20 Haziran 2017 Salı
Kur'an Risale-i Nur'dan haber veriyor mu?
"Bir kavle göre, Kitâb-ı Mübîn, Kur'ân'dan ibarettir. Yaş ve kuru herşey içinde bulunduğunu, şu âyet-i kerime beyan ediyor. Öyle mi? Evet, herşey içinde bulunur. Fakat herkes herşeyi içinde göremez. Zira muhtelif derecelerde bulunur. Bazan çekirdekleri, bazan nüveleri, bazan icmalleri, bazan düsturları, bazan alâmetleri, ya sarahaten, ya işareten, ya remzen, ya ibhâmen, ya ihtar tarzında bulunurlar. Fakat ihtiyaca göre ve maksad-ı Kur'ân'a münasip bir tarzda ve iktizâ-yı makam münasebetinde, şu tarzların birisiyle ifade ediliyor." 20. Söz'den.
Bu fıkrayı ya birinden duydum ya bir yerden okudum. Net hatırlamıyorum. Hatırladığım kadarıyla aktarayım: Bir gün Avrupalı bir aristokrat Namık Kemal'in de bulunduğu bir mecliste (bir yardım toplantısı sanırım) "Yaş ve kuru hiçbirşey yoktur ki, hepsi, O'nun apaçık kitabında kaydedilmiş olmasın!" ayetini hatırlatarak sorar: "Kur'an'da herşeyin bahsinin geçtiğini iddia ediyorsunuz. Bu nasıl mümkün olur? Mesela: Kur'an'ınız benden veya şu kel kafamdan da bahsediyor mu?" Bu söylerken müstehziyane bir şekilde eliyle de pürüzsüz kafasını sıvazlar. Namık Kemal ise gayet sakin bir şekilde "Evet!" der. "Sizin bahsiniz Kur'an'da var." Ve ardından Bakara sûresinin 264. ayetini okur:
"Allah'a ve ahiret gününe inanmadığı halde malını gösteriş için harcayan kimse gibi, başa kakmak ve incitmek suretiyle, yaptığınız hayırlarınızı boşa çıkarmayın. Böylesinin durumu, üzerinde biraz toprak bulunan düz kayaya benzer ki, sağanak bir yağmur isabet etmiş de onu çıplak pürüzsüz kaya haline getirivermiştir. Bunlar kazandıklarından hiçbirşeye sahip olamazlar. Allah kâfirleri doğru yola iletmez."
Bunu çağrıştırır bir anı da bende var. Hızlı ve Öfkeli serisinin 7.'sini izlerken kendi kendime şöyle demiştim: "Vay arkadaş! Adamların ne güzel hayatları var. Hem rahat rahat çalışıyorlar, hem dünyanın parasını kazanıyorlar, hem de güzel güzel dünyayı geziyorlar." Aynı gün takip etmekte olduğum mealli Kur'an okumasında şu ayete rastlayıp sarsıldım: "İnkârcıların (refah içinde) diyar diyar dolaşması sakın seni aldatmasın!" Tokat yemiş gibi oldum. Ben bu sarsılmayı neden yaşadım? Çünkü Kur'an o an benimle konuşuyor gibi geldi. Zamansal mesafe aradan kalktı. Ayet-i kerimeyi birebir üzerime alındım.
Bu demek değildi ki, mezkûr ayet, asırlar sonra gelecek Ahmet Ay diye bir günahkâr için nazil olmuştu. Hayır. Ayetin gelişinin asıl/ana sebebi ben değildim. Benim Hızlı ve Öfkeli 7'yi izleyip düşündüklerim değildi. Ama evet, bir açıdan ayet-i kerime benim için de nazil olmuştu, çünkü bahsedilen bendim. Ders alması gereken bendim. Uyarılan bendim. Peki nasıl bendim?
İşte tam da bu noktada mürşidimin 20. Söz'de bahsettiği birşeyi anımsamak gerekiyor. Alıntılayıp anımsayalım: "Kur'ân-ı Hakîmde çok hâdisât-ı cüz'iye vardır ki, herbirisinin arkasında bir düstur-u küllî saklanmış ve bir kanun-u umumînin ucu olarak gösteriliyor." 1. Lem'a'da Hz. Yunus (a.s.), 2. Lem'a'da ise Hz. Eyyub (a.s.) kıssası üzerinden örneklemesi de yapılan bu hakikat bize evvelemirde şunu söylüyor: Kur'an'da anılan hiçbirşey sadece kendisi için anılmaz. 20. Söz'ün başındaki soruya atıf yaparsak: Orada anlatılan kıssalardan, kişilerden, olaylardan, mesajlardan hiçbirisi sadece bir hadisat-ı cüz'iye veya vaka-i âdiyeden ibaret değildir. Bütün zamanlarla konuşur, bütün zamanlara ders verir, bütün zamanlara hitap eder bir yanı vardır.
"Her bir âyetin mânâ mertebeleri vardır; zâhirî (açık), bâtınî (açık ve görünür mânâsının içindeki, ehlinin anlayabileceği mânâ), haddi (kapsamı) ve muttala'ı (anlam çerçevesi) vardır. Bu dört mânâ tabakasından herbirinin de fürûatı (detayları), işaretleri, dalları ve ayrıntıları vardır..." (bk. Ebu Yâ'lâ, el-Müsned 9:287; et-Taberânî, el-Mu'cemü'l-Evsat 1:236.) hadis-i şerifinden Bediüzzaman'ın aldığı ders de böyledir. "Madem Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan umum ins ve cinnin umum tabakalarına karşı konuşan bir hutbe-i ezeliyedir. Elbette nev-i beşerin herbir tabakası, herbir âyât-ı Kur'âniyeden hissesini alacak ve âyât-ı Kur'âniye, her tabakanın fehmini tatmin edecek surette, ayrı ayrı ve müteaddit mânâları zımnen ve işareten bulunacaktır."
Peki bu konuşma nasıl olur? Bu konuşma, bizzat anılanlar için, bizzat olur. (Kur'an'da sarahaten bahsi geçen veya esbab-ı nüzul olarak nakledilen şeyleri/kişileri bu sadetten sayabiliriz.) Bizzat anılmayanlar içinse kanunen veya işaraten olur. Ne demek 'kanunen veya işareten?' Yani; Kur'an'ın, ayetlerinde ders verdiği hakikatlerin bütün zamanları kuşatan 'düstur-u küllî' veya 'kanun-u umumî' taraflarına dahil olduğumuzu hissettiğimiz an biz de o manaların gölgesinde gölgeleniriz. Ki zaten Kur'an'ı anlama ve yaşama yolculuğumuz da tastamam bunu ifade eder. Karun'un kıssasını okuduğunda kendisine çekidüzen verme ihtiyacı hisseden zengin bu yüzden hisseder.
Eyyub'un (a.s.) kıssasını okuduğunda derdi içinde koruması gereken kulluk şuurunu bulan hasta bu yüzden bulur. Süleyman'ın (a.s.) kıssasını okuduğunda 'nasıl bir yönetici olması gerektiği' dersini alan yönetici bu sayede alır... Yani hepsi kendisini 'bahsedilen' olarak görür. Üzerine alınır. O kanunun bir ferdi ve düsturun bir ucu olarak hayatını yorumlar. Kur'an'la böyle bir ilişkiye girilmedikten sonra zaten arza nüzul edenin kalbe nüzulu yaşanmaz. Ondan ders alınmaz. Tebliğin ahlaka dönüşmesi Kur'an'da hitap edilenin biz olduğumuzu, ama kanunun bir parçası olarak biz olduğumuzu, farketmekle başlar. İşte, tam da bu noktada, "Yaş ve kuru hiçbirşey yoktur ki, hepsi, O'nun apaçık kitabında kaydedilmiş olmasın!" hakikati bize göz kırpar.
Kur'an'da her cimriden tek tek bahis var mıdır? Vardır. Çünkü cimrilikten bahis vardır. Kur'an'da her kibirliden bahis var mıdır? Vardır. Çünkü mütekebbirlikten bahis vardır. Kur'an'da tüm müslümanlardan, kafirlerden veya münafıklardan bahis var mıdır? Vardır. Çünkü onların ait ve bağlı oldukları kanuniyetlerden, manalardan, hakikatlerden bahis vardır. Bu yüzden her mü'min Kur'an'ı okuduğu zaman sanki ayetler kendisiyle konuşuyormuş gibi hisseder. Çünkü hakikaten o ayetlerin ezelden gelen dersleriyle bir ilgisi vardır. Mürşidime göre; sarahaten Hz. Yunus'tan (a.s.) bahseden her ayet, işareten de aynı haleti hisseden herkese hitap eder:
"İşte, Hazret-i Yunus aleyhisselâmın birinci vaziyetinden yüz derece daha müthiş bir vaziyetteyiz. Gecemiz istikbaldir. İstikbalimiz, nazar-ı gafletle, onun gecesinden yüz derece daha karanlık ve dehşetlidir. Denizimiz, şu sergerdan küre-i zeminimizdir. Bu denizin her mevcinde binler cenaze bulunuyor; onun denizinden bin derece daha korkuludur. Bizim hevâ-yı nefsimiz, hûtumuzdur; hayat-ı ebediyemizi sıkıp mahvına çalışıyor. Bu hut, onun hûtundan bin derece daha muzırdır. Çünkü onun hûtu yüz senelik bir hayatı mahveder. Bizim hûtumuz ise, yüz milyon seneler hayatın mahvına çalışıyor."
Bu noktada artık diyebilirim ki: Bediüzzaman'ın, Kur'an'da veya başka metinlerde Risale-i Nur'a işaretler bulunduğunu söylediği yerler de böyle anlaşılmalıdır. Çünkü Bediüzzaman bu yerlerin hiçbirinde ayetin sarih manasını sahiplenmez. Esir almaz. "Bu ayet Risale-i Nur için indi!" demez. Aksine; kastettiğinin bu olmadığını tekrar be tekrar belirtir. Onun dediği ise, yukarıda arzetmeye çalıştığım, bir mübarek alınganlıktır. Kur'an'ın bahsettiği kanuniyetlerden bazılarına dahil olmaktır. Kendi ifadelerinden okuyalım:
"Risale-i Nur'un makbuliyetine eski evliyalardan şahit getiriyorsun. Halbuki 'Yaş ve kuru hiçbirşey yoktur ki, hepsi, O'nun apaçık kitabında kaydedilmiş olmasın!' sırrıyla en ziyade bu meselede söz sahibi Kur'ân'dır. Acaba Risale-i Nur'u Kur'ân kabul eder mi? Ona ne nazarla bakıyor?' denildi. O acip sual karşısında bulundum. Ben de Kur'ân'dan istimdat eyledim. Birden, otuz üç âyetin mânâ-yı sarîhinin teferruatı nev'indeki tabakattan mânâ-yı işârî tabakasından ve o mânâ-yı işârî külliyetinde dahil bir ferdi Risale-i Nur olduğunu ve duhûlüne ve medâr-ı imtiyazına birer kuvvetli karine bulunmasını bir saat zarfında hissettim. Ve bir kısmı bir derece izahlı ve bir kısmını mücmelen gördüm.
Kanaatime hiçbir şek ve şüphe ve vehim ve vesvese kalmadı. Ve ben de ehl-i imanın imanını Risale-i Nur ile takviye etmek niyetiyle o kat'î kanaatimi yazdım ve has kardeşlerime mahrem tutulmak şartıyla verdim. Ve o risalede biz demiyoruz ki, âyâtın mânâ-yı sarîhi budur. Tâ hocalar fîhi nazarun desin. Hem dememişiz ki, mânâ-yı işârînin külliyeti budur. Belki diyoruz ki, mânâ-yı sarîhinin tahtında müteaddit tabakalar var. Bir tabakası da mânâ-yı işârî ve remzîdir. Ve o mânâ-yı işârî de bir küllîdir; her asırda cüz'iyatları var. Ve Risale-i Nur dahi bu asırda o mânâ-yı işârî tabakasının külliyetinde bir ferttir. Ve o ferdin kasten bir medâr-ı nazar olduğuna ve ehemmiyetli bir vazife göreceğine, eskiden beri ulema beyninde bir düstur-u cifrî ve riyazî ile karineler, belki hüccetler gösterilmişken, Kur'ân'ın âyetine veya sarahatine, değil incitmek, belki i'caz ve belâğatine hizmet ediyor. Bu nevi işârât-ı gaybiyeye itiraz edilmez. Ehl-i hakikatin nihayetsiz işârât-ı Kur'âniyeden had ve hesaba gelmeyen istihraçlarını inkâr edemeyen bunu da inkâr etmemeli ve edemez."
Şimdi Bediüzzaman'ın bu mübarek alınganlığına itiraz eden, sözde Kur'an müslümanı, özde ehl-i bid'a olanlara sormak istiyoruz: Sizce Kur'an bizimle konuşmuyor mu? Bizi kastetmiyor mu? Bize işaret etmiyor mu? Bizi ilgilendirmiyor mu? Bizden bahsetmiyor mu? Bize deva olmuyor mu? Bize dokunmuyor mu? Bizi düzeltmiyor mu? Bize ders vermiyor mu? Bizi anlatmıyor mu? Bizi istikamete çağırmıyor mu? Bize yol göstermiyor mu? Bizi uyarmıyor mu? Bizi çağırmıyor mu? Bu soruların cevabını Bediüzzaman gibi 'olumlu' vermiyorsanız sizin nereniz Kur'an ve hatta nereniz/nasıl müslüman? Kur'an'ı bütün zamanlarla konuşur kabul etmedikten sonra, size, Kur'an müslümanı değil de 'ahirzaman şarlatanı' denmesi seza değil mi? Şarlatansınız ki, tevhid ile herşeyi yaratanın, kelamında yarattığı herşeyle ilgili olmasını, yani herşeye hitap etmesini inkâr ediyorsunuz.
16 Haziran 2017 Cuma
Caner Taslaman nerede hata yapıyor? (4)
"Yaşamak için dünyayı mahvetmeye devam etmenizi neredeyse zorunlu kılan bir uygarlık sistemine tutsak olmuşsunuz." Daniel Quinn, İsmail'den.
