2 Ekim 2015 Cuma

Hepimiz çocuğuz. Ondan yaratamıyoruz

Bu mevzu hakkında daha önce de yazmıştım. Fakat tekrar yazsam yine o şeker dilimde erimez. Kainat, Cenab-ı Hakkın 'hakkında' yaratılmıştır. Mahlukatının masivası olması; onun asıl, diğerlerinin ise 'ona dair' olmasını öğretir bize. (Ona dair ne demek? Onunla ve onu göstermek için varolan demek.) Bu pencereden bakınca hak demekle neyi kastettiğimiz biraz daha anlaşılır olur. Biz, hak demekle, dolayısıyla ve onun için olanları, yani 'olsa da olur olmasa da olur' olanları fikrimizden ayıklamış ve 'olmazsa olmaz' olana dikkat çekmiş oluyoruz. Buna İslamî ıstılahta Vacibü'l-Vücud kavramlaştırması işaret ediyor. Allah, Vacibü'l-Vücud'dur. Yani varlığı, sair varolanları açıklayabilmemiz için zorunlu olandır. Sofestaî olup varlığı inkâr etmeyecekseniz, Vacibü'l-Vücud'un varlığını kabul etmek zorundasınız. Çünkü dolaylı yoldan varolanlar, kendilerini ancak aslolanla açıklayabilirler.

"Hattâ, diyebilirim ki, ehl-i küfrün içinde, kâinatın vücudunu inkâr ettiklerinden ahmak zannedilen Sofestâîler, en akıllılarıdır. Çünkü, kâinatın vücudunu kabul etmekle Allah'a ve Hâlıkına inanmamak kabil ve mümkün olmadığından, kâinatı inkâra başladılar. Kendilerini de inkâr ettiler, 'Hiçbir şey yok!' diyerek, akıldan istifa ederek, akıl perdesi altında sair münkirlerin hadsiz akılsızlıklarından kurtulup bir derece akla yanaştılar."

Bediüzzaman'ın burada dikkatimizi çektiği detay, varlığın bir kere kabul edilmesinin ardından 'olmazsa olmaz' derecede bir varlığa dayandırılmadan ayakta duramayacağıdır. Yoksa, sair neden-sonuç ilişkilerinin tamamı ancak/en fazla arka ayakları olmayan sandalyelerin birbirine yaslanarak ayakta duruşunu açıklar bize. Hiç nedeni olmayan bir sonuç, yani Samediyet derecesinde 'hiçbir şeye muhtaç olmadığı halde herşeyin ona muhtaç olduğu bir Allah' olmadan yaptığınız tüm izahlar sebepler dairesinde tıkılıp kalır. Aklınızla boğulursunuz. Elinizde ne kadar vagon bulunursa bulunsun, hiçbir yere bağlanmadan hareket edebilen bir lokomotifiniz olmadan trenin hareketini açıklayamazsınız.

Geçenlerde İkram Arslan'ın Risale Ayracı programında verdiği bir örnek, bu meseleyi biraz daha nitelikli anlamamı sağladı. Aslında benzerleri Risale-i Nur'da da geçen ve Allah'ın varlığı ile mahlukatının varlığı arasındaki varlık nüansını anlamamıza yarayan bu misal, vakt-i merhunu geldiğinden midir nedir, daha bir tesir etti. Nakledersem: Bir oda düşünün. Bu odanın duvarları aynadan. Ve ortada yanan bir lamba var. Tabii, bu sizi, misalî lambalar sahibi de yapıyor. Gözünüzle baktığınızda daha çok lamba görüyorsunuz. Bu vücudlar yansıma vücutlar. Yani iki boyutlu vücutlar. Varlıklarının maddeten bir ağırlığı yok. Fakat diğer yandan lambanın 'ışık vericilik' veya 'görünürlük' gibi gibi meziyetlerine de sahipler. Yalnız arızî olarak. Yani taşıyarak. Zira arızîlik, taşıyıcılıktır.

Ortadaki lamba kapatılsa, bunların vücutları dayanmaz. Yok olur, gider. Ama aynaların hepsi de kırılsa, hariçteki lambaya birşey olmaz. Onu varlığı aynalarla kaim değildir çünkü.

İşte masivasının/yarattıklarının Cenab-ı Hakka muhtaçlığı da böyledir. Onun varlığı Samediyet derecesinde bir bağımsızlığa sahiptir. Herşey, her işinde ona muhtaçtır; ama o hiçbir şeye muhtaç değildir. Bu misal, Allah'ın Vacibü'l-Vücud oluşunu anlamamızın yanında, bize, vücudumuzun niteliğini anlamada da bir imkan sunar. Biz, bazı noktalarda, Cenab-ı Hakkın bazı esmasına ve şuunatına aynalık ederiz. Tıpkı aynadaki misalî lambanın hakiki lambanın bir kısım özelliklerini taşıyabilmesi gibi. O özellikler, değil bizim olarak, fakat bizim üzerimizden geçerek başkalarına da görünebilirler. Yansıtmak, sahip olmak değildir çünkü. Bu eşikten bakılınca Bediüzzaman'ın "Dünyanın üç yüzü var..." analizi ile 'hayatın vazifelerine' dair yaptığı analizler daha anlaşılır olur:

"Hayatı ile, üç cihetle Zât-ı Hayy-ı Kayyûma ve şuûnâtına ve sıfât-ı muhitasına âyinedarlık etmektir. Birinci vecih: İnsan, kendi acz-i mutlakıyla Hâlıkının kudret-i mutlakasını ve derecâtını ve aczin dereceleriyle kudretin mertebelerini hissetmektir. Ve fakr-ı mutlakıyla rahmetini ve rahmetinin derecelerini idrak etmek ve zaafıyla Onun kuvvetini anlamaktır. Ve hâkezâ, noksan sıfatlarıyla Hâlıkının evsâf-ı kemâline mikyasvâri âyine olmak... Gecede nurun daha ziyade parlamasına nazaran, gece zulmetinin elektrik lâmbalarını göstermeye mükemmel bir âyine olduğu gibi, insan dahi böyle nâkıs sıfatlarıyla kemâlât-ı İlâhiyeye âyinedarlık eder.

İkinci vecih: İnsan, cüz'î iradesiyle ve azıcık ilmiyle ve küçücük kudretiyle ve zâhirî mâlikiyetiyle ve hanesini bina etmesiyle, bu kâinat ustasının mâlikiyetini ve san'atını ve iradesini ve kudretini ve ilmini, kâinatın büyüklüğü nisbetinde anlar, âyinedarlık eder.

Üçüncü vecihteki âyinedarlığın iki yüzü var: Birisi: Esmâ-i İlâhiyenin ayrı ayrı nakışlarını kendinde göstermektir. Adeta insan, câmiiyetiyle kâinatın küçük bir fihristesi ve bir misal-i musağğarası hükmünde olup, umum esmânın nakışlarını gösteriyor. İkinci yüzü: Şuûnât-ı İlâhiyeye âyinedarlık eder. Yani, kendi hayatıyla Zât-ı Hayy-ı Kayyûmun hayatına işaret ettiği gibi, kendi hayatında inkişaf eden sem' ve basar gibi duyguların vasıtasıyla, Zât-ı Hayy-ı Kayyûmun sem' ve basar gibi sıfatlarına âyinedarlık eder, bildirir."

İşte biz de böylesi noktalarda Allah'a bir ayinelik ediyoruz tıpkı misalî lambaların bazı yönlerden asıl lambayı gösterdiği gibi... Burada duralım. Çünkü hatırlamamız gereken birşey var. Bu aynalık bizi şımartmamalı, bencilleştirmemeli. Çünkü birşeyin 'üzerimizde görünmesi' onun bizim olduğu anlamına gelmez. Nasreddin Hoca'nın o meşhur ve hikmetli fıkrasında olduğu gibi, eğer üzerimizde görünen kıyafet övgüye layıksa, bu bize değil onu diken terziye sunulmalıdır. Çünkü bir giysiye/meziyete sahip olmak ancak onun 'fiiline' sahip olmakla mümkündür. Bir fiili yaratandır ancak o fiilin (ve sonucu olan eserin) sahibi olması gereken. Fiilin delilini, yani eserini, üzerinde taşımakla o fiilin sahibi olamazsın. Tıpkı mürşidimin dediği gibi: "Hem deme ki, 'Ben mazharım. güzele mazhar ise güzelleşir.' Zira, temessül etmediğinden, mazhar (yansıma yeri) değil, memer (geçilecek yer/köprü) olursun." Hâşâ, Ona dönüşmüyorsun. Ona dair oluyorsun. Önce ikisini ayırman gerek.

İşte ayna misali bize bunu da öğretiyor. Birşeyi daha öğretiyor. O da elimizden çıkan fiillerle kurabileceğimiz ilişkiyi. Açıklayayım: Eğer siz aynada yansıyan lambaysanız, sizin içinizden elektrik geçmez. Üzerinizde bir ısı oluşmaz. Bir yıpranmaya maruz kalmazsınız veya yanmazsınız. Lambanın en sıcak olduğu zamanlarda bile aynadaki yansıması soğuktur. Çünkü yansımanın 'fiili yaratan' olmayışı, fiilin her yükünü de omuzlamasına ihtiyaç bırakmaz. Bu yüzden insan, ağzına lokma koymaktan başka hiçbir şey yapmadığı halde beslenir. Denetlemediği halde bütün hücreleri solunumdan nasibini alır. Kalbinin atmasının gerekli olduğunu bilmekten başka katkısı olmamasına rağmen kalbi düzenli olarak kan pompalar. Ve daha bunun gibi elimizden çıktığını sandığımız nice fiil, o fiillerin detaylarına şahit ve sahip olmayışımızla omuzlarımızdan alınır. Keyfi bize kalır, yükünü ise 'hiçbir şey zor gelmeyen' kudret-i ilahiye yüklenir.

