Gerçek bir hikayeden sinemaya aktarılan ve Amir Khan'ın başrolünde oynadığı The Rising Ballad Of Mangal Pandey filminde, müslüman ve hindulardan oluşan askerlerin İngilizlere karşı ilk direnişi (ki bu direniş Hindistan tarihinde çok önemli bir yere sahiptir) bir idealizmden değil, dinlerinin zâhirine dair yasaklardan kaynaklanıyordu. Isırarak kopardıkları barut kartuşlarının inek ve domuz yağından yapılması, müslümanları ve hinduları İngilizlere karşı ayaklandırmıştı. İngilizlerin Hindistan sömürüsü elbetteki başka pekçok kötülüğü içerisinde barındırıyordu. Ama domuz ve inek yağı konusu, spesifik yorumlarda tevil edilip içselleştirilmeyecek/nötrleştirilemeyecek bir arızaydı ve zahir-i şeriat, aşılamayan bir engel olup halkı isyana ateşlendirdi.
Aynı zamanda her biri birer şeair-i İslamiye de sayılan zahir-i şeriatın parçalarını küçük görmek, insanı bâtının spesifik dünyasında savrulmalara götürür. Bâtın-ı şeriatı küçük görmek ise, şeriatı 'ruhsuz ritüeller bütünü' gibi görmeye ve göstermeye sebep olur. Zâhir-i şeriata muhtacız, çünkü spesifikliği ve bunun sonucu olan nötrleşmeyi/kimlik yitimini önler. Bâtın-ı şeriata muhtacız, o da amellerin içsel bir coşkuyla (huşû ve ihlas) yapılmasını ve başkalara aktarılmasını sağlar.
Modernizmin, her türüyle ve görünüşüyle, kendisini üzerine inşa edebileceği şeyin 'nötr' bir varlık algısı olduğunu düşünüyorum. Yani, insanı bir şekilde modernizmin etkisine açık hale getiren şey, varlığı hayır/şer, helal/haram ekseninde nötr olarak görmesidir. Bunun bir adım gerisi ise, 'bitarafane muhakeme' olarak da tabir ettiğimiz objektif bakıştır. Objektiflik, kalbinde iman yanan insanın (bu imanı 'teslim'le kök arkadaşı olan İslamiyet/müslümanlık gibi kelimelerle ifade ettiği düşünülürse) şükür ki sahip olamayacağı bir bakış açısıdır.
İman, hükmün açık olduğu hususlarda, bizi hakka taraf kılar. Akaid, inancı spesifiklikten kurtarır. 'Müslümanım' diyen insanın, hemen öncesinde 'elhamdülillah' demesi, ait olduğu şeyin arkasında da olduğunu gösterir. Hamdeder. Çünkü onu bir nimet olarak görmektedir. Bir müslüman, genel olarak imanı için 'elhamdülillah' der (hatta, daha çocukken, camilerde aldığımız ilk derstir bu) ama ırkı için 'elhamdülillah' demesi pek âdetten değildir. Çünkü bu ifade, zahirî manasının dışında, durduğu yerin şıklar içinde doğru yer olduğu iddiasını da taşır. Ancak nadir durumlarda, yine Allah'ın yarattığı bir aidiyetin diğer kullarca aşağılandığını hissettiğiniz zamanlarda, 'elhamdülillah' diyerek onu anarsınız. Bu anmadaki maksadınız da bellidir: "Benim durduğum yer de sizin durduğunuz yerler gibi Allah'ın mahlukudur. Sizinkilerden geri kalır bir yanı yoktur!" demektir bu. Kibrin değil, izzetin ifadesidir.
Tam bu noktada müslümanın varlığa bakışı modernistten farklılaşıyor. Modernist, kendisi müslüman dahi olsa, bakış açısı itibariyle inkarcıyla tehlikeli bir yakınlaşma içindedir. Çünkü inkarcı da varlığın inanç/inançsızlık noktasında tarafsız olduğunu düşünür. Dinlerin(!) sadece yorum farkından kaynaklanan nüanslar içerdiği iddiası her modernistin farklı ölçülerde vardığı bir sonuçtur. Bunun bir adım arkası zâhir-i şeriatı küçümsemedir. (Çünkü zâhir-i şeriat nötrleşmeyi engeller. Örneğin; tesettürlü bir müslüman kadın, asla diğer kadınlarla karıştırılamayacaktır.) Varlıkta inkarını destekleyecek deliller bulmakta zorlanan inkarcı, Bediüzzaman'ın şeytanla münazaralarında naklettiği şekilde, söylem değiştirerek şunu teklif eder bize: "Bitarafane muhakeme et, öyle bak!"
Bu eşik, biraz da modernizm ve post-modernizm arasında atlanan eşiktir. Fakat birbirlerinin devamı ve türevi olduklarından, ben, bu yazıda ikisini ayırmadan konuşacağım. Zira ikisinin de aynı şekilde eşyaya karşı tarafsız bakıştan beslendiğini düşünüyorum. İkisinin de başlangıcı; varlığı, iman ve küfür yorumunda nötr görmektir. Bu nötralizasyonun ardından inkar; "Bir de böyle düşün!" dedirtecek, yani Bediüzzaman'ın dikkatimizi çektiği şekilde 'taraf-ı muhalifi iltizam' sayılacak hamleler yapacak, hatta 'şıkk-ı muhalifi esas tutma'larla bizi savuracaktır. Bu hastalığın farklı sûretlerde bize de tesir ettiği kanaatine sahibim. Hatta bence, empatiye zorlandığımız her yerde bu sağlanmaya çalışılıyor. Taraf-ı muhalifi iltizam sayılabilecek bir eşitlikçiliğe zorlanıyoruz.
Liberal söylemde kutsallaştırılan empatinin en tedirgin edici yanı da bu. 'Anlamaya çalışayım' derken karşı tarafa geçmek. Mesela; Hollywood yapımlarında (ve onların Türkiye versiyonu olan yerli yapımlarda) sıklıkla rastladığımız 'eşcinselleri anlama çabaları' dindarlığından emin olduğum gençlerde bile şöyle soruların oluşmasına neden olabiliyor: "Abi, Allah onları da öyle yaratmış. Bundan mesul tutulabilirler mi?" Halbuki aynı genç takvasının içini doldurabilmek ve Kur'an'ın vaadettiği güzel akıbete kavuşabilmek için öyle yaratıldığı(!) pekçok şeyden sakınıyor. Harama bakabilecekken bakmıyor. Çalabilecekken çalmıyor. İçebilecekken içmiyor... vs. İmtihanın doğasını biliyor.
Fakat kendi hayatını anlamını şeriatın sınırlarıyla bulduğu ve memnun da olduğu halde eşcinselin hayatını artık "Kuvve-i şeheviyesine şeriat ile sınır koymaya mecbur edilemez! Çünkü öyle yaratılmış!" şeklinde yorumlayabiliyor. (AB ülkelerinde, müslümanların vatandaşlıkları sözkonusu olduğunda gündeme gelen anketlerin 'eşcinselliğe hoşgörü' eksenli sorularla dolu olması sizce tesadüf mü? Bence eşcinselliğe bakış, modernizmin veya post-modernizmin nötrleştirme hamlesi açısından kıymetli bir konuma sahip. Asimilasyona müsait olma tahlili.)
Empatiye zorlanmak ne demek? Hollywood yapımlarında (ve onların ayak izlerini takip eden yerli yapımlarda) şöyle bir temayül var: Eşcinsellerin tamamı, diğer bireylerin sahip olamadığı kadar iyi bir kalbe ve karaktere sahip oluyorlar. (Özellikle komedi yapımlarında.) Sanki fuhuş ve uyuşturucu sektörlerinin üzerlerinde döndüğü insanlar bu insanlar değillermiş gibi, nerede bir eşcinsel var, o içinde bulunduğu kurgunun en sempatik karakteri oluveriyor... İsmetin nübüvvet elinden (hâşâ) alınıp eşcinsellere verildiği bu duruma bir endoktrinasyon (beyin yıkama) demek doğru olmaz mı? Bence şu an hepimizin zihni böylesi bir endoktrinasyona maruz bırakılıyor. Kuvve-i şeheviyenin sapkınlığı olan bir durum 'doğal' olarak sunularak varlık algımız haram/helal noktasında nötrleştiriyor. 'O da olabilir, bu da olabilir...' gibi geliyor.
Algı saldırılarına karşı izzetli bir İslam müdafaası olduğunu düşündüğüm 17. Lem'a, belki biraz da bu yüzden, 9. Notası'nda bizi 'durduğumuz yerden emin olmaya' çağırıyor: "Bil ki, nev-i beşerde nübüvvet, beşerdeki hayır ve kemâlâtın fezlekesi ve esasıdır. Din-i hak, saadetin fihristesidir. İman, bir hüsn-ü münezzeh ve mücerreddir. Madem şu âlemde parlak bir hüsün, geniş ve yüksek bir hayır, zâhir bir hak, fâik bir kemal görünüyor. Bilbedâhe, hak ve hakikat, nübüvvet içindedir ve nebîler elindedir. Dalâlet, şer ve hasâret, onun muhalifindedir..." Bu paragrafı okuduktan sonra hepimizin kendisine sorması gereken soru şu sanırım: Hâlâ doğru tarafta olduğumuzdan emin miyiz? İşte buna katkı sağlayabilecek detaylara dair bir sağlama sorusu daha: Eşcinseller hakkında fikriniz nedir?
17 Ekim 2015 Cumartesi
15 Ekim 2015 Perşembe
Hulusi abi beni yazmakla nasıl barıştırdı?
Barla Lahikası'nda iki mektup var. Birbirlerinden uzak sayılmazlar. Birisi, yani Hulusi abininki, 62. mektup; diğeri, yani Lütfi'nin arkadaşı diye imzalı olan, 83. mektup. Bu iki mektubu benim açımdan değerli kılansa, her iki mektupta da 'edebiyat eleştirisi' yapılıyor olması. Öyle uzun/derin eleştiriler değil bunlar. Belki 'bir ifadelik' dokundurmalar yapılıyor ikisinde de. Fakat Risale-i Nur külliyatı genelinde edebiyatın (tekrarlar da dahil) sadece 28 kez (Barla Lahikası'nda ise sadece bu iki mektupta) geçmesi dolayısıyla dikkate mucipler.
Her iki mektubu yanyana koyup okuduğunuzda, mezkûr metinlerin mucbir bir sebepten dolayı böyle bir içeriğe sahip olduğunu hissediyorsunuz. Doğaçlama değiller. Yani, sanki Risale-i Nur metinlerine edebiyat üzerinden (edebî olmadıkları noktasında) bir eleştiri yapılmış ve bu talebeler de Üstadlarının metinlerine yapılan eleştiriyi üzerlerine alınmışlar ve savunmuşlar gibi. (Bu, Bediüzzaman'ın talebelik hassalarından olarak saydığı 'Sözleri kendi malı ve telifi gibi hissedip sahip çıksın' perspektifinden anlaşılır bir tavırdır.) Bu nedeni merak etmekle birlikte, şu ana kadar ikna edici bir cevap da bulamadım. (Belki Ahmet Özkılınç abiye sormalıyım.) Her neyse...
Ben şimdi bu iki mektuptan birincisinin, yani Hulusi abiye ait olanın, bana sunduğu deva hakkında konuşmak istiyorum. Bu mektubu ilk okuyuşumun üzerinden on yıldan fazla bir zaman geçti. Bu tesiri ve devayı bana ilk okuyuşta mı sundu? Emin değilim. Fakat bu okuyuşlardan birisinde beni yazmakla barıştırdığını hatırlıyorum. Peki, edebiyat eleştirisi içeren bir metin insanı yazmakla nasıl barıştırır? Bu sorunun cevabını vermeden evvel, yazıyla haşir-neşir olan pekçoğunuzun da benzerini yaşadığını tahmin ettiğim bir halet-i ruhiyeden bahsedeceğim. O halet de şudur ki: İnsan, edebiyat ve belagat arasındaki nüansı anlamadığı sürece, metnin sanatı, metni yazmanın önündeki engel konumundan kurtulamıyor. Yani yazılanın sonu gelmeyen bir 'daha güzel' derinliğine sahip olması ve sizin bu 'daha güzel'in şehvetinten kurtulamayışınız, kaleminizi yazamaz hale getiriyor.