Hemen yazının başında ifade edeyim: Bunu Caner Taslaman'ın kendisinden işitmedim. Ama Taslamandîler şişede durdukları gibi durmuyorlar. Ondan bağımsız olarak da argüman üretmeye devam ediyorlar. İşte, birkaç yazıdır konuşuyor olduğumuz, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın 'insan' ve 'peygamber' olduğu zamanların ayrımı meselesinde de bu zavallı üretim devam ediyor. Her zaman olduğu gibi, siyerin veya hadislerin geneli görmezden gelinerek, aradan 'işe yarar' görülen birşeyler cımbızlanıyor ve zorlu tevillere maruz bırakılıyor. Hani, dilleri olsa, diyecekler: "Bize ettiğin nedir a insafsız!" Ama dilleri yok metinlerin. O vakit onların dilleri biz olalım. Baktıkları şeylere 'daha farklı' veya 'daha doğru' nasıl bakılacak modernistlere arzetmeye çalışalım.
Bu hâdise de, tıpkı ikinci yazıda aktardığım hâdise gibi, meşhurdur. En azından bu tip iddialarla karşılaşanlar arasında meşhurdur. Sık kullanılan bir argümandır. Yazının gelişme bölümüne geçmeden alıntılayalım: “Hz. Peygamber (aleyhissalatuvesselam), aşılama yapan bir topluluğa uğradı. Onlara 'Siz bunu yapmamış olsanız da (hurma) olur!' buyurdu. (O sene) hurmalar koruk çıkardılar (iyi bir verim alınamadı). Hz. Peygamber (aleyhissalatuvesselam), (neden sonra) onlara (tekrar) uğradı ve 'Hurmalarınız ne durumdadır?' diye sordu. Onlar da 'Şöyle şöyle buyurmuştunuz, (biz de öyle yaptık ve sonuç böyle oldu)' dediler. (Bunun üzerine Resûlûllah): 'Siz dünyanızın işini daha iyi bilirsiniz' dedi.”
Müslim'in Fedail kısmında geçen bu hadis-i şerif bize evvelemirde ne söylüyor? Efendimiz aleyhissalatuvesselamın hurmalar hakkındaki bir tesbitinin sahabesinin beklediği türden bir sonucu vermediğini... Bekledikleri sonuç ne peki? Muhtemelen hurmalarının bollaşması. Veya en azından bir önceki sene gibi olması. Nihayetinde Aleyhissalatuvesselamın tesbitinden dünyevî bir sonuç bekledikleri belli. Ki ahirdeki durum onları şaşırtıyor. (Yoksa neden şaşırsınlar?) Efendimiz aleyhissalatuvesselam da onların bu şaşkınlığını şu sözüyle cevaplıyor: "Siz dünyanızın işini daha iyi bilirsiniz!"
Şimdi öncelikle meseleyi biraz irdeleyelim: Efendimiz aleyhissalatuvesselam mezkûr tesbiti bir emir olarak mı söylüyor? Benim yaptığım araştırmalar sonucunda öğrendiğime göre; hayır, Efendimiz aleyhissalatuvesselam 'Bundan sonra böyle yapın!' veya 'İlla böyle yapın!' diyerek onlara bunu söylemiyor. (Öyle olsaydı zaten bu emri şeriatın bir parçası olurdu. Ve biz biliyoruz ki: Allah Resulü, dinin bir parçasını 'Sonuç iyi olmadı!' diye geri bırakmaz veya değiştirmez. Çünkü bu din vahiy üzerine kurulmuştur. Sonuçlar üzerine kurgulanmamıştır.) Onlara, güzel âdeti olduğu üzere, fıtrî olanda hayır olduğunu ifade eder bir ders veriyor. Peki bu dersin amacı ne?
Aşılama, sizi de az-çok bildiğiniz gibi, ağacın kendiliğinden yaşadığı birşey değildir. İnsan elinin karışmasıyla yaşanır. Birçok aşılama şekli vardır ki, bunlar, aslında bitkinin doğal meyve verme sürecine yapılmış dış müdahalelerdir. Süreci hızlandırmayı, risklerden korumayı veya sonucu arttırmayı hedeflerler.
Başka ağaçlara aşılanmış meyve ağaçları olur. Bu onların daha güçlü olmasını sağlar. (Aşılandıkları ağaç güçlü bir ağaçtır.) Belki kendi kökleri üzerinde yükselse hastalanacak olan ağacın diğer ağacın kökü sayesinde hastalıktan korunması sağlanır. (Veya büyümesi hızlanır. Veya daha çok meyve verir. Veyahut daha başka bir fayda.) Ancak bunun bir de bedeli vardır.
Aşılanmış ağaçtan yediğiniz meyve orijinal meyvenin tadını vermez. Isırdığınız anda, o meyvenin aşılanmış ağaçtan mı, yoksa fıtrî haliyle yetişmiş ağaçtan mı geldiğini anlarsınız. Tadı bunu söyler. Kıvamı bunu söyler. Kokusu bunu söyler. Sindirimi bunu söyler. Her açıdan, orijinal haliyle kalmış, fıtratı bozulmamış, insan müdahalesi yaşanmamış ağacın meyvesi daha güzeldir. Bu dediğimi böylesi tecrübeleri olanlar zaten bilirler.
Bu iş ağaçta böyledir de başka şeylerde farklı mıdır? Hayır. Balda da böyledir. Reçelde de böyledir. Çiçekte de böyledir. Tahılda da böyledir. Böyledir de böyledir. Mürşidimin ifadesiyle 'bulaşık beşer eli' karıştıkça işin tadı kaçar. Düzen bozulur. Ahenk söner. Çünkü Allah herşeyi zaten 'en güzel şekilde' yaratmıştır. Fıtratına bırakıldığında her çocuk müslümandır. Fakat insan murat ettiği başka faydalar üzerinden bazen bu çocuğun ahlakına karışır. Daha fazlası için daha doğalı feda eder. Onu yahudi, hristiyan veya mecusi yapar. (Yazar burada 'Her çocuk fıtrat üzere doğar...' hadisine atıf yapıyor.)
İnsan sadece insana yapmaz bunu. Ürettiği ve tükettiği herşeye yapar. Karıştığı herşeyi karıştırır. Ki bugün GDO (Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar) ile yapılan tarımın sonuçları da bize aynı hakikati söyler... Son zamanlarda bu konu hakkında yazılan-çizilen epey şey olduğu için daha fazlasını karalamıyorum. Özetle: Kuyruğumuz çıkmadan, kanser olmadan, insandan başka birşeye dönüşmeden sonlandırdığımız her gün için Allah'a şükretsek yeridir.
Doğal olanda sağlık olduğunu artık hepimiz kabul ediyoruz. Sunî olanın saltanatı son on yılda epey yıkıldı. Bir zamanlar süttozunun sütten daha sağlıklı olduğu, meyve konsantrelerinin meyveden daha fazla besin değeri taşıdığı, vitamin haplarının sebzelerden daha iyi iş gördüğü yönünde modern medeniyetin yükselttiği bir algı vardı. Başımızı duvara çarpa çarpa bunun böyle olmadığını öğrendik. En doğru olanın doğal olduğunu, yani Allah'ın yarattığı gibi kalan olduğunu, üzerinde yapılan 'en iyi niyetli' oynamaların bile kötü sonuçlar verdiğini yaşanan bir dizi kollektif sağlık sorunuyla bizzat tecrübe ettik. Geldiğimiz nokta, en azından, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın fıtrî olana düşkünlüğünü anlamakta bize bir bakış açısı sunmalı.
Burada kalmayalım. Miraç hadisesini hatırlayalım. Orada kendisine süt ve şarap sunulduğunda Efendimiz aleyhissalatuvesselam hangisini seçmişti? Peki, onun yaptığı seçim üzerine, Cebrail aleyhisselam ne söylemişti? Biz ilgili hadislerden biliyoruz ki: Aleyhissalatuvesselam sütü seçmişti. Cebrail aleyhisselam da "Fıtratı seçtin!" diyerek onu tebrik etmişti. (Çünkü şarap üzüm suyuna müdahele edilerek yapılır. Süt ise sağıldığı andan itibaren zaten süttür. Ayrıca müdahele istemez.) Buradan alınız ve Efendimiz aleyhissalatuvesselamın hayatının geneline bakınız. Onun her zaman fıtrî olana düşkün olduğunu görürsünüz. Bu onun "Hayır Allah'ın seçtiğindedir!" sırrına yaşamıyla yaptığı bir tefsirdir. Fıtrî olanın bozulmadan devam etmesini ister, tavsiye eder, savunur.
Bunu, modern medeniyetten, 'dünyayı mahvetmek pahasına da olsa daha fazla üretim sahibi olmak' dersini alanlar anlayamaz belki. (Onların alacağı ders kendi başlarına koparacakları bir kıyameti/çevresel felaketi bekler.) Ama bir mü'minin daha kolay anlaması gerekir. Yahut da şöyle: "Tevhide iman etmiş bir müslümanın, bu imandan gelen bakış açısıyla, Efendisi aleyhissalatuvesselamın 'fıtrî olana meylini' anlaması gerekir."
Eğri de otursak doğru konuşalım: Bugün biz de organik tarımla (aslında fıtratına uygun) yetişmiş bir domatesle GDO'lu domatesi yanyana koyunca sonuçtan tatmin olmuyoruz. (Özellikle eken/satan/alan hiç memnun olmuyor.) Karpuza özenmiş şu domatesimsi şey, çürük-çarık, körpe-küçük diğerinden daha ihtişamlı görünüyor. (Fiyatı ise daha ucuz!) Fakat bugün ulaştığımız düzlemde akıl ve bilim hangisinin daha faydalı olduğunu söylüyor? Peki siz daha çok hangisini alıyorsunuz? Peki tarımcılar en çok hangisini ekiyor? İşte, siz de, bu açıdan dünya işini Allah Resulü aleyhissalatuvesselamdan iyi biliyorsunuz(!). Çünkü dünya işi kısavadeli iştir. O güzeller güzeli, dünyaya dahi, salt dünyayı düşünerek bakmaz. Salt ürün, salt sonuç, salt tüketim gözüyle bakmaz.
Ve, ey modernist, sen de şunu dinle: Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın 'daha çok' yerine 'daha fıtrî' olanı seçmesi onu hatalı yapmaz. Buradan şu meş'um sonucu çıkaramazsın. Bu hadiseye bakarak onun ismetine halel getirmek haddin olamaz. Ancak onun işaret ettiği büyük hakikati kuşatamadığından kendi aklının ve anlayışının darlığını ortaya koymuş olursun. Sen de bu bahisten şu dersi işiteceksin. İşiteceksin ki kem iddiandan tevbe edesin.
Hemen yazının başında ifade edeyim: Bunu Caner Taslaman'ın kendisinden işitmedim. Ama Taslamandîler şişede durdukları gibi durmuyorlar. Ondan bağımsız olarak da argüman üretmeye devam ediyorlar. İşte, birkaç yazıdır konuşuyor olduğumuz, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın 'insan' ve 'peygamber' olduğu zamanların ayrımı meselesinde de bu zavallı üretim devam ediyor. Her zaman olduğu gibi, siyerin veya hadislerin geneli görmezden gelinerek, aradan 'işe yarar' görülen birşeyler cımbızlanıyor ve zorlu tevillere maruz bırakılıyor. Hani, dilleri olsa, diyecekler: "Bize ettiğin nedir a insafsız!" Ama dilleri yok metinlerin. O vakit onların dilleri biz olalım. Baktıkları şeylere 'daha farklı' veya 'daha doğru' nasıl bakılacak modernistlere arzetmeye çalışalım.
Bu hâdise de, tıpkı ikinci yazıda aktardığım hâdise gibi, meşhurdur. En azından bu tip iddialarla karşılaşanlar arasında meşhurdur. Sık kullanılan bir argümandır. Yazının gelişme bölümüne geçmeden alıntılayalım: “Hz. Peygamber (aleyhissalatuvesselam), aşılama yapan bir topluluğa uğradı. Onlara 'Siz bunu yapmamış olsanız da (hurma) olur!' buyurdu. (O sene) hurmalar koruk çıkardılar (iyi bir verim alınamadı). Hz. Peygamber (aleyhissalatuvesselam), (neden sonra) onlara (tekrar) uğradı ve 'Hurmalarınız ne durumdadır?' diye sordu. Onlar da 'Şöyle şöyle buyurmuştunuz, (biz de öyle yaptık ve sonuç böyle oldu)' dediler. (Bunun üzerine Resûlûllah): 'Siz dünyanızın işini daha iyi bilirsiniz' dedi.”
Müslim'in Fedail kısmında geçen bu hadis-i şerif bize evvelemirde ne söylüyor? Efendimiz aleyhissalatuvesselamın hurmalar hakkındaki bir tesbitinin sahabesinin beklediği türden bir sonucu vermediğini... Bekledikleri sonuç ne peki? Muhtemelen hurmalarının bollaşması. Veya en azından bir önceki sene gibi olması. Nihayetinde Aleyhissalatuvesselamın tesbitinden dünyevî bir sonuç bekledikleri belli. Ki ahirdeki durum onları şaşırtıyor. (Yoksa neden şaşırsınlar?) Efendimiz aleyhissalatuvesselam da onların bu şaşkınlığını şu sözüyle cevaplıyor: "Siz dünyanızın işini daha iyi bilirsiniz!"
Şimdi öncelikle meseleyi biraz irdeleyelim: Efendimiz aleyhissalatuvesselam mezkûr tesbiti bir emir olarak mı söylüyor? Benim yaptığım araştırmalar sonucunda öğrendiğime göre; hayır, Efendimiz aleyhissalatuvesselam 'Bundan sonra böyle yapın!' veya 'İlla böyle yapın!' diyerek onlara bunu söylemiyor. (Öyle olsaydı zaten bu emri şeriatın bir parçası olurdu. Ve biz biliyoruz ki: Allah Resulü, dinin bir parçasını 'Sonuç iyi olmadı!' diye geri bırakmaz veya değiştirmez. Çünkü bu din vahiy üzerine kurulmuştur. Sonuçlar üzerine kurgulanmamıştır.) Onlara, güzel âdeti olduğu üzere, fıtrî olanda hayır olduğunu ifade eder bir ders veriyor. Peki bu dersin amacı ne?