"Nasıl ki bir adam, bir padişaha askerlik veya memuriyet cihetiyle intisap etse, o memur ve o asker, o intisap kuvvetiyle, yüz bin defa kuvvet-i şahsiyesinden fazla işlere medar olabilir. Ve padişahı namına, bazan bir şahı esir eder. Çünkü gördüğü işlerin ve yaptığı eserlerin cihazatını ve kuvvetini kendi taşımıyor ve taşımaya mecbur olmuyor. O intisap münasebetiyle, padişahın hazineleri ve arkasındaki nokta-i istinadı olan ordu, o kuvveti, o cihazatı taşıyor. Demek gördüğü işler, şahane olarak bir padişahın işi gibi ve gösterdiği eserler bir ordu eseri misilli harika olabilir."

Elimizden güzel/büyük işler çıkıyor. Birşeylere biz neden oluyormuşuz gibi geliyor bize. Fakat aslında o fiilerin yükünü, özellikle ilim/iradeye bakan tarafını bir tefekkür etsek, taşıyamayacağımız şeylerle karşı karşıya olduğumuzu daha net idrak ederiz.

Yazıyı uzattım, ama bunu da bir örnekle fikrinize yaklaştırmak isterim. Masaya bıraktığınız cüzdanınız çalınsa, suçluyu nerede ararsınız? Odanıza girip çıkan, size mekanca yakın olan kimseleri sorgularsınız önce değil mi? İnsanın fıtratı böyledir. Fiillerin failini—muktedir oldukları miktarda—yakınlarında arar. Fakat diyelim ki, bir kreştesiniz ve paranızı da şifreli bir kasada tutuyordunuz. Kasa soyuldu. Kreşe sizden başka yalnızca yaşı beşi aşmayan çocuklar giriyor. O vakit suçluyu nerede arardınız? Daha uzakları tefekkür etmeniz gerektiğini düşünmez miydiniz? İşte bizim tevhid bahsinde tüm maceramız ilim/irade pencerelerinden bakarak esbabın 'daha çocuk' olduğunu anlamakta kilitleniyor.

"Buna binaen herbir şey, bir Kadîr-i Ezelînin vücub-u vücuduna iki cihetle şehadet eder: Biri: Tâkatinin binler derece fevkinde vazifeleri görmekteki acz-i mutlak lisanıyla o Kadîrin vücuduna şehadet eder. İkincisi: Herbir şey, nizam-ı âlemi teşkil eden düsturlara ve muvazene-i mevcudatı idame eden kanunlara tatbik-i hareket etmekle o Alîm-i Kadîre şehadet eder."

30 Eylül 2015 Çarşamba

Tavuğun aklı yumurtaya yeter mi?

Hani nicedir inandığım birşey ama ilk defa bu kadar imanına yaklaştım. İnancımın içinde feyizli bir yol aldım. Evet. Elhamdülillah. Bir fiilin ancak bir ilahın kaldırabileceği yük olduğuna dair bilgim demek şimdiye kadar taklîdilikten öteye geçememiş. Ne kadar hakikat mesleği pozu kessem de ülfetten perdeyi aşmak nasip olmamış. Tamam. Savunduğum bugünkünden farklı değildi. O ayrı. Fakat hakikat hiç bugünkü kadar çıplak olmamıştı gözümde. Bu kadar berrak görmemiştim. Sesini bu kadar net işitmemiştim. Evet. Aynen. "Yine neye heyecanlandı bu çocuk?" derseniz izah edeyim: Tevhidden bahsediyorum. Ama bu sefer herbir fiil üzerinde Allah'ın taklit edilmez hatemini görür bir iman ile tevhidden.

Özeleştirim olarak söylemek istiyorum: Allah'ın yaratışı ile kudret arasındaki bağıntıyı her zaman ilmi ve iradesiyle ilgili bağdan daha vurgulu okudum. Okuyuşumda hata olmasa da, vurgunun azı çoğa galip edici etkisinden dolayı, bir ölçüde 'denge bozulması' yaşadığımı düşünüyorum. Hem bu bozulmadan modern fizik eğitimimin de sorumlu olduğunu zannediyorum. Çünkü fizikte fiiller ilimle değil kuvvetle ölçülürler.

Nasıl bir denge bozulmasıydı bu? Fiil ile kudret arasında kurduğum yaratış bağıntısı bir şekilde 'fiilin salt kudret sonucu olduğu yargısına' saplamıştı beni. (Teoride öyle olmadığını bilsem de pratikte tefekkürüm öyle gelişiyordu.) Bu sebeple 'nedenin gücü sonuca yeter görünen' şeylerde imanım ister-istemez taklidî kalıyordu. Mesela: Ben seni ittim. Sen düştün. Burada 'itmek arzusu' ve 'düşmek sonucu' sürecinde yaratılan tüm fiilerin Allah'ın yaratışı ile olduğuna iman etmek tevhidin gereğidir. Fakat zâhiren şu fiil o kadar basit birşeydir ki. Sen iteceksin. O da düşecek. Bitti. Şu kadarcık şey. Bunun ta Allah'a kadar çıkarılmasına ne gerek vardır?

Evet. Şimdi, bu aşamayışın sebebi olarak, fiil ile 'ilim' ve 'irade' arasındaki bağı 'kudret' kadar vurgulu okuyamayışımı suçluyorum. Ve bu suçlamada bencileyin haklıyım. Çünkü ne itmek fiili salt bir kudret işidir ne de düşmek. Arkalarındaki ilim boyutunu kapsamlı bir şekilde okumak ise o fiillerin ellerimizden çekilip alınmasına neden olur. Nasıl? Belki biraz şöyle: İrade olarak bu boyuta 'yalnızca bir istemek' dışında dahlimiz yoktur.

İtmenin parçalarını oluşturan herbir yaratışın nasıl olacağına dair şuurumuz yoktur. Farkındalığımız yoktur. Yönetimin detaylarına dahlimiz yoktur. Kaç kasın aynı anda kasılacağından, kaç sinirin aynı anda komut ileteceğinden, kaç beyin hücresinin bu işle meşgul olacağından, bütün bunların nasıl yapılacağından, yerçekiminin bu işe nasıl karışacağından, falandan filandan, hiçbirşeyden haberimiz yoktur. Dışarıdan tek bir fiil gibi gözüken şey aslında devasa bir organizasyon işidir. Her anı ayrı ayrı ilim ve irade isteyen bir seçimler manzumesidir. Bu açıdan bakınca fiiller giderek esmaü'l-hüsnaya yaklaşırlar. Zira itmek sadece muktedir olma meselesi değildir. Düşmek de salt bir dikkatsizlik sonucu sayılmaz. Bunların hepsi kaderî kalıplar eşliğinde 'tam isabet bir tayin' meselesidir.

Sen itiyorsun. O itmek fiili içinde itmek gibi açıkça irade etmediğin ve dolayısıyla şahidi ve sahibi de olamadığın binlerce fiil işliyor. (Öyle ya, arkadaşım, farkında dahi olmadığın şeyin nasıl sahibi olursun?) Binlerce kas hücren aynı anda kasılıyor. Sinirlerin cayır cayır mesajlar gönderiyor ilgili her birime. Bu haberler giderken birşeyler seçiliyor. Birşeyler seçilmiyor. Birçok şık eleniyor. Birçok ihtimal dışarıda kalıyor. Örneğin: Ellerin seçiliyor. Ayakların seçilmiyor. Kolların seçiliyor. Bacakların seçilmiyor. Yoksa ellerinle itmek istediğin adama yanlışla tekme de atabilirdin.

Böyle olmuyor. Bilmeler ve seçmeler, isabetler ve elemeler, itmenin arka planında binler şekilde işlemeye devam ediyorlar. İlim ve irade kudretin içinde aktığı/şekillendiği bir kalıp olarak fiili biçimlendiriyor. Sınırlandırıyor. Her an yapıyor bunu. Her an! Arzu ve sonuç arasındaki her anda şu kalıp işliyor dahlin olmadan. Haberin olmadan. Farkında olmadan.

Kudretin gözünde bir fiili diğerinden ne ayırır? Ne sınırlandırır? Ne düzenler? Hele o kudret sonsuzsa? Kadîr-i Zülcelal, Kur'an'da defaatle (hassaten haşir ile ilgili ayetlerde) bir ile binin, bir nefsin ihyası ile bir baharın ihyasının onun kudretine aynı olduğunu buyurmuyor mu? Bu, bize hem onun kudretinin sonsuzluğunu öğretir, hem de kudretin (ama salt kudretin) gözünde fiillerin nasıl eşitlendiğini gösterir. Peki, bu kadar renk/çeşit fiil nasıl farklılaşmaktadır? Bu ayrımı/renkliliği ne sağlar?

İşte bu noktada devreye ilim ve irade girer arkadaşım. Hem fiili salt kudretle ilişkilendirmenin şöyle bir arızası daha var: Eğer, fiili sadece kudretle ilgili birşey olarak görürseniz, o fiilin sahipliğini en yakınında olan şeye pekâlâ verirsiniz. Çünkü kudret penceresinde işler böyle döner gibi gelir. Okullarda da aynen böyle öğretilir. Yakın olan fail sanılır. Sandırılır.

Fakat ne zamanki fiili kudretten ayrı olarak bir ilim ve irade sonucu olarak algılamaya başlarsınız. O yönleriyle de size duvağını açar. İşte o zaman o fiili en yakınındakine veremez hale gelirsiniz. Neden-sonuç sandığınız şeyler, Bediüzzaman'ın Tabiat Risalesi'ndeki ifadesiyle, mukarenete dönüşür. En çok birbirini taşıyabileceğini düşündüğünüz nedenler ve sonuçlar bile, en fazla, 'iktiran' olabilirler. Yakınlıkları yaratılış arkadaşlığına dönüşür. Halık-mahluk ilişkisine dönüşmez.

Tavuk ve yumurta örneğinden devam edelim. Bir yumurta nasıl bir tasarım, ölçülülük, sistemli seçiş ve takdir ürünüdür? Tavuğa yakın olması yaratıcısı olarak tavuğu tayin etmeye yeter mi? Tavuğun aklı, ilmi, yeteneği, istidadı, dehası(!), kimya bilgisi, biyoloji tahsili, genetik ihtisası vs. bir yumurtanın yaratıcılığını kaldırır mı? Mürşidim bu sadedde der ki: "Herbir şey, bir Kadîr-i Ezelînin vücub-u vücuduna iki cihetle şehadet eder: Biri: Tâkatinin binler derece fevkinde vazifeleri görmekteki acz-i mutlak lisanıyla o Kadîrin vücuduna şehadet eder. İkincisi: Herbir şey, nizam-ı âlemi teşkil eden düsturlara ve muvazene-i mevcudatı idame eden kanunlara tatbik-i hareket etmekle o Alîm-i Kadîre şehadet eder."