Bu, kendi içinizde yaşadığınız bir hırs ve hased aslında bir nevi. Ve hırs/hased, çıkması hiç bitmeyen bir merdiven gibidir. Neye ulaşsanız hep bir fazlası oluyor ve bu bir fazlası, bir eksiğini elde etmenizin de (onunla mutlu olabilmenizin de) katili oluyor. Mürşidim, bu bir fazlasının bir eksiğini katletmesi meselesine şöyle işaret eder: "Ey talib-i hakikat! Madem hakta ittifak, ehakta ihtilâftır. Bazan hak, ehaktan ehaktır. Hem de olur hasen, ahsenden ahsen." Ulaşabildiğin hasen, elde edemediğin ahsenden ahsendir. Kavuştuğun güzel, kavuşamayacağın 'daha güzelden' daha güzeldir. Çünkü gerçektir. Gerçek, hayalle yaptığı maça, somut oluşu (veya ulaşılabilirlik) açısından bir sıfır önde başlar.
İnsanın, hassaten yazmaya başladığı ilk yıllarda, kalemle yaptığı en büyük kavgalardan birisi de 'yazıp yırtmalar' üzerinden yaşanıyor. Yazıyorsunuz, fakat aynı zamanda da yaşıyorsunuz. Yaşarken, olduğunuz yerden daha ileride bir yerde bitiriyorsunuz hayatı. Yaşamak 'ben'ler arası bir yolculuktur. Bu yolculuk hiç bitmiyor. Ve hiçbir yazınızı, işte tam da bu sebepten ötürü, aynı kişi olarak okumuyorsunuz ikinci seferinde. Her yazdığınızdan, son noktayı koyduğunuz andan itibaren, uzaklaşıyorsunuz.
Bu uzaklaşma, ikinci buluşmada oradaki bazı ifadeleri garipsemenize neden oluyor. "Böyle de olmaz ki canım!" diyerek tashihe girişiyorsunuz. Tashih yetmiyor. Baştan yazıyorsunuz. Eskisi 'artık iflah olmaz' gelince yırtılıp çöpkutusunu boyluyor. Yeni birşey başlıyor sıfırdan. Fakat o sıfırdan başlayış da sonsuzun karşısında bir hiç. İnsan, ayine-i bâki olması hasebiyle değişime doymuyor. Bir değiştiriyor. Yetmiyor. Bir daha değiştiriyor. Yine yetmiyor. Çünkü kendisi de sürekli değişiyor esmaü'l-hüsnanın tecellileri karşısında. Rabbülâlemin olan Allah'ı kendi küçük âlemimize sığdırmamız, Ârş-ı Âzâm sahibini kendi kalbî ve küçük arşımızda tastamam misafir etmemiz mümkün değil. Sınırlıyız. Bu sınırlar sayesinde 'daha güzeller' ortaya çıkıyor. Ve bu daha güzeller hiç bitmiyor. Eğer kusurlarınızla barışıp parça olmaya razı olmazsanız. Yani 'daha azı' kalmaya...
İktisat, kanaat, şükür gibi kavramlar, bir yönüyle de 'daha fazlasını isteme' güdümüzün bizi mecnun edeceğini farkedip 'istikametli bir haddini bilme' halini almamızı ifade ediyorlar. Tam bu noktada ahseni terkedip hasen olmayı kabul ediyoruz. Daha iyiye dair olmayı, daha iyi olmaya tercih ediyoruz. Sahip olmaktansa dahil olmayı seçiyoruz bu perspektifte. İhlas temalı yazılarımı okuyanlar hatırlarlar: Ben, ihlası da, sahip olmadan dahil olmaya geçiş olarak görüyorum. Yani bütünün sahibi/hâkimi olmayı terkedip onun içinde küçücük (bir an-ı seyyale kadarcık) olsun yer tutmayı yeterli görmek ihlasın başlangıcı ve sonucu. İhlaslı olan; öne çıkmak, ilk anılmak, hep anılmak, hep görünmek, önce görünmek istemiyor. İhlaslı olan vazife zamanı öne çıkmayı, ücret zamanı kendini geri çekmeyi seviyor. Ve yine ihlaslı olan, kendi adına varolmayı değil, Cenab-ı Hak adına varolmayı seviyor. Fenafillah dediğimiz sır, biraz da bu. Hakkın hatırını diğer bütün hatırlardan âli tutma. Buna kendin de dahil.
Yazmakla ilgisine geleyim: Belagat ve edebiyat arasındaki nüanstan bahsettim yazının giriş kısmında. Bunu ilk kez Kenan Demirtaş abiden dinlemiştim. Belagat, muhatabın ve mukteza-i halin de dikkate alındığı, daha doğrusu mektubun manasının zarfından/kağıdından daha kıymetli olduğu bir alana tekabül ediyor. Belagatta mesajın nakli, sanatına kıyasla daha bir odak noktasında. Fakat edebiyat, sözün sanatına konsantre olmuş durumda. Sözün sanatlı olmasını muhataba ulaşmasından daha ehemmiyetli buluyor. Zaten muhatabı da sözden sonra, ikincil derecede nazar-ı dikkate alıyor. Bu yüzden belagat, edebiyattan daha kapsamlı ve külli bir alana tekabül ediyor.
Yine mesela Kur'an'ın belagatinden sözedilir. Ama Kur'an'ın edebiyatından sözedilmez. Çünkü kelamullah tenezzül-ü ilahîdir. Allah, kullarının seviyesine göre konuşmuştur onda. Tenezzül-ü ilahî bu açıdan da bize büyük bir ders veriyor. Kudreti herşeye yeten Allah, bizimle, 'bize göre' değil de azametine göre konuşsaydı nasıl onu anlayabilirdik? Hz. Musa'nın (a.s.) yaşadığı kıssadan da ders alıyoruz ki, tahammülü mümkün olmayan ve 'bütün lisanların gücüne sahip' bir beyandır onunkisi.
Hulusi abinin mektubuna geri dönelim. Orada şöyle söylüyor Hulusi abi Risale metinlerine dair: "Kimin haddidir ki, bu Nurlarda yanlışlık bulsun. Evet, bazı ibareler belki edebiyat denilen şeye tam muvafık düşmüyormuş. Bunda da isabet var. Çünkü edebiyat satılmıyor, Kur'ân'dan nurlar gösteriliyor. Bu fakir kardeşiniz bu Sözler'i okuduğum zaman Üstadımı temsil eder bir hal alıyorum. Tâbiratınızla, şivenizle okumak bana o kadar zevkli, lezzetli geliyor ki, tarif edemem."
Burada Hulusi abinin Risale-i Nur'u edebiyattan öte görmesi, bir yönüyle edebî olanın ihlasa muvafık düşmeyen kusurlarından da bir tenzih içeriyor. "Edebiyat satılmıyor..." derken söylemek istediği bu. Bediüzzaman, elbette kelam ederken tedris ettiği ilimler çerçevesinde mesajının sıhhatine dikkat ediyor, fakat ondan ötede lafızların ve ibarelerin sanatlı oluşuna, hele çok sonraları öğrendiği bir lisan olan Türkçede eser yazarken, daha edebî ifadeler kullanmaya dikkat etmiyordu. Süsle değil, hakikati olduğu gibi beyan etmeyle işi vardı onun. Yani aradığı belagatti. Muhatabına ve mukteza-i hale uygun söz söylemekti. Bu, onu metnin sahibi değil, mesajın parçası kılıyordu. Ve bu metne özensizlik değildi, aslonanın bu metin olmadığını farkedişle asla gösterilen bir özendi.
Bana gelelim. Bu metin beni yazmakla nasıl barıştırdı? Ben bu mektubu okuyana kadar yazdıklarını çok yırtıp atan, çok silip yeniden başlayan biriydim. Bu mektubu mezkûr perspektifle farkettikten sonradır ki, aslolanın ben veya metnim olmadığını anladım. 'Edebiyat satmayı' bıraktım.
Ondan sonra kalemimden çıkanlara karşı tavrım şöyle oldu: Yazdığım yazıya bakıyorum. Genel olarak vermek istediğim mesajı taşıyorsa, üzerine artık düşmüyorum, silip silip tekrar yazmıyorum. Onu resmin kendisi gibi değil, işaret ettiği şeyin parçası olarak tahayyül ediyorum. Bunu başardığı sürece de işini yapmış sayılır. Kusurlu olmaktan sahibi kurtulmamış ki, metni de kurtulsun! Kolay anlaşılmak. Açık olmak. Aynanın hüneri budur. Bütünü gösterebildiği ve bütüne uyduğu sürece parça başarılıdır. Neden yazdıklarımızı yırtıp yırtıp yeniden yazıyoruz? Çünkü kendimizi ve metnimizi mesajın aslı sanıyoruz. Hayır, biz mesajın ancak parçasıyız. Kalıcı değiliz. Bir an-ı seyyale gölgesinde varolsak yeter. İşaret etsek yeter. Allah şahit olsa, yeter. İnsanın herşeyde olduğu gibi yazmakta da işini zorlaştıran kendini kendinden büyük birşeyin yerine koyması. Ve taşıyamaması.
Her iki mektubu yanyana koyup okuduğunuzda, mezkûr metinlerin mucbir bir sebepten dolayı böyle bir içeriğe sahip olduğunu hissediyorsunuz. Doğaçlama değiller. Yani, sanki Risale-i Nur metinlerine edebiyat üzerinden (edebî olmadıkları noktasında) bir eleştiri yapılmış ve bu talebeler de Üstadlarının metinlerine yapılan eleştiriyi üzerlerine alınmışlar ve savunmuşlar gibi. (Bu, Bediüzzaman'ın talebelik hassalarından olarak saydığı 'Sözleri kendi malı ve telifi gibi hissedip sahip çıksın' perspektifinden anlaşılır bir tavırdır.) Bu nedeni merak etmekle birlikte, şu ana kadar ikna edici bir cevap da bulamadım. (Belki Ahmet Özkılınç abiye sormalıyım.) Her neyse...
Ben şimdi bu iki mektuptan birincisinin, yani Hulusi abiye ait olanın, bana sunduğu deva hakkında konuşmak istiyorum. Bu mektubu ilk okuyuşumun üzerinden on yıldan fazla bir zaman geçti. Bu tesiri ve devayı bana ilk okuyuşta mı sundu? Emin değilim. Fakat bu okuyuşlardan birisinde beni yazmakla barıştırdığını hatırlıyorum. Peki, edebiyat eleştirisi içeren bir metin insanı yazmakla nasıl barıştırır? Bu sorunun cevabını vermeden evvel, yazıyla haşir-neşir olan pekçoğunuzun da benzerini yaşadığını tahmin ettiğim bir halet-i ruhiyeden bahsedeceğim. O halet de şudur ki: İnsan, edebiyat ve belagat arasındaki nüansı anlamadığı sürece, metnin sanatı, metni yazmanın önündeki engel konumundan kurtulamıyor. Yani yazılanın sonu gelmeyen bir 'daha güzel' derinliğine sahip olması ve sizin bu 'daha güzel'in şehvetinten kurtulamayışınız, kaleminizi yazamaz hale getiriyor.
Bu, kendi içinizde yaşadığınız bir hırs ve hased aslında bir nevi. Ve hırs/hased, çıkması hiç bitmeyen bir merdiven gibidir. Neye ulaşsanız hep bir fazlası oluyor ve bu bir fazlası, bir eksiğini elde etmenizin de (onunla mutlu olabilmenizin de) katili oluyor. Mürşidim, bu bir fazlasının bir eksiğini katletmesi meselesine şöyle işaret eder: "Ey talib-i hakikat! Madem hakta ittifak, ehakta ihtilâftır. Bazan hak, ehaktan ehaktır. Hem de olur hasen, ahsenden ahsen." Ulaşabildiğin hasen, elde edemediğin ahsenden ahsendir. Kavuştuğun güzel, kavuşamayacağın 'daha güzelden' daha güzeldir. Çünkü gerçektir. Gerçek, hayalle yaptığı maça, somut oluşu (veya ulaşılabilirlik) açısından bir sıfır önde başlar.