Aşılama, sizi de az-çok bildiğiniz gibi, ağacın kendiliğinden yaşadığı birşey değildir. İnsan elinin karışmasıyla yaşanır. Birçok aşılama şekli vardır ki, bunlar, aslında bitkinin doğal meyve verme sürecine yapılmış dış müdahalelerdir. Süreci hızlandırmayı, risklerden korumayı veya sonucu arttırmayı hedeflerler.
Başka ağaçlara aşılanmış meyve ağaçları olur. Bu onların daha güçlü olmasını sağlar. (Aşılandıkları ağaç güçlü bir ağaçtır.) Belki kendi kökleri üzerinde yükselse hastalanacak olan ağacın diğer ağacın kökü sayesinde hastalıktan korunması sağlanır. (Veya büyümesi hızlanır. Veya daha çok meyve verir. Veyahut daha başka bir fayda.) Ancak bunun bir de bedeli vardır.
Aşılanmış ağaçtan yediğiniz meyve orijinal meyvenin tadını vermez. Isırdığınız anda, o meyvenin aşılanmış ağaçtan mı, yoksa fıtrî haliyle yetişmiş ağaçtan mı geldiğini anlarsınız. Tadı bunu söyler. Kıvamı bunu söyler. Kokusu bunu söyler. Sindirimi bunu söyler. Her açıdan, orijinal haliyle kalmış, fıtratı bozulmamış, insan müdahalesi yaşanmamış ağacın meyvesi daha güzeldir. Bu dediğimi böylesi tecrübeleri olanlar zaten bilirler.
Bu iş ağaçta böyledir de başka şeylerde farklı mıdır? Hayır. Balda da böyledir. Reçelde de böyledir. Çiçekte de böyledir. Tahılda da böyledir. Böyledir de böyledir. Mürşidimin ifadesiyle 'bulaşık beşer eli' karıştıkça işin tadı kaçar. Düzen bozulur. Ahenk söner. Çünkü Allah herşeyi zaten 'en güzel şekilde' yaratmıştır. Fıtratına bırakıldığında her çocuk müslümandır. Fakat insan murat ettiği başka faydalar üzerinden bazen bu çocuğun ahlakına karışır. Daha fazlası için daha doğalı feda eder. Onu yahudi, hristiyan veya mecusi yapar. (Yazar burada 'Her çocuk fıtrat üzere doğar...' hadisine atıf yapıyor.)
İnsan sadece insana yapmaz bunu. Ürettiği ve tükettiği herşeye yapar. Karıştığı herşeyi karıştırır. Ki bugün GDO (Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar) ile yapılan tarımın sonuçları da bize aynı hakikati söyler... Son zamanlarda bu konu hakkında yazılan-çizilen epey şey olduğu için daha fazlasını karalamıyorum. Özetle: Kuyruğumuz çıkmadan, kanser olmadan, insandan başka birşeye dönüşmeden sonlandırdığımız her gün için Allah'a şükretsek yeridir.
Doğal olanda sağlık olduğunu artık hepimiz kabul ediyoruz. Sunî olanın saltanatı son on yılda epey yıkıldı. Bir zamanlar süttozunun sütten daha sağlıklı olduğu, meyve konsantrelerinin meyveden daha fazla besin değeri taşıdığı, vitamin haplarının sebzelerden daha iyi iş gördüğü yönünde modern medeniyetin yükselttiği bir algı vardı. Başımızı duvara çarpa çarpa bunun böyle olmadığını öğrendik. En doğru olanın doğal olduğunu, yani Allah'ın yarattığı gibi kalan olduğunu, üzerinde yapılan 'en iyi niyetli' oynamaların bile kötü sonuçlar verdiğini yaşanan bir dizi kollektif sağlık sorunuyla bizzat tecrübe ettik. Geldiğimiz nokta, en azından, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın fıtrî olana düşkünlüğünü anlamakta bize bir bakış açısı sunmalı.
Burada kalmayalım. Miraç hadisesini hatırlayalım. Orada kendisine süt ve şarap sunulduğunda Efendimiz aleyhissalatuvesselam hangisini seçmişti? Peki, onun yaptığı seçim üzerine, Cebrail aleyhisselam ne söylemişti? Biz ilgili hadislerden biliyoruz ki: Aleyhissalatuvesselam sütü seçmişti. Cebrail aleyhisselam da "Fıtratı seçtin!" diyerek onu tebrik etmişti. (Çünkü şarap üzüm suyuna müdahele edilerek yapılır. Süt ise sağıldığı andan itibaren zaten süttür. Ayrıca müdahele istemez.) Buradan alınız ve Efendimiz aleyhissalatuvesselamın hayatının geneline bakınız. Onun her zaman fıtrî olana düşkün olduğunu görürsünüz. Bu onun "Hayır Allah'ın seçtiğindedir!" sırrına yaşamıyla yaptığı bir tefsirdir. Fıtrî olanın bozulmadan devam etmesini ister, tavsiye eder, savunur.
Bunu, modern medeniyetten, 'dünyayı mahvetmek pahasına da olsa daha fazla üretim sahibi olmak' dersini alanlar anlayamaz belki. (Onların alacağı ders kendi başlarına koparacakları bir kıyameti/çevresel felaketi bekler.) Ama bir mü'minin daha kolay anlaması gerekir. Yahut da şöyle: "Tevhide iman etmiş bir müslümanın, bu imandan gelen bakış açısıyla, Efendisi aleyhissalatuvesselamın 'fıtrî olana meylini' anlaması gerekir."
Eğri de otursak doğru konuşalım: Bugün biz de organik tarımla (aslında fıtratına uygun) yetişmiş bir domatesle GDO'lu domatesi yanyana koyunca sonuçtan tatmin olmuyoruz. (Özellikle eken/satan/alan hiç memnun olmuyor.) Karpuza özenmiş şu domatesimsi şey, çürük-çarık, körpe-küçük diğerinden daha ihtişamlı görünüyor. (Fiyatı ise daha ucuz!) Fakat bugün ulaştığımız düzlemde akıl ve bilim hangisinin daha faydalı olduğunu söylüyor? Peki siz daha çok hangisini alıyorsunuz? Peki tarımcılar en çok hangisini ekiyor? İşte, siz de, bu açıdan dünya işini Allah Resulü aleyhissalatuvesselamdan iyi biliyorsunuz(!). Çünkü dünya işi kısavadeli iştir. O güzeller güzeli, dünyaya dahi, salt dünyayı düşünerek bakmaz. Salt ürün, salt sonuç, salt tüketim gözüyle bakmaz.
Ve, ey modernist, sen de şunu dinle: Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın 'daha çok' yerine 'daha fıtrî' olanı seçmesi onu hatalı yapmaz. Buradan şu meş'um sonucu çıkaramazsın. Bu hadiseye bakarak onun ismetine halel getirmek haddin olamaz. Ancak onun işaret ettiği büyük hakikati kuşatamadığından kendi aklının ve anlayışının darlığını ortaya koymuş olursun. Sen de bu bahisten şu dersi işiteceksin. İşiteceksin ki kem iddiandan tevbe edesin.
15 Haziran 2017 Perşembe
Caner Taslaman nerede hata yapıyor? (3)
Bir önceki yazıda da dikkat çekmeye çalıştığım gibi: Efendimiz aleyhissalatuvesselamın gündelik hayatında, insanlarla ilişkilerinde, hatta dinî ahkamı tebliğde dahi 'vahiyden bağımsız' hareket ettiğini/edebildiğini düşünmek bir modern zaman hastalığıdır. Bu ümmete yeni arız olmuştur. Hadislerin ve o hadisler üzerine inşa edilmiş ehl-i sünnet ve'l-cemaat itikadının fısk yollarını kapamasından rahatsız olan, fikren veled-i zina, modernistlerin uydurmasıdır. Bununla şunu murad ederler: Eğer Efendimiz aleyhissalatuvesselamın sünnet-i seniyyesi ile Cenab-ı Hakkın hıfz u himayesi arasını açabilirlerse (bunu hakikatte açamazlar ama sizin gönül dünyanızda başarabilirler) o zaman sünnet-i seniyye ile gelen ahkam 'tartışmalı' hale gelir.
Bu peygamberi postacı haline getirmenin ilk adımıdır. Zira bir 'peygamber' ile 'postacı' arasındaki fark buradan başlar: Postacının mesajın iletilmesi dışında bir mesuliyeti yoktur. İşini yaptıktan sonra işine bakar. Mesajdan bağımsız olarak yaşamaya devam eder. Taşıdığı ölüm haberi bile olsa bıraktıktan sonra gülümser. Evine dönüp neşeyle televizyonunu izler. İlettiklerini üzerinde taşımak zorunda değildir. Onlarla duygusal etkileşime girmek zorunda değildir. Yaşamak zorunda değildir. Bununla mesul değildir. Fakat peygamber mesuldür. Peygamber, sadece ilettiği mesajla değil, hayatıyla da insanlara rehber olarak gönderilmiştir. Kendisi vesilesiyle insanlığa vahyolunan hakikatlerin gündelik yaşamda nasıl karşılık bulacağı örnekliğiyle ortaya konulur. Onun hayatı vahyin ilk ve en önemli tefsiridir.
Peygamberliğin olmazsa olmazı olan 'ismet' tam da bu noktada devreye girer. İsmet olmadıktan sonra tebliğde vuku bulabilecek hatalara karşı bizi emniyette kılacak olan nedir? Hiçbirşey! Hiçbirşey gösterilemez artık. Peygamberin kendisine vahyedileni tefsirinde, ister yaşayarak ister anlatarak olsun, hata yapmadığından nasıl emin olabiliriz? Nasıl onunla gelene emniyet edebiliriz? İsmetini, yani günahtan korunmuşluğunu, kabul etmedikten sonra artık dinin tamamı şüphe altındadır. Hatta Kur'an'ın kendisi dahi şüphe altındadır. Çünkü (hâşâ) güvenilmez birisi tarafından insanlığa iletilmiş olur. Bir peygamber vahyi iletirken hata yapmaz ama postacı yapabilir. Şu işin ortası yoktur. Mürşidim bu sadedde der ki:
"Muhammed aleyhissalâtüvesselâm ya Resulullahtır ve bütün resullerin ekmeli ve bütün mahlûkatın efdalidir; veyahut—hâşâ, yüz bin defa hâşâ—Allah'a iftira ettiği ve Allah'ı bilmediği ve azâbına inanmadığı için, itikadsız, esfel-i sâfilîne sukut etmiş bir beşer farz etmek lâzım gelir. Bu ise, ey İblis, ne sen ve ne de güvendiğin Avrupa feylesofları ve Asya münafıkları bunu diyemezsiniz ve diyememişsiniz ve diyemeyeceksiniz ve dememişsiniz ve demeyeceksiniz. Çünkü bu şıkkı dinleyecek ve kabul edecek, dünyada yoktur."
Peygamberin postacılığını savunmakla aslında Cenab-ı Hakka da şöyle denmiş olur: "Allahım, sen, bizi doğru yola çağırmak üzere vahiy gönderdin. Ama bunu yaparken gönderdiğin kişinin hata yapmamasına dikkat etmedin. Onu kollamadın. Dersi nasıl anlattığına bakmadın. Biz onun hayatında yanlışlar da gördük. Doğrusu artık emin olamıyoruz. Acaba senin mesajını iletirken de hata yapmış olabilir mi? Korumadığına göre olabilir. O halde artık o mesaja da güvenemeyiz. Güveneceğimiz tek şey kendi aklımız. Fakat bu akıl da öyle birşey ki, zamanla ve kişiden kişiye değişir, üstelik kimse bir diğerinin aklına karşı tam olarak güven duymaz. O halde Allahım, sen bizi çaresiz bıraktın, biz istediğimiz gibi inanabiliriz. Doğru yol falan da yok. Çünkü kesinliğine güvenilebilir birşey göndermedin. Suçlu sensin!"
Ben, işte biraz da bu nedenle, Caner Taslaman'ın 'kişisel sünnet' dediği şeyi hiddetle önemsiyorum. Önemli bir tehlike olarak görüyorum. Zira altını kazdığınız zaman 'Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın insan olduğu zamanlar' ve 'peygamber olduğu zamanlar' gibi bir ayrım çıkıyor. Bu ayrımın gittiği yer de en nihayet 'insan olduğu zamanlar'da günahsız olmadığı. Hatalar yaptığı. Yanlışlara düştüğü. Yanıldığı. Fakat bu ayrım öyle de kalmıyor. Bir kere Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın hayatını böyle iki parçaya böldünüz mü bu parçalardan birisi diğerini ısıra ısıra tüketiyor. Sizi bağlamasını istemediğiniz her emri, her uygulaması, her tavsiyesi yavaş yavaş 'insan olduğu zamanlar'a itekleniyor. Fıska bir bahane oluyor.
Üstelik bu ikili alan mü'mini şöyle bir tereddütte de bırakıyor: Şimdi bu emri verdi, ama acaba 'insan' olarak mı verdi, 'peygamber' olarak mı verdi? Hangi taraftayken verdi? Ben bunu nereden bilebilirim? O halde dinde kesin bir şekilde emniyet edilecek birşey yok. İslam diye bize anlatılan şey aşağı yukarı bir panteizmdir. Hatta azıcık daha ilerisi: Nihilizmdir. Sünnet-i seniyyeye kırılan güvenin altından en nihayet bu çıkar. "Mezhepsizlik dinsizliğin köprüsüdür!" diyen İmam Zahid el-Kevserî Hazretleri (r.a.) çok kıymetli bir hakikatin altını çizmişti on yıllar önce. O sözün hakikatini yıllar sonra gördük. Sünnet-i seniyye ile uğraşa uğraşa canveren Yaşar Nuri Öztürk, ömr-ü ahirinde, boşuna "Deistim!" diye haykırmadı. O yol elbette buraya çıkacaktı. Şimdi yürüyenlerinki de, ıslah olmazlarsa, oraya çıkacak.