Evet. Bir fiilin yaratılması nelere bağlıdır? Bir fiilin yaratılması öncelikle 'nizam-ı âlemi teşkil eden düsturlara ve muvazene-i mevcudatı idame eden kanunlara tatbik-i hareket etmeye' bağlıdır. Sadece mekansal düşünmeyin bu nizamı ve muvazeneyi. Her an bir kıyametin kopmaması için yaratışın bilişinin tüm zamanlara da yayılması gerekiyor.

Bu öyle bir biliş seviyesidir ki, bu bilişi biz kendi ilmimizle ve irademizle açıklayamayız. Kadîr-i Ezelî'nin herşeyi bir anda görür ezelî bilişine muhtaç bir biliştir bu biliş. Hem nedeni biliş, hem sonucu biliş, hem de bir kilim gibi birbirine dokunmuş tüm kainatta yaratılacak olan fiilin yapacağı dalgalanmayı bilebilecek bir biliş. Yaratıştan gelen bir biliş. Öğrenmeden gelen bir biliş değil. Zaten kadere imanımız da ancak böyle bir bilişin yaratış için yeterli olmasından besleniyor. Ve kadere imanda arıza yaşayanlar da fiilde iradenin ve ilmin hakkını ihmal ettikleri için kafalarını taşlara vuruyorlar. İmanlarını uçuruyorlar. Son olarak diyeceğim o ki: "Tavuk mu yumurtadan çıkar, yumurta mı tavuktan?" sorusunun cevabı mümince 'iktiran'dır. Çünkü mesele zaman/mekan meselesi değildir.

29 Eylül 2015 Salı

Demirciler çarşısı itibarı...

Bir ehl-i sünnet âliminin sözlerini, içinde yetiştiği geleneğin mirasıyla değil de modern ve hâkim söylem eşliğinde tevil etmeye başlarsanız, tedrisine takla attırırsınız. En çok karşı çıktığı şeyleri bile savunuyor(!) hale getirirsiniz. Neden böyle olur? Çünkü bazı kelimeler çok yüzlüdür. Sûreten benzese de, içeriği, daha önce kullanıldığı cümlelerde ne kastediliği ile değişir. Bir onkoloji servisinde 'Ölüyorum!' diyen insanla, size sevdiğine duyduğu hislerin şiddetini tarif ederken 'Ölüyorum!' diyen insana tepkiniz aynı olmaz. Anladığınız şey aynı değildir çünkü. Bu noktada, yüzünüzün müellifin metinlerinin bütünlüğüne dönük olması, hatta bir adım ötesinde, o müellifin beslendiği geleneğe dönük olması, sözün kendisi kadar bağlamıyla da irtibatınızı sağlar. Bağlamı bilmek istikamet verir. Lemeat'ta Bediüzzaman'ın da dikkatlerimizi çektiği gibi, modern zamanlar, kelimelerin karşılıklarının dahi kararında kalamadığı zamanlardır. Demagoji de zaten en çok 'aynı kelimelerle farklı şeyler kastedilerek' yapılır:

"Zaman olur ki zıd, zıddını saklarmış. Lisan-ı siyasette lâfz mânânın zıddıdır. Adalet külâhını zulüm başına geçirmiş. Hamiyet libasını, hıyanet ucuz giymiş. Cihad ve hem gazâya, bağy ismi takılmış. Esaret-i hayvanî, istibdad-ı şeytanî, hürriyet nam verilmiş. Zıdlarda emsal olmuş, suretlerde tebâdül, isimlerde tekabül, makamlarda becâyiş-i mekânî."

Bediüzzaman'ın metinlerinin de kimi zaman böylesi bir bağlam tahrişine maruz kaldığına şahit oluyorum. Bu şahitliğim bir anlamda benim de ezberlerimden kurtulmam ve bütüne uyanmamla mümkün olabiliyor. Zira cemaat grupları içinde yeralan 'hâkim söylem' dahi (tıpkı modern hâkim söylemin beyinlerimize/kelimelerimize taktığı pranga gibi) prangalayabilme gücüne sahip. Bir metin, ehl-i sünnet geleneğine vâkıf olunmadan, dolayısıyla bağlama vâkıf olunmadan, sırf Bediüzzaman'ı hâkim söyleme yamamak ve oradan bir 'demirciler çarşısı itibarı' devşirmek amacıyla şerh edilirse, yapılan şey tefekkür değil ilmî istibdat olur. Bu yazıda, mezkûr endişemi 8. Nota üzerinden örneklemeye çalışacağım:

17. Lem'a'nın 8. Nota'sı şöyle başlar: "Ey sa'y ve ameldeki lezzet ve saadeti bilmeyen tembel insan! Bil ki, Cenâb-ı Hak, kemâl-i kereminden, hizmetin mükâfâtını hizmet içinde derc etmiştir. Amelin ücretini nefs-i amel içine koymuştur..." Peki, böylece devam edip giden ve işlemenin/eylemenin bir fıtrat gereği olduğuna bizi ikna eden metin boyunca anlatılmak istenen nedir? Müslümanların daha çok çalışması gerektiğini mi söylemek istemektedir Bediüzzaman? Avrupa gibi sanayileşmemiz, onlar gibi fabrikalar kurmamız, üretmemiz/tüketmemiz, gelişmemiz gerektiğini mi nasihat vermektedir bize 8. Nota? Acaba müellif-i muhterem sa'y zemininde müslümanlarda bir eksik olduğunu mu düşünmektedir? Yani çokların (ve özellikle Bediüzzaman'dan Çözümler kitabında merhum İbrahim Canan Hoca'nın) dikkatimizi çekmeye çalıştığı gibi, Calvinist-Protestan çalışma ahlakına mı bizi çağırmaktadır mürşidimiz? 8. Nota ve onun sa'ye yaptığı vurgu böyle mi anlaşılmalıdır?

Sorularımın sizi şaşırtmadığına kaniyim. Zira ben de yıllar yılı bu metnin 'kapitalistçe çalışmak' ekseninde okunduğuna şahit oldum. Hatta 8. Nota'nın ders yapıldığı yerlerde/zamanlarda mutlaka şu hadis-i şerif de yanına katık edilirdi: "Hiç ölmeyecekmişsin gibi dünya için, yarın ölecekmişsin gibi de ahiret için çalış..." Bu derslerde âlem-i İslam'ın mevcut gerikalmış(!) pozisyonu vurgulanır, bundan çıkışın ancak Avrupalılar kadar çalışıp/üretmekle mümkün olabileceğinin altı çizilirdi. 8. Nota okumalarına dair hatırımda kalan notlar genelde böyle. Kapitalistçe çalışmak bir hâkim/sorgulanmaz söylem durumundayken kim bu tarz tevillere karşı koyabilirdi ki? Karşı koyabilmeniz için kendinizi ve Bediüzzaman'ı demirciler çarşısına/seküler söyleme beğendirmeye çalışmıyor olmanız gerekirdi. Âlem tersine doğru gidiyor görünse de doğru olanın 'aslında söylenen' olduğuna kanaat etmeliydiniz. Bu da, bu derece şiddetle teveccüh-i nas ararken, zordu.

Peki, Bediüzzaman bu metinlerde seküler bir çalışma ahlakından bahsediyorsa ve müslümanların bu yönde eksikleri olduğunu düşünüyorsa, 17. Lem'a'da yer alan diğer notalarda neden aksini söylüyordu? Hatta 8. Nota'dan alıntıladığımız kısmın hemen öncesinde, 7. Nota'nın finalindeki şu ifade de neyin nesiydi mesela: "(...) ehl-i İslâm dünyaya ve hırsa sevk etmeye ve teşvik etmeye muhtaç değildirler. Terakkiyat ve âsâyişler bununla temin edilmez. Belki mesailerinin tanzimine ve mâbeynlerindeki emniyetin tesisine ve teavün düsturunun teshiline muhtaçtırlar. Bu ihtiyaç da, dinin evâmir-i kudsiyesiyle ve takvâ ve salâbet-i diniye ile olur."

Peki, ya daha öncesindeki şu ifadeler: "(...) zanneder misin, bu milletin fakr-ı hali dinden gelen bir zühd ve terk-i dünyadan gelen bir tembellikten neş'et ediyor? Bu zanda hata ediyorsun." Peki ya şunlar: "Zanneder misin ki, Müslümanlar dünyayı sevmiyorlar veyahut düşünmüyorlar ki fakr-ı hale düşmüşler; ve ikaza muhtaçtırlar, tâ ki dünyadan hissesini unutmasınlar? Zannın yanlıştır, tahminin hatadır. Belki hırs şiddetlenmiş; onun için fakr-ı hale düşüyorlar. Çünkü mü'minde hırs sebeb-i hasârettir ve sefalettir." Peki, mesela şu: "Ey Müslümanları dünyaya şiddetle teşvik eden ve san'at ve terakkiyât-ı ecnebiyeye cebirle sevk eden bedbaht hamiyetfuruş!" Bediüzzaman, böyle bir cümleyi kurduktan sonra, bir sonraki notada kendisi mi insanları terakkiyat-ı ecnebiyeye sevketmekteydi? Böyle mi açıklanmalıydı bu metin?

8. Nota örneği bana ilginç geliyor. Zira bir metin, bir önceki metinle beraber düşünülmezse, yani bağlamından koparılırsa (adacığa dönüştürülürse) nasıl yörüngesinden çıkarılabilir, 8. Nota buna yeterli bir misal. Halbuki 8. Nota'nın mukaddimesini/girişini 7. Nota'dan arasak, şerhini de 9. Nota'dan sorsak, Bediüzzaman'ın yüzünü 'ibadetlere/namaza' döndüğünü görürüz. Yani onun amel/sa'yden ne kastettiği 9. Nota'ya yüzümüz dönük olduğunda anlaşılır ancak. "Bilbedâhe, hak ve hakikat, nübüvvet içindedir ve nebîler elindedir. Dalâlet, şer ve hasâret, onun muhalifindedir..."

