklı olacaktır. Sadece Türkiye için bir formül olduğunu düşünenlerin de tasavvurları ulus-devlet sınırlarından dışarıya çıkamayacaktır. Ama Bediüzzaman’ın mesajının bütün ümmete yönelik bir eğitim formülü içerdiğini düşünenler, ki onlar hiç de az değildir, o zaman ilk iki soruyu aşıp üçüncü soruya cevap vermek zorunda kalırlar. O halde Medresetü’z-Zehra bu üç dile münhasır bir eğitim metodu mu içermektedir? İlk iki soruda Bediüzzaman’ın ufkunu tam yakalayanlar, üçüncü soruda yeni cevapların arayıcısı olurlar.

Örneğin; Bediüzzaman’ın ‘lisan-ı Arabî vacip’ derken din dilini, ‘Türkî lazım’ derken ülkenin en çok kullanılan hâkim dilini, ‘Kürdî caiz’ derken de yaşatılması gereken yerel dilini hedeflemiş ve bölgesel anlamda bunu ifade etmiş olabileceğini söyleyebilirler. Eğer Bediüzzaman’ın ışığının bütün ümmete, Medresetü’z-Zehra hayalinin de bütün kavimlere ilaç olduğunu düşünüyorsak, bu üçlünün sembolize ettiği anlamı daha derin okumaya ihtiyacımız var gibi. Kafanızı biraz daha kurcalayayım: Mesela; bir Medresetü’z-Zehra da, aynı dönemdeki ismi itibariyle Lazistan’a kurulsa, orada konuşulan caiz dil yine de Kürtçe mi olacaktır? Veya bu okul/üniversite Türkiye’de değil de Pakistan’da açılsa, lazım dili Türkçe mi kalacaktır?

Bu sorular önemlidir, çünkü ben Gülen grubunun, bu analizi yanlış yaptıkları için, Medresetü’z-Zehra’yı (onlar kendi kolejlerini bir anlamda bu hayalin gerçekleşmesi olarak sayarlar) Türk dilini taşıma aracı sandıklarını düşünüyorum. Türkçenin lazım oluşunu, bölgenin hâkim dilinin lazım oluşu gibi değil; her yerde, her coğrafyada yalnız ‘Türkçenin vacip oluşu’ (Gülen’in bir keresinde ‘lazım’ değil, ‘vacip’ şeklinde ifade ettiği ve sıralamada Türkçeyle Kürtçeye yer değiştirttiği bilinir) görüyorum çünkü.

Her okulda, her öğrenciye Türkçe öğretmeye çalışıyorlar. Eğitimlerini ise İngilizce veya o bölgenin hâkim dili ile veriyorlar. Yerel dilleri yaşatmakla ilgili bir kaygıları veya gayretleri ise yok. (Halbuki Crystal, yerel dilleri görmezden gelen bir eğitim sisteminin sömürge düzeninin asimilasyon aracı olduğunu söylüyor.) Onların eğitim formülünde durum şöyle şekilleniyor: Eğitim dili (İngilizce ve bölgenin hâkim dili) farz, Türkçe vacip, yerel dil mekruh (çünkü yaşatmaya dair gayretleri yok).

Gülen okulları açısından Kürtçe konusuna girmeyeyim, çünkü geçtiğimiz yıllarda, Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı Başkanlığı yapmış bir ismin Radikal gazetesine itirafıyla, öğrenci evlerinde bile Kürtçenin konuşulmasına sıcak bakmamışlardır. (Cemal Uşşak ve Kürtçe diye aratma yapsanız netten hemen bulunuyor ilgili ifadeler.)

Şimdi, Crystal’ın, yerel dillerin entelektüel zenginliğinin korunmasının ancak eğitim dili haline getirilmesiyle (veya eğitimin yerel dili de sahiplenmesiyle) mümkün olabileceğini söylemesinin ardından Bediüzzaman’ın Medresetü’z-Zehra’sına daha farklı bir gözle bakıyorum. Crystal’ın, Guardian’daki makalesinde ‘bu gezegenin yaşadığı en büyük entelektüel felaket’ olarak tarif ettiği; kültürel asimilasyonlar nedeniyle yerel dillerin yok oluşu sürecini durdurmak ve onları yaşatmak çabasının da bir parçası olarak görüyorum onu. Kürdistan’da Kürtçeyi, Lazistan’da Lazcayı, Çerkezlerin diyarında Çerkezceyi vesaire...