İnsanın, hassaten yazmaya başladığı ilk yıllarda, kalemle yaptığı en büyük kavgalardan birisi de 'yazıp yırtmalar' üzerinden yaşanıyor. Yazıyorsunuz, fakat aynı zamanda da yaşıyorsunuz. Yaşarken, olduğunuz yerden daha ileride bir yerde bitiriyorsunuz hayatı. Yaşamak 'ben'ler arası bir yolculuktur. Bu yolculuk hiç bitmiyor. Ve hiçbir yazınızı, işte tam da bu sebepten ötürü, aynı kişi olarak okumuyorsunuz ikinci seferinde. Her yazdığınızdan, son noktayı koyduğunuz andan itibaren, uzaklaşıyorsunuz.
Bu uzaklaşma, ikinci buluşmada oradaki bazı ifadeleri garipsemenize neden oluyor. "Böyle de olmaz ki canım!" diyerek tashihe girişiyorsunuz. Tashih yetmiyor. Baştan yazıyorsunuz. Eskisi 'artık iflah olmaz' gelince yırtılıp çöpkutusunu boyluyor. Yeni birşey başlıyor sıfırdan. Fakat o sıfırdan başlayış da sonsuzun karşısında bir hiç. İnsan, ayine-i bâki olması hasebiyle değişime doymuyor. Bir değiştiriyor. Yetmiyor. Bir daha değiştiriyor. Yine yetmiyor. Çünkü kendisi de sürekli değişiyor esmaü'l-hüsnanın tecellileri karşısında. Rabbülâlemin olan Allah'ı kendi küçük âlemimize sığdırmamız, Ârş-ı Âzâm sahibini kendi kalbî ve küçük arşımızda tastamam misafir etmemiz mümkün değil. Sınırlıyız. Bu sınırlar sayesinde 'daha güzeller' ortaya çıkıyor. Ve bu daha güzeller hiç bitmiyor. Eğer kusurlarınızla barışıp parça olmaya razı olmazsanız. Yani 'daha azı' kalmaya...
İktisat, kanaat, şükür gibi kavramlar, bir yönüyle de 'daha fazlasını isteme' güdümüzün bizi mecnun edeceğini farkedip 'istikametli bir haddini bilme' halini almamızı ifade ediyorlar. Tam bu noktada ahseni terkedip hasen olmayı kabul ediyoruz. Daha iyiye dair olmayı, daha iyi olmaya tercih ediyoruz. Sahip olmaktansa dahil olmayı seçiyoruz bu perspektifte. İhlas temalı yazılarımı okuyanlar hatırlarlar: Ben, ihlası da, sahip olmadan dahil olmaya geçiş olarak görüyorum. Yani bütünün sahibi/hâkimi olmayı terkedip onun içinde küçücük (bir an-ı seyyale kadarcık) olsun yer tutmayı yeterli görmek ihlasın başlangıcı ve sonucu. İhlaslı olan; öne çıkmak, ilk anılmak, hep anılmak, hep görünmek, önce görünmek istemiyor. İhlaslı olan vazife zamanı öne çıkmayı, ücret zamanı kendini geri çekmeyi seviyor. Ve yine ihlaslı olan, kendi adına varolmayı değil, Cenab-ı Hak adına varolmayı seviyor. Fenafillah dediğimiz sır, biraz da bu. Hakkın hatırını diğer bütün hatırlardan âli tutma. Buna kendin de dahil.
Yazmakla ilgisine geleyim: Belagat ve edebiyat arasındaki nüanstan bahsettim yazının giriş kısmında. Bunu ilk kez Kenan Demirtaş abiden dinlemiştim. Belagat, muhatabın ve mukteza-i halin de dikkate alındığı, daha doğrusu mektubun manasının zarfından/kağıdından daha kıymetli olduğu bir alana tekabül ediyor. Belagatta mesajın nakli, sanatına kıyasla daha bir odak noktasında. Fakat edebiyat, sözün sanatına konsantre olmuş durumda. Sözün sanatlı olmasını muhataba ulaşmasından daha ehemmiyetli buluyor. Zaten muhatabı da sözden sonra, ikincil derecede nazar-ı dikkate alıyor. Bu yüzden belagat, edebiyattan daha kapsamlı ve külli bir alana tekabül ediyor.
Yine mesela Kur'an'ın belagatinden sözedilir. Ama Kur'an'ın edebiyatından sözedilmez. Çünkü kelamullah tenezzül-ü ilahîdir. Allah, kullarının seviyesine göre konuşmuştur onda. Tenezzül-ü ilahî bu açıdan da bize büyük bir ders veriyor. Kudreti herşeye yeten Allah, bizimle, 'bize göre' değil de azametine göre konuşsaydı nasıl onu anlayabilirdik? Hz. Musa'nın (a.s.) yaşadığı kıssadan da ders alıyoruz ki, tahammülü mümkün olmayan ve 'bütün lisanların gücüne sahip' bir beyandır onunkisi.
Hulusi abinin mektubuna geri dönelim. Orada şöyle söylüyor Hulusi abi Risale metinlerine dair: "Kimin haddidir ki, bu Nurlarda yanlışlık bulsun. Evet, bazı ibareler belki edebiyat denilen şeye tam muvafık düşmüyormuş. Bunda da isabet var. Çünkü edebiyat satılmıyor, Kur'ân'dan nurlar gösteriliyor. Bu fakir kardeşiniz bu Sözler'i okuduğum zaman Üstadımı temsil eder bir hal alıyorum. Tâbiratınızla, şivenizle okumak bana o kadar zevkli, lezzetli geliyor ki, tarif edemem."
Burada Hulusi abinin Risale-i Nur'u edebiyattan öte görmesi, bir yönüyle edebî olanın ihlasa muvafık düşmeyen kusurlarından da bir tenzih içeriyor. "Edebiyat satılmıyor..." derken söylemek istediği bu. Bediüzzaman, elbette kelam ederken tedris ettiği ilimler çerçevesinde mesajının sıhhatine dikkat ediyor, fakat ondan ötede lafızların ve ibarelerin sanatlı oluşuna, hele çok sonraları öğrendiği bir lisan olan Türkçede eser yazarken, daha edebî ifadeler kullanmaya dikkat etmiyordu. Süsle değil, hakikati olduğu gibi beyan etmeyle işi vardı onun. Yani aradığı belagatti. Muhatabına ve mukteza-i hale uygun söz söylemekti. Bu, onu metnin sahibi değil, mesajın parçası kılıyordu. Ve bu metne özensizlik değildi, aslonanın bu metin olmadığını farkedişle asla gösterilen bir özendi.
Bana gelelim. Bu metin beni yazmakla nasıl barıştırdı? Ben bu mektubu okuyana kadar yazdıklarını çok yırtıp atan, çok silip yeniden başlayan biriydim. Bu mektubu mezkûr perspektifle farkettikten sonradır ki, aslolanın ben veya metnim olmadığını anladım. 'Edebiyat satmayı' bıraktım.
Ondan sonra kalemimden çıkanlara karşı tavrım şöyle oldu: Yazdığım yazıya bakıyorum. Genel olarak vermek istediğim mesajı taşıyorsa, üzerine artık düşmüyorum, silip silip tekrar yazmıyorum. Onu resmin kendisi gibi değil, işaret ettiği şeyin parçası olarak tahayyül ediyorum. Bunu başardığı sürece de işini yapmış sayılır. Kusurlu olmaktan sahibi kurtulmamış ki, metni de kurtulsun! Kolay anlaşılmak. Açık olmak. Aynanın hüneri budur. Bütünü gösterebildiği ve bütüne uyduğu sürece parça başarılıdır. Neden yazdıklarımızı yırtıp yırtıp yeniden yazıyoruz? Çünkü kendimizi ve metnimizi mesajın aslı sanıyoruz. Hayır, biz mesajın ancak parçasıyız. Kalıcı değiliz. Bir an-ı seyyale gölgesinde varolsak yeter. İşaret etsek yeter. Allah şahit olsa, yeter. İnsanın herşeyde olduğu gibi yazmakta da işini zorlaştıran kendini kendinden büyük birşeyin yerine koyması. Ve taşıyamaması.
14 Ekim 2015 Çarşamba
Kadere iman, imanın kemalidir 5
İhsan Oktay Anar'ın Suskunlar kitabında geçiyordu sanırım şu cümle: "Kusur insanın imzasıdır..." O halde insan olduğumuzu bilmek de 'kusurlu olduğumuzu bilmekle' başlar. İtikadî anlamda, Allah'la ile kendi aramıza koyduğumuz en temel ayraclardan birisi budur: Biz kusurluyuz. Hep de öyle kalacağız. Fakat o Allah. O kusursuz. Bu, Vacibü'l-Vücud kavramlaştırmasıyla da ilgili biraz. Kusurluların kusurları içinde boğulmamak için umudu o. Vagonların ilerlemek için muhtaç olduğu lokomotif. Kusurluların ayakta kalmak için muhtaç olduğu Subhan. Onun her fiili subhaniyetin cilasıyla cilalandığındandır ki, fiillerimize benzemez. Şuunatı dahi '(...)-i mukaddese' ve '(...)-i münezzehe' ile ancak tabir edilir. Tenzih hakikati, sadece kusurlardan tenzihi değil, nitelik olarak 'eyleyişimiz' ve 'eyleyişi' arasındaki kıyaslanmazlığı da bize fısıldar.
En çok 'ihata' farkıdır bu. Biz kuşatamayız. O kuşatır. Her kusur bir sınırdan/kuşatamayıştan kaynaklanır. Sonsuz olan ilah için (tevhide iman sonsuzluğa imandır, şirk ise sınırlamaktır) ise kusursuzluk kemalin gereğidir. Tenzih, tevhidin getirisidir. Tevhid, tenzihin delilidir. "Zira, hulfü'l-vaad ya cehilden, ya aczden gelir." Allah'ın subhaniyetini her vurguladığımızda aslında demek istiyoruz ki: Sen bizim yaptığımız gibi yapmazsın. Çünkü kusur bizim imzamız olduğu gibi, kusursuzluk da senin imzandır. 'Kusurluluk' ve 'kusursuzluk' diye iki kutup-kavram olduğuna göre âlemde ve belirgin bir şekilde kusur bize aitse (ki hatalarımız bunun en büyük delilidir) o zaman kusursuzluk da sana aittir. Mütekelliminin hudus delili biraz da buna bakar. Yokun varlığından bahsedemeyiz. Yokun ancak yokluğundan bahsedilebilir. Tıpkı 'şirk' gibi.
Bu, 'bizim fiillerimiz' ve 'onun fiilleri' taksimi de sahici bir taksim değil. Sınırlarımızı tanıma aracımızdır bu taksim aslında. Çünkü 'fiilerimiz' derken sınırlılığımız içinde şahit olduklarımızdan hareketle konuşuyoruz. Yaratışın 'istemek' ve 'kazanmak' kadarına şahitiz. Bizle olanı, 'bizim yaptığımız' yerine koyarak isimlendiriyoruz. Sebepler âleminde bir kolaylık sağlıyor bu bize. Ancak şunu unutmamalı: Beraber yaratılmak yanındakini 'yaratmak' demek değildir. Yanında olması 'senin' demek değildir. Yaratmak (ve bu anlamda sahiplik) daha fazlasını ister. Bediüzzaman'ın Risale-i Nur'da altını çok belirgin çizdiği sırr-ı iktiran bize bunu söyler.
Bizim 'benim' veya 'Ben yaptım' dememiz, işin/nesnenin bizimle mukaranetini/yakınlığını ifade eden bir mecazdır. Hakikatte her fiil kaderin 'takdir' ve kudretin 'halk' süzgecinden geçtiğinden ötürü onundur. Fiil yaratmak insanın harcı değildir. Çünkü, istemek omuzlarına göre, fakat o fiile lazım olan yükü taşımak omuzlarına göre değildir. Her fiil aynı zamanda kainatla beraber atılmış bir adımdır. (Onun bütün detaylarına hâkimmişçesine atılmış bir adımdır.) Bir uygun adımdır. "Ferdiyet cilvesi, kâinat yüzünde öyle bir sikke-i vahdet koymuştur ki, kâinatı tecezzî kabul etmez bir küll hükmüne getirmiştir. Bütün kâinata tasarruf edemeyen bir zât, hiçbir cüz'üne hakikî mâlik olamaz." Ve Kafka'nın dediği gibi: "İyiler hep uygun adım ilerler."