Farkederiz ki; bu notaların genelinde ve özellikle 8. Nota'da bize anlatılmak istenen seküler bir çalışma ahlakı değil, Allah'a ibadet etmenin mantığıdır. Yani ibadetlere dair eylemelerin/gayretlerin amacını derketmekte zorlanan modern insana, Bediüzzaman, kulluğun ve amel-i salihe dair sa'yin, fıtratın ve kainatla uyumun bir parçası olduğunu öğretmektedir. Modern insan ibadet ve çalışmak arasında kurulan (ve dayatılan) sıkı bağlantı nedeniyle en çok bu noktada afallar çünkü. Çalışmanın 'kazandırma' noktasında hemen ele geçen nefisçe somut bir yanı vardır, peki ya ibadetin? "Çalışmak ibadettir!" mottosunu pek seven seküler söylem, "İbadet de çalışmaktır!" cümlesiyle neden barışık değildir? (Neden seküler işyerlerinde ibadetlerini yapmak, işini yapmak kadar kolay olmamıştır hiçbir zaman?) İşte, 8. Nota'da ders verilen, amel-i salihteki lezzet, bu asrın nefisperest insanına nefsini ikna için bir yol sunar: "Ey sa'y ve ameldeki lezzet ve saadeti bilmeyen tembel insan! Bil ki, Cenâb-ı Hak, kemâl-i kereminden, hizmetin mükâfâtını hizmet içinde derc etmiştir. Amelin ücretini nefs-i amel içine koymuştur..."

Ameldeki lezzet bahsinin külliyatının geneline dağılmış bir ahengin parçası olduğunu görürüz, dikkatle bütüne nazar ettiğimizde. Mesela Üçüncü Söz'ün temsilî hikayeciğine yüzümüzü çevirdiğimizde... Orada, sol yolun yolcusu neye kanmıştır? "Zahirî bir hiffet, yalancı bir rahatlık görür." Sağ yolun yolcusunun ödemesi gereken bedel nedir? "(...) mugaddî hülâsalardan dolu dört okkalık bir çanta ve her adüvvü alt ve mağlûp edecek iki kıyyelik bir mükemmel mîrî silâhı taşımaya mecburdur." İşte 8. Nota da bize bu iki yolcunun yaşadıklarının mantığını anlatıyor bir bakıma. İbadetteki lezzeti farkeden; "Bir batman ağırlığı omuzuna ve beline yükler. Fakat kalbi ve ruhu, binler batman minnetlerden ve korkulardan kurtulur." Ancak, seküler bir kafayla, çalışmanın ancak hemen elde edilecek maddî/somut sonuçlara endeksli birşey olduğunu düşünen ise, ibadeti terkeder. "Cismi bir batman ağırlıktan kurtulur; fakat kalbi binler batman minnetler altında ve ruhu hadsiz korkular altında ezilir." En nihayet, demek istediğim şu ki: Bediüzzaman bize çok şeyler söyledi. Fakat işitmemiz, bütüne dair dikkatimize bağlı. Ve değerimizi antikacıda aramamıza...

28 Eylül 2015 Pazartesi

Tutmaya çalışıyorsun, fakat ellerin küçük

Allah'ın olanı sahiplenmek nasıl sağlıksız ve eziyet verici birşeydir, bunu size hayatımdan iki örnek ve Kur'an-ı Hakîm'den iki ayetle anlatmak istiyorum. Aslında bu örnekler 'iki yaratılmışlık sınırı' ve dolayısıyla sıkıntıma, ayetler de bu sınırlılıktan gelen sıkıntıyla barışmama vesile olan devalara işaret ediyorlar. Evet, az evvel yanyana anmakla da kastettiğim gibi; ben, yaratılmışlık sınırlılığı ile sıkıntılarımız arasında bir bağ görüyorum. Çoğu sıkıntının da sınırlarımızla barışmamaktan kaynaklandığı düşüncesine sahibim. Bu sınırlarla barışmak meselesi, aslında acziyetle barışmaya dayanır. Mahluk/kul oluşunla barışırsın en özünde. Ancak acziyete varmadan evvel, şunu konuşmak isterim ki: İnsan, sonsuzdan kalbinin bir yerinde (latife-i rabbaniye) haberdar ve onu ister/aç olduğundan, galat ile küçük dünyasında dahi onun tezahürünü ister. Bediüzzaman'ın muhabbet ve beka tevehhümü arasında kurduğu ilgi, bu noktada da öğreticidir:

"İnsanın fıtratında bekàya karşı gayet şedit bir aşk var. Hattâ her sevdiği şeyde, kuvve-i vâhime cihetiyle bir nevi bekà tevehhüm eder, sonra sever. Ne vakit zevâlini düşünse veya görse, derinden derine feryat eder. Bütün firaklardan gelen feryatlar, aşk-ı bekàdan gelen ağlamaların tercümanlarıdır. Eğer tevehhüm-ü bekà olmazsa muhabbet edemez."

Beka tevehhümü, sevmek, firâk, acı ve bu acının sezgisi/öngörüsü olan korku bir yönüyle yazmakla olan tuhaf sorunuma temas ediyor. Hani fıkradır, anlatılır: Temel, yürürken ilerisinde bir muz kabuğu görmüş ve söylenmiş: "Ula yine düşeceğum!" Bence korkularımız da Temel'in bu sezgisine benziyor. Mahlukata dair muhabbetimizin bir beka tevehhümüne/sonsuzluk sanrısına bağlı olması, diğer taraftan da gitmelere dair binler kere şahitliğimiz (ve yine öyle olacağına dair sezgimiz) korkularımızın analığını yapıyor. Bunun yazmak halini şöyle tadıyorum:

Ne zaman bir yazının sonuna gelsem, "Acaba bir tane daha yazabilecek miyim?" diye endişe ediyorum. Okuyana bu endişem komik gelebilir. Beni de Temel'le eş tutabilirler. Ama, ne yalan söyleyeyim, yaşıyorum bunu. Sebebi de ölüm korkusu falan değil. Doğuştan sahip olduğum ölmek hastalığı dışında, çok şükür, ölümcül bir hastalığa sahip değilim. Ben daha çok 'tükenme' korkusu çekiyorum. Çünkü biliyorum/seziyorum: Ben sonlu birşeyim. Bir kovanın suyu (ne kadar büyük olursa olsun) biter. Mantığım bunu her an söylüyor: Herkes kendi kıyametine koşmaktadır. Yani kovasının bitişine... Peki, yazmasam ne olur? Hiçbir şey olmaz. İşte ben de yazmayınca bana kalacak olan bu 'hiçbir şeyden' korkuyorum. Sonradan varolan yokluktan korkar. Tanır zira. Daha önce yokolmuştur.

Tam da bu noktada imdadıma Lokman'ın (sûresinin) 27. devası yetişiyor: "Şayet yeryüzündeki ağaçlar kalem, deniz de arkasından yedi deniz katılarak (mürekkep olsa) yine Allah'ın sözleri (yazmakla) tükenmez. Şüphe yok ki Allah mutlak galip ve hikmet sahibidir."

Bu ayetle/ayete bakınca ferahlıyorum. Mürşidimin dersini hatırlıyorum: Yükünü gemiye bırak... Yazmak benimle ilgili birşey değil. Ben kalem olan ağacım. Mürekkep edilen denizim. Bahaneyim. Vesileyim. Benim varlığım tükense de tükenmeyecek olan bir sonsuz ilhamdan besleniyorum. Bütün mahlukat böyle besleniyor. İlham da hava gibi bir gıdadır. Ruhumuzun rızkıdır. Mezkûr ayeti tefsir ederken Bediüzzaman'ın ilham ve vahiy arasındaki nüanslara dair yaptığı analizler ve bu ayeti ilham penceresinden okuyuşu gönlümü genişletiyor: "Ağır beliyelere ve şiddetli hallere düşen mahlûkatlarının istimdatlarına ve feryatlarına ve tazarruatlarına fiilen imdat ettiği gibi, bir nevi konuşması hükmünde olan ilhâmî kavillerle de imdada yetişmesi, rububiyetin lâzımıdır."

Yazmaktan öncesi de bizim istimdatımız/feryadımız değil mi? Kafamızda bir telaşlar var. Hayatımızda birşeyler oluyor. Şahit olduğumuz sancılar dürtüyor bizi. Bazı şeyler sinemize dokunuyor. Dertliyiz. Yazmalıyız. Yazmamak yokluk gibi görünüyor. Paylaşmak istiyoruz. Farkettirmek istiyoruz. Karşı koymak istiyoruz. İkna etmek istiyoruz kendimizi ve başkalarını vs... Bela deyince yalnız bedene musallat olanlar mı anlaşılır? Bedensel bir yokluğa maruz kalma mıdır yalnız musibet? Manevî çok yaralarımız var ki, yazmak onların devası gibidir. Tıpkı Paul Auster'ın Kış Günlüğü'nde dediği gibi:

"Hiç kuşkusuz sakat ve yaralı bir insansın, ta baştan beri içinde yara taşıyan birisin (yoksa ne diye bütün ömrünü sayfaların üzerine o yaranın kanını akıtırcasına sözcükler dökerek geçiresin?)..." Bu biraz, Bediüzzaman'ın Sözler'e başlarken dediği şeye benzemez mi: "Çünkü ben nefsimi herkesten ziyade nasihate muhtaç görüyorum." Veya şuna: "Hem deme ki, 'Halk içinde ben intihap edildim. Bu meyveler benimle gösteriliyor. Demek bir meziyetim var.' Hayır, hâşâ! Belki herkesten evvel sana verildi; çünkü herkesten ziyade sen müflis ve muhtaç ve müteellim olduğundan en evvel senin eline verildi."