Bu önemli birşey. Yerel kültürleri hem yaşatmak, hem de hoşgörülü olmak, bir anlamda Batının sömürge düzenine (tüm sömürge düzenlerine) eğitim diliyle bir meydan okuyuş. Halkı müslüman olan Arnavutluğun, orada Türkçenin, İttihat ve Terakki marifetiyle, eğitim dili olarak dayatılmasından kısa bir süre sonra isyan edip bağımsızlığını kazanması tesadüf mü? Nihayetinde durumumuz Crystal’ın, Crow’dan alıntıladığı gibi: “Gün gelir daha küçük kültürleri ve dilleri korumak için savaşmak, tarih sahnesinden çekilmeden önce bizi insan yapan en önemli şeyleri korumak için savaşmak olur.” Bence Medresetü’z-Zehra’nın üçlü dil modeli, böyle bir kahramanlığın ve meydan okuyuşun ifadesi.

29 Ağustos 2014 Cuma

Muvazenesiz vaiz 2

Ölçtüğünüz zaman tastamam ölçün ve doğru terazi ile tartın. Bu, hem daha iyidir hem de neticesi bakımından daha güzeldir." (İsrâ sûresi 35)
Aylar önce, (Muhakemat’taki şu cümleyle başlayan “Evet, muvazenesiz vâizler, çok hakaik-i neyyire-i diniyenin husufuna sebep olmuşlardır.”)  ’Muvazenesiz Vaiz’ başlıklı bir yazı yazmıştım. O yazıda, Bediüzzaman’ın Muhakemat’ta ve başka eserlerde geçen bazı tesbitlerinden hareketle ‘hakikatin dengesi’ (terim için Metin Karabaşoğlu abiye teşekkürler) merkezli analizlerde bulunmuştum Gülen ve avanesi hakkında. Bu yazıda, kaldığım yerden devam ederek, müşahhas bir örnek üzerinden o yazıda söylediğim bazı şeylerin altını tekrar çizeceğim. Müşahhas örneğim, Gülen’in (bu yazının yazıldığı tarih itibariyle) son nağmesi olan ‘411. Nağme: Utanacak İş Yapmadınız; Dimdik Durun ve Âhirete Alacaklı Gidin’in içinden olacak. Fakat ona geçmeden evvel muvazenesiz vaizlikten kastımızın ne olduğunu Bediüzzaman’ın Muhakemat’taki ifadesiyle birlikte tekrar hatırlayalım: “Ben vaizleri dinledim; nasihatleri bana tesir etmedi. Düşündüm. Kasâvet-i kalbimden başka üç sebep buldum: (…) İkincisi: Birşeyi tergib veya terhib etmekle ondan daha mühim şeyi tenzil edeceklerinden, muvazene-i şeriatı muhafaza etmiyorlar.
Peki, Bediüzzaman’ın bu ‘(güya) iyi birşey yapmaya çalışırken kötü birşey yapmaya’ yani şeriatın dengesini bozmaya örnek verdiği şeyler nelerdir dersek, aynı eserde şuraya ulaştırır bizi: “Mübalâğa ihtilâlcidir. Şöyle ki: Beşerin seciyelerindendir, telezzüz ettiği şeyde meylü’t-tezeyyüd ve vasfettiği şeyde meylü’l-mücazefe ve hikâye ettiği şeyde meylü’l-mübalâğa ile, hayali hakikate karıştırmaktır. (…) Nasıl ki, bir ilâcı istihsan edip izdiyad etmek, devayı dâ’e inkılâp etmektir. Öyle de, hiçbir vakit hak ona muhtaç olmayan mübalâğalı tergib ve terhible, gıybeti katle müsavi; veya ayakta bevletmek, zina derecesinde göstermek; veya bir dirhemi tasadduk etmek, hacca mukabil tutmak gibi muvazenesiz sözler, katl ve zinayı tahfif ve haccın kıymetini tenzil ediyorlar. Bu sırra binaen, vaiz hem hakîm, hem muhakemeli olmalıdır.