Bu noktada kötülüğü/günahı bu uygun adım yürüyüşü bozan şımarık tavırlar olarak tarif edebiliriz. Şeriatı da 'uygun adım yürüme kılavuzu' olarak. Fakat bu şımarık tavırlar bile kainatın nizamını bozamaz. Çünkü onlar da Ezelî bir bilişle bilinmiş, kaderde yazılmış, kudretle yaratılmıştır. İşte bu sebeple Kelebek Etkisi filminin de giriş cümlesi olan 'kaos teorisi' bir sanrıya dönüşür. Günahkâr bir kelebeğin kanat çırpışı kainatta bir kaos yaratamaz. Çünkü kanat çırpışını yaratan kelebek değildir. Kainat, birbirinden habersiz parçaların fiileriyle gelişigüzel şekilleniyor değildir. Bütünün sahibi, bütüne göre yaratmaktadır her bir parçayı. Arzumuz, kader kalıplarını yıkamaz. Kader kalıpları içinde kendine akacak bir yer bulur. Bu noktada 'uyum delili' kaderin de en büyük delili haline gelir. Nasıl? Şöyle: Dün-bugün-yarın birbirine uyuyorsa/uyumluysa, bu uyumu açıklamak için, dünü-bugünü-yarını birden bilen bir ilaha ihtiyaç var.
Kader inkârcılarının en çok takıldığı noktalardan birisinin de bu olduğu görünüyor. Onlar imtihanın hikmetli(!) olması için Allah'ın malumu olmayan bir alan açmayı gerekli görüyorlar. İmtihanı emirle değil ilimle ilgili sanıyorlar. Çünkü imtihan tanımını bu dünyada kullandıkları mecaz karşılıkla dolduruyorlar. Allah'ı insan yerine koyuyorlar. (Öğretmen, öğrenciyi 'durumunu öğrenmek için' imtihan ediyor.) Hatta bir adım ötesinde diyorlar ki: "Sadece ilmiyle değil, kudretiyle de dahil olmadığı; ondan bağımsız yaratılmış birşeyler olmalı ki, imtihan hikmetli olsun. Allah da sınadığının sonucunu öğrensin."
Halbuki öğrenmek bir aczdir. Öğrenenin öğrendiği şeyi daha önce bilmediğine, dolayısıyla cehaletine hükmederiz biz. Bu da, en başta altını kalınca çizmeye çalıştığımız, tenzih hakikatine zarar verir. Hatta, daha da yukarısında, Allah'la kul arasına niteliksel anlamda koymamız gereken ilk ayıracın ihmal edildiğini gösterir. Neden böyle söylüyorum? Zira tenzih, eksiklik kaldırmaz. O zaman kader inkârcılarının inandığı Allah kusurlu bir Allah'tır. Kusur noktasında da insan gibidir.
Peki, biz ne ile imtihan oluyoruz? Biz Allah'ın (hâşâ) ilminin dışına çıkmakla veya çıkmamakla değil, emrinin dışına çıkmakla veya çıkmamakla imtihan oluyoruz. İmtihanı anlamlı kılan budur. Kulun, Allah'ın ilminin dışına çıkmak veya çıkmamak arasında mütehayyir kalması diye birşey sözkonusu değildir. Zira böyle bir (yarattığını sonradan öğrenen) ilahın yaratması da mümkün değildir. Yaratış için ilim-irade-kudret üçlüsünün üçü de lazımdır, yalnızca kudret değil.
Fakat şu vardır: İnsan sonradan öğrenir. Ve insanın bu sonradan öğrenme kusurundan dolayı imtihan sürecinin şahidi olması elzemdir. Rahman, kullarını, süreçlerinin şahidi olmakla da mükafatlandırmıştır. Yaratılışın esma-i ilahiye bakan binbir hikmetinden başka, bu hikmetin altını mutlaka çizmeliyiz. Sınırlı olan öğrenir. Öğrenen de şahit olmak zorundadır. Biz de dünya imtihanında 'kalubela' sözümüzün şahidi oluruz. İlmelyakin bildiğimizi hakkalyakin öğreniriz. Ve gün gelip hakettiğimiz yere gittiğimizde Cenab-ı Hakka karşı uyduracağımız bahane kalmaz. İsrâ sûresi bize bu sırrı şöyle fısıldar: "Biz bir peygamber göndermedikçe azap da etmeyiz." Sen de emrin dışına çıkıp kendi sürecinin şahidi olmadıkça Allah Ezelî ilmiyle cezalandırmaz seni.
En çok 'ihata' farkıdır bu. Biz kuşatamayız. O kuşatır. Her kusur bir sınırdan/kuşatamayıştan kaynaklanır. Sonsuz olan ilah için (tevhide iman sonsuzluğa imandır, şirk ise sınırlamaktır) ise kusursuzluk kemalin gereğidir. Tenzih, tevhidin getirisidir. Tevhid, tenzihin delilidir. "Zira, hulfü'l-vaad ya cehilden, ya aczden gelir." Allah'ın subhaniyetini her vurguladığımızda aslında demek istiyoruz ki: Sen bizim yaptığımız gibi yapmazsın. Çünkü kusur bizim imzamız olduğu gibi, kusursuzluk da senin imzandır. 'Kusurluluk' ve 'kusursuzluk' diye iki kutup-kavram olduğuna göre âlemde ve belirgin bir şekilde kusur bize aitse (ki hatalarımız bunun en büyük delilidir) o zaman kusursuzluk da sana aittir. Mütekelliminin hudus delili biraz da buna bakar. Yokun varlığından bahsedemeyiz. Yokun ancak yokluğundan bahsedilebilir. Tıpkı 'şirk' gibi.
Bu, 'bizim fiillerimiz' ve 'onun fiilleri' taksimi de sahici bir taksim değil. Sınırlarımızı tanıma aracımızdır bu taksim aslında. Çünkü 'fiilerimiz' derken sınırlılığımız içinde şahit olduklarımızdan hareketle konuşuyoruz. Yaratışın 'istemek' ve 'kazanmak' kadarına şahitiz. Bizle olanı, 'bizim yaptığımız' yerine koyarak isimlendiriyoruz. Sebepler âleminde bir kolaylık sağlıyor bu bize. Ancak şunu unutmamalı: Beraber yaratılmak yanındakini 'yaratmak' demek değildir. Yanında olması 'senin' demek değildir. Yaratmak (ve bu anlamda sahiplik) daha fazlasını ister. Bediüzzaman'ın Risale-i Nur'da altını çok belirgin çizdiği sırr-ı iktiran bize bunu söyler.
Bizim 'benim' veya 'Ben yaptım' dememiz, işin/nesnenin bizimle mukaranetini/yakınlığını ifade eden bir mecazdır. Hakikatte her fiil kaderin 'takdir' ve kudretin 'halk' süzgecinden geçtiğinden ötürü onundur. Fiil yaratmak insanın harcı değildir. Çünkü, istemek omuzlarına göre, fakat o fiile lazım olan yükü taşımak omuzlarına göre değildir. Her fiil aynı zamanda kainatla beraber atılmış bir adımdır. (Onun bütün detaylarına hâkimmişçesine atılmış bir adımdır.) Bir uygun adımdır. "Ferdiyet cilvesi, kâinat yüzünde öyle bir sikke-i vahdet koymuştur ki, kâinatı tecezzî kabul etmez bir küll hükmüne getirmiştir. Bütün kâinata tasarruf edemeyen bir zât, hiçbir cüz'üne hakikî mâlik olamaz." Ve Kafka'nın dediği gibi: "İyiler hep uygun adım ilerler."
Bu noktada kötülüğü/günahı bu uygun adım yürüyüşü bozan şımarık tavırlar olarak tarif edebiliriz. Şeriatı da 'uygun adım yürüme kılavuzu' olarak. Fakat bu şımarık tavırlar bile kainatın nizamını bozamaz. Çünkü onlar da Ezelî bir bilişle bilinmiş, kaderde yazılmış, kudretle yaratılmıştır. İşte bu sebeple Kelebek Etkisi filminin de giriş cümlesi olan 'kaos teorisi' bir sanrıya dönüşür. Günahkâr bir kelebeğin kanat çırpışı kainatta bir kaos yaratamaz. Çünkü kanat çırpışını yaratan kelebek değildir. Kainat, birbirinden habersiz parçaların fiileriyle gelişigüzel şekilleniyor değildir. Bütünün sahibi, bütüne göre yaratmaktadır her bir parçayı. Arzumuz, kader kalıplarını yıkamaz. Kader kalıpları içinde kendine akacak bir yer bulur. Bu noktada 'uyum delili' kaderin de en büyük delili haline gelir. Nasıl? Şöyle: Dün-bugün-yarın birbirine uyuyorsa/uyumluysa, bu uyumu açıklamak için, dünü-bugünü-yarını birden bilen bir ilaha ihtiyaç var.
Kader inkârcılarının en çok takıldığı noktalardan birisinin de bu olduğu görünüyor. Onlar imtihanın hikmetli(!) olması için Allah'ın malumu olmayan bir alan açmayı gerekli görüyorlar. İmtihanı emirle değil ilimle ilgili sanıyorlar. Çünkü imtihan tanımını bu dünyada kullandıkları mecaz karşılıkla dolduruyorlar. Allah'ı insan yerine koyuyorlar. (Öğretmen, öğrenciyi 'durumunu öğrenmek için' imtihan ediyor.) Hatta bir adım ötesinde diyorlar ki: "Sadece ilmiyle değil, kudretiyle de dahil olmadığı; ondan bağımsız yaratılmış birşeyler olmalı ki, imtihan hikmetli olsun. Allah da sınadığının sonucunu öğrensin."
Halbuki öğrenmek bir aczdir. Öğrenenin öğrendiği şeyi daha önce bilmediğine, dolayısıyla cehaletine hükmederiz biz. Bu da, en başta altını kalınca çizmeye çalıştığımız, tenzih hakikatine zarar verir. Hatta, daha da yukarısında, Allah'la kul arasına niteliksel anlamda koymamız gereken ilk ayıracın ihmal edildiğini gösterir. Neden böyle söylüyorum? Zira tenzih, eksiklik kaldırmaz. O zaman kader inkârcılarının inandığı Allah kusurlu bir Allah'tır. Kusur noktasında da insan gibidir.
Peki, biz ne ile imtihan oluyoruz? Biz Allah'ın (hâşâ) ilminin dışına çıkmakla veya çıkmamakla değil, emrinin dışına çıkmakla veya çıkmamakla imtihan oluyoruz. İmtihanı anlamlı kılan budur. Kulun, Allah'ın ilminin dışına çıkmak veya çıkmamak arasında mütehayyir kalması diye birşey sözkonusu değildir. Zira böyle bir (yarattığını sonradan öğrenen) ilahın yaratması da mümkün değildir. Yaratış için ilim-irade-kudret üçlüsünün üçü de lazımdır, yalnızca kudret değil.
Fakat şu vardır: İnsan sonradan öğrenir. Ve insanın bu sonradan öğrenme kusurundan dolayı imtihan sürecinin şahidi olması elzemdir. Rahman, kullarını, süreçlerinin şahidi olmakla da mükafatlandırmıştır. Yaratılışın esma-i ilahiye bakan binbir hikmetinden başka, bu hikmetin altını mutlaka çizmeliyiz. Sınırlı olan öğrenir. Öğrenen de şahit olmak zorundadır. Biz de dünya imtihanında 'kalubela' sözümüzün şahidi oluruz. İlmelyakin bildiğimizi hakkalyakin öğreniriz. Ve gün gelip hakettiğimiz yere gittiğimizde Cenab-ı Hakka karşı uyduracağımız bahane kalmaz. İsrâ sûresi bize bu sırrı şöyle fısıldar: "Biz bir peygamber göndermedikçe azap da etmeyiz." Sen de emrin dışına çıkıp kendi sürecinin şahidi olmadıkça Allah Ezelî ilmiyle cezalandırmaz seni.
12 Ekim 2015 Pazartesi
Önce 'amelinizde' rıza-i İlahî olmalı
"Demek, iki veli, iki ehl-i hakikat birbirini inkâr etmekle makamlarından sukut etmezler. Meğer, bütün bütün zâhir-i şeriate muhalif ve hatâsı zahir bir içtihadla hareket edilmiş ola." Kastamonu Lahikası'ndan.