Yazmayı sahiplenmemek, onunla ilişkiyi 'yaratmak' düzeyinde değil 'yansıtmak' düzeyinde kurmak, insanı benimkisi gibi bir endişeden kurtarıyor. Yani 'tükenme' endişesinden. Çünkü biliyorsun: 'Rabbinin kelimeleri bitmeden o denizler tükenir...' Yazmak benim kovamla ilgili bir mesele değilse, o zaman sonlanmasından da korkmamalıyım. Çünkü 'herşeyin hazinesi yanında olan' Zat, o hazineden yine bana verebilir. Demek iman etmek böyle de insana iyi gelen birşey. Tıpkı mürşidimin dediği gibi: "(...) senin nihayetsiz aczin ve fakrın, seni nihayetsiz kudrete, rahmete raptedip Kadîr-i Rahîmin dergâhında aczi, fakrı en makbul bir şefaatçi yapar."

Yazı uzadı. Ama sözümü yemeyeyim. Paylaşmaya söz verdiğim ikinci sıkıntım 'tükenmekle' değil 'tutmakla' ilgili. Şöyle ki: Gün boyunca bazen hakkında yazılabilir birkaç konu aklıma geliyor. Fakat değil hepsi hakkında birşeyler karalamak, onları tutabilmek bile mümkün olmuyor çoğu zaman. Sağa sola notlar almıyor değilim. Ama bazen o notun bana ne hatırlatması gerektiğini bile unutuyorum. İlhamın doğasında varolan tutma sorunu, tıpkı Nilüfer Kuyaş'ın Başka Hayatlar'da dediği gibi karşıma çıkıyor: "İşaretler zorlanamaz, sadece beklenir, çünkü bazen gelmezler, görünmezler." O an etrafını çevirip yakalayamazsanız, lafız bedenine bürünmemiş manalar çabuk terk-i diyar eylerler. Siz yaratmadınız çünkü. Ancak üzerinden aktığı oluksunuz. İlhamın bir yaratış değil, duyuş olduğu buradan da anlaşılır:

"Bir kısmı su gibidir. Görünür, hissedilir, lâkin parmaklarla tutulmaz. Bu kısımda hayalâttan tecerrüd etmek, külliyetle ona dalmak gerektir. Tenkit parmaklarıyla tecessüs edilmez; edilse akar, kaçar. O âb-ı hayat, parmağı mekân ittihaz etmez.

İkinci kısım, hava gibidir. Hissedilir, fakat ne görünür, ne de tutulur. Ona karşı sen, yüzün, ağzın, ruhunla o rahmet nesîmine karşı teveccüh et, kendini mukabil tut. Tenkit elini uzatma, tutamazsın. Ruhunla teneffüs et. Tereddüt eliyle baksan, tenkitle el atsan, o yürür, gider. Senin elini mesken ittihaz etmez, ona razı olmaz.

Üçüncü kısım ise, nur gibidir. Görünür, fakat ne hissedilir, ne de tutulur. Öyleyse, sen kalbinin gözüyle, ruhunun nazarıyla kendini ona mukabil tut ve gözünü ona tevcih et, bekle. Belki kendi kendine gelir. Çünkü nur, elle tutulmaz, parmaklarla avlanmaz. Belki o nur ancak basiret nuruyla avlanır. Eğer haris ve maddî elini uzatsan ve maddî mizanlarla tartsan, sönmese de gizlenir. Çünkü öyle nur, maddîde hapse razı olmadığı gibi, kayda giremez, kesîfi kendine mâlik ve seyyid kabul etmez."

Bunu sadece yazmakta değil, okumakta da yaşadığım bir sıkıntı olarak nakletmeliyim aslında: Okuduğum şeylerin de aklımda kalmaması beni çok üzer(di). Hem yazmakta, hem okumakta varlığa yetişemeyişimin bende bıraktığı bu gibi yaraları (evet, her yara bir yetişemeyişin de belirtisidir) iyileştiren ayetler ise, Efendimiz aleyhissalatuvesselamın vahyi 'tutmak' hususunda gösterdiği telaşa deva olanlardı: "(Resulüm!) onu (vahyi) çarçabuk almak için dilini kımıldatma. Doğrusu o vahyolunanı kalbine yerleştirmek ve onu sana okutturmak Bize düşer. Biz onu Cebrail'e okuttuğumuz zaman, onun okumasını dinle. Sonra onu açıklamak da bize aittir."

Kıyame sûresinde geçen bu ayetler nasıl devam oldu? Anlatayım: Yine 'Yükünü gemiye bırak...' dedi bana bu ayetler. Nasıl ki vahyin aktarımı Allah'ın hıfzındaysa, hakikatin de vücudu Allah'ın himayesinde. Neden hepsi dilinden/kaleminden dökülmeye mecburmuş gibi davranıyorsun ki? Sahibi sen misin? Neden Alîm olan Allah'ın ilminde kalması yetmiyormuş gibi bir de hafızanda herşeyin kalmasını istiyorsun? Neden ellerin bu kadar küçükken bu kadar çok tutmak istiyorsun? Kayyum olan, Hafîz olan, Hak olan, 'sonsuz kudret eli' olan sen değilsin ki. Neden varlıkta işgal ettiğin alanı bu kadar önemsiyorsun? Aslolan sen değilsin ki. Kabında kalanla yetin. Eğer Allah, kaleminden çıkmasını istiyorsa o sözcüklerin, elbette senin kaleminden çıkacaktır. Vücuda gelmesini istiyorsa, elbet birisi yazacaktır. Ötesinden sana ne? Ne biliyorsun? Belki o ilhamların bir kısmı da akmak için vardır, tutmak için değil.

İşte böyle. İki ayetten aldığım iki teslimiyet dersi. Yazmaya ve okumaya dair iki ders... İki yaramın tedavisi anlamında bana çok faydalı oldu. Tutmaya çalışmıyorum artık. Tükenmekten de korkmuyorum. Huzur, aslolmadığımı anlamakla ilgili. Ve bu da aslında bir kelime-i tevhid sırrıdır. 'La ilahe illallah' dediğinde "Allah'tan başka ilah yoktur!" demiyorsun sadece. "Ben de ilah değilim!" diyorsun. O zaman arkadaşım, 'ilahmış gibi davranmayı' keseceksin. Ne kaynağı senmiş gibi yapacaksın, ne de hırsla tutmaya çalışacaksın. Tâbi ve parça olacaksın. Sahip ve asıl olmayacaksın. Çok mu cüretkâr buldunuz bu finali? Fakat benim kanaatim kat'idir: Her yaramız aslında dilimizle dediğimiz kelime-i tevhidi kalbimizle yapamadığımızdan.

24 Eylül 2015 Perşembe

Müsbet milliyetçilik var mı?

Doğan Hızlan Eleği Duvardan İndirelim kitabında diyor ki: "Irkçılık; ekonominin, kapitalizmin zaman zaman hortlamasına müsaade ettiği bir eylemdir." Ben bu cümleyi Bediüzzaman'ın medeniyet-i hazıra üzerine yaptığı eleştirilerle uyumlu buluyorum. Çünkü Bediüzzaman da seküler medeniyetin esaslarını sayarken, ırkçılığın kaçınılmaz bir sonuç olarak ortaya çıkacağını ifade ediyor:

"(...) medeniyet-i hazıra, felsefesiyle hayat-ı içtimaiye-i beşeriyede nokta-i istinadı 'kuvvet' kabul eder. Hedefi 'menfaat' bilir. Düstur-u hayatı 'cidal' tanır. Cemaatlerin rabıtasını 'unsuriyet ve menfi milliyet' bilir."

Burada en ahirde 'unsuriyet ve menfi milliyet'in sayılması, fakat ondan önce hedef edinilen 'menfaate' dikkat çekilmesi, ırkçılığın ekonomi ve 'yoğunlaştırılmış ekonomi' olan kapitalist siyasetle ilgisini fısıldıyor. Haklılığınızı güçten aldığınızı düşündüğünüz, hedefinizin de salt menfaatinizin etrafında şekillendiği bir siyasette 'sınırlı kaynaklar' üzerine boğuşmanız kaçınılmaz. Kaynaklar üzerine boğuşurken de elbette bir 'biz' ve 'onlar' tayini yapmanız lazım. Bu tayin 'düşmanlaştırıcı' olmalı. Olmalı ki muhatabın kafasına vurup elinden ekmeğini aldığınızda vicdanınız sızlamasın. O zaman elbette yapacağınız tüm topluluk tanımları da menfi olacaktır. Menfi, yani kucaklamaya değil, itmeye çalışan. Ötekileştiren...

Bu zeminde, Bediüzzaman'ın "Fakat fikr-i milliyet iki kısımdır..." diyerek devam eden analizlerinde 'müsbet fikr-i milliyet' ile 'menfi fikr-i milliyet' arasında yaptığı ayrımı, tanımların 'ötekileştiriciliği' veya 'kucaklayıcılığı' üzerinden ayırabiliriz gibi geliyor bana. Bir ekmeği daha çok kişiye bölen, yüzü genişlemeye ve kucaklamaya bakan, atmaya değil tutmaya bakan tanımlar müsbet fikr-i milliyet içinde sayılabilir. Fakat yüzü böldükçe bölmeye, yıkmaya ve yakmaya bakan tanımların müsbet olmakla işi yoktur. Onlar küçültücüdür. Tamamı menfi fikr-i milliyet içinde sayılır. Ötekini sinesine basmaya müsait veya ötekinin varlığından rahatsız olmayan tanımlar hakkında ancak 'müsbet' sıfatını kullanabiliriz.

Sırf bir lafzî ayrılık gibi görünse de bence mühim bir hatırlatmadır: Bediüzzaman 'müsbet milliyetçilik' diye birşeyden bahsetmemiştir. 'Müsbet fikr-i milliyet'ten bahsetmiştir. Neden kullanmamıştır milliyetçilik ifadesini? Allahu'l-a'lem. Kanaatimce: Sonuna '-çilik' koyduğunuz herşey bir derece zihinlerde menfileşmeye başlar. O yüzden bu ayrımın 'fikr-i milliyet' üzerinden yapılması daha sağlıklıdır. Fakat şunu da belirtmeden geçmeyelim: Hakkın sınırlarını tayin etme meselesinde, özellikle itikadî meselelerde, '-çilik'ler de gereklidir. Zira akaidde bitarafane muhakeme şeytanın bir oyunudur. Biz, '-çilik'lerin tehlike alanını, hakikatin 'tek renk' değil 'çok renkli' olduğu düzlemler için konuşuyoruz. Misalen: Küfre karşı "Allah birdir!" diye haykıran mü'min 'tevhidcilik' yapmakla itham olunmaz. Zira onun yaptığı hakkın tek olduğu düzlemde bir savunudur. Fakat "Namaz yalnız Hanefilerin kıldığı şekliyle doğrudur!" diyen kişi nazarımızda bir menfi mezhepçidir. Çünkü hak mezheplerin renklerini inkâr etmektedir.