Kendi anladığımı aktarırsam: İnsanın lezzet aldığı şeyi arttırma, tarif veya hikaye ettiği şeyi ise abartmaya meyli vardır. Fakat ilacın faydasına kapılıp gereğinden fazla kullanmak onu zararlı birşeye dönüştürebilir. Vaizler de bazen, bazı günahlardan insanları caydırmaya çalışırken (veya bir salih ameli sevdirmeye çalışırken) ölçüyü kaçırırlar. “İnsanları onlardan soğutalım” derken, şeriatın dengesini bozarlar. Bunlardan ortaya çıkan şey hayır değildir. Çünkü nihayetinde kıyas ölçüsü olarak kullanılan amellerin/günahların kıymeti/kötülüğü bu şekilde tenzil edilir. İnsanlara ‘gıybetle katl birbirine eşit’ denirse gıybetin büyük görülmesi kâr hanesine yazılamaz, çünkü asıl zararlı sonuç ‘katlin küçük görülmesi’ olur. Özetle benim anladığım bu. (Yukarıdaki metinde haccın anıldığı kısmı da aklınızda tutmanızı istirham edeceğim. Çünkü o da lazım olacak.)
Peki, bu kusurlarına rağmen mübalağalı tergib veya terhib'ler neden yapılır? Bunun Gülen'in ve avanesinin ekseninde kalınarak verilebilecek cevabı, kanaatimce, manevi istibdattır. Yani Gülen, yaşanılan son gerilimde, kendi grubuna yönelik geliştirilen eleştirileri (muhataplarının da dindar olduğunu bildiği için) bu tarz bir 'korku' ile bastırmaya çalışmaktadır. Bunun dışında, bazı dönemlerde Gülen, öncelik verilmesini istediği alanlarda bağlılarının gayretlerini toplayabilmek için yine böylesi 'tergib veya terhib'ler yapabilmektedir. (Son bir yıl için mesela hırsızlığa/muta nikahına yaptıkları vurgu buna bir örnek olabilir.) Kanaatimce; Gülen'in dünyasında böylesi 'tergib ve terhib'ler bir kitle kontrol aracıdır. Mübalağalar eşliğinde her defasında müntesiplerine yeni hedefler gösterir ve onlara delicesine koşturur.
Dediğim gibi; ben bu yazıda esas olarak Gülen’in bir nağmesini incelemek istiyorum. 411. Nağmesinde Gülen, (29. dakikasından itibaren) diyor ki: “Allah Resulü buyuruyor ki; ‘Gıybet, zina etmeden daha şiddetlidir.’ Bir ferdi gıybet etmek zinadan daha şiddetlidir. Bir cemaati gıybet etmek o kadar zinadan daha eşeddir. Bir hareketi bütün efradıyla gıybet etmek o kadar zina etmek demektir.” Gülen’in nağmesinden başından beri yapmaya çalıştığı şey ortada zaten: Cemaatini bir arada tutmaya çalışıyor ve mümkünse dış sesleri de ahiret korkusuyla bastırabilmeyi umuyor. Fakat burada, farkettiğiniz gibi, Bediüzzaman’ın ‘muvazenesiz vaizlik’ dediği şeyin içine dahil ediyor buna çabalarken. Çünkü bir eserinde Bediüzzaman gıybet/zina ilişkisini (belki aynı hadise de bir atıf yaparak) şöyle yorumluyor:
Gıybetin en fena ve en şenîi ve en zâlimâne kısmı, kazf-i muhsanât nev’idir. Yani, gözüyle görmüş dört şahidi gösteremeyen bir insan, bir erkek veya kadın hakkında zinâ isnat etmek, en şenî bir günah-ı kebâir ve en zâlimâne bir cinayettir, hayat-ı içtimâiye-i ehl-i imanı zehirlendirir bir hıyanettir, mesut bir ailenin hayatını mahveden bir gadirdir. Evet, Sûre-i Nur bu hakikati o kadar şiddetle göstermiş ki, vicdan sahibini titretiyor ve tüylerini ürperttiriyor: ‘Onu işittiğinizde, ‘Bunu söylemek bize yakışmaz. Hâşâ, bu büyük bir iftiradır’ demeniz gerekmez miydi?’ şiddetle ferman ediyor ve diyor ki: ‘Gözüyle görmüş dört şahidi gösteremeyen, merdûdü’ş-şahadettir; ebedî şahadetlerini kabul etmeyiniz. Çünkü yalancıdırlar.’ Acaba böyle kazfe cesaret eden hangi adam var ki, gözüyle görmüş dört şahidi gösterebilir? Kur’ân-ı Hakîm bu şartı koşturmakla, ‘Böyle şeylerde şakk-ı şefe etmeyiniz, bu kapıyı kapayınız’ demektir.
Benim buradan anladığım şu: “Gıybet, zinadan daha şiddetlidir!” hadisinin söylenme sebebi gıybetin bütün efradını zinadan daha şiddetli göstermek değil. Gıybetin en fena ve en şenîi ve en zâlimâne kısmı'ndan insanları soğutmak. Yani dört şahidi olmadan zina isnadında bulunmaktan ve gıybetini yapmaktan insanları men etmek. Hatta Bediüzzaman orada gördüğünüz gibi o meseleyi Hz. Aişe annemizin 'ifk' hadisesine ve o hadise üzerine nazil olan ayete de atıfla yorumluyor. Yoksa Gülen gibi mutlak manada 'her gıybet zinadan daha günah' şeklinde anlamıyor. (Bu arada; muta nikahını ağzında sakız edip zina konusunu gıybet malzemesi yapan asıl kimdi, sormak lazım Gülen'e.)
Kaldı ki; Bediüzzaman Hazretleri, 24. Söz’de, bu tarz hadislere nasıl bakılmasını gerektiğini öğrettiği 12 Asıl’da da ‘tergib ve terhib’ meselesini Gülen gibi mutlak manada anlamıyor. Hatta orada, 9. Asıl’da diyor ki: “Amellerin fazilet ve sevabına dair ehâdis-i şerifenin bir kısmı, tergib ve terhîbe münasip bir tesir vermek için belâğatli bir üslûpta geldiğinden, dikkatsiz insanlar onları mübalâğalı zannetmişler. Halbuki, bütün onlar ayn-ı hak ve mahz-ı hakikat olduklarından, mücazefe ve mübalâğa, içlerinde yoktur.” 10. Asıl’da ise tam aradığımız izahı yapıyor bizlere: 
Ekser taife-i mahlûkatta olduğu gibi, ef’al ve a’mâl-i beşeriyede bazı harika fertler bulunur. O fertler, eğer iyilikte ileri gitmişse, o nevilerin medar-ı fahrleridir, yoksa medar-ı şeâmetleridir. Hem gizleniyorlar; adeta birer şahs-ı mânevî, birer gaye-i hayal hükmüne geçerler. Sair fertlerin herbirisi, o olmaya çalışır ve o olmak ihtimali var. Demek, o mükemmel harika fert mutlak, müphembulunup, her yerde bulunması mümkün… Şu ipham itibarıyla, mantıkça kaziye-imümkine suretinde, külliyetine hükmedilebilir. Yani, herbir amel şöyle bir netice verebilmesi mümkündür. Meselâ, ‘Kim iki rekât namazı filân vakitte kılsa, bir hac kadardır.’
İşte, iki rekât namaz bazı vakitte bir hacca mukabil geldiği hakikattir. Herbir iki rekât namazda, bu mânâ külliyetle mümkündür. Demek, şu nevideki rivâyetler, vukuu bilfiil daimî ve küllî değil. Zira kabulün madem şartları vardır; külliyet ve daimîlikten çıkar. Belki, ya bilfiil muvakkattir, mutlaktır; veyahut mümkinedir, külliyedir. Demek şu nevi ehâdisteki külliyet ise, imkân itibarıyladır.