Bu peygamberi postacı haline getirmenin ilk adımıdır. Zira bir 'peygamber' ile 'postacı' arasındaki fark buradan başlar: Postacının mesajın iletilmesi dışında bir mesuliyeti yoktur. İşini yaptıktan sonra işine bakar. Mesajdan bağımsız olarak yaşamaya devam eder. Taşıdığı ölüm haberi bile olsa bıraktıktan sonra gülümser. Evine dönüp neşeyle televizyonunu izler. İlettiklerini üzerinde taşımak zorunda değildir. Onlarla duygusal etkileşime girmek zorunda değildir. Yaşamak zorunda değildir. Bununla mesul değildir. Fakat peygamber mesuldür. Peygamber, sadece ilettiği mesajla değil, hayatıyla da insanlara rehber olarak gönderilmiştir. Kendisi vesilesiyle insanlığa vahyolunan hakikatlerin gündelik yaşamda nasıl karşılık bulacağı örnekliğiyle ortaya konulur. Onun hayatı vahyin ilk ve en önemli tefsiridir.
Peygamberliğin olmazsa olmazı olan 'ismet' tam da bu noktada devreye girer. İsmet olmadıktan sonra tebliğde vuku bulabilecek hatalara karşı bizi emniyette kılacak olan nedir? Hiçbirşey! Hiçbirşey gösterilemez artık. Peygamberin kendisine vahyedileni tefsirinde, ister yaşayarak ister anlatarak olsun, hata yapmadığından nasıl emin olabiliriz? Nasıl onunla gelene emniyet edebiliriz? İsmetini, yani günahtan korunmuşluğunu, kabul etmedikten sonra artık dinin tamamı şüphe altındadır. Hatta Kur'an'ın kendisi dahi şüphe altındadır. Çünkü (hâşâ) güvenilmez birisi tarafından insanlığa iletilmiş olur. Bir peygamber vahyi iletirken hata yapmaz ama postacı yapabilir. Şu işin ortası yoktur. Mürşidim bu sadedde der ki:
"Muhammed aleyhissalâtüvesselâm ya Resulullahtır ve bütün resullerin ekmeli ve bütün mahlûkatın efdalidir; veyahut—hâşâ, yüz bin defa hâşâ—Allah'a iftira ettiği ve Allah'ı bilmediği ve azâbına inanmadığı için, itikadsız, esfel-i sâfilîne sukut etmiş bir beşer farz etmek lâzım gelir. Bu ise, ey İblis, ne sen ve ne de güvendiğin Avrupa feylesofları ve Asya münafıkları bunu diyemezsiniz ve diyememişsiniz ve diyemeyeceksiniz ve dememişsiniz ve demeyeceksiniz. Çünkü bu şıkkı dinleyecek ve kabul edecek, dünyada yoktur."
Peygamberin postacılığını savunmakla aslında Cenab-ı Hakka da şöyle denmiş olur: "Allahım, sen, bizi doğru yola çağırmak üzere vahiy gönderdin. Ama bunu yaparken gönderdiğin kişinin hata yapmamasına dikkat etmedin. Onu kollamadın. Dersi nasıl anlattığına bakmadın. Biz onun hayatında yanlışlar da gördük. Doğrusu artık emin olamıyoruz. Acaba senin mesajını iletirken de hata yapmış olabilir mi? Korumadığına göre olabilir. O halde artık o mesaja da güvenemeyiz. Güveneceğimiz tek şey kendi aklımız. Fakat bu akıl da öyle birşey ki, zamanla ve kişiden kişiye değişir, üstelik kimse bir diğerinin aklına karşı tam olarak güven duymaz. O halde Allahım, sen bizi çaresiz bıraktın, biz istediğimiz gibi inanabiliriz. Doğru yol falan da yok. Çünkü kesinliğine güvenilebilir birşey göndermedin. Suçlu sensin!"
Ben, işte biraz da bu nedenle, Caner Taslaman'ın 'kişisel sünnet' dediği şeyi hiddetle önemsiyorum. Önemli bir tehlike olarak görüyorum. Zira altını kazdığınız zaman 'Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın insan olduğu zamanlar' ve 'peygamber olduğu zamanlar' gibi bir ayrım çıkıyor. Bu ayrımın gittiği yer de en nihayet 'insan olduğu zamanlar'da günahsız olmadığı. Hatalar yaptığı. Yanlışlara düştüğü. Yanıldığı. Fakat bu ayrım öyle de kalmıyor. Bir kere Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın hayatını böyle iki parçaya böldünüz mü bu parçalardan birisi diğerini ısıra ısıra tüketiyor. Sizi bağlamasını istemediğiniz her emri, her uygulaması, her tavsiyesi yavaş yavaş 'insan olduğu zamanlar'a itekleniyor. Fıska bir bahane oluyor.
Üstelik bu ikili alan mü'mini şöyle bir tereddütte de bırakıyor: Şimdi bu emri verdi, ama acaba 'insan' olarak mı verdi, 'peygamber' olarak mı verdi? Hangi taraftayken verdi? Ben bunu nereden bilebilirim? O halde dinde kesin bir şekilde emniyet edilecek birşey yok. İslam diye bize anlatılan şey aşağı yukarı bir panteizmdir. Hatta azıcık daha ilerisi: Nihilizmdir. Sünnet-i seniyyeye kırılan güvenin altından en nihayet bu çıkar. "Mezhepsizlik dinsizliğin köprüsüdür!" diyen İmam Zahid el-Kevserî Hazretleri (r.a.) çok kıymetli bir hakikatin altını çizmişti on yıllar önce. O sözün hakikatini yıllar sonra gördük. Sünnet-i seniyye ile uğraşa uğraşa canveren Yaşar Nuri Öztürk, ömr-ü ahirinde, boşuna "Deistim!" diye haykırmadı. O yol elbette buraya çıkacaktı. Şimdi yürüyenlerinki de, ıslah olmazlarsa, oraya çıkacak.
14 Haziran 2017 Çarşamba
Caner Taslaman nerede hata yapıyor? (2)
Bu konuyu, Caner Taslaman'ın kendisiyle değil, ama 'Taslamandîlerin' bazı üyeleriyle konuşma fırsatı buldum. 'Kişisel sünnet' dedikleri şeyin bir dayanağı da Bedir harbi öncesinde ordunun yeri hakkında yaşanan meşhur olay. Hatırlayamayanlar için, detaylarına girmeden, küçükçe aktaracağım: Bir sahabi, Allah Resulü aleyhissalatuvesselama "ordunun yerinin Allah'ın emri mi, yoksa kendi seçimimi olduğunu" soruyor. Efendimiz aleyhissalatuvesselam da bunun 'kendi seçimi' olduğunu söylüyor. Sahabi efendimiz bunun üzerine 'oranın değil de kuyulara yakın bir yerin tutulmasının' daha doğru olacağını ifade ediyor. Allah Resulü aleyhissalatuvesselam da onu tasdik ederek ordunun yerini değiştiriyor.
Hâdise özetle bu. Şimdi Taslamandîlerin (Caner Taslaman hakkında birşeyler karaladığımda hep beraber saldırmalarından dolayı onlara bu ismi veriyorum) bu olaydan çıkardıkları muhteşem hakikate(!) gelelim. Onlar diyorlar: "Bu olay da gösteriyor ki; Peygamberimiz, hayatının her anında vahiyle hareket etmezdi. Kararlarını kendisi verirdi. İsabet de hata da ederdi. Hepsi için vahiy aramazdı. Eğer bu kararları, tıpkı bizim gibi, kendisi veriyorsa onları dinden saymamalı. Baksanıza! Yanlışlığı konusunda uyarıldığında düzeltiyor çünkü. O halde biz de oturup Efendimizin neleri kendi seçimi neleri vahiyle yaptığını belirlemeliyiz. Vahiyle geldiğinden emin olduğumuz kısımları uygulayıp ötekileri 'illa yapılması gerekenler' gibi görmemeliyiz. Yanlışsa da düzeltmeliyiz."
İddia özetle bu. Nübüvvete bakışta ehl-i sünnet ve'l-cemaat itikadına kıyasla acayip farklar içeren bu yeni inanışta, sizin de dikkatinizi çekmiştir, daha önce bu ümmetin şüphe etmeyi aklından bile geçirmediği pekçok şey 'tartışılabilir' hale geliyor. Mesela: "Aleyhissalatuvesselamın 'ismet'i var mıydı gerçekten? Yani hakikaten günahsız/hatasız mıydı? Hem her eylediği ile ümmete örnek olur muydu? Her eylediği Allah'ın gözetiminde miydi? Sahabe onu böyle görür müydü?" Eğer yukarıdaki hâdiseyi Taslamandîler gibi okursanız bu soruların yanıtını 'evet' olarak vermeniz zor. Hatta, ister-istemez 'hayır' diyeceksiniz, zira yaşanmış böylesi bir olay var. Efendimiz aleyhissalatuvesselam hata yapmış(!) ve hatasını da sahabisi düzeltmiş. O da onu tasdik ederek, yani ordunun yerini değiştirerek, hatasını doğrulamış.
Vay arkadaş! Dehşet birşey bu. Meseleyi böyle okuduğunuz anda sünnet-i seniyye ile gelen bilginin üzerinde 'soru işaretleri' uçuşmaya başlıyor. Dinin ayağını bastığı zemin kayboluyor. İlk bakışta hemen farkedilmeyen bir dinamitleme var burada. Nasıl? Belki şöyle: Eğer ismet konusu yara alırsa, yani Efendimiz aleyhissalatuvesselamın eylediklerinin vahyin emri ve koruması altında olduğu inancı zedelenirse, sünneti itimad edilebilir kılacak olan nedir? Elcevap: Hiçbirşey... Öyle ya! O da her insan gibi hatalıysa ondan rivayet edilen şeylerin (sözlerin/eylemlerin/eylemsizliklerin) bağlayıcılığı nasıl ve neden olur? İşte, burada, Kur'aniyyun taifesinin zaten yıllardan beri geveleyegeldikleri sihirli değneğe iş düşüyor: "Sünneti Kur'an'a arz etmek!"
Ne değnek ama! Akılları değnek kadar olmayanların eline verilmiş bir değnek! Sanki, Cenab-ı Hakkın hatırına (hâşâ) Peygamberini, ümmetini dini hakkında mütehayyir/şaşkın bırakacak, neye uyup neye uymayacakları konusunda şüpheye düşürecek hatalardan korumak gelmemiş gibi, Peygamber de "Ben sonrası tufan!" tavrıyla hareket etmiş gibi, bugün biz dini Peygamberin hatalarından koruyacağız! Modern zaman Samirîliğine bak hele!
Oy, oy, oy... Dini, o dini getiren güzeller güzeli Peygamberin, 'güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderildiği' söyleyen Peygamberin hatalarından koruyoruz! Ne cür'et! Ne galat! Ne herze! Ne hadbilmezlik... Kişinin ahiretini/akıbetini cayır cayır yakacak ne kem sözler! Ama söyleniyor artık bunlar. Söyleniyor, çünkü yukarıda arzettiğimiz gibi, ellerine geçmiş bir tane hâdise var. Hadis inkârcılığında level atlamış adamlar, normalde Kütüb-i Sitte dense alerjiden kaşım kaşım kaşınan kaşarlar, aksine, bu örnekte ise siyere inanmakta ısrarcılar. Bu defa işlerine yarıyor çünkü. O böyle anlaşılmakla dümenleri çevriliyor.
Hiç sual edilmiyor ki: Sahabe, eğer bizim gibi düşünüyor olsa, öyle bir-iki değil, yaptığı her amelde Allah Resulü aleyhissalatuvesselama aynı soruyu sormaz mıydı? "Ya Resulallah, öğleyi dört kıldırıyorsun ama, bu senin kararın mı, vahiyle mi geldi?" Veya sağ ayağıyla mescide girdiğini görünce sorarlardı: "Ya Resulallah, sağ ayağınla mescide giriyor ve bunu tavsiye ediyorsun, amma bunu kendin mi seçtin, yoksa sana bu bilgi vahiyle mi geldi?"
Sahabinin, yukarıdaki hâdise hariç, böyle bir sorgulaması yok. (Onun nasıl anlaşılması gerektiğini ise ileride konuşacağız.) Böyle bir endişesi yok. Böyle bir acabası yok. Bu sorgulama, bu endişe, bu acaba bugünün müslümanlarına (onların arızalı bir kısmına) arız olmuş bir arıza. Yoksa Efendimiz aleyhissalatuvesselamın tuvalet âdâbı bile sahabesi tarafından taklit ediliyor. Her eylediği, daha o böyle eylemeyi emretmeden, sahabe için merğup oluyor.
Peki, bir tek hâdiseden, bu ümmetin sünnet-i seniyyeye imanını dinamitleyen şu bakış açısı nasıl çıkıyor? Efendim, işin özü şöyle, insan kast-ı nazarla bakmaya görsün, aradığını illa buluyor. Zaten vurgu böyle bir sihirdir. Azı çoğa galip eder. Bunlar da hakkı değil 'kendi herzelerini doğrulayacak (doğrulayacak şekilde bükülebilecek) hâdiseyi' arayarak baktıkları için siyere, elbette, arzularına göre yorumlayacakları şeyleri buluyorlar. Yoksa, pekâlâ, Efendimiz aleyhissalatuvesselamın kendi reyini terkedip istişare kararını kabul ettiği Uhud'da yaşananlar üzerinden de tam tersi bir sonuç çıkarabilirlerdi. Öyle ya! Orada da Aleyhissalatuvesselam 'savunma savaşı yapılması fikrini' sahabisinin ağırlıklı görüşü farklı tecelli ettiği için terkediyor. Sonuç? Sonuç 'Keşke savunma savaşı yapılsaydı!' dedirtecek türden.
Yani, her nasıl oluyorsa, ikincisi 'istişarenin önemini anlatmak hikmetiyle' okunabiliyor da, birincisi aynı perspektiften okunamıyor. Uhud'da, Efendimiz aleyhissalatuvesselam, hakkında rüyası da olan (ki sadık rüya vahyin bir parçasıdır) savunma savaşı görüşünü sahabisine ders vermek için terkediyor da, Bedir'deki mezkûr hâdisede bunu aynı hikmetle yapamıyor oluyor!