Peki neden '-çiliği' özellikle milliyetçilikte olumsuzluyorum? Çünkü milliyetçi olan otomatikman tarafgirdir. '-çilik' yapmak, şıklar içinde birisinin, yalnızca o doğruymuş gibi arkasında durmaktır. Öyle yaratılmak değil yalnız, 'öyle yaratılmamayı eleştirmek' de vardır 'çilik'te. Ortaya bir yarış girer. Yarış ise hırssız olmaz. Hırs da haksızlığa yatkındır. İşte bu yağlı zeminde kaymalar başlar. Milliyetçiliğin hâkim olduğu ulus-devletler devrinde tarih/edebiyat gibi pekçok alanda 'hakkın/gerçeğin' bükülür, yani bir noktada 'çiliğin' menfaatine uygun kurgulanır hale gelmesi bundandır. '-çilik' yapan, kainata '-çiliğinin' merkez olduğu bir düzlemde şekil vermeye çalışır. Türk milliyetçiliğine göre insanlığın atası/merkezi Türkler, Kürt milliyetçiliğine insanlığın atası/merkezi Kürtler, Alman milliyetçiliğine göre de insanlığın atası/merkezi Almanlardır.

"Peki, kafamızdaki fikr-i milliyetin müsbet mi, menfi mi olduğunu nasıl ayıracağız?" derseniz, yine yüzünüzün Bediüzzaman'ın mezkûr metnine dönük olmasını tavsiye ederim. Haklılığı '-çisi' olduğunuz şeyin kuvvetinde mi arıyorsunuz? Hedefinizi '-çisi' olduğunuz şeyin menfaati mi biliyorsunuz? Yaşam şekli olarak '-çisi' olduğunuz şey için başka '-çilik'lerle mücadele etmeniz gerektiğini mi düşünüyorsunuz? O halde size yazık: Siz bir 'unsuriyet ve menfi milliyet' sahibisiniz. Muhtemelen ömrünüz boyunca birşeylerin üzerinde boğuşacak, genellemeler yapacak ve öfke saçacaksınız. Peki müsbet fikr-i milliyeti nasıl tanıyacağız? Yine Bediüzzaman'a dönelim:

"Amma hikmet-i Kur'âniye ise, nokta-i istinadı, kuvvet yerine 'hakkı' kabul eder. Gayede, menfaat yerine 'fazilet ve rıza-i İlâhîyi' kabul eder. Hayatta, düstur-u cidal yerine, 'düstur-u teâvünü' esas tutar. Cemaatlerin rabıtalarında, unsuriyet ve milliyet yerine, 'rabıta-i dinî ve sınıfî ve vatanî' kabul eder. Gayâtı, hevesât-ı nefsaniyenin nâmeşru tecavüzâtına sed çekip ruhu maâliyâta teşvik ve hissiyat-ı ulviyesini tatmin etmektir ve insanı kemâlât-ı insaniyeye sevk edip insan etmektir."

Yani, hakkı '-çisi' olduğunuz şeyin elinde değil de, başka ellerde görünce kabul eder misiniz? Yoksa herşeye rağmen kendi '-çisi' olduğunuz grubun haklı olduğunu mu savunursunuz? Menfaatiniz bazen tersini gösteriyor bile olsa, sırf faziletli olan o olduğu için veya Allah'ın rızası orada olduğu için 'öteki adına' doğru olanı (hatta fedakârca olanı) yapabilir misiniz? Hayatı '-çiliğiniz' içinde görmediğiniz gruplarla yardımlaşma ekseninde yaşayabilir misiniz? (Yoksa, yaşadığım bir örnekte olduğu gibi, kurbanını yurtdışında kestiren bir ahbabınızı 'kurbanını ele yedirmek'le mi itham edersiniz?) Aynı dinden kardeşlerinizi, ırk farkı gözetmeksizin, aynı şekilde sevebilir misiniz? Dine rağmen ırk üzerinden tanımlanmayı mı, yoksa ırka rağmen din üzerinden tanımlanmayı mı hoşgörürsünüz? Bütün bu sorular eğer 'yüzünüz bütüne bakar' şekilde yanıt buluyorsa, sizi tebrik etmeli. Kafanızdaki millet fikri müsbete benziyor.

"Fikr-i milliyet şu asırda çok ileri gitmiş. Hususan dessas Avrupa zalimleri, bunu İslâmlar içinde menfi bir surette uyandırıyorlar, tâ ki parçalayıp onları yutsunlar. Hem fikr-i milliyette bir zevk-i nefsanî var, gafletkârâne bir lezzet var, şeâmetli bir kuvvet var. Onun için, şu zamanda hayat-ı içtimaiye ile meşgul olanlara 'Fikr-i milliyeti bırakınız' denilmez."

Bediüzzaman, her ne kadar (yüzü bütünleşmeye bakan) müsbet ve (yüzü ayrışmaya bakan) menfi olarak mezkûr ayrımı yapmış olsa da, fikr-i milliyet konusunda mütereddittir. Varlığı ona hoş gelmemektedir. Bu endişe belki de Hızlan'ın aynı kitapta Etienne Balibar'dan yaptığı şu alıntıyla anlaşılır: "Milliyetçilik, ırkçılığın tek nedeni değilse de, ortaya çıkışının belirli koşuludur." Yani ne kadar soft tanımlarsak tanımlayalım; ister tepkisel diyelim, ister zarurî bulalım, '-çilik' yapmaya yüzü yatkın şeyler gün gelip uygun ortamı bulduğunda '-çiliğini' yapar. (Bir dönem, sözde PKK'nın artan terör eylemlerine tepki olarak, suçu-günahı olmayan, hatta içlerinde şehit yakını da bulunan Kürt esnafların dükkanlarına yönelik düzenlenen saldırılar, bu ortaya çıkışa son zamanların en açık deliliydi sanırım.) Hızlan, aynı metnin devamında, Balibar'dan yaptığı alıntının ardından şunları da söylüyor: "Irk kavgaları, milliyetçilik ateşiyle hep harlı tutulduğundan çoğu zaman kamuoyu kullanılmıştır." Belki Bediüzzaman'ın fikr-i milliyet hakkındaki tereddüdü, 'kavgaları diri tutması' çerçevesinde daha anlaşılır oluyor. Evet, arkadaşım, bitirirken şunu nefsime/nefsine hatırlatmak istiyorum: Bu ateşin altına odun atan herkes bir gün o ateşte yanacaktır.

21 Eylül 2015 Pazartesi

Kadere inanmayan Allah'ın birliğine inanır mı?

"Eşyadaki varlık nuru eşyaya taallûk eden ilmin nurunu gerekli kılar." 29. Lem'a'dan... 

Ebubekir Sifil Hoca'nın, İslamî Bilincin İhyası kitabında, Hz. Mu'âviye'ye (r.a.) ehl-i sünnetin istikametli bakışını izah sadedinde yaptığı bir alıntı var. Vekî' b. el-Cerrâh'a atfen İbn Asâkir'in Târihu Dimaşk'ta naklettiği bu söz şöyle: "Mu'âviye, kapının halkası mesabesindedir. Onu yerinden oynatanı, ondan daha yukarıdakilere kastetmekle itham ederiz."

Devamında diyor ki Ebubekir Hoca: "Sahabe hakkında 'gözden çıkarılabilecekler listesi' tasarlayıp, Hilafet'i Saltanat'a dönüştürme sürecinde saltanatı boyunca ortaya koyduğu icraatlar konusunda tarih kaynaklarının yer verdiği birtakım nakillere istinaden Hz. Mu'âviye bu listenin başına yerleştirildiği zaman arkası çorap söküğü gibi gelecektir."

Bu 'çorap söküğünün' sergüzeştisinin nasıl olabileceğini de detaylandırıyor mezkûr kitapta: Önce listenin başında yeralan Hz. Mu'âviye (r.a.), sonra onun tarafını tutan (dolayısıyla ona yapılan suçlamalara ortak) diğer sahabiler, sonra tarafsız kalmayı tercih eden (yine dolayısıyla pay sahibi) sahabiler, sonra Hz. Mu'âviye'den (r.a.) bağımsız olarak Hz. Ali'yle (r.a.) anlaşmazlık yaşamış diğer sahabiler... Suçlamaların/ithamların, gözden çıkarılacaklar listesinin, önü alınamaz bir şekilde böyle devam edip gideceğini söylüyor haklı olarak. Yani, tabir-i caizse, dansa yanlış ayakla başlayanın, ilerisinde de rezillik çıkarması kaçınılmaz oluyor. Yeter ki kapının kulbuna dokunma cür'etini kendinde bulsun.

Sahabenin büyükçe bir kısmını böyle 'güvenilmez' kıldıktan sonra İslamî kaynakların uğrayacağı güven problemini varın siz hayal edin. Kanaatimce: Akaidle ilgili her meselenin böyle bir yanı var. Yani, dansa yanlış ayakla başlamak gibi, silsile şeklinde bütün sistemi etkiliyor akaidle ilgili yanlış duruşlar. Küçümsemeye veya 'O kadarcık kusur kadı kızında da bulunur canım!' demeye gelmiyor. Ebubekir Hoca'nın belirttiğine benzer bir endişeyi Bediüzzaman'ın da 'imanın altı rüknü hakkında' belirttiğine şahit oluruz Meyve Risalesi'nde:

"Neden bir cüz-ü hakikat-ı imaniyeyi inkâr eden kâfir olur ve kabul etmeyen Müslüman olmaz? Halbuki, Allah ve âhirete iman, birer güneş gibi o karanlığı izale etmek lâzım geliyor. Hem neden bir rükün ve hakikat-i imaniyeyi inkâr eden mürted olur, küfr-ü mutlaka düşer ve kabul etmeyen İslâmiyetten çıkar? Halbuki sair erkân-ı imaniyeye imanı varsa, onu küfr-ü mutlaktan kurtarmak lâzım geliyor.