Meselâ; ‘Gıybet, katl gibidir.’ Demek gıybette öyle bir fert bulunur ki, katl gibi bir zehr-i kàtilden daha muzırdır. Meselâ, ‘Bir güzel söz, bir abdi âzâd etmek gibi birsadaka-i azîmenin yerine geçer.’ Şimdi, tergib veya teşvik için, o müphem ferd-i mükemmel, mutlak bir surette her yerde bulunmasının imkânını vaki bir surette göstermekle, hayra şevki ve şerden nefreti tahrik etmektir." Devamında ise bir hadis-i şerifi bu nazarla analiz ediyor: “Kim bunu okursa, Mûsâ ile Hârun’un sevaplarının misli ona verilir.”
Bu bahisten benim anladığım yine yukarıda konuştuklarımızla paralel: Hadislerin, özellikle böylesi belagatli hadislerin işaret ettiği şey o kötü amelin veya iyi amelin bütün efradının aynı kapsamda olduğu değil. O kapsama girmeye dair ümidi (veya tersi şekilde korkusu) olduğudur. Allah Resulü, hem men ederken hem teşvik ederken, o kapsamın harika ferdine işaret ederek, bizi oraya doğru şevklendirmek veya ona göre caydırmak istemiştir. Söylediği ne abartıdır ne de şeriatın muvazenesini bozmaya çalışmaktır.
İslam ulemasınca kebair günahlar zaten bellidir. Bediüzzaman da Barla Lahikası’nda yedi madde sayar.  Zina onlardan birisidir, fakat (bütün sınıflarıyla) gıybet ne Bediüzzaman’ın ne de başka ulemanın eserinde büyük günahlara girmez. Ki girmiş olsa, zaten hepimizin yandığının resmidir. O sebepten diyorum işte: Gülen’in yaptığı bir muvazenesiz vaizliktir. Şeriatın dengesini bozmaktır. Hac meselesine ise, söz verdiğim halde, tam istediğim gibi değinemeyeceğim. Şu kadar dikkat çekeyim: Aynı nağmede Halid b. Velid’den başlayarak (onun o meselede farz haccını değil, nafile haccını Hz. Ömer’in kastettiği hiç irdelenmeden) Osmanlı Padişahlarına götürülen “Bazen daha büyük farzlar uğruna hac gibi farzlardan vazgeçilebilir” tesbiti çok korkutucudur. Zira bu daha büyüğün tayinini Gülen ulus-devlet ekseninde yapmaktadır.
Bitirirken not: Bu konuyla ilgili yakın zamanda yaşadığım komik bir hatıram da var. Gülencilerden birisiyle taksiye bindim geçenlerde. Daha Davudoğlu’nun başbakanlığı kesinleşmemişti. Taksiye biner binmez şoförü işlemeye başladı: “Davudoğlu başbakan olursa çok kan dökülür. Suriye, Mısır, Irak karışmaya devam eder. O çok radikal bir adam. Onun başbakan olmaması lazım…” Taksici de (Erdoğan hakkındaki tezyif edici ifadelerinden anladığım kadarıyla) AK Partili değildi. Fakat Gülenci de değildi. Ve sohbetin bir yerinde şöyle atarlandı: “O Fetullah’ın da ne mal olduğu ortaya çıktı. Hükümetle danışıklı dövüş ediyorlar. Ben inanmıyorum kavgalarına. Şimdiye kadar değirmenine su taşıdılar bir sürü.” Gülencinin tepkisi şu oldu: “Neyse, insanların gıybetini etmeyelim.” Hey mübarek! Gıybetin günah olduğu yeni mi aklına geldi? Taksiye bindiğimizden beri Davudoğlu’na döşerken gıybet günah değil miydi? Beni de en çok Gülengillerin bu huyu ifrit ediyor. Kendileri saldırırken birşey yok, ama eleştirilirken ahireti kalkan gibi kaldırıyorlar. Gülen’in de yapmaya çalıştığı bu aslında.