"Efendimiz hatalı bir yer seçimi yapmışmış. Sahabisi bu hatayı düzeltmişmiş..." Peh! Bedir'de, ordu, Efendimiz aleyhissalatuvesselamın dediği yerde kalsa, savaşın kaybedileceğinin garantisi mi var? O seçimin Peygamberî ferasetten yoksun olduğunun delili mi var? Bunların hiçbiri yok. Sadece bir sahabinin (Allah ondan razı olsun) itirazı ve Efendimizin onun itirazına verdiği değer var. Bu müdahalenin kaybedilecekken kazandırdığına veya olacakları çok etkilediğine dair hiçbir veri yok elimizde. Ne biliyoruz, Efendimiz aleyhissalatuvesselamın bu tasdikinin de, Uhud'daki gibi ümmete bir ders niteliği taşımadığını? İstişare ahlakını öğretmediğini?
Anlamak mümkün değil gerçekten: Şeriatın ahkamıyla doğrudan hiçbir ilgisi olmayan bir meselede, bir sahabi, Aleyhissalatuvesselamın seçimine itiraz ediyor diye; nasıl oluyor da, onun hiçbir itirazla karşılaşmamış, konumu ve önemi asla sorgulanmamış, sahabinin büyük bir ehemmiyetle ve iştiyakla uygun hareket ettiği şeriata dair uygulamaları 'sorgulanabilir' oluyor? Bu büyük bir hadbilmezlik değil mi? Eğer bu dediğiniz sahabinin her meselede süregiden bir anlayışı olsaydı, yani onlar da sizin anladığınız gibi meseleyi anlasalardı, bize böyle bir tane hâdise değil, binlerce hâdisenin nakledilmesi gerekmez miydi? Dine dair her meselede, sahabe, Efendimiz aleyhissalatuvesselama aynı şekilde sormaz mıydı? Buna dair birşey duyan var mı Allah aşkına?
Elbette böyle birşey yoktu. Olamazdı. Çünkü sahabe şu ayetleri bizden daha güzel idrak ediyordu: "Battığı zaman yıldıza andolsun ki, arkadaşınız (Muhammed) sapmadı ve bâtıla inanmadı. O, arzusuna göre de konuşmaz. O (bildirdikleri) vahyedilenden başkası değildir..." Allah bize de bu ayetlerden hakkıyla istifade edebilmeyi nasip eylesin. Âmin.
Hâdise özetle bu. Şimdi Taslamandîlerin (Caner Taslaman hakkında birşeyler karaladığımda hep beraber saldırmalarından dolayı onlara bu ismi veriyorum) bu olaydan çıkardıkları muhteşem hakikate(!) gelelim. Onlar diyorlar: "Bu olay da gösteriyor ki; Peygamberimiz, hayatının her anında vahiyle hareket etmezdi. Kararlarını kendisi verirdi. İsabet de hata da ederdi. Hepsi için vahiy aramazdı. Eğer bu kararları, tıpkı bizim gibi, kendisi veriyorsa onları dinden saymamalı. Baksanıza! Yanlışlığı konusunda uyarıldığında düzeltiyor çünkü. O halde biz de oturup Efendimizin neleri kendi seçimi neleri vahiyle yaptığını belirlemeliyiz. Vahiyle geldiğinden emin olduğumuz kısımları uygulayıp ötekileri 'illa yapılması gerekenler' gibi görmemeliyiz. Yanlışsa da düzeltmeliyiz."
İddia özetle bu. Nübüvvete bakışta ehl-i sünnet ve'l-cemaat itikadına kıyasla acayip farklar içeren bu yeni inanışta, sizin de dikkatinizi çekmiştir, daha önce bu ümmetin şüphe etmeyi aklından bile geçirmediği pekçok şey 'tartışılabilir' hale geliyor. Mesela: "Aleyhissalatuvesselamın 'ismet'i var mıydı gerçekten? Yani hakikaten günahsız/hatasız mıydı? Hem her eylediği ile ümmete örnek olur muydu? Her eylediği Allah'ın gözetiminde miydi? Sahabe onu böyle görür müydü?" Eğer yukarıdaki hâdiseyi Taslamandîler gibi okursanız bu soruların yanıtını 'evet' olarak vermeniz zor. Hatta, ister-istemez 'hayır' diyeceksiniz, zira yaşanmış böylesi bir olay var. Efendimiz aleyhissalatuvesselam hata yapmış(!) ve hatasını da sahabisi düzeltmiş. O da onu tasdik ederek, yani ordunun yerini değiştirerek, hatasını doğrulamış.
Vay arkadaş! Dehşet birşey bu. Meseleyi böyle okuduğunuz anda sünnet-i seniyye ile gelen bilginin üzerinde 'soru işaretleri' uçuşmaya başlıyor. Dinin ayağını bastığı zemin kayboluyor. İlk bakışta hemen farkedilmeyen bir dinamitleme var burada. Nasıl? Belki şöyle: Eğer ismet konusu yara alırsa, yani Efendimiz aleyhissalatuvesselamın eylediklerinin vahyin emri ve koruması altında olduğu inancı zedelenirse, sünneti itimad edilebilir kılacak olan nedir? Elcevap: Hiçbirşey... Öyle ya! O da her insan gibi hatalıysa ondan rivayet edilen şeylerin (sözlerin/eylemlerin/eylemsizliklerin) bağlayıcılığı nasıl ve neden olur? İşte, burada, Kur'aniyyun taifesinin zaten yıllardan beri geveleyegeldikleri sihirli değneğe iş düşüyor: "Sünneti Kur'an'a arz etmek!"
Ne değnek ama! Akılları değnek kadar olmayanların eline verilmiş bir değnek! Sanki, Cenab-ı Hakkın hatırına (hâşâ) Peygamberini, ümmetini dini hakkında mütehayyir/şaşkın bırakacak, neye uyup neye uymayacakları konusunda şüpheye düşürecek hatalardan korumak gelmemiş gibi, Peygamber de "Ben sonrası tufan!" tavrıyla hareket etmiş gibi, bugün biz dini Peygamberin hatalarından koruyacağız! Modern zaman Samirîliğine bak hele!
Oy, oy, oy... Dini, o dini getiren güzeller güzeli Peygamberin, 'güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderildiği' söyleyen Peygamberin hatalarından koruyoruz! Ne cür'et! Ne galat! Ne herze! Ne hadbilmezlik... Kişinin ahiretini/akıbetini cayır cayır yakacak ne kem sözler! Ama söyleniyor artık bunlar. Söyleniyor, çünkü yukarıda arzettiğimiz gibi, ellerine geçmiş bir tane hâdise var. Hadis inkârcılığında level atlamış adamlar, normalde Kütüb-i Sitte dense alerjiden kaşım kaşım kaşınan kaşarlar, aksine, bu örnekte ise siyere inanmakta ısrarcılar. Bu defa işlerine yarıyor çünkü. O böyle anlaşılmakla dümenleri çevriliyor.
Hiç sual edilmiyor ki: Sahabe, eğer bizim gibi düşünüyor olsa, öyle bir-iki değil, yaptığı her amelde Allah Resulü aleyhissalatuvesselama aynı soruyu sormaz mıydı? "Ya Resulallah, öğleyi dört kıldırıyorsun ama, bu senin kararın mı, vahiyle mi geldi?" Veya sağ ayağıyla mescide girdiğini görünce sorarlardı: "Ya Resulallah, sağ ayağınla mescide giriyor ve bunu tavsiye ediyorsun, amma bunu kendin mi seçtin, yoksa sana bu bilgi vahiyle mi geldi?"
Sahabinin, yukarıdaki hâdise hariç, böyle bir sorgulaması yok. (Onun nasıl anlaşılması gerektiğini ise ileride konuşacağız.) Böyle bir endişesi yok. Böyle bir acabası yok. Bu sorgulama, bu endişe, bu acaba bugünün müslümanlarına (onların arızalı bir kısmına) arız olmuş bir arıza. Yoksa Efendimiz aleyhissalatuvesselamın tuvalet âdâbı bile sahabesi tarafından taklit ediliyor. Her eylediği, daha o böyle eylemeyi emretmeden, sahabe için merğup oluyor.
Peki, bir tek hâdiseden, bu ümmetin sünnet-i seniyyeye imanını dinamitleyen şu bakış açısı nasıl çıkıyor? Efendim, işin özü şöyle, insan kast-ı nazarla bakmaya görsün, aradığını illa buluyor. Zaten vurgu böyle bir sihirdir. Azı çoğa galip eder. Bunlar da hakkı değil 'kendi herzelerini doğrulayacak (doğrulayacak şekilde bükülebilecek) hâdiseyi' arayarak baktıkları için siyere, elbette, arzularına göre yorumlayacakları şeyleri buluyorlar. Yoksa, pekâlâ, Efendimiz aleyhissalatuvesselamın kendi reyini terkedip istişare kararını kabul ettiği Uhud'da yaşananlar üzerinden de tam tersi bir sonuç çıkarabilirlerdi. Öyle ya! Orada da Aleyhissalatuvesselam 'savunma savaşı yapılması fikrini' sahabisinin ağırlıklı görüşü farklı tecelli ettiği için terkediyor. Sonuç? Sonuç 'Keşke savunma savaşı yapılsaydı!' dedirtecek türden.
Yani, her nasıl oluyorsa, ikincisi 'istişarenin önemini anlatmak hikmetiyle' okunabiliyor da, birincisi aynı perspektiften okunamıyor. Uhud'da, Efendimiz aleyhissalatuvesselam, hakkında rüyası da olan (ki sadık rüya vahyin bir parçasıdır) savunma savaşı görüşünü sahabisine ders vermek için terkediyor da, Bedir'deki mezkûr hâdisede bunu aynı hikmetle yapamıyor oluyor!
"Efendimiz hatalı bir yer seçimi yapmışmış. Sahabisi bu hatayı düzeltmişmiş..." Peh! Bedir'de, ordu, Efendimiz aleyhissalatuvesselamın dediği yerde kalsa, savaşın kaybedileceğinin garantisi mi var? O seçimin Peygamberî ferasetten yoksun olduğunun delili mi var? Bunların hiçbiri yok. Sadece bir sahabinin (Allah ondan razı olsun) itirazı ve Efendimizin onun itirazına verdiği değer var. Bu müdahalenin kaybedilecekken kazandırdığına veya olacakları çok etkilediğine dair hiçbir veri yok elimizde. Ne biliyoruz, Efendimiz aleyhissalatuvesselamın bu tasdikinin de, Uhud'daki gibi ümmete bir ders niteliği taşımadığını? İstişare ahlakını öğretmediğini?
Anlamak mümkün değil gerçekten: Şeriatın ahkamıyla doğrudan hiçbir ilgisi olmayan bir meselede, bir sahabi, Aleyhissalatuvesselamın seçimine itiraz ediyor diye; nasıl oluyor da, onun hiçbir itirazla karşılaşmamış, konumu ve önemi asla sorgulanmamış, sahabinin büyük bir ehemmiyetle ve iştiyakla uygun hareket ettiği şeriata dair uygulamaları 'sorgulanabilir' oluyor? Bu büyük bir hadbilmezlik değil mi? Eğer bu dediğiniz sahabinin her meselede süregiden bir anlayışı olsaydı, yani onlar da sizin anladığınız gibi meseleyi anlasalardı, bize böyle bir tane hâdise değil, binlerce hâdisenin nakledilmesi gerekmez miydi? Dine dair her meselede, sahabe, Efendimiz aleyhissalatuvesselama aynı şekilde sormaz mıydı? Buna dair birşey duyan var mı Allah aşkına?
Elbette böyle birşey yoktu. Olamazdı. Çünkü sahabe şu ayetleri bizden daha güzel idrak ediyordu: "Battığı zaman yıldıza andolsun ki, arkadaşınız (Muhammed) sapmadı ve bâtıla inanmadı. O, arzusuna göre de konuşmaz. O (bildirdikleri) vahyedilenden başkası değildir..." Allah bize de bu ayetlerden hakkıyla istifade edebilmeyi nasip eylesin. Âmin.
8 Haziran 2017 Perşembe
Arrival'dan Esmaü'l-Hüsna'ya: Kaç şekilde düşünebiliriz?
- Senin kelamın böyle midir?
- Ben bütün kelamların kuvvetine sahibim.
Sözler, 15. Söz'ün Zeyli'nden.
Kütüb-i Sitte'de yeralan "Allah'ın 99 ismi vardır. Kim bunları ezberlerse cennete girer. Allah tektir. Teki sever!" hadis-i şerifinin bana sezdirdiği birşey var. Onu paylaşmak istiyorum bu yazıda sizinle. Tabii becerebilirsem. Şöyle bir yerden başlayayım: Cenab-ı Hakkı bilmenin, onu yalnızca bir ismiyle bilmek değil, ulaşabildiğimiz her türlü marifetiyle bilmenin, insanı cennete götürücü bir yanı var.
Üstelik bu cennet için ahireti beklemeye de gerek yok. Daha bu dünyada gidiyorsunuz. O isimlerin size öğütlediği bakış açısı, o bakış açısının öğrettiği varlık algısı, bu algı ile seyredilen manzara, o manzaradan alınan zevk... Bütün bunlar daha bu dünyada girilen bir cennetin parçaları/adımları. Fakat bu cennetin koridorlarında gezebilmenin bir şartı var. Allah'ın isimlerini bilmek kadar onlar arasında seyahat edebilmeyi de bilebilmek. Manzara karıştığında veya değiştiğinde doğru gözlüğü takabilmek. İşte, bu yüzden, Cenab-ı Hakkın yalnızca bir ismini bilen değil, 99 ismini ezberleyen cennete giriyor. Daha çok merceği olan daha çok rahat ediyor. Yani, mutlu olmak için, bu bakış açılarının tamamına ihtiyacımız var.
Bir yerde mürşidim diyor ki: "Belki, herbir ismin cilvesinden sair esmâya intikal etmezse zarar eder. Meselâ, Kadîr ve Hâlık isminin eserini görse, Alîm ismini görmezse, gaflet ve tabiat dalâletine düşebilir..." Biz buna benzer ayak kaymalarına sık rastlıyoruz. Bugün de kimi ağızlardan dökülen "Allah şerri yaratmaz!" yanlış hükmü yine böyle bir muvazenesizliğin resmi olarak ortaya çıkıyor. Allah'ı tenzihte böylesi bir ifrat, eğer o Subhaniyet içinde Vahidiyet unutulursa, sanki ondan başka yaratıcılar varmış da kötülüğü de onlar yaratıyormuş gibi bir yanılgıya sebep oluyor.