Çok şeyler öğrendiğim ve hâlâ da öğrenmekte olduğum bir ağabeyimle yaşadığım anlaşmazlıktan (yoksa yorum farkı mı demeli) dolayı bu yazıyı gerekli gördüm. Çünkü bu yazı, konuyu kafamda da netleştirecek. (Kustuktan sonra içimde ne tuttuğumu öğreneceğim.) Şöyle bir noktadan başlayayım: "Ameller niyetlere göredir..." hadisi, mabeynimizde, metnin tamamından ve dolayısıyla biraz da bağlamından kopuk bir şekilde yorumlanıyor. Tahlilime geçmeden önce hadisin tamamını alıntılarsam: "Ameller niyetlere göredir. Herkese niyet ettiği şey vardır. Öyleyse, kimin hicreti Allah’a ve Resûlüne ise, onun hicreti Allah’a ve Resûlünedir. Kimin hicreti de elde edeceği bir dünyalığa veya nikahlayacağı bir kadına ise, onun hicreti de o hicret ettiği şeyedir." (Buhari, Nikah 5; Müslim, İmaret 155)
Kaynaklarda, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın, bu muhteşem düstûru 'sevdiği hanımla evlenmek için' Medine'ye hicret eden birisi üzerinden söylediği nakledilir. Dikkat edilirse, burada yapılan tesbit, belirsiz bir fiile dönük değil, 'hicret' fiiline dönüktür. Yani fiilin kendisi bellidir. Fiilin şer'î oluşu noktasında bir sıkıntı (veya yorum farkı) yoktur. Hatta Allah Resulü aleyhissalatuvesselam hicret emrini verdikten sonra o hicreti yapmamak mümini mesuliyet altına sokar. Fakat yapılması şer'an mecburî olan bu fiilin niyetinin de lillah için olması lazımdır ki, işte, "Ameller niyetlere göredir..." hadisi bize bu dersi veriyor.
Yaşadığım anlaşmazlık içerisinde farkettiğim şey şu ki: Biz bu hadisi 'zararları belirgin' fiiler için de bir meşruiyet aracı olarak kullanıyoruz. Örneğin; zahir-i şeriata uygun görünmeyen fiilerde dahi, niyetin iyi oluşuyla o fiilin salih amele dönebileceği yönünde bir yorumlayışımız var. Oysa, hadisin tamamı bize böyle bir hakkı vermiyor. Bu yorum tarzının zahir-i şeriatı küçümseyen yanı da yatsınamaz üstelik. Çünkü din bizi sadece kalpteki niyetle değil, ondan önce 'eylemlerle' sorumlu tutmuştur.
Helal ve harama taalluk eden her işimiz, bir niyet işi olmadan önce bir fiil işidir. Niyet, tıpkı yukarıdaki hadis metninde olduğu gibi, fiili eyleyenin 'fiilde kaliteye ulaşmak için' sıhhatini sorgulaması gereken birşeydir. Fakat namazı, orucu, zekatı, haccı vs... yapmadığı, yani hayırda fiili olmadığı halde (hatta buna mukabil haramlarla iştigal ettiği halde) bir de bu emirleri/nehiyleri küçümser tarzda niyetin güzelliğine yapılan vurgu veya onun rıza-i ilahîye matuf olmayan fiileri dahi salih amele dönüştürebileceği düşüncesi giderek "Benim kalbim temiz..." hamakatinin başka tarzda söylenmesine benzer. Zaruretler mi? Zaruretler zaten şeriatın küllüne dahildir. Din, zaruretlerin haram/helallere tesirinden habersiz değildir ki. Fakat zarurete ve şartlarına senin hevan değil, Kur'an ve sünnet karar verir.
Yani demem o ki: Biz, bir insanın Allah rızasını aradığını önce fiillerinden anlarız. Bediüzzaman'ın mahkeme müdafaalarında sıklıkla altını çizdiği gibi, kalbe değil ele bakarız. Hatta, en çok da bu yüzden belki, İhlas Risalesi ismiyle de meşhur 21. Lem'a'nın ilk düsturu şöyledir: "Amelinizde rıza-yı İlâhî olmalı." Yani değildir: "Niyetinizde rıza-yı İlahî olmalı." Niyet, hakikat bilgisi gibi umuma açık değildir. Önce amelde rıza-yı İlahî olmalıdır ki, eylem üzerinden tanımayı gerçekleştirelim. Yoksa kimsenin kalbini bilemeyeceğimizden en kerih bir işi yapanla, en iyi bir işi yapanı niyetçe birbirinden ayıramayız.
Kulluk, kardeşlik mabeyninde fiilde şeffaflık ister. Allah Resulü'nün, Safiye annemizin yüzünü açarak sahabe efendilerimize gösterdiği gibi, amelin açıklığı şeytanın fitne yollarını kapatır. Aksinin en bed örneklerini Fethullahçıların 'maslahat/tedbir' adına şeriat-ı İslamiyede verdikleri tavizlerde gördük. Başkaları da başka örneklerini bize gösteriyorlar. Özetlersem: Varlığı spesifik bir 'zamanın ilcaatı' veya 'iyi niyet' ile rıza-i İlahî'ye matuf olan amellerin değişmemesi için, okumamıza önce fiiller üzerinden başlamamız şart. Okumaya önce niyetten başlamak sağlıksızdır.
Biz, eğer ihlaslı olma iddiasındaysak, hazır olalım, bizi önce fiilerimizden tanıyacaklar. Allah'ın emri ve nehyi dairesinde sorunlu, dolayısıyla takvayla ilgisi sorunlu fiiler işleyip sonra da "Ameller niyetlere göredir..." diyemeyiz. Böyle fiiller işleyenleri de 'taraf-ı muhalifi iltizam' kokan bir bitaraflıkla 'samimi' bulamayız.
Allah Resulü aleyhissalatuvesselam hicreti emrettikten sonra Mekke'de kalmayı seçen bir müslüman "Benim niyetim iyi. Kalıp burada İslam'ı anlatmaya devam edeceğim..." diyemezdi. Deseydi de kimse onun iyi niyetine hamletmezdi. Çünkü zahir-i şeriat onu hicrete mecbur ediyordu. Biz de insanların zahir-i şeriata uymayan amellerini gördüğümüzde elbette bir çeşit halet-i ruhiye okuması yapabiliriz. (Bıçakla üzerimize koşan birisine dair yaptığımız niyet okuması suizan olabilir mi?) Aksi, aklın fonksiyonunu iptal olur. Müminin feraseti nerede kalır? Hucurat sûresindeki 'zannın çoğundan kaçınma' emri, bu noktada, hem daha bireysel/gizli, hem de niteliği meşkuk fiiller için geçerlidir. (Devamındaki 'Casusluk etmeyin!' emri de bunu destekler.) Kötülüğü, işleyeni tarafından da malum ve sakınılıyor olanı deşmemek içindir. Aksinde, zahir-i şeriata uymayan işler için dinin koyduğu tüm müeyyideler duman olur. Çünkü kimse niyeti göremez. Tekrar olacak, ama altını bir daha çizeyim: "Ameller niyetlere göredir..." hadisi, fiilin rıza-i İlahî dairesine isabet ettiği, fakat niyetin isabet etmediği bir durum için söylenmiştir. Fiilin de isabet etmediği bir durumu meşrulaştırmak için değil.
Çok şeyler öğrendiğim ve hâlâ da öğrenmekte olduğum bir ağabeyimle yaşadığım anlaşmazlıktan (yoksa yorum farkı mı demeli) dolayı bu yazıyı gerekli gördüm. Çünkü bu yazı, konuyu kafamda da netleştirecek. (Kustuktan sonra içimde ne tuttuğumu öğreneceğim.) Şöyle bir noktadan başlayayım: "Ameller niyetlere göredir..." hadisi, mabeynimizde, metnin tamamından ve dolayısıyla biraz da bağlamından kopuk bir şekilde yorumlanıyor. Tahlilime geçmeden önce hadisin tamamını alıntılarsam: "Ameller niyetlere göredir. Herkese niyet ettiği şey vardır. Öyleyse, kimin hicreti Allah’a ve Resûlüne ise, onun hicreti Allah’a ve Resûlünedir. Kimin hicreti de elde edeceği bir dünyalığa veya nikahlayacağı bir kadına ise, onun hicreti de o hicret ettiği şeyedir." (Buhari, Nikah 5; Müslim, İmaret 155)
Kaynaklarda, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın, bu muhteşem düstûru 'sevdiği hanımla evlenmek için' Medine'ye hicret eden birisi üzerinden söylediği nakledilir. Dikkat edilirse, burada yapılan tesbit, belirsiz bir fiile dönük değil, 'hicret' fiiline dönüktür. Yani fiilin kendisi bellidir. Fiilin şer'î oluşu noktasında bir sıkıntı (veya yorum farkı) yoktur. Hatta Allah Resulü aleyhissalatuvesselam hicret emrini verdikten sonra o hicreti yapmamak mümini mesuliyet altına sokar. Fakat yapılması şer'an mecburî olan bu fiilin niyetinin de lillah için olması lazımdır ki, işte, "Ameller niyetlere göredir..." hadisi bize bu dersi veriyor.
Yaşadığım anlaşmazlık içerisinde farkettiğim şey şu ki: Biz bu hadisi 'zararları belirgin' fiiler için de bir meşruiyet aracı olarak kullanıyoruz. Örneğin; zahir-i şeriata uygun görünmeyen fiilerde dahi, niyetin iyi oluşuyla o fiilin salih amele dönebileceği yönünde bir yorumlayışımız var. Oysa, hadisin tamamı bize böyle bir hakkı vermiyor. Bu yorum tarzının zahir-i şeriatı küçümseyen yanı da yatsınamaz üstelik. Çünkü din bizi sadece kalpteki niyetle değil, ondan önce 'eylemlerle' sorumlu tutmuştur.
Helal ve harama taalluk eden her işimiz, bir niyet işi olmadan önce bir fiil işidir. Niyet, tıpkı yukarıdaki hadis metninde olduğu gibi, fiili eyleyenin 'fiilde kaliteye ulaşmak için' sıhhatini sorgulaması gereken birşeydir. Fakat namazı, orucu, zekatı, haccı vs... yapmadığı, yani hayırda fiili olmadığı halde (hatta buna mukabil haramlarla iştigal ettiği halde) bir de bu emirleri/nehiyleri küçümser tarzda niyetin güzelliğine yapılan vurgu veya onun rıza-i ilahîye matuf olmayan fiileri dahi salih amele dönüştürebileceği düşüncesi giderek "Benim kalbim temiz..." hamakatinin başka tarzda söylenmesine benzer. Zaruretler mi? Zaruretler zaten şeriatın küllüne dahildir. Din, zaruretlerin haram/helallere tesirinden habersiz değildir ki. Fakat zarurete ve şartlarına senin hevan değil, Kur'an ve sünnet karar verir.
Yani demem o ki: Biz, bir insanın Allah rızasını aradığını önce fiillerinden anlarız. Bediüzzaman'ın mahkeme müdafaalarında sıklıkla altını çizdiği gibi, kalbe değil ele bakarız. Hatta, en çok da bu yüzden belki, İhlas Risalesi ismiyle de meşhur 21. Lem'a'nın ilk düsturu şöyledir: "Amelinizde rıza-yı İlâhî olmalı." Yani değildir: "Niyetinizde rıza-yı İlahî olmalı." Niyet, hakikat bilgisi gibi umuma açık değildir. Önce amelde rıza-yı İlahî olmalıdır ki, eylem üzerinden tanımayı gerçekleştirelim. Yoksa kimsenin kalbini bilemeyeceğimizden en kerih bir işi yapanla, en iyi bir işi yapanı niyetçe birbirinden ayıramayız.
Kulluk, kardeşlik mabeyninde fiilde şeffaflık ister. Allah Resulü'nün, Safiye annemizin yüzünü açarak sahabe efendilerimize gösterdiği gibi, amelin açıklığı şeytanın fitne yollarını kapatır. Aksinin en bed örneklerini Fethullahçıların 'maslahat/tedbir' adına şeriat-ı İslamiyede verdikleri tavizlerde gördük. Başkaları da başka örneklerini bize gösteriyorlar. Özetlersem: Varlığı spesifik bir 'zamanın ilcaatı' veya 'iyi niyet' ile rıza-i İlahî'ye matuf olan amellerin değişmemesi için, okumamıza önce fiiller üzerinden başlamamız şart. Okumaya önce niyetten başlamak sağlıksızdır.