25 Ağustos 2014 Pazartesi

Gönülçelen ayetler...

İlk kez Cemalnur Sargut’tan duymadım elbette. Ama bardağı taşıran son damla oldu diyeyim. Şöyle söylüyor Ferda Yıldırım ile söyleşilerinden oluşan Kur’an ile Var Olmak kitabında: “Onun için Arapça okuduğumuz şeylerin de manasını bilmek lazım. Ben, Tebbet sûresinde Allah diyerek hüngür hüngür ağlayan insan gördüm. Tebbet sûresi, Ebu Leheb’in yanışını anlatan bir sûredir. Orada ağlanacak birşey yok. Sadece ibret almak gerekir. Şunu demek istiyorum: O sûrede aşk yok. İdrâksiz olanların sıkıntısı anlatılıyor. Manayı bilmezsek yanlış yerde ağlayıp yanlış yerde gülüyoruz.
İnsanın âlemi ‘bildiğinden ibaret’ sanması kötü. Halbuki son cümlesinden alırsak; Cemalnur Sargut’un da Kur’an’ın manasının sonuna geldiğini, o hiçbiri bir diğerinin üstünü kapatmayan yetmiş libaslı hurinin bütün güzelliklerini keşfettiğini, yani sonsuzu bitirdiğini söyleyemeyiz. (Arapça bilse bile.) O halde Cemalnur Sargut’un da bu ağlanacak/gülünecek tesbiti kendi malumatına tâbidir. Bir üst mertebeye geçildiğinde neye ağlandığını veya neye gülündüğü o üst perdedeki bilişe ve duyuşa bağlıdır.
Buna, Babam ve Oğlum filminden çok kusurlu bir örnek vereceğim. Çetin Tekindor’un “Kollarımı açaydım. ‘Gitme!’ diyeydim!” dediği o sahnede burnunun direği sızlamayan yoktur herhalde. Fakat filme o sahneden başlamış bir başkasının ağlayabileceği birşey yoktur. Hatta nakletseniz, naklettiğiniz insanlar eğer filmi bilmiyorlarsa, size gülebilirler: “Adam çıktı arabadan, üstünü başını yırttı, açtı kollarını: ‘Kollarımı açaydım. ‘Gitme’ diyeydim’ dedi. Hepimiz ağladık.” O cümleye ağlamak, o filmi bilmeye bağlıdır. Baba ve oğlun aralarındaki acı ilişkiyi, pişmanlıklarını, filmin sergüzeştisi içinde öğrenmemiş birisine cümlenin nakli hiçbir anlam ifade etmeyebilir.
Hadi, o örnek çok kusurlu idi, bir tane daha vereyim. Mesela; Newton’un başına elma düşme hadisesi. Bu olay, eğer onun yerçekiminin keşfi ile ilgisini bilmiyorsanız, alelade bir hadisedir. Fakat yerçekiminin keşfini bilenler, o olayı anlattığınız anda yerçekimi kanununu hatırlarlar. Cümle/hadise aynıdır, fakat bilişin düzeyine göre tepki farklı olur.
Bediüzzaman, 20. Söz’de kıssa-yı Kur’aniyeler için de böyle bir tesbitte bulunur: “Kur’ân-ı Hakîmde çok hâdisât-ı cüz’iye vardır ki, herbirisinin arkasında bir düstur-u küllî saklanmış ve bir kanun-u umuminin ucu olarak gösteriliyor." O eserde bu konuya dair verdiği birçok örnek de var. Bakara sûresinin ismini aldığı İsrailoğullarının inek kesme kıssası, tâlim-i esma kıssası vs. (Lem’alar’a uzanırsak: 1. Lem’a ve 2. Lem’a da Hz. Yunus ve Hz. Eyyub kıssalarıyla örneğe dahil olur.) Fakat 25. Söz’de bu kıssa-ı Kur’aniye’ye kıssa-yı Musa üzerinden bir zengin bakış daha katıyor:
Hem meselâ, kasas-ı Kur’âniyeden kıssa-i Mûsâ Aleyhisselâm, âdeta asâ-i Mûsâ Aleyhisselâm gibi binler faydaları var. O kıssada, hem Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâmı teskin ve teselli, hem küffârı tehdit, hem münâfıkları takbih, hem Yahudîleri tevbih gibi çok makâsıdı, pekçok vücûhu vardır. Onun için, sûrelerde tekrar edilmiştir. Her yerde bütün maksadları ifade ile beraber, yalnız birisi maksûd-u bizzat olur, diğerleri ona tâbi kalırlar." Demek kıssa aynı kalmakla birlikte, verdiği ders başka başka olabilir. Tekrarat-ı Kur’aniyenin bir yönü de budur zaten. Her tekrar, zâhire bakanın gözünde tekrar, tefekkür edenin gözünde yeni bir farkındalıktır.