Tarihte, mutezilî kimi isimlerde bu ifrat görüldüğü gibi, bugün de kimi modernist/ehl-i bid'a isimlerden aynı lakırdılar dökülüyor. Dillerine baksanız niyetleri güzel. Aforizmaları harika. Sesleri gür çıkıyor. Hakikate dokunan bir yanı da var söylediklerinin. Fakat muvazeneden yoksun. Güzelliği kemale erdirense muvazenedir. Ölçüsüz olduğunda her güzellik zulme dönüşür. Sesinin yüksekliği katlanılmaz olduğunda en sevdiğimiz şarkılar bile kulağa eziyettir.
İşte, bu arıza da, tıpkı yazının ilk kısmında ifade ettiğimiz gibi, 99 ismi birden kuşanamamaktan kaynaklanıyor. Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın mezkûr hadisiyle bizi yönlendirdiği bilme şekli, aslında varlığı veya bilgiyi veya tecrübeyi veya şey diye dünyamızda tarif edebildiğimiz herşeyi daha farklı/çok açılardan görebilmenin dersi... Her isim yeni bir penceredir. Her pencere farklı bir perspektiftir. Her perspektif yeni bir okumadır. Yeni bir yorumlamadır. Yeni bir değerlendiriştir. Yeni bir kıstastır. İsimleri çoğaltmak bakış açılarımızı da çoğaltmaktır.
Yakın zamanda Arrival/Geliş filminde de hatırlatılan bir hipotez vardı. Sapir Whorf hipotezi. Şöyle söyleniyor o hipotezde: "Dilin farklıysa düşünme biçimin de farklıdır." Biz daha kolay bir düzlemde 'isim değiştirmek suretiyle' başarabiliyoruz bunu. Bir müslüman, Kur'an'ın ve sünnetin kendisine öğrettiği isimler sayesinde, Allah ve eserleri hakkında düşünme biçimini kolaylıkla değiştirebilir. Esmaü'l-Hüsna'nın en büyük kolaylığı budur. Her isim müslümana farklı bir dil, bir bakış açısı, bir okuma-düşünme-yorumlama biçimi öğretir.
Yine mürşidimin bir yerde dediği gibi: "Ezel ve Ebed Sultanı olan Rabbü'l-Âlemîn için, rububiyetinin mertebelerinde ayrı ayrı, fakat birbirine bakar şe'n ve namları vardır. Ve ulûhiyetinin dairelerinde başka başka, fakat birbiri içinde görünür isim ve alâmetleri vardır. Ve haşmetli icraatında ayrı ayrı, fakat birbirine benzer tecellî ve cilveleri vardır. Ve kudretinin tasarrufâtında başka başka, fakat birbirini ihsas eder ünvanları vardır. Ve sıfatlarının tecelliyâtında başka başka, fakat birbirini gösterir mukaddes zuhuratı vardır. Ve ef'âlinin cilvelerinde çeşit çeşit, fakat birbirini ikmâl eder tasarrufâtı vardır. Ve rengârenk san'atında ve masnûatında çeşit çeşit, fakat birbirini temâşâ eder haşmetli rububiyeti vardır."
Hatırlayalım: Arrival/Geliş filminde uzaylılar 12 ayrı bölgeye iniyor ve insanlığın kendilerinden/dillerinden alabilecekleri bilginin de ancak bu 12 bölgenin beraber çalışmasıyla mümkün olabileceğini söylüyorlardı. (Filmin sonunda bu başarılıyordu insanlar tarafından.) Biz bundan da aşkın birşeyi söylüyoruz: Allah'ı anlamak "Bütün güzel isimler Allah'ındır!" sırrını anlamakla mümkündür. Onların, kuşatabildiğimiz kadar çoğunu kuşatma, bilebildiğimiz kadar çoğunu bilme, okuyabildiğimiz kadar çoğunu okuma... Bunlar bizi daha bu dünyada cennete götürecek olan bahtiyar yaşayışın anahtarlarıdır. Cennete, inşaallah, açılan kapılardır.
"Bununla beraber, kâinatın herbir âleminde, herbir taifesinde Esmâ-i Hüsnâdan bir ismin ünvanı tecellî eder. O isim o dairede hâkimdir; başka isimler orada ona tâbidirler, belki onun zımnında bulunurlar..." Zımnında bulunanlar... Bu yan kapılara neden ihtiyaç var? Belki biraz şundan dolayı var: Bir çiçeğe baktığınızda ilk gördüğünüz isim Cemîl'dir. Fakat çiçeğin başına çok haller gelir. Belki küser. Belki solar. Belki bir fırtına da dağılır. Belki bir ceylanın rızkı olur. O zaman, çiçeğe olan aşkınızdan kafayı yemek noktasına gelmemek için, gideceğiz yol bellidir:
Yan koridora geçersiniz. Yan koridor, diğer ismin koridoru, aşamadığınız olaylar karşısında 'onları okuyuşunuzu değiştirerek' sizi çıldırmaktan kurtarır. Dilini anlayamadığınız olaylar karşısında size yeni bir anlama şekli ve dil öğretir. Allah'ın Hakîm olduğunu hatırlayarak ism-i Cemîl'in zımnındaki bir isimde yolculuk edersiniz. O çiçek o ceylana bir hikmetle yedirildi. O fırtına bu bahçeyi bir hikmetle dağıttı. Hakîm ismi sizi oluşlar arasında kabul edilebilir bir seyahate davet eder. Oradan ilerleyince bu sefer ceylanın güzelliği ile tekrar Cemîl ismine varırsınız. Hakîm ismi bir berzah olmuştur Cemîl'den Cemîl'e varabilmek için. Sonra bir gün ceylan da ölür...
En nihayet bütün bu yazı boyunca söylemek istediğim şu idi: Allah Resulü aleyhissalatuvesselam bizim Allah'ın bütün isimlerini öğrenmemizi istiyor. Çünkü, her bir isim bize farklı bir dili, farklı bir düşünme biçimini, eşyayı veya kendimizi farklı bir algılayış şeklini öğütleyecek. Aşamadıklarımızı aşmayı, kaldıramadıklarımızı kaldırmayı, barışamadıklarımızla barışmayı bu isimler sayesinde, inşaallah, başaracağız. Bir pencereden görünen kanlı yara diğer pencereden bakınca mis kokulu güle dönüşecek. Dilini bilmediğimiz kelimeleri yanlış anlamaktan kurtulacağız.
Allah isimleri sayısınca dilde konuşuyor varlık âleminde. Şifreleri Esmaü'l-Hüsna'sı. İsmini, anlamını, öğütlediği bakış açısını öğrendiğimiz an dili de çözmeye başlayacağız. O dilde söylenenleri de anlamayı öğreneceğiz. Okumamız renklenecek. Bu isimler sayesinde amacı bilinmeyen harflerin hepsinin bir anlamı, amacı ve hikmeti olacak. Bize kattığı, bizi götürdüğü, bize öğrettiği birşey olacak.
Ancak pencerelerin sayısını arttırırken hadisin ikinci kısmını da unutmamalıyız. "Allah tektir. Teki sever." Bütün bu dağılışlarımızın ardından yine tevhid ile bütün isimleri Allah'a vereceğiz. Düşünüşlerimiz birbirini tamamlayacak. Yorumlarımız aynı merdivenin basamakları olacak. Bir binanın tuğlaları gibi yükseleceğiz. Parçalar birbirini bulacak. Bu bulmaktan daha büyük bir kemale ereceğiz. Benim Rabbim'den Rabbü'l-Âlemîn'de koşacağız. Bu, bizi, dağılışlarımız içinde şirkten de koruyacak.
- Ben bütün kelamların kuvvetine sahibim.
Sözler, 15. Söz'ün Zeyli'nden.
Kütüb-i Sitte'de yeralan "Allah'ın 99 ismi vardır. Kim bunları ezberlerse cennete girer. Allah tektir. Teki sever!" hadis-i şerifinin bana sezdirdiği birşey var. Onu paylaşmak istiyorum bu yazıda sizinle. Tabii becerebilirsem. Şöyle bir yerden başlayayım: Cenab-ı Hakkı bilmenin, onu yalnızca bir ismiyle bilmek değil, ulaşabildiğimiz her türlü marifetiyle bilmenin, insanı cennete götürücü bir yanı var.
Üstelik bu cennet için ahireti beklemeye de gerek yok. Daha bu dünyada gidiyorsunuz. O isimlerin size öğütlediği bakış açısı, o bakış açısının öğrettiği varlık algısı, bu algı ile seyredilen manzara, o manzaradan alınan zevk... Bütün bunlar daha bu dünyada girilen bir cennetin parçaları/adımları. Fakat bu cennetin koridorlarında gezebilmenin bir şartı var. Allah'ın isimlerini bilmek kadar onlar arasında seyahat edebilmeyi de bilebilmek. Manzara karıştığında veya değiştiğinde doğru gözlüğü takabilmek. İşte, bu yüzden, Cenab-ı Hakkın yalnızca bir ismini bilen değil, 99 ismini ezberleyen cennete giriyor. Daha çok merceği olan daha çok rahat ediyor. Yani, mutlu olmak için, bu bakış açılarının tamamına ihtiyacımız var.
Bir yerde mürşidim diyor ki: "Belki, herbir ismin cilvesinden sair esmâya intikal etmezse zarar eder. Meselâ, Kadîr ve Hâlık isminin eserini görse, Alîm ismini görmezse, gaflet ve tabiat dalâletine düşebilir..." Biz buna benzer ayak kaymalarına sık rastlıyoruz. Bugün de kimi ağızlardan dökülen "Allah şerri yaratmaz!" yanlış hükmü yine böyle bir muvazenesizliğin resmi olarak ortaya çıkıyor. Allah'ı tenzihte böylesi bir ifrat, eğer o Subhaniyet içinde Vahidiyet unutulursa, sanki ondan başka yaratıcılar varmış da kötülüğü de onlar yaratıyormuş gibi bir yanılgıya sebep oluyor.
Tarihte, mutezilî kimi isimlerde bu ifrat görüldüğü gibi, bugün de kimi modernist/ehl-i bid'a isimlerden aynı lakırdılar dökülüyor. Dillerine baksanız niyetleri güzel. Aforizmaları harika. Sesleri gür çıkıyor. Hakikate dokunan bir yanı da var söylediklerinin. Fakat muvazeneden yoksun. Güzelliği kemale erdirense muvazenedir. Ölçüsüz olduğunda her güzellik zulme dönüşür. Sesinin yüksekliği katlanılmaz olduğunda en sevdiğimiz şarkılar bile kulağa eziyettir.
İşte, bu arıza da, tıpkı yazının ilk kısmında ifade ettiğimiz gibi, 99 ismi birden kuşanamamaktan kaynaklanıyor. Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın mezkûr hadisiyle bizi yönlendirdiği bilme şekli, aslında varlığı veya bilgiyi veya tecrübeyi veya şey diye dünyamızda tarif edebildiğimiz herşeyi daha farklı/çok açılardan görebilmenin dersi... Her isim yeni bir penceredir. Her pencere farklı bir perspektiftir. Her perspektif yeni bir okumadır. Yeni bir yorumlamadır. Yeni bir değerlendiriştir. Yeni bir kıstastır. İsimleri çoğaltmak bakış açılarımızı da çoğaltmaktır.
Yakın zamanda Arrival/Geliş filminde de hatırlatılan bir hipotez vardı. Sapir Whorf hipotezi. Şöyle söyleniyor o hipotezde: "Dilin farklıysa düşünme biçimin de farklıdır." Biz daha kolay bir düzlemde 'isim değiştirmek suretiyle' başarabiliyoruz bunu. Bir müslüman, Kur'an'ın ve sünnetin kendisine öğrettiği isimler sayesinde, Allah ve eserleri hakkında düşünme biçimini kolaylıkla değiştirebilir. Esmaü'l-Hüsna'nın en büyük kolaylığı budur. Her isim müslümana farklı bir dil, bir bakış açısı, bir okuma-düşünme-yorumlama biçimi öğretir.
Yine mürşidimin bir yerde dediği gibi: "Ezel ve Ebed Sultanı olan Rabbü'l-Âlemîn için, rububiyetinin mertebelerinde ayrı ayrı, fakat birbirine bakar şe'n ve namları vardır. Ve ulûhiyetinin dairelerinde başka başka, fakat birbiri içinde görünür isim ve alâmetleri vardır. Ve haşmetli icraatında ayrı ayrı, fakat birbirine benzer tecellî ve cilveleri vardır. Ve kudretinin tasarrufâtında başka başka, fakat birbirini ihsas eder ünvanları vardır. Ve sıfatlarının tecelliyâtında başka başka, fakat birbirini gösterir mukaddes zuhuratı vardır. Ve ef'âlinin cilvelerinde çeşit çeşit, fakat birbirini ikmâl eder tasarrufâtı vardır. Ve rengârenk san'atında ve masnûatında çeşit çeşit, fakat birbirini temâşâ eder haşmetli rububiyeti vardır."
Hatırlayalım: Arrival/Geliş filminde uzaylılar 12 ayrı bölgeye iniyor ve insanlığın kendilerinden/dillerinden alabilecekleri bilginin de ancak bu 12 bölgenin beraber çalışmasıyla mümkün olabileceğini söylüyorlardı. (Filmin sonunda bu başarılıyordu insanlar tarafından.) Biz bundan da aşkın birşeyi söylüyoruz: Allah'ı anlamak "Bütün güzel isimler Allah'ındır!" sırrını anlamakla mümkündür. Onların, kuşatabildiğimiz kadar çoğunu kuşatma, bilebildiğimiz kadar çoğunu bilme, okuyabildiğimiz kadar çoğunu okuma... Bunlar bizi daha bu dünyada cennete götürecek olan bahtiyar yaşayışın anahtarlarıdır. Cennete, inşaallah, açılan kapılardır.