Elcevap: İman, altı rüknünden çıkan öyle bir vahdânî hakikattir ki, tefrik kabul etmez. Ve öyle bir küllîdir ki, tecezzî kaldırmaz. Ve öyle bir külldür ki, kabil-i inkısam olmazlar. Çünkü, herbir rükn-ü imanî, kendini ispat eden hüccetleriyle, sair erkân-ı imaniyeyi ispat eder. Herbiri herbirisine gayet kuvvetli bir hüccet-i âzam olur. Öyle ise, bütün erkânı bütün delilleriyle sarsmayan bir fikr-i bâtıl, hakikat nazarında birtek rüknü, belki bir hakikati iptal edip inkâr edemez.
"

İşte, ben de, alıntıladığım endişelerden hareketle kaderin inkârını savunanları aynı şeyle itham ediyorum. Hatta Vekî' b. el-Cerrâh'ın sözünü birazcık değiştirerek diyorum ki: "Kader iman kapısının halkası mesabesindedir. Onu yerinden oynatanı 'daha yukarıdakilere kastetmekle' itham ederiz." Bu yazımda da, mürşidimin Meyve Risalesi'nin 9. Meselesi'ndeki izah metodunu taklid ederek, erkân-ı imaniye ile kaderin arasındaki ilişkiyi göstermeye çalışacağım. Tevfik Allah'tan. Ve hamd yalnızca Ona.

Kadere iman ile 'nasıl bir Allah'a iman ettiğimiz' arasındaki ilişkiyi, serinin önceki yazılarında kısmen ifade etmeye çalışmıştım. Katkı olarak diyebilirim ki: Kadere iman tevhide imanın bir gereğidir. Eğer siz tevhide imanı 'herşeyi yaratanın o olduğuna iman' olarak anlıyorsanız (ki tevhid özetle bunu ifade eder) o zaman, yalnız mekana değil, zamana yayılmış hilkatlerin de tümünü ona vermek zorundasınız. İkinci bir ilahtan, kalbinizdeki iman gereği, bahsedemezsiniz. Bu bahsedemeyiş Allah'ın zatına layık şekilde bütün isimlerini/sıfatlarını da kapsar.

Bunu bir kenarda tutun. Daha evvel bir yazımda da izah etmeye çalıştığım, 'bizim bilişimizle Allah'ın bilişi arasındaki farka' gelelim buradan. Çünkü tevhid tam da bu zeminde herşeyin dengesini değiştiriyor. Allah'ın bilişiyle bilişimiz arasında kurduğumuz yanlış türde bir benzerliğin, subhaniyeti açısından, nasıl bir sorun içereceğini gözler önüne seriyor.

Evet. İnsan, yaratıcı olmadığı için, dilediği/irade ettiği fiileri yaratacak bir ilaha muhtaçtır. Eğer insanı 'kendi fiilerini yaratan' olarak görmüyorsak, tabir-i diğerle onu küçük bir ilahçık gibi düşlemiyorsak, o halde insan irade ettiği fiileri yaratamaz. Sadece diler ve lütfedilirse kazanır. Bu 'dileyiş ve kisb' onun sorumluluğunun kaynağıdır. Ancak burada bir nüansa dikkat çekelim: Yaratıcısı kendisi olmaması hasebiyle, insanın, iradesiyle yaratılan fiilerin mahiyetini öğrenmesine de gerek kalmaz. Bediüzzaman'ın misal olarak sıklıkla kullandığı mide ve gıda örneklemesi burada da işimize yarar:

"Zîhayat içinde en eşref ve ihtiyarca en geniş olan insandır. Hâlbuki, insanın, ef'âl-i ihtiyariyesi içinde en hafifi ve en zâhiri, söz söylemesi ve yemek ve içmesi ve düşünmesidir. Hâlbuki, insanın bunlarda dest-i ihtiyarının müdahalesi ne kadar az olduğu, azıcık düşünmekle anlaşılır. Hâlbuki, mahlûkatın en eşrefi olan insanın eli, tasarruf-u hakikîden bu derece bağlı olsa, başka hayvanat ve cemadat, sırf birer memlûktan ve Hâlıkın hesabıyla dönen ve çalışan birer mahlûk-u musahhardan başka birşey değillerdir."

Yani insanın fiilerinin yaratıcısı olmadığının en zâhir delili, o fiilerin mahiyetlerinden ve işleyiş süreçlerinden bihaber oluşudur. Yemeği ağzına koyan insan, o aşamadan ta hücrelere lazım olan gıdaların gerekli oranlarda ulaşmasına kadar geçen tüm aşamalardan habersizdir. Neler olduğunu ancak uzun araştırmalarla, o da kısmen, öğrenebilir. Dikkat ediniz, 'öğrenebilir' diyorum. 'Yaratır' demiyorum. Fiileri yaratan kendisi olmadığından fiilerin mahiyetinin ne olduğunu aklıyla bir derece keşfeder. Sonradan keşfeder.

Gözlemcidir. Bu keşfi bile o fiilin her tekrarlanışında şahidi olma değildir. Ancak özet bir bilgilenmedir. Bu noktada altını tekrar çizmemiz gereken şey: İnsanın ancak Allah'ın yarattığı fiilerin mahiyetini öğrenen pasif bir biliş konumunda olduğudur. Kur'an da bize meleklerin lisanıyla bunun dersini verir zaten: "Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur."

Peki, kaderi inkâr edenlerin çamurlu ağzıyla konuşursak, Allah olup olacak herşeyi bilmiyorsa, takdir etmiyorsa, yani bunları aynı bizim gibi (hâşâ) sonradan öğreniyorsa, onları kim yaratmaktadır? Biz, yaratmadığımız fiileri, onları yaratan Allah olduğu için, merakımızla ve aklımızla sonradan öğrenmekteyiz. Nasıl yaratıldıklarını bilmemiz zarurî değildir. Peki, Allah (hâşâ) kendisinden başka kimin yarattığı fiiller vardır ki, onların bilgisini sonradan öğrenecektir de bilişi insanın bilişi gibi sınırlı/sonradan olacaktır? Yani göklerde ve yerde Allah'tan başka bir ilah mı vardır ki, (hâşâ) Allah da onun fiilerinin mahiyetini sonradan bir bilişle "Aaa bak böyle yapmış!" diye öğrenecektir? Tevhide iman 'bilişlerin de tekliğini' zaruri kılmaz mı?

İşte, kader, tevhidin bir gereği olmaya bu noktada başlar. Herşeyi yaratan Allah olduğuna göre o zaten yaptığını bilendir. Birşeyi yaratmak, ancak bilmenin yaratmaktan önce veya beraber olmasıyla mümkündür.

Kelimelerin kifayet etmediği bu durumu ıstılahta 'ezel' diye tabir ediyoruz. Birşeyin nasıl yapılacağı bilinmeden o şey yapılamaz. "Yaratan bilmez olur mi hiç?" ayeti bize bunu hatırlatır. Yani herşeyin bilgisi yaratışından öncedir. (Bu 'öncelik' ve 'birliktelik' kafanızı çok karıştırmasın. İnsanın sınırlı penceresinden konuşuyoruz. Altını çizmek istediğimizse; ilim, irade ve kudret üçlüsünün birbirinden ayrılmaz oluşudur.) Bediüzzaman'ın 'yapan bilir...' cümlesiyle dikkatimizi çektiği şey de budur.

İkinci birşey: Unutmayalım. Allah'ın bilişi bizim fiilerimize veya irademize bağlı değildir ve olamaz. Çünkü bizim bilmemizle onun bilmesi arasında niteliksel bir fark var. Biz yaratmadığımız fiilerin mahiyetini bilmeye çalışıyoruz. Bilmesek de yaratılabilir veya yaratılacak olan şeyleri keşfetmeye gayret ediyoruz. Onlardan etkilenerek bizde bir biliş oluşuyor.

Duyularımız, hislerimiz, duygularımız, aklımız... Hepsi bu fiillerden 'etkilenerek' biliyorlar. Allah ise etkileyerek biliyor. Yani 'yaratarak' biliyor. Bizi etkileyecek olan fiiller zaten onun yaratışının ürünü. Cenab-ı Hak, kendisinden bağımsız, sonu ne olduğu kestirilemeyen fiiler yaratıp, sonra da onlardan etkilenip (hâşâ) "Aaa bak böyle oldu şimdi!" diye öğrenmiyor. Allah'ın bilişi böyle bir biliş değil. Allah yaratanın bilişiyle biliyor. Biz yaratılanın bilişiyle öğreniyoruz. (Arkadaşım, burası çok mühim, kaçırma.) Bu nedenle, tam da şu noktada Allah'ın 'bilmesinden' bahsedebiliriz, ama 'öğrenmesinden' bahsedemeyiz. Onun bilişi öğrenmenin ima ettiği acziyet kusurundan münezzehtir. Subhaniyetinin boyasıyla boyalıdır.

Gördüğünüz gibi bu noktada kadere iman ile Allah'a tevhid ile iman arasında yakın bir bağıntı var. Tevhide ne kadar kemal manada iman ediyorsanız, kadere imanınız da o kadar kaçınılmazlaşıyor. Herşeyi yaratanın o olduğuna iman eden bir mü'minin, herşeyi bilenin/takdir edenin de o olduğunu kabul etmesi kaçınılmaz oluyor. Bu yüzden ben, başta söylediğim gibi, kaderi inkâr edeni kapının halkasına elini uzatmakla itham ediyorum. Nereye varacağını bilmiyorsa aptaldır. Biliyorsa şirkini saklayarak ilerliyor demektir. (Yazı çok uzadığı için, imanın diğer şartları ile kadere iman arasındaki bağlantıyı sonraki yazı veya yazılarda idrak/izah etmeye çalışacağım, inşaallah.)