Yalnız Sargut’un günahını almamalıyım. Başkalarından da duydum bu itirazı. Kur’an’a verilen tepkinin (mesela gözyaşının) doğrudan mealiyle ilgili olduğuna ilişkin yaygın bir kanaat var. Yani ‘mealinin hüzünlendirici bir manası varsa ağlanmalı bir tilavete’ diyorlar. Böylesi itirazları işittiğimde ben de diyorum ki: O mananın mealden ibaret olduğunu nereden biliyorsunuz? Veyahut o mealden yalnız sizin düşündüğünüz tepkinin doğacağından, ötesinin manasız veya cahillik eseri olduğundan nasıl emin oluyorsunuz? Ya ağlayan sizden daha farklı bir mana çıkarıyorsa?
Örneğin; Hz. Ebu Bekir’in (r.a.) gözyaşlarına boğulduğu “Bugün dininizi tamamladım!” ayet-i celilesi, bir müjdeyi haber vermiyor mu? Ama hayır, Hz. Ebu Bekir’in tepkisi böyle olmuyor, çünkü o ‘dinin tamamlanması’ müjdesi içinde Allah Resulünün görevinin tamamlandığı ve artık gideceği haberini de işitiyor. Bu bir meal bilgisi değildir dikkatinizi çekerim. Üst bir farkındalıktır, tefekkür ve feraset işidir. Sargut Hanımefendinin ‘ağlanmaz’ dediği Tebbet sûresinde bir üst farkındalık yaşamışsa birisi ve ağlamışsa ona, bu bilmezlik/cahillik eseri midir? Yoksa aksine daha büyük bir farkındalığın ürünü müdür?
Buna dair 25. Söz’de, yani nam-ı diğerle Mucizat-ı Kur’aniye Risalesi’nde Bediüzzaman’ın çok ince tesbitleri var. Örneğin; bir miras ayetinde veya faizin yasaklanışında veya taaddüd-ü zevcat bahsinde ayetin koyduğu hükmün nasıl bir denge unsuru olduğunu öyle bir zikrediyor ki; eğer içtimaî hayatın sağlıkla devamını bir büyük nimet bilenlerdenseniz ‘Elhamdülillah’ deyip gözleriniz yaşarmadan edemiyorsunuz. Hepsi birbirine bağlı çünkü. Rububiyet hikmetle, hikmet adaletle, adalet rahmetle… Hatta bu açıdan bakarsanız Tebbet sûresinde altı çizilen Ebu Leheb’in azabı meselesi dahi Ebu Leheb misallerin ettiklerinin karşılığını bulacağı müjdesiyle bugün azap çeken binlerce mazluma bir tesellidir. Gözyaşlarına boğduracak bir mesajdır. Bir umuttur. Bir kurtuluş ve intikam müjdesidir. Nasıl mealine bakıp yalnız, ağlanmasını yanlış görebilirsiniz?
Hatta hatırlıyorum, 6. Söz’ün başında geçen “Allah, müminlerden canlarını ve mallarını, karşılığında onlara cennet vermek sûretiyle satın almıştır…” ayet-i kerimesini, yine o söz ışığında şöyle bir rahmet tecellisi olarak konuşmuştuk geçenlerde: “Malik-i Hakiki’nin zaten kendisinin olan mülkü senden satın almaya ihtiyacı mı var? Fakat öyle latif söylüyor ki, emrini; emir gibi değil, teklif gibi. Zaten senin kârına olan ve yapmazsan da canın yanacak bu alışverişi gönülçelen bir üslûpla süslüyor. ‘Zaten hepsi benim. Yapma da göreyim!’ demiyor. Bir çocuğun gönlünü eğler gibi, tenezzülat-ı ilahiye ile diyor ki: ‘Hadi, bana sat elindekileri ki, daha çok şeyler kazanasın!’ Şimdi bu ayete bakıp, insan, onun arkasındaki rahmet elini görmezse, hata etmez mi?”
Böyle kat kat rahmete sarılı bir vahyin mesajını dinlerken, senin havas aklın almamış, ama onun avam kalbi bir köşesinden farketmiş, ağlamış, olabilir. Buna nasıl bilmezlik veya hata diyebilirsin? İnsan malumatına bu kadar köle olmamalı. Bu kadar ‘bildim’ dememeli ki, bilinmezlerin âlemi lütf-u ilahî ile ona açılmalı. Ferasetini kuşanıp baksan, “O sûrede aşk yok!” demezsin. Tebbet’i dinleyip ağlayanın da, sevinenin de sana verecek bir dersi var. Yeter ki; bildiğini bilmenin sonu zannetme. İlmi, malumundan ibaret görme. (Bitirirken son bir not: Kur'an'ın tefekkürünü, ona ağlamaktan daha çok önemseyen bir insanım, arz ederim.)

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...