"Bununla beraber, kâinatın herbir âleminde, herbir taifesinde Esmâ-i Hüsnâdan bir ismin ünvanı tecellî eder. O isim o dairede hâkimdir; başka isimler orada ona tâbidirler, belki onun zımnında bulunurlar..." Zımnında bulunanlar... Bu yan kapılara neden ihtiyaç var? Belki biraz şundan dolayı var: Bir çiçeğe baktığınızda ilk gördüğünüz isim Cemîl'dir. Fakat çiçeğin başına çok haller gelir. Belki küser. Belki solar. Belki bir fırtına da dağılır. Belki bir ceylanın rızkı olur. O zaman, çiçeğe olan aşkınızdan kafayı yemek noktasına gelmemek için, gideceğiz yol bellidir:
Yan koridora geçersiniz. Yan koridor, diğer ismin koridoru, aşamadığınız olaylar karşısında 'onları okuyuşunuzu değiştirerek' sizi çıldırmaktan kurtarır. Dilini anlayamadığınız olaylar karşısında size yeni bir anlama şekli ve dil öğretir. Allah'ın Hakîm olduğunu hatırlayarak ism-i Cemîl'in zımnındaki bir isimde yolculuk edersiniz. O çiçek o ceylana bir hikmetle yedirildi. O fırtına bu bahçeyi bir hikmetle dağıttı. Hakîm ismi sizi oluşlar arasında kabul edilebilir bir seyahate davet eder. Oradan ilerleyince bu sefer ceylanın güzelliği ile tekrar Cemîl ismine varırsınız. Hakîm ismi bir berzah olmuştur Cemîl'den Cemîl'e varabilmek için. Sonra bir gün ceylan da ölür...
En nihayet bütün bu yazı boyunca söylemek istediğim şu idi: Allah Resulü aleyhissalatuvesselam bizim Allah'ın bütün isimlerini öğrenmemizi istiyor. Çünkü, her bir isim bize farklı bir dili, farklı bir düşünme biçimini, eşyayı veya kendimizi farklı bir algılayış şeklini öğütleyecek. Aşamadıklarımızı aşmayı, kaldıramadıklarımızı kaldırmayı, barışamadıklarımızla barışmayı bu isimler sayesinde, inşaallah, başaracağız. Bir pencereden görünen kanlı yara diğer pencereden bakınca mis kokulu güle dönüşecek. Dilini bilmediğimiz kelimeleri yanlış anlamaktan kurtulacağız.
Allah isimleri sayısınca dilde konuşuyor varlık âleminde. Şifreleri Esmaü'l-Hüsna'sı. İsmini, anlamını, öğütlediği bakış açısını öğrendiğimiz an dili de çözmeye başlayacağız. O dilde söylenenleri de anlamayı öğreneceğiz. Okumamız renklenecek. Bu isimler sayesinde amacı bilinmeyen harflerin hepsinin bir anlamı, amacı ve hikmeti olacak. Bize kattığı, bizi götürdüğü, bize öğrettiği birşey olacak.
Ancak pencerelerin sayısını arttırırken hadisin ikinci kısmını da unutmamalıyız. "Allah tektir. Teki sever." Bütün bu dağılışlarımızın ardından yine tevhid ile bütün isimleri Allah'a vereceğiz. Düşünüşlerimiz birbirini tamamlayacak. Yorumlarımız aynı merdivenin basamakları olacak. Bir binanın tuğlaları gibi yükseleceğiz. Parçalar birbirini bulacak. Bu bulmaktan daha büyük bir kemale ereceğiz. Benim Rabbim'den Rabbü'l-Âlemîn'de koşacağız. Bu, bizi, dağılışlarımız içinde şirkten de koruyacak.
2 Haziran 2017 Cuma
Belki de sandığımız kadar aptal değilizdir?
Gülümseyerek ve kendisine dualar ederek hatırlarım. Çıraklığını yaptığım dönemde, amcam rahmetli, birşeye çok hayret ederdi: Konuştuğumda beni zeki bulurdu. İnsanların içinde takındığım tutum az-çok aklı başında bir gencin tavrı idi. Ahlakımı severdi. İnsanlardan iyiliğimi işitirdi. 'Yeğenim' deyince keyiflenirdi. Üstelik okul notlarım da durumun çok kötü olmadığını gösteriyordu. Bunlar hep iyiye işaretlerdi. Benden geleceğim adına ümitlenirdi. Fakat hakkında çok ümitvar olduğu bu çocuk, yahut da yeniyetme diyelim, inşaat işleri yaparken düpedüz aptala dönüşüyordu. Elbette, dediğini anlamaz değildi, söylenileni yerine getiriyordu. İtaatkârdı, kaytarmazdı, yapılması gerekeni gayretle yapardı. Fakat kendi oğullarının kolayca kavradığı, biraz daha yetkinlik/derinlik isteyen işlerde, kaç tekrar ile gösterilirse gösterilsin, gelişme gösteremiyordu.
Benzeri bir şaşkınlığı beraber büyüdüğümüz oğlu Turan'a da sıkça yaşatmışımdır. Fakat ona yaşattıklarım daha farklı bir alanda. İskambil kağıtlarıyla oynanan oyunlarda. Bu oyunların her türlüsünde bir türlü basmayan kafamdan 'illallah' diyen emmoğlum bir keresinde şöyle demişti: "Ahmed, sen aslında zeki bir çocuksun, ama nedense böyle konularda mallaşıyorsun." Yaşanılanları hatırlayınca ben de kendisine hakvermeden edemiyorum.
Hayatımın bir döneminde, kesin bir şekilde, aptal olduğuma inandığım doğrudur. İnkar edemem. Ama bu hikayenin sonraki kısmı. Önce geriye gidelim: Çocukken kendimi gelecekte büyük işler başarabilecek kadar zeki görürdüm. Gerekli testlerden (herhalde birileri geleceğin dehalarıyla ilgileniyordu) geçmeyi bekliyordum. Yetkili makamlar bir gün mutlaka farkedecekti. Bu sadece zaman meselesiydi. Beklerken de bol bol 'olabilecekler hakkında' hayal kuruyordum. Hayalim kuvvetliydi. 'Harika çocuk' yaşarken oyalanıyordu sadece.
Öyle sanıyorum ki, bu sanrıda, eğitim sistemimizin ortalama bir zeka için bile zorlayıcı olmayan yapısının payı var. Sınavlara çalışmadan girer ve tatmin edici sonuçlar alabilirdim. Üstelik dersleri dinlemek dışında not aldığım yoktu. Her konuda bir fikrim vardı. Bir keresinde dördüncü sınıfların çözemediği bir problemi çözmem istenmişti. (Ben henüz üçüncü sınıftaydım.) Benzeri birşey ortaokulda da yaşandı. (O zaman da lise sonların sorusunu çözmeye gittim.) Bütün bu sığlıklar o yıllarda bana derinlik gibi gelirdi. Belki çocukken bunlar sahiden hüner sayılabilirdi de. Ayılmak için yüzüme çarpılması şart olan soğuk suya denk gelmemiştim henüz. Sınırlarımla tanıştığımda şiddetle sarsılacaktım.
Ta, ta, ta, taaaa! Peki bu uyanış nasıl gerçekleşti? Bu uyanış bende Fen Lisesi'ni kazanmamla gerçekleşti. Aslında kazanmanın tek başına uyandırıcılığı yoktu. Aksine muhayyilemi besliyordu da. Fakat ben orada duramadım. Sınırımı bilemedim. Tadında bırakamadım. Okula da gittim. Okulda gördüklerim aslımı kavramamda müthiş yardımcı oldu. "Günaydın Ahmed!" Meğer zeka denilen şeyden bu ülkede epey vardı. Hatta daha kötüsü: Bunlar benden de iyiydiler.
Bir hadis-i şerifte 'zenginken fakir düşene acınmasının' tavsiye edildiğini okumuştum. Yaşadıklarımdan sonra bunun salt 'mal varlığı' anlamında algılanmaması gerektiğini düşünüyorum artık. Zengini olduğunuz (veya olduğunuzu sandığınız) her neyde aniden fakir düşseniz bu şiddetli bir sarsıntıya sebep oluyor. Emile Ajar, Kral Salomon'un Bunalımı'nda diyor ki: "Bir kez elden gitmeyegörsün, ünlülükten ve kitlelerin hayranlığından daha acı birşey yoktur." Bu söze hak veriyorum. Her zenginlik kendi büyüklüğünde bir yoksunluğa gebedir. Her tokluk kendi büyüklüğünde bir açlığı doğurur. Varolanın varlığını arttırmayı isterken onun yoksunluğundan gelecek acıyı da arttırmayı istediğimizi bilmeyiz. Yıldızların hacmi büyüdükçe patlamalarından oluşacak karadelik de büyür.
Ben de tahayyülümle büyüttüğüm varlığımın aslında öyle olmadığını öğrenmekle fakir düştüm. Fen Lisesi'nde Ahmed alelade bir insandı. Sıradandı. Hatta ortalamanın bile altındaydı. Sınavlarda kopya vermesi istenen birisi değildi. Nasıl kopya verebilirdim? Deli gibi çalışmazsam o sınavlardan geçer not alamıyordum bile. İlk dönem boyunca sarfettiğim çırpınışın neticesi 'Teşekkür belgesi' almak olunca çalışmayı bıraktım. Aslında tam anlamıyla kendimi bıraktım. Hayal etmeyi bıraktım. Okul hayatım boyunca ellerim cebimde geze geze 'Takdir belgesi' almaya alışmıştım. Çalışarak onu dahi alamamak beni fena sarstı. Asıl deprem 'hayallerimin kahramanı'ndan 'hakikatin sıradanlığına' düşmemle yaşanmıştı. 'Teşekkür belgesi' yaşananı somutlaştırdı.
Somut olan şeyleri inkar etmek daha zordur. Bundan sonrası düşüş. O yıllar boyunca hep düştüm. Derslerde uyudum. İnatla hem de. Zorlukla, kopyayla, hatta bazen soruları çalarak sınıfımı geçtim. Okuldan ayrılmak yeni bir düşüş anlamına geleceğinden buna cesaret edemiyordum. Fakat içimdeki en sessiz kuyuda bunu haykırıyordum. Aslında en doğru karar da bu olurdu o dönemde. Yüreğim yetmedi. Yapamadım. Bu sefer 'aptalın teki' olduğumun garantisi altında oyalanmaya başladım. Gülmeyin. İnsan her şekilde oyalanacak birşey buluyor işte. 'Deha' olduğuna inansa da oyalanıyor, 'aptalın teki' olduğuna inansa da. Kur'an'da buyrulduğu gibi: 'Dünya hayatı bir oyun ve oyalanmadan ibaret...'
Bu düşüşüm de epey bir süre devam etti. Sonra, yıllar sonra, bunun da önceki ifratıma tokat bir tefrit olduğu kanaatine vardım. Her iki şekilde de aşırıya gidiyordum. İki şekilde de özgür değildim. Yolumu kendim çizmiyordum. İki şekilde de yargım başkaları üzerinden şekilleniyordu. Kendimi tartmış değildim. Zehrimi tatmış değildim. Başkaları yüzünü buruşturduğu için ekşi olduğum kanaatine varmıştım ben. Takdir edenler çoğaldığında iyiydim. Takdir edenler kalmadığında zehirdim. Bu özgürlük değildi. Bu izzetli de değildi.
Özgürlük izzete çok yakın birşeydir. İkisi de kendi ayakların/tanımların üzerinde yükselmeni zaruri görür. Özgürlük önce neyi sağlar? Özgürlük önce uzunvadeli düşünmeyi sağlar. Büyük resmi görmeyi sağlar. Başkaları seni yönetmediğinde seni yönetmek için ortada kocaman bir ben kalır. Geçmişten geleceğe uzanan ve her gün yeniden doğan, yeniden gelişen, yeniden öğrenen, yeniden büyüyen bir ben.
Derecenizi üzerlerinden tayin ettiğiniz dayatılmış/öğretilmiş jürilerden kurtulduğunuzda bir boşluğa düşersiniz. Mübarek bir boşluktur o. Bir sıfırlamadır. Yeni bir kaba akarken suyun yaşadığı şaşkınlıktır. Bu boşlukta inşa edilecek yeni denge için yeni kıstaslar gerekir. Yeni kıstaslar yeni tanımlar yapmayı zorunlu kılar. Yeni tanımlarsa yeni bakış açıları ister. Yeni bakış açıları yeni bir varlık algısını şekillendirir. Bunlar birbirleriyle bağlı şeylerdir.
Ben de o bakış açılarından birisine Dücane Cündioğlu Hoca'nın bir kitabında rastladım. 'Dalgınlık' üzerine önemli şeyler söylüyordu o metin. Aklımda şöyle bir mızrağı kalmış: "Düşünürün sermayesi dalgınlıktır."
Dalgınlıktan çok muzdarip ve onu da aptallığının bir alameti sayan benim gibi birisi için bu yeni bir bakış açısı ve varlık algısıydı. İyiliğime inanmak için bir yoldu. Herkes iyi olduğuna inanmak ister. Kötü olduğuna inanarak hayatta kalmak zordur. O cümlenin üzerimdeki etkisiyle anladım ki: Senin ne olduğun seninle ilgili olan şeyleri dünyanda nasıl konumlandırdığınla yakından ilgili.
Onları kötü görüyorsan sen de kötü olursun. Onları iyi anarsan onlar da seni iyileştirirler. O zaman ben bu aptallık dediğim şeyle savaşmayı bırakıp anlaşmaya karar verdim. Kendimi hüsnüzanla okuyacaktım. Kendimi iyi niyetle edilmiş bir nasihat gibi okuyacaktım. Nihayetinde Allah Hakîm'di. Ahmed'i de boşuboşuna yaratmamıştı. Ben de Ahmed'in ne işe yaradığını bulacaktım.
Hem mürşidim de bana o yıllarda böyle öğütledi: "İnsan, nur-u iman ile âlâ-yı illiyyîne çıkar, Cennete lâyık bir kıymet alır. Ve zulmet-i küfür ile esfel-i sâfilîne düşer, Cehenneme ehil olacak bir vaziyete girer. Çünkü, iman, insanı Sâni-i Zülcelâline nisbet ediyor. İman bir intisaptır. Öyle ise, insan, iman ile insanda tezahür eden san'at-ı İlâhiye ve nukuş-u esmâ-i Rabbâniye itibarıyla bir kıymet alır. Küfür o nisbeti kat' eder. O kat'dan, san'at-ı Rabbâniye gizlenir. Kıymeti dahi yalnız madde itibarıyla olur. Madde ise, hem fâniye, hem zâile, hem muvakkat bir hayat-ı hayvanî olduğundan, kıymeti hiç hükmündedir."