Biz, eğer ihlaslı olma iddiasındaysak, hazır olalım, bizi önce fiilerimizden tanıyacaklar. Allah'ın emri ve nehyi dairesinde sorunlu, dolayısıyla takvayla ilgisi sorunlu fiiler işleyip sonra da "Ameller niyetlere göredir..." diyemeyiz. Böyle fiiller işleyenleri de 'taraf-ı muhalifi iltizam' kokan bir bitaraflıkla 'samimi' bulamayız.
Allah Resulü aleyhissalatuvesselam hicreti emrettikten sonra Mekke'de kalmayı seçen bir müslüman "Benim niyetim iyi. Kalıp burada İslam'ı anlatmaya devam edeceğim..." diyemezdi. Deseydi de kimse onun iyi niyetine hamletmezdi. Çünkü zahir-i şeriat onu hicrete mecbur ediyordu. Biz de insanların zahir-i şeriata uymayan amellerini gördüğümüzde elbette bir çeşit halet-i ruhiye okuması yapabiliriz. (Bıçakla üzerimize koşan birisine dair yaptığımız niyet okuması suizan olabilir mi?) Aksi, aklın fonksiyonunu iptal olur. Müminin feraseti nerede kalır? Hucurat sûresindeki 'zannın çoğundan kaçınma' emri, bu noktada, hem daha bireysel/gizli, hem de niteliği meşkuk fiiller için geçerlidir. (Devamındaki 'Casusluk etmeyin!' emri de bunu destekler.) Kötülüğü, işleyeni tarafından da malum ve sakınılıyor olanı deşmemek içindir. Aksinde, zahir-i şeriata uymayan işler için dinin koyduğu tüm müeyyideler duman olur. Çünkü kimse niyeti göremez. Tekrar olacak, ama altını bir daha çizeyim: "Ameller niyetlere göredir..." hadisi, fiilin rıza-i İlahî dairesine isabet ettiği, fakat niyetin isabet etmediği bir durum için söylenmiştir. Fiilin de isabet etmediği bir durumu meşrulaştırmak için değil.
10 Ekim 2015 Cumartesi
Hüzün, neşenin yorgunluğudur
Hüzün hiçbir şeyi değiştirmese de seni değiştirir. Büyürsün üzülürken. Yaşlanırsın. Olgunlaşırsın. Dengelenirsin. Yavaşladıkça nesnelerin detayları ortaya çıkar, tefekküre yol açılır. Haklarında düşünmediğin kadar uzun ve çok düşünürsün. Dalgınlaşırsın. Mantık, bütüncül menfaate uygun olan. Varlıksal olan. Vücudî olan. Hayatsa mantıktan ibaret değildir. Yağmurun getirdiği hüznü mantıkla açıklayamazsın. Sözlüklere bakarak yaşamıyoruz hayatı. Hiçbir an'ımız romanlarda anlatıldığı kadar derin değil. Bunun farkına varmalı önce. Gerçekle yüzleşmeli. Daha sade ama sakin herşey.
Kendini yormak için girdiğin bir çabadır üzülmek. Hüzün, neşenin yorgunluğudur. Diyelim acı birşey yaşadın ve kaldırmak zor geliyor. Yalnız kalbine değil, aklına da zor geliyor. İşte kalbini yorarak, üzerine üzerine giderek kendini taşıyamaz hale getirmenin yoludur üzülmek. Kederden sarhoş olmak bir nevi. Odaklanacak derman bırakmamak. O kadar yorulursun ki, acı anlamsızlaşır. Gözyaşın kuruduğunda ağlamak anlamsızlaşır.
The Interpreter'da seni en çok etkileyen cümleydi: "İntikam, tembelce bir yas tutma yoludur." Neden öyledir? Çünkü acıyı çekmektense onu öfkeye dönüştürmeyi seçersin böylelikle. Kusar geçersin. Şarap haramdır. Öfke sakıncalıdır. Ne kadar çok yorulursan o kadar anlamsızlaşır. Yorgunluk iyi bir körelticidir. Köreltir seni en ince farkındalıklarına kadar. Ben, acının ilk günlerinde şiddetle üzülenlerden çok, acısını bastırmaya çalışanlardan korkuyorum. Ortaya dökülse, geçiyor sanki. Dökmeyenden korkmalı. İçinde tuttukça daha çok yakıyor. Birşeye dönüştürmezsen öyle kalıyor. Acı, saf acı. Üzülmek de değil o. Yormadan yakar.
Yıllar önce bir kitapta okumuştum. "Ortaya çıkarılamamış duygular beklemekten bozulur, öfkeye dönüşür..." demişti bana. Demek her duygu saf değil. Bazıları başkalarının bozulmuş hali. Normal yollardan ifade edemeyince tepkimeye giriyor. Bir nevi fermantasyon, bir çürüme. İkinci bir hilkat, evrilme, yeniden ortaya çıkış. Dilsizlerin neden bu denli öfkeli olduğu böylece anlaşılıyor: Anlaşılmamak da bir süre sonra öfkeye dönüşür. Zaten bozuk bir mal olduğu, ortaya çıktığında yaptığı yıkıcı etkiden belli. Eylemsel bir varoluşu var. Varoluşsal bir eylemi yok.
Bence üzülmek de böyle. Birşeye üzülmek, gösterilmemiş iyi duyguların bozulması aslında. Bir kere 'Canım babam' dememişsin yahut 'Seni seviyorum' mesela; veyahut 'Özür dilerim' veyahut daha başka birşey. (İhtimal hesapları hücum etmeye başladı.) İşte o söyleyemediğin herşey birikiyor içinde, birikiyor birikiyor da, artık söyleme şansın kalmadığında bozulmaya başlıyor. Son kullanma tarihi geçiyor o duyguların. Damlaya damlaya göl olmuyor da sel oluyor. Bozuk şeyi üzüntüyle kusuyorsun. Kus kusabildiğin kadar. Kusarsan sorun yok. İçinde kalırsa sorun. O yüzden ağlayandan korkmam ben, acılarını bastırmaya çalışandan korkarım.
Gözleri yaşarmayan insanlar şeytan değiller, ama belli ki 'göz yaşarır, kalp hüzünlenir' diyen bir nebinin (onun ayaklarını bastığı yer olayım) yolunda da değiller. Neden bazı duygular böylesine zayıflık emaresi sayılıyor da kötüleniyor? Neden onları yaşamak için tenha köşelere koşmak, saklanmak, yastığımıza yüzümüzü yapıştırmak zorundayız? Bir yetim peygamber aleyhissalatuvesselam, ashabına neden bu halini açıklamak zorunda kalıyor? Neden içimizin bir yanı hep yetim ki, yetim kalınca en çok o yanlar ortaya çıkıyor?
Beşer kendine bunları neden çektirir? Ey insan, daha gözyaşlarıyla arandaki hukukun belli değil. Legal mi, illegal mi? Ondan utanıyor musun yoksa? Yoksa seviyor musun en mahreminde? Nerede senin adaletin? Daha yasal olmayan yanların var kendi içinde, sana göre, senden öte. Bastırıyorsun onları. Zindanların var. Mahpusların var. İçinde Yusuflar var ki, kardeşleri kuyuya atıyorlar onu. Babalarına, yani sana, unutturmaya çalışıyorlar. Barışmadığın o kadar yanın, yönün, latifen var ki.
Dur bir saniye: İnkârcılığı yalnız Allah'ı inkâr mı sanıyorsun? Bence aczini ve fakrını inkâr etmek de bir nevi inkârcılıktır. Ki kanaatimce birincisi, bu ikincisinin üstüne bina edilir. Cahil edebilir. Fasık edebilir. Kafir eder. Belki de o yüzden imandan çok bahseden o mürşid-i kamil, yolunu böyle dörde bağlıyor: Acz, fakr, şefkat ve tefekkür... Önce acz, fakr; sonra şefkat, tefekkür. Önce kendinle barış, sonra âlemle. Hem demiyor mu başka bir yerde: “Evet, ifrat ve tefrit, delillere karşı bir isyandır. Yani, sahife-i âlemde yaratılan delail, uhud-u İlahi’ye hükmündedir. O delaile muhalefet eden, Cenab-ı Hak’la fıtraten yapmış olduğu ahdini bozmuş olur.”
Fıtrî ahdini bozdun. "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" diye sorduğunda "Evet!" demiştin Kalubela gününde. Fıtratın bu programla yaratılmıştı. Dünyada "Hayır!" diyebilmek için önce fıtratının detaylarını inkâr ettin. Öyle olmadığın halde 'öyleymiş' gibi yaptın. Delillere isyan ettin. Kibirlendin. Kıskandın. Riyakârlık ettin. Yalan söyledin. Her inkâr aslında kendini inkâr ettiğin yerlerinden/anlarından beslendi. Bu yüzden belki de Allah Resulü, Ebu'd-Derda'nın; "Mümin hırsızlık/zina yapar mı?" gibi pekçok sualine 'evet' diye yanıt verdikten sonra; "Mümin yalan söyler mi?" sorusuna "Yalanı ancak iman etmeyen kimse uydurur..." (Kenzu’l-Ummal, h. No: 8994) diye cevap verdi. Yaşın otuzu geçti. Bu sırrı ancak anladın.
Kendini yormak için girdiğin bir çabadır üzülmek. Hüzün, neşenin yorgunluğudur. Diyelim acı birşey yaşadın ve kaldırmak zor geliyor. Yalnız kalbine değil, aklına da zor geliyor. İşte kalbini yorarak, üzerine üzerine giderek kendini taşıyamaz hale getirmenin yoludur üzülmek. Kederden sarhoş olmak bir nevi. Odaklanacak derman bırakmamak. O kadar yorulursun ki, acı anlamsızlaşır. Gözyaşın kuruduğunda ağlamak anlamsızlaşır.
The Interpreter'da seni en çok etkileyen cümleydi: "İntikam, tembelce bir yas tutma yoludur." Neden öyledir? Çünkü acıyı çekmektense onu öfkeye dönüştürmeyi seçersin böylelikle. Kusar geçersin. Şarap haramdır. Öfke sakıncalıdır. Ne kadar çok yorulursan o kadar anlamsızlaşır. Yorgunluk iyi bir körelticidir. Köreltir seni en ince farkındalıklarına kadar. Ben, acının ilk günlerinde şiddetle üzülenlerden çok, acısını bastırmaya çalışanlardan korkuyorum. Ortaya dökülse, geçiyor sanki. Dökmeyenden korkmalı. İçinde tuttukça daha çok yakıyor. Birşeye dönüştürmezsen öyle kalıyor. Acı, saf acı. Üzülmek de değil o. Yormadan yakar.
Yıllar önce bir kitapta okumuştum. "Ortaya çıkarılamamış duygular beklemekten bozulur, öfkeye dönüşür..." demişti bana. Demek her duygu saf değil. Bazıları başkalarının bozulmuş hali. Normal yollardan ifade edemeyince tepkimeye giriyor. Bir nevi fermantasyon, bir çürüme. İkinci bir hilkat, evrilme, yeniden ortaya çıkış. Dilsizlerin neden bu denli öfkeli olduğu böylece anlaşılıyor: Anlaşılmamak da bir süre sonra öfkeye dönüşür. Zaten bozuk bir mal olduğu, ortaya çıktığında yaptığı yıkıcı etkiden belli. Eylemsel bir varoluşu var. Varoluşsal bir eylemi yok.
Bence üzülmek de böyle. Birşeye üzülmek, gösterilmemiş iyi duyguların bozulması aslında. Bir kere 'Canım babam' dememişsin yahut 'Seni seviyorum' mesela; veyahut 'Özür dilerim' veyahut daha başka birşey. (İhtimal hesapları hücum etmeye başladı.) İşte o söyleyemediğin herşey birikiyor içinde, birikiyor birikiyor da, artık söyleme şansın kalmadığında bozulmaya başlıyor. Son kullanma tarihi geçiyor o duyguların. Damlaya damlaya göl olmuyor da sel oluyor. Bozuk şeyi üzüntüyle kusuyorsun. Kus kusabildiğin kadar. Kusarsan sorun yok. İçinde kalırsa sorun. O yüzden ağlayandan korkmam ben, acılarını bastırmaya çalışandan korkarım.