20 Eylül 2015 Pazar

Allah'ı hesaba katmamak

Bediüzzaman'ın, Birinci Söz'ün temsilî hikayesinde zikrettiği, 'Alanı her yerde selâmetle gezdi' cümlesinin yeterince geniş anlaşılmadığı kanaati hasıl oldu bende. Bunu, şahit olduğum Birinci Söz okumalarında apaçık görüyorum. Bu cümle, öncesi ve sonrasıyla, 'Bismillah' diyenin işinin rastgideceği, zorunun kolaylaşacağı, sıkıntı çekmeyeceği bağlamında okunuyor. Bu mana doğru da. Hepimizin hayatında buna dair şahitlikler var. (Mümin olan kim bu manayı inkâr edebilir?) Fakat mesele salt bu manaya indirgendiğinde eksik kalıyor. Birinci Söz'ün bize öğretmeye çalıştığı sırr-ı besmeleye de tam tekabül etmiyor. Peki, daha geniş bir düzlemde 'Alanı her yerde selâmetle gezdi' ifadesi bize ne söyler? Bunu, bir hadis-i şerifi de anımsatarak, konuşmak istiyorum.

'Din kolaylıktır...' buyuruyor aleyhissalatuvesselam. Biz bu kolaylığı daha çok 'şıklardan kolay olanla amel etme' bağlamında takva/fetva eksenli yorumlasak da, bence, ondan ötede dinin kainatla uyumudur vurgu yapılan. Biraz daha nitelikli bir tefekkürde görülür ki; bu uyum tevhidin hem delilidir ve hem lazımıdır. Tekvinî şeriat ve şeriat-ı Muhammediye aynı Allah'ın yarattığı iki şeriat/kitap olarak elbette birbirleriyle çelişiyor olamazlar. (Çelişiyorlarsa tevhid hakikatsiz demektir.) Bu nedenle din, aslında bize varlıkla 'uygun adım yürümeyi' öğreten şeydir. Şeriat-ı Muhammediye'nin dairesinin dışına çıkıp da tekvinî şeriatla çelişmemek mümkün olamaz. Ki, modern zamanlarda ekolojiye ödettiğimiz bedel, şeriat-ı Muhammediye ile ilişkisinde 'ahirzaman şiddetinde' problemler yaşayan insanoğluna, en büyük dersi vermektedir. Demek, hukukullahı inciterek hukuk-u mahlukat korunamaz. Birincisindeki sorun mutlaka bize diğerinde de bedeller ödetir.

Duhân sûresindeki; "Gök ve yer onların ardından ağlamadı..." ayetini tefsir ederken, benzer bir noktaya dikkat çeken Bediüzzaman der ki: "Ehl-i dalâlet, madem semâvât ve arzın vazifelerini inkâr ediyor, mânâlarını bilmiyor, onların kıymetlerini iskat ediyor, Sânilerini tanımıyor. Onlara karşı bir hakaret, bir adâvet ettiğinden, elbette semâvât ve zemin, onlara ağlamak değil, belki onlara nefrin eder, onların gebermesiyle memnun olurlar." Bu memnuniyeti, dikkat çekmeye çalıştığım 'uyumsuzluk' perspektifinden hareketle, 'verdikleri zararlara bir gönderme' olarak da anlayabiliriz. Hakikaten bugünün küfür medeniyeti kainata öyle zararlar vermektedir ki, tabiat bu medeniyetin yıkılmasıyla ne kadar sevinse yeridir. Bulabildiği her kaynağı çılgınca tüketen/sömüren, insan hayatına 'yere batasıca israfı' karşısında hiçbir saygı duymayan, ilgi duyduğu her coğrafyanın altını üstüne getiren bugünün küresel güçleri, herhalde bu ayete en sağlam masadaklar olurlar.

Buna ilaveten, yine Allah'ın bir kitabı olarak 'insan fıtratı' ile din arasında meydana gelen kopuş, küfrün ahirzaman şartlarındaki görece galibiyeti, hem psikoloji hem de sosyoloji alanlarında büyük yıkımlara, tabir-i diğerle 'uyumsuzluklara' neden olmuştur. Bugün İslam coğrafyasını 'kan dökücülük' ile itham eden Batı, salt kendi coğrafyasında değil dünya coğrafyasına da yayarak sürdürdüğü, iki dünya savaşıyla tarihin en büyük kan dökücülüklerini sergilemiştir. (Sömürü düzeninin üzerine kurulu olduğu kan emiciliği saymıyoruz bile. Onun verdiği zarar zaten tüm Afrika ve Asya'nın tarihçesine işlemiş durumda.) Modern insanın ruhsal durumunu anlamak içinse birazcık psikoloji merakına sahip olmak yeterli.

Küfür medeniyetinin hâkim kültür olmasıyla kendimize karşı hissettiğimiz özgüven eksikliği (daha doğrusu izzet-i İslamiye'de başlayan zaaf) müteselsil bir şekilde şeriat-ı Muhammediye ile bizim de aramızda mesafe açılmasına neden oldu. Özellikle; sünnet-i seniyyeye 'gelenek' adını verip, güya Kur'an namına onu dışlayan ve Batı'nın muharref İncil'de başardığı gibi yeni ve başarılı olanı bulacağını vâdeden 'beyni tecavüze uğramış' kardeşlerimiz, bu uzaklaşmanın en açık delilleri. "Bizi din mi geri bıraktı?" tartışmasının artık geride kaldığını, sorgulamanın daha çok; "Bizi sünnet mi geri bıraktı?"ya taşındığını görüyoruz. (Bu saded harici kısmı hızlı geçiyor ve baştaki meseleye geri dönüyorum.)

Birinci Söz'de geçen 'Alanı her yerde selâmetle gezdi' ifadesini daha geniş anlayabilmek için Risale-i Nur içinde bir yolculuğa çıkmamız lazım. Özellikle küfür yolunun müşkülatını, suhulet yolunun ise iman olduğunu ifade eden metinleri tahattur etmekte fayda var. O metinler bize Bediüzzaman'ın bu temsilî hikayecikte kastettiği 'her yerde selametle geziş'in nasıl birşey olduğunu sanki tüm renkleriyle ifade ediyorlar:

Mesela; "Elhasıl, dalâlet yolunda nihayetsiz müşkülât var; hidayet ve vahdet yolunda nihayetsiz suhulet var." Yine mesela; "Risale-i Nur'da kat'î ve kuvvetli çok burhanlarla ispat edilmiş ki, eğer vahdet ve tevhid olmazsa, bir çiçek bir ağaç kadar, belki daha müşkülâtlı ve bir ağaç bir bahar kadar, belki daha suubetli olmakla beraber, kıymet ve san'atça bütün bütün sukut edeceklerdi." Ve yine mesela; "Sen şu sarayın sahibini tanımıyorsun ve tanımak da istemiyorsun. Çünkü istib'âd ediyorsun. Onun acip san'atlarını ve hâlâtını akla sığıştıramadığından, inkâra sapıyorsun. Halbuki, asıl istib'âd, asıl müşkülât ve hakikî suûbetler ve dehşetli külfetler, onu tanımamaktadır." Veyahut mesela; "Eğer o mevcudat doğrudan doğruya birtek Sânie verilmezse, o zaman herbir mevcut bütün mevcudat kadar müşkülâtlı olur ve bütün mevcudat birtek mevcut kıymetine sukut eder, iner. Şu halde ya hiçbir şey vücuda gelmeyecek veya gelse de kıymetsiz, hiçe inecektir."

Böyle o kadar çok metin var ki, hepsini alıntılasam herhalde bu bir yazı değil, bir küçük kitaba dönüşür. Özetle buralarda Bediüzzaman'ın dikkatimizi çektiği şudur: Kainatı Allah'la açıklamak kolaylıktır. İçinden çıkılmayan meseleler Allah'ı hesaba kattığınız zaman içinden kolaylıkla çıkılır hale gelirler. Bu hem mantık olarak böyledir, hem de hayatta yaşadığımız sıkıntıları kendi dünyamızda yüzleşirken böyledir. Yani, hem afakî tefekkür dediğimiz, hisle dahil olmadığımız dünyada yaptığımız tefekkürlerde tevhid bize bir netlik kazandırır; hem de enfüsî tefekkür dediğimiz, yalnız akılla değil kalple de dahil olduğumuz dünyada yaptığımız tefekkürlerde bir kolaylık sağlar. Allah'ın varlığı ve birliği afakta bütün müşkülatlarımızı çözerken; Rahman, Rahim, Hakîm, Kerim... gibi daha nice ismi de enfüste meseleleri anlamlandırırken bize 'selametle gezmenin' yollarını öğretirler. (Meselenin enfüsî yanına da örnek olarak da İhtiyarlar, Hastalar Risalesi gibi misaller verebilirim.)

Yani Birinci Söz'de zikredilen 'bir reisin ismini almak/almamak' meselesi, kainatı ve hayatı onunla açıklamak veya açıklamamak meselesidir. Bu, sadece bir başlangıç işi değil, her aşamada/anda tazelenen bir süreçtir. Yaşadığımız her musibette, daraldığımız her anda, hatta neşeyi ve mutluluğu bile anlamlandırırken biz 'bir reisin ismini almaya' muhtacız. Eğer almazsak, her yerde selametle gezemeyiz. Reisin ismini almak bir lüks değil, körkütük bir ihtiyaç bizim için. Zira 'dalâlet yolunda nihayetsiz müşkülât var...' Hem mürşidim, almayanın da akıbetini söylemiyor mu bize, bu temsilî hikayecikte: "Öteki mağrur, bütün seyahatinde öyle belâlar çeker ki, tarif edilmez. Daima titrer, daima dilencilik ederdi. Hem zelil, hem rezil oldu." Hasılı; her yerde selametle gezmenin çaresi Allah'ın adını salt dilde değil; bakışaçısında, gönül açısında, yaşam açısında tutmakta. Hem ben gafletin tarifini de bir yerde şöyle işitmiştim: "Allah'ı hesaba katmamak." Bismillah ise, Allah'ı hesaba katmaktır.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...