Bazı oluyor, insan, karamsarlığın imanlı kalpteki küfür izi olduğunu unutuyor. Bazı oluyor, insan, kendi hakkındaki suizannın da bir küfrî körleşme, Cenab-ı Hakk'ın yaratışı hakkında bir suizan olduğunu kaçırıyor. Bazı oluyor, insan, aptallıkla cahilliği birbirine karıştırıyor. Risale-i Nur'la hakiki tanışmam da işte bu döneme rastlar. Hissettiklerimi bazı açılardan Hulusi Yahyagil abinin ifadelerine çok benzetirim. Ne de olsa fıtratlar kardeştir. Bediüzzaman'ı ve eserlerini tanımaktan doğan coşkusunu ifade ettiği, Barla Lahikası'nın hemen başlarında yeralan bir mektubunda diyor ki merhum abimiz: "Sevgili Üstadım, evvelce arzettiğim veçhile, ben artık birşey için yaşadığımı zannediyorum."
Bu cümle her okuyuşumda kalbimi avuçluyor. 'Artık birşey için yaşadığını zannetme.' Evet, işte o mübarek farkediş, asıl özgürlük burada başlıyor. Amacı olmayanın özgürlüğü yalandır. Nereye gideceğini bilmeyeni, ihtimallerin artması ancak daha çok şaşırtır, daha çok bocalatır, daha çok esir eder. Amacı olmayan yaşamaz. Sadece oyalanır. Bende eksik olan da buydu aslında. Varlık amacımın cahiliydim ben. Bana verilenlerin neden verildiğini bilmiyordum.
Ne yöne gideceğimi seçemiyordum. Beni çevremle en uyumsuz kılan huylarımın bile bir hikmete binaen üzerime işlenmiş olacağını düşünemiyordum. Onlarla barışamıyordum. Birşeyde aptallığın herşeyde aptal olmak anlamına gelmediğini, çok şeyin aptalının dahi birşeyin, hatta çok şeyin âkili olabileceği keşfetmem aklımı özgürleştirdi. Öğretilmiş aptallıklardan kurtulmamı sağladı. Kendime uzunvadeli baktım. Geçmişin sıkletini omuzlarımdan attım. Şimdi hayatımın daha iyi bir yerinde olduğumu düşünüyorum. Elhamdülillah.
Elimden gelse, bu öğrendiğimi, tanıdığım bütün çocuklara ve gençlere öğretirim. Hepsinin bu sırra, kafalarını benim kadar duvarlara vurmadan, düşmeden, şaşırmadan erişmesini isterim. Yüreklerinden tutup onlara şöyle söylemek isterim: Ancak ne amaçla yaratıldığının farkına varan insan kendi Harikalar Diyarı'na dokunmuş olur. Amacını bulan dehasını da bulur. Herkes kendi olmakta birincidir. Herkes kendi olmakta tektir. Kanatlarını keşfetmeden kartalın tavuğu geçmesi mümkün değildir. Siz olmak konusunda sizden başka herkes size göre tavuktur. Ve her insan üzerine yaratıldığı şeyin kartalıdır. Kendimizi hüsnüzanla okumak bize kanatlarımıza dair çok sırlar söylüyor.
Benzeri bir şaşkınlığı beraber büyüdüğümüz oğlu Turan'a da sıkça yaşatmışımdır. Fakat ona yaşattıklarım daha farklı bir alanda. İskambil kağıtlarıyla oynanan oyunlarda. Bu oyunların her türlüsünde bir türlü basmayan kafamdan 'illallah' diyen emmoğlum bir keresinde şöyle demişti: "Ahmed, sen aslında zeki bir çocuksun, ama nedense böyle konularda mallaşıyorsun." Yaşanılanları hatırlayınca ben de kendisine hakvermeden edemiyorum.
Hayatımın bir döneminde, kesin bir şekilde, aptal olduğuma inandığım doğrudur. İnkar edemem. Ama bu hikayenin sonraki kısmı. Önce geriye gidelim: Çocukken kendimi gelecekte büyük işler başarabilecek kadar zeki görürdüm. Gerekli testlerden (herhalde birileri geleceğin dehalarıyla ilgileniyordu) geçmeyi bekliyordum. Yetkili makamlar bir gün mutlaka farkedecekti. Bu sadece zaman meselesiydi. Beklerken de bol bol 'olabilecekler hakkında' hayal kuruyordum. Hayalim kuvvetliydi. 'Harika çocuk' yaşarken oyalanıyordu sadece.
Öyle sanıyorum ki, bu sanrıda, eğitim sistemimizin ortalama bir zeka için bile zorlayıcı olmayan yapısının payı var. Sınavlara çalışmadan girer ve tatmin edici sonuçlar alabilirdim. Üstelik dersleri dinlemek dışında not aldığım yoktu. Her konuda bir fikrim vardı. Bir keresinde dördüncü sınıfların çözemediği bir problemi çözmem istenmişti. (Ben henüz üçüncü sınıftaydım.) Benzeri birşey ortaokulda da yaşandı. (O zaman da lise sonların sorusunu çözmeye gittim.) Bütün bu sığlıklar o yıllarda bana derinlik gibi gelirdi. Belki çocukken bunlar sahiden hüner sayılabilirdi de. Ayılmak için yüzüme çarpılması şart olan soğuk suya denk gelmemiştim henüz. Sınırlarımla tanıştığımda şiddetle sarsılacaktım.
Ta, ta, ta, taaaa! Peki bu uyanış nasıl gerçekleşti? Bu uyanış bende Fen Lisesi'ni kazanmamla gerçekleşti. Aslında kazanmanın tek başına uyandırıcılığı yoktu. Aksine muhayyilemi besliyordu da. Fakat ben orada duramadım. Sınırımı bilemedim. Tadında bırakamadım. Okula da gittim. Okulda gördüklerim aslımı kavramamda müthiş yardımcı oldu. "Günaydın Ahmed!" Meğer zeka denilen şeyden bu ülkede epey vardı. Hatta daha kötüsü: Bunlar benden de iyiydiler.
Bir hadis-i şerifte 'zenginken fakir düşene acınmasının' tavsiye edildiğini okumuştum. Yaşadıklarımdan sonra bunun salt 'mal varlığı' anlamında algılanmaması gerektiğini düşünüyorum artık. Zengini olduğunuz (veya olduğunuzu sandığınız) her neyde aniden fakir düşseniz bu şiddetli bir sarsıntıya sebep oluyor. Emile Ajar, Kral Salomon'un Bunalımı'nda diyor ki: "Bir kez elden gitmeyegörsün, ünlülükten ve kitlelerin hayranlığından daha acı birşey yoktur." Bu söze hak veriyorum. Her zenginlik kendi büyüklüğünde bir yoksunluğa gebedir. Her tokluk kendi büyüklüğünde bir açlığı doğurur. Varolanın varlığını arttırmayı isterken onun yoksunluğundan gelecek acıyı da arttırmayı istediğimizi bilmeyiz. Yıldızların hacmi büyüdükçe patlamalarından oluşacak karadelik de büyür.
Ben de tahayyülümle büyüttüğüm varlığımın aslında öyle olmadığını öğrenmekle fakir düştüm. Fen Lisesi'nde Ahmed alelade bir insandı. Sıradandı. Hatta ortalamanın bile altındaydı. Sınavlarda kopya vermesi istenen birisi değildi. Nasıl kopya verebilirdim? Deli gibi çalışmazsam o sınavlardan geçer not alamıyordum bile. İlk dönem boyunca sarfettiğim çırpınışın neticesi 'Teşekkür belgesi' almak olunca çalışmayı bıraktım. Aslında tam anlamıyla kendimi bıraktım. Hayal etmeyi bıraktım. Okul hayatım boyunca ellerim cebimde geze geze 'Takdir belgesi' almaya alışmıştım. Çalışarak onu dahi alamamak beni fena sarstı. Asıl deprem 'hayallerimin kahramanı'ndan 'hakikatin sıradanlığına' düşmemle yaşanmıştı. 'Teşekkür belgesi' yaşananı somutlaştırdı.
Somut olan şeyleri inkar etmek daha zordur. Bundan sonrası düşüş. O yıllar boyunca hep düştüm. Derslerde uyudum. İnatla hem de. Zorlukla, kopyayla, hatta bazen soruları çalarak sınıfımı geçtim. Okuldan ayrılmak yeni bir düşüş anlamına geleceğinden buna cesaret edemiyordum. Fakat içimdeki en sessiz kuyuda bunu haykırıyordum. Aslında en doğru karar da bu olurdu o dönemde. Yüreğim yetmedi. Yapamadım. Bu sefer 'aptalın teki' olduğumun garantisi altında oyalanmaya başladım. Gülmeyin. İnsan her şekilde oyalanacak birşey buluyor işte. 'Deha' olduğuna inansa da oyalanıyor, 'aptalın teki' olduğuna inansa da. Kur'an'da buyrulduğu gibi: 'Dünya hayatı bir oyun ve oyalanmadan ibaret...'
Bu düşüşüm de epey bir süre devam etti. Sonra, yıllar sonra, bunun da önceki ifratıma tokat bir tefrit olduğu kanaatine vardım. Her iki şekilde de aşırıya gidiyordum. İki şekilde de özgür değildim. Yolumu kendim çizmiyordum. İki şekilde de yargım başkaları üzerinden şekilleniyordu. Kendimi tartmış değildim. Zehrimi tatmış değildim. Başkaları yüzünü buruşturduğu için ekşi olduğum kanaatine varmıştım ben. Takdir edenler çoğaldığında iyiydim. Takdir edenler kalmadığında zehirdim. Bu özgürlük değildi. Bu izzetli de değildi.
Özgürlük izzete çok yakın birşeydir. İkisi de kendi ayakların/tanımların üzerinde yükselmeni zaruri görür. Özgürlük önce neyi sağlar? Özgürlük önce uzunvadeli düşünmeyi sağlar. Büyük resmi görmeyi sağlar. Başkaları seni yönetmediğinde seni yönetmek için ortada kocaman bir ben kalır. Geçmişten geleceğe uzanan ve her gün yeniden doğan, yeniden gelişen, yeniden öğrenen, yeniden büyüyen bir ben.
Derecenizi üzerlerinden tayin ettiğiniz dayatılmış/öğretilmiş jürilerden kurtulduğunuzda bir boşluğa düşersiniz. Mübarek bir boşluktur o. Bir sıfırlamadır. Yeni bir kaba akarken suyun yaşadığı şaşkınlıktır. Bu boşlukta inşa edilecek yeni denge için yeni kıstaslar gerekir. Yeni kıstaslar yeni tanımlar yapmayı zorunlu kılar. Yeni tanımlarsa yeni bakış açıları ister. Yeni bakış açıları yeni bir varlık algısını şekillendirir. Bunlar birbirleriyle bağlı şeylerdir.
Ben de o bakış açılarından birisine Dücane Cündioğlu Hoca'nın bir kitabında rastladım. 'Dalgınlık' üzerine önemli şeyler söylüyordu o metin. Aklımda şöyle bir mızrağı kalmış: "Düşünürün sermayesi dalgınlıktır."
Dalgınlıktan çok muzdarip ve onu da aptallığının bir alameti sayan benim gibi birisi için bu yeni bir bakış açısı ve varlık algısıydı. İyiliğime inanmak için bir yoldu. Herkes iyi olduğuna inanmak ister. Kötü olduğuna inanarak hayatta kalmak zordur. O cümlenin üzerimdeki etkisiyle anladım ki: Senin ne olduğun seninle ilgili olan şeyleri dünyanda nasıl konumlandırdığınla yakından ilgili.
Onları kötü görüyorsan sen de kötü olursun. Onları iyi anarsan onlar da seni iyileştirirler. O zaman ben bu aptallık dediğim şeyle savaşmayı bırakıp anlaşmaya karar verdim. Kendimi hüsnüzanla okuyacaktım. Kendimi iyi niyetle edilmiş bir nasihat gibi okuyacaktım. Nihayetinde Allah Hakîm'di. Ahmed'i de boşuboşuna yaratmamıştı. Ben de Ahmed'in ne işe yaradığını bulacaktım.
Hem mürşidim de bana o yıllarda böyle öğütledi: "İnsan, nur-u iman ile âlâ-yı illiyyîne çıkar, Cennete lâyık bir kıymet alır. Ve zulmet-i küfür ile esfel-i sâfilîne düşer, Cehenneme ehil olacak bir vaziyete girer. Çünkü, iman, insanı Sâni-i Zülcelâline nisbet ediyor. İman bir intisaptır. Öyle ise, insan, iman ile insanda tezahür eden san'at-ı İlâhiye ve nukuş-u esmâ-i Rabbâniye itibarıyla bir kıymet alır. Küfür o nisbeti kat' eder. O kat'dan, san'at-ı Rabbâniye gizlenir. Kıymeti dahi yalnız madde itibarıyla olur. Madde ise, hem fâniye, hem zâile, hem muvakkat bir hayat-ı hayvanî olduğundan, kıymeti hiç hükmündedir."
Bazı oluyor, insan, karamsarlığın imanlı kalpteki küfür izi olduğunu unutuyor. Bazı oluyor, insan, kendi hakkındaki suizannın da bir küfrî körleşme, Cenab-ı Hakk'ın yaratışı hakkında bir suizan olduğunu kaçırıyor. Bazı oluyor, insan, aptallıkla cahilliği birbirine karıştırıyor. Risale-i Nur'la hakiki tanışmam da işte bu döneme rastlar. Hissettiklerimi bazı açılardan Hulusi Yahyagil abinin ifadelerine çok benzetirim. Ne de olsa fıtratlar kardeştir. Bediüzzaman'ı ve eserlerini tanımaktan doğan coşkusunu ifade ettiği, Barla Lahikası'nın hemen başlarında yeralan bir mektubunda diyor ki merhum abimiz: "Sevgili Üstadım, evvelce arzettiğim veçhile, ben artık birşey için yaşadığımı zannediyorum."
Bu cümle her okuyuşumda kalbimi avuçluyor. 'Artık birşey için yaşadığını zannetme.' Evet, işte o mübarek farkediş, asıl özgürlük burada başlıyor. Amacı olmayanın özgürlüğü yalandır. Nereye gideceğini bilmeyeni