Gözleri yaşarmayan insanlar şeytan değiller, ama belli ki 'göz yaşarır, kalp hüzünlenir' diyen bir nebinin (onun ayaklarını bastığı yer olayım) yolunda da değiller. Neden bazı duygular böylesine zayıflık emaresi sayılıyor da kötüleniyor? Neden onları yaşamak için tenha köşelere koşmak, saklanmak, yastığımıza yüzümüzü yapıştırmak zorundayız? Bir yetim peygamber aleyhissalatuvesselam, ashabına neden bu halini açıklamak zorunda kalıyor? Neden içimizin bir yanı hep yetim ki, yetim kalınca en çok o yanlar ortaya çıkıyor?
Beşer kendine bunları neden çektirir? Ey insan, daha gözyaşlarıyla arandaki hukukun belli değil. Legal mi, illegal mi? Ondan utanıyor musun yoksa? Yoksa seviyor musun en mahreminde? Nerede senin adaletin? Daha yasal olmayan yanların var kendi içinde, sana göre, senden öte. Bastırıyorsun onları. Zindanların var. Mahpusların var. İçinde Yusuflar var ki, kardeşleri kuyuya atıyorlar onu. Babalarına, yani sana, unutturmaya çalışıyorlar. Barışmadığın o kadar yanın, yönün, latifen var ki.
Dur bir saniye: İnkârcılığı yalnız Allah'ı inkâr mı sanıyorsun? Bence aczini ve fakrını inkâr etmek de bir nevi inkârcılıktır. Ki kanaatimce birincisi, bu ikincisinin üstüne bina edilir. Cahil edebilir. Fasık edebilir. Kafir eder. Belki de o yüzden imandan çok bahseden o mürşid-i kamil, yolunu böyle dörde bağlıyor: Acz, fakr, şefkat ve tefekkür... Önce acz, fakr; sonra şefkat, tefekkür. Önce kendinle barış, sonra âlemle. Hem demiyor mu başka bir yerde: “Evet, ifrat ve tefrit, delillere karşı bir isyandır. Yani, sahife-i âlemde yaratılan delail, uhud-u İlahi’ye hükmündedir. O delaile muhalefet eden, Cenab-ı Hak’la fıtraten yapmış olduğu ahdini bozmuş olur.”
Fıtrî ahdini bozdun. "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" diye sorduğunda "Evet!" demiştin Kalubela gününde. Fıtratın bu programla yaratılmıştı. Dünyada "Hayır!" diyebilmek için önce fıtratının detaylarını inkâr ettin. Öyle olmadığın halde 'öyleymiş' gibi yaptın. Delillere isyan ettin. Kibirlendin. Kıskandın. Riyakârlık ettin. Yalan söyledin. Her inkâr aslında kendini inkâr ettiğin yerlerinden/anlarından beslendi. Bu yüzden belki de Allah Resulü, Ebu'd-Derda'nın; "Mümin hırsızlık/zina yapar mı?" gibi pekçok sualine 'evet' diye yanıt verdikten sonra; "Mümin yalan söyler mi?" sorusuna "Yalanı ancak iman etmeyen kimse uydurur..." (Kenzu’l-Ummal, h. No: 8994) diye cevap verdi. Yaşın otuzu geçti. Bu sırrı ancak anladın.
İsraf, oyalanmaktır
Bazen, 'hiçbirşey'e dair yazmak istiyorum. Yani yazmamın amacı birisine birşey anlatmak olmasın. Amacı bizzat kendisi olsun. Kendi yağında kavrulduğu gibi, kendi etrafında da dönsün. Bencilleşsin. Ötekiler dokunamasın, iltifatlarıyla bile olsa. Uzaklaşayım onlardan, hem de yanlarındayken. Kalem, sadece kendiyle oyalansın, oyalansın, oyalansın.
Fakat değil ki bu saadet. İki satır sonra sıkışıyorum. Ziyan olmaktan korkuyorum. Kaçmak istiyorum kendilik kalesinden/esaretinden. Birşey salt kendisiyle varolamıyor. Arızîdir varlığımız. Oyalanmak zaten nedir? Kendinde başlayıp kendinde bitmek. Bir fazlası, bir farklısı, biraz değişiği, 'biraz dahası' olmamak. Kendiyle başlayıp kendinde bitene 'oyalanmış' denir. Ve hadis-i şerif bize der: "İki günü eşit olan ziyandadır." Yani ne demek? Bir yere gitmemişsin. Bir değişik olmamışsın. 'Biraz daha' katmamışsın kendine. Etrafında dönüp durmuşsun kendinin. Etrafında duvar yok, ama esirsin. Duvarları kendinden bir esaret bu. Pervanenin ateşteki esareti gibi. Etrafını çevirmesi de şart değil. Sen duvarlara âşık olmuşsun.
Her aşk bir yönüyle esir alıcıdır. Aşk neden/nasıl esir alıcıdır? Bunu onun insanı birşeye odaklamasıyla/saplamasıyla anlatabilirim. Odaklanmak, eğer odaklandığınız 'aşamadığınız' ve 'durgun' ise, bir hapsolmadır. Odaklandığınız şey değişmediği, gelişmediği, 'daha fazlasını' barındırmadığı sürece, siz o odaklanmayla esir alınmış sayılırsınız. Diyelim ki; yâriniz, bir metruk ahşap evin duvarı. Değil kapıya yürümek, duvarı yumruklasanız dışarıya çıkmak için size yol açılacak. Ama siz duvardaki çatlaklara, girinti ve çıkıntılara, size nakış gibi gelen fena izlerine âşık olmuşsunuz. Sizi o duvarın esaretinden kim kurtaracak? Bülbülü gülün esaretinden kim kurtarır? İnsan birşeye tutulunca etrafındaki duvarları kaldırmakla özgür kalabilir mi? İşte oyalanmak böylesi bir esarettir. Aşk, eğer âşık olduğunuz 'ibaret' ise, bir esarettir.
Allah'a âşık olmanın böyle mantıklı bir yanı da var. Hesabını bilen için kazandırıcı bir yan. "Herşey yok olup gidicidir, Ona bakan yüzü müstesna!" diyen ayet bize yalnızca 'sağlam yere yatırım yapmayı' önermiyor. Ona bakmadıkça 'ibaret' kalacak olanın yüzüne bakmanın esir alıcılığı da var bu ihtarda. Yani yüz, eğer ona bakmıyorsa, yok olup gidicidir.
Yok olup gitmek ne demek? Önce 'ibaret' kalmak demek. Yıkılmaya başlamadan önce herşey bir duraklama dönemi yaşıyor. Durduğu zaman yıkıldığı zaman kadar can yakmaz belki. Ama oyalar. Artmayan bir varlıkla meşgul olursun. "Gaye-i hayal olmazsa veyahut nisyan veya tenâsi edilse, ezhan enelere dönüp etrafında gezerler..." derken mürşidinin, "Dünya bir oyun ve oyalanma yeridir..." buyururken vahyin sana fısıldadığı şey budur. Dünya ile yalnız firâk değil, lezzet ilişkine de dikkat et: Zevkli. Fakat artmıyorsun. Varlığını arttırmayan şeyden uzaklaş. Seni kendi ekseninde döndüren, fakat bir yere götürmeyen çukurlardan kaçmaya bak. Çukur değil girdap onlar. Dönerken alçaltıyorlar. Aslında fenaya gidiyorlar. Giderken seni de götürüyorlar. Oyalandıkça geriliyorsun ey ahsen-i takvim. Böyle giderse nihayetin esfel-i safilîn.
Sen insan değil misin? O halde kalmak'tan ziyade artma'yı seversin. O halde sana varlık katmayacak, seni renkten renge bulamayacak, yeni bir Ahmet, Sibel, Mustafa, Büşra, Ömer, Ayşe olarak uyandırmayacak rüyalara neden yatasın? Neden sırf kendin kalmaya razı olasın. Reşha ol. Yani demem o ki; bir çiğ tanesi ol; kendinden vazgeç. Gece görünmezsin zaten. Güneş vurunca buharlaşmayı da sen göze al. O kadar latif olsun varlığın. Ancak bu letafet içinde başka şeyler olmakla zenginleşirsin. Buhar olursun. Hava olursun. Artık o havaya biner kimbilir kaç çiçekte, bedende, yerde bir 'şey' olursun. Demek, daha çok varolmanın yolu biriktirmekte değil.
"Yiyiniz, içiniz, lakin israf etmeyiniz!" derken Kur'an seni yolda yürümekten caydırmıyor. 'Yolu tutmaya (beraberinde götürmeye) çalışmaktan' men ediyor. Çünkü manzarayla çok oyalanmak, varmak değil; yolda kalmaktır. İsraf, oyalanmaktır. Biliyorsun: Cep telefonuyla her anını görüntülemek seni daha 'kalıcı' kılmıyor. Tutamıyorsun. Bari yolda oyalanma. Derviş Yunus'un dediği gibi: Sonra göçer kervan, kalırsın dağlar başında... Ne diyecektim ben? Hah: Kendisiyle oyalanmayan yazmak eylemi mutludur. Bu yazı da mutludur. Hiçbir şey salt kendisiyle oyalanarak ve kendisiyle varolamıyor. Kayyum ve Samed olan Allah hariç.
Her aşk bir yönüyle esir alıcıdır. Aşk neden/nasıl esir alıcıdır? Bunu onun insanı birşeye odaklamasıyla/saplamasıyla anlatabilirim. Odaklanmak, eğer odaklandığınız 'aşamadığınız' ve 'durgun' ise, bir hapsolmadır. Odaklandığınız şey değişmediği, gelişmediği, 'daha fazlasını' barındırmadığı sürece, siz o odaklanmayla esir alınmış sayılırsınız. Diyelim ki; yâriniz, bir metruk ahşap evin duvarı. Değil kapıya yürümek, duvarı yumruklasanız dışarıya çıkmak için size yol açılacak. Ama siz duvardaki çatlaklara, girinti ve çıkıntılara, size nakış gibi gelen fena izlerine âşık olmuşsunuz. Sizi o duvarın esaretinden kim kurtaracak? Bülbülü gülün esaretinden kim kurtarır? İnsan birşeye tutulunca etrafındaki duvarları kaldırmakla özgür kalabilir mi? İşte oyalanmak böylesi bir esarettir. Aşk, eğer âşık olduğunuz 'ibaret' ise, bir esarettir.
Allah'a âşık olmanın böyle mantıklı bir yanı da var. Hesabını bilen için kazandırıcı bir yan. "Herşey yok olup gidicidir, Ona bakan yüzü müstesna!" diyen ayet bize yalnızca 'sağlam yere yatırım yapmayı' önermiyor. Ona bakmadıkça 'ibaret' kalacak olanın yüzüne bakmanın esir alıcılığı da var bu ihtarda. Yani yüz, eğer ona bakmıyorsa, yok olup gidicidir.
Yok olup gitmek ne demek? Önce 'ibaret' kalmak demek. Yıkılmaya başlamadan önce herşey bir duraklama dönemi yaşıyor. Durduğu zaman yıkıldığı zaman kadar can yakmaz belki. Ama oyalar. Artmayan bir varlıkla meşgul olursun. "Gaye-i hayal olmazsa veyahut nisyan veya tenâsi edilse, ezhan enelere dönüp etrafında gezerler..." derken mürşidinin, "Dünya bir oyun ve oyalanma yeridir..." buyururken vahyin sana fısıldadığı şey budur. Dünya ile yalnız firâk değil, lezzet ilişkine de dikkat et: Zevkli. Fakat artmıyorsun. Varlığını arttırmayan şeyden uzaklaş. Seni kendi ekseninde döndüren, fakat bir yere götürmeyen çukurlardan kaçmaya bak. Çukur değil girdap onlar. Dönerken alçaltıyorlar. Aslında fenaya gidiyorlar. Giderken seni de götürüyorlar. Oyalandıkça geriliyorsun ey ahsen-i takvim. Böyle giderse nihayetin esfel-i safilîn.
Sen insan değil misin? O halde kalmak'tan ziyade artma'yı seversin. O halde sana varlık katmayacak, seni renkten renge bulamayacak, yeni bir Ahmet, Sibel, Mustafa, Büşra, Ömer, Ayşe olarak uyandırmayacak rüyalara neden yatasın? Neden sırf kendin kalmaya razı olasın. Reşha ol. Yani demem o ki; bir çiğ tanesi ol; kendinden vazgeç. Gece görünmezsin zaten. Güneş vurunca buharlaşmayı da sen göze al. O kadar latif olsun varlığın. Ancak bu letafet içinde başka şeyler olmakla zenginleşirsin. Buhar olursun. Hava olursun. Artık o havaya biner kimbilir kaç çiçekte, bedende, yerde bir 'şey' olursun. Demek, daha çok varolmanın yolu biriktirmekte değil.
"Yiyiniz, içiniz, lakin israf etmeyiniz!" derken Kur'an seni yolda yürümekten caydırmıyor. 'Yolu tutmaya (beraberinde götürmeye) çalışmaktan' men ediyor. Çünkü manzarayla çok oyalanmak, varmak değil; yolda kalmaktır. İsraf, oyalanmaktır. Biliyorsun: Cep telefonuyla her anını görüntülemek seni daha 'kalıcı' kılmıyor. Tutamıyorsun. Bari yolda oyalanma. Derviş Yunus'un dediği gibi: Sonra göçer kervan, kalırsın dağlar başında... Ne diyecektim ben? Hah: Kendisiyle oyalanmayan yazmak eylemi mutludur. Bu yazı da mutludur. Hiçbir şey salt kendisiyle oyalanarak ve kendisiyle varolamıyor. Kayyum ve Samed olan Allah hariç.
8 Ekim 2015 Perşembe
Ümit, fiziği aşan birşeydir
Ne tuhaf... Yani anlaşılmaz. Varlığı anlaşılmaz değil, varoluşu anlaşılmaz. Varlığının farkındayım. Fakat nasıl ve neden varolduğunu anlayamıyorum. Sebep-sonuç ilişkilerinin bittiği nokta: Tuhaflık. Ne mutlu ona! Tuhaf olan, sebebini aşan sonuçtur. Nedeninden umulmayan neticedir. Çok şükür, dünya oyununu bozandır. Oyunbozandır. 'Oyun ve oyalanma yeri'nin tadını kaçırandır. Kûn fabrikası. Kef-nûn fabrikası. Kef'in girip nûn'un çıkması. Mantığının çözemediği bir oluş. "Bu niye böyle oldu? Bu niye böyle oldu? Bu niye böyle oldu?" Soruyorsun. Sorman, orada olmasını değiştirmiyor. O, orada öylece duruyor zaten. Tesiri de üstünde. İnkâr edemezsin. (Enfüsî tefekkür bu yüzden amansızdır.) Orada olmasından hoşlanıyorsun da. Hele de çocukken.
Tuhaf bulduğum çok şeyler oldu. Bazılarına şaşkınlıktan dokunmak istedim. Bazılarında şaşkınlığımdan elimi kalbimin üzerine koydum. Şaşırdıklarımın çok azını hatırlarım. Ama hissettiklerimi unutmuyorum. Mümkün olsa kalbimi çıkarıp bakacaktım onlara. "Bu ne yahu?" diyecektim. "Malzemen sanki daha önce yoktu kalbimde. Kim 'hiçten' yarattı seni? İbdasın sen. Biraz ondan, biraz bundan işi değil bu. İnşa değil."
Bir kısmı korkuttu beni. Kararsızlıklarından korktum. 'Bana zarar verirler' diye korktum. 'Beni esir alırlar' diye korktum. Türlü şekil korkular tattım onlarda. Onlardan kaçtım. Bir kısmı sadece rahatsız etti. Zararlarından emindim, ama yakışmamalarıyla işkence ediyorlardı. Onlara küstüm.
Tuhaflıkları bir sebep-sonuç ilişkisi içinde açıklayamayışım fiziğimin ayaklarını kaydırdı. Yolumdaki muz kabuğu gibiydiler. Dengemi kaybettim. Emin olamadım. Emin olamamak hem endişenin hem arayışın kaynağı. Mantık, zihnin fiziğidir. Yerçekimi, kütleçekimi, bilmem neyin/nelerin kaldırma kuvveti nasıl madde dediğimiz alanda dengeyi sağlıyorsa, dimağımızdaki dengeyi de mantığın kaideleri sağlıyor. Yani mantıklı bulduğumuz şeye güveniyoruz. Kestirebildiğimiz kadar güvenli bize dünya. Böylece onu fiziğimiz içinde tanımlıyoruz. Havaya attığımız taş düşüyor. Elma ağaçlarının altında çok dolanmıyoruz. Gülümsediğimiz gülümsüyor. Her bebek oynamayı sever. Hiçbir bebek ısırılmaktan hoşlanmaz. Riskler belirgin. Ölçü kesin. Esir alıcı olana dikkatle bakılmayacak. Biraz sarhoşluk iyidir.
Derken tuhaflık diye birşey giriyor hayatımıza. Yani nasıl bir girmek bu? Arayıp bulmak değil. Öyle geliyor geçiyor önünden. Bu anahtar, bunca ihtimalin içinde, hele metropol tombalasında, bu kilide nasıl denk geldi, şaşıyorsun! Niye bu kadar etkiledi seni? Niye bu kadar takıldın ona? Neden bu kadar dokundu? Açıklayamıyorsun. Bu tuhaflık, kainatın sadece sıradanın değil sıradışının da mekanı olduğunu öğretiyor.
Bir peygamber, mucize gösterdiğinde kavmini neyden kurtarmaya çalışır? Gayba iman etmesini engelleyen malumat duvarlarından mı? Sorgulamadığı gerçeklik algısından mı? Tuhaflık görmemiş sıradanından mı? Arkadaşım, ne kadar şükretsek azdır. Allah bizi hususi imdatlarıyla kanunların tazkiyatı altında ezilmekten kurtardığı gibi, ümidimizi de tuhaflık eliyle mantığımızın pençelerinden kurtarıyor. Nasıl? Çünkü ümit de sevmez sıradanın sıkletini. Ümit kesmek demek, Allah'ın kudretine bir nakıse atfetmektir, yarattığı onca mucizeye rağmen. Bir kapı açık kalsın ister hayalin kalbi atabilmek için, fizikten öteye. Hep öyle olanın hep öyle olmamasını ister. Hep öyle olanın hep öyle olmadığını farkedince insan, varlığın malumundan ibaret olmadığını düşünmeye başlar. Ümit dirilir. Ümit, fiziği aşan birşeydir.
Biz çocukken masalları neden seviyorduk? Hayal kurmaya niye müptelaydık? (Hâlâ da müptelayız ya.) Bulutları neden uçan hayvanlar gibi düşlüyorduk? Neydi bu doymak bilmez açlık? Mahza hakikat olan Kur'an'ın içinde anlatılan mucizelerle karşılaşınca içimizde hangi yer çalışıyor? Harika avcısı mıyız hepimiz? Bizi bu açlıktan tuhaflıklar kurtarıyor. 'Tuhaf bulduklarımız' sayesinde öteye bir yol buluyoruz. Hep öyle olmamak, hep öyle olmanın ötesine giden bir yoldur. Tokat illa yüze atılacak değil ya. Gaflet dağılsın diye kalbe atılan tokatlar da var. Şefkat tokatları. Bu yazının kendisi de tuhaf oldu. Bilmem ki, size de bir yol gösterir mi bu tuhaflık.
Tuhaf bulduğum çok şeyler oldu. Bazılarına şaşkınlıktan dokunmak istedim. Bazılarında şaşkınlığımdan elimi kalbimin üzerine koydum. Şaşırdıklarımın çok azını hatırlarım. Ama hissettiklerimi unutmuyorum. Mümkün olsa kalbimi çıkarıp bakacaktım onlara. "Bu ne yahu?" diyecektim. "Malzemen sanki daha önce yoktu kalbimde. Kim 'hiçten' yarattı seni? İbdasın sen. Biraz ondan, biraz bundan işi değil bu. İnşa değil."
Bir kısmı korkuttu beni. Kararsızlıklarından korktum. 'Bana zarar verirler' diye korktum. 'Beni esir alırlar' diye korktum. Türlü şekil korkular tattım onlarda. Onlardan kaçtım. Bir kısmı sadece rahatsız etti. Zararlarından emindim, ama yakışmamalarıyla işkence ediyorlardı. Onlara küstüm.
Tuhaflıkları bir sebep-sonuç ilişkisi içinde açıklayamayışım fiziğimin ayaklarını kaydırdı. Yolumdaki muz kabuğu gibiydiler. Dengemi kaybettim. Emin olamadım. Emin olamamak hem endişenin hem arayışın kaynağı. Mantık, zihnin fiziğidir. Yerçekimi, kütleçekimi, bilmem neyin/nelerin kaldırma kuvveti nasıl madde dediğimiz alanda dengeyi sağlıyorsa, dimağımızdaki dengeyi de mantığın kaideleri sağlıyor. Yani mantıklı bulduğumuz şeye güveniyoruz. Kestirebildiğimiz kadar güvenli bize dünya. Böylece onu fiziğimiz içinde tanımlıyoruz. Havaya attığımız taş düşüyor. Elma ağaçlarının altında çok dolanmıyoruz. Gülümsediğimiz gülümsüyor. Her bebek oynamayı sever. Hiçbir bebek ısırılmaktan hoşlanmaz. Riskler belirgin. Ölçü kesin. Esir alıcı olana dikkatle bakılmayacak. Biraz sarhoşluk iyidir.
Derken tuhaflık diye birşey giriyor hayatımıza. Yani nasıl bir girmek bu? Arayıp bulmak değil. Öyle geliyor geçiyor önünden. Bu anahtar, bunca ihtimalin içinde, hele metropol tombalasında, bu kilide nasıl denk geldi, şaşıyorsun! Niye bu kadar etkiledi seni? Niye bu kadar takıldın ona? Neden bu kadar dokundu? Açıklayamıyorsun. Bu tuhaflık, kainatın sadece sıradanın değil sıradışının da mekanı olduğunu öğretiyor.
Bir peygamber, mucize gösterdiğinde kavmini neyden kurtarmaya çalışır? Gayba iman etmesini engelleyen malumat duvarlarından mı? Sorgulamadığı gerçeklik algısından mı? Tuhaflık görmemiş sıradanından mı? Arkadaşım, ne kadar şükretsek azdır. Allah bizi hususi imdatlarıyla kanunların tazkiyatı altında ezilmekten kurtardığı gibi, ümidimizi de tuhaflık eliyle mantığımızın pençelerinden kurtarıyor. Nasıl? Çünkü ümit de sevmez sıradanın sıkletini. Ümit kesmek demek, Allah'ın kudretine bir nakıse atfetmektir, yarattığı onca mucizeye rağmen. Bir kapı açık kalsın ister hayalin kalbi atabilmek için, fizikten öteye. Hep öyle olanın hep öyle olmamasını ister. Hep öyle olanın hep öyle olmadığını farkedince insan, varlığın malumundan ibaret olmadığını düşünmeye başlar. Ümit dirilir. Ümit, fiziği aşan birşeydir.
"(...) Sonra, o kavânin-i külliye ve desâtir-i umumiye meydanlarında esmâlarını tecellî ettirip tenvir etti. Sonra, bu kanun-u küllînin tazyikinden feryad eden fertlere, Rahmânü'r-Rahîm isimlerini hususî bir surette imdada yetiştirdi."
Biz çocukken masalları neden seviyorduk? Hayal kurmaya niye müptelaydık? (Hâlâ da müptelayız ya.) Bulutları neden uçan hayvanlar gibi düşlüyorduk? Neydi bu doymak bilmez açlık? Mahza hakikat olan Kur'an'ın içinde anlatılan mucizelerle karşılaşınca içimizde hangi yer çalışıyor? Harika avcısı mıyız hepimiz? Bizi bu açlıktan tuhaflıklar kurtarıyor. 'Tuhaf bulduklarımız' sayesinde öteye bir yol buluyoruz. Hep öyle olmamak, hep öyle olmanın ötesine giden bir yoldur. Tokat illa yüze atılacak değil ya. Gaflet dağılsın diye kalbe atılan tokatlar da var. Şefkat tokatları. Bu yazının kendisi de tuhaf oldu. Bilmem ki, size de bir yol gösterir mi bu tuhaflık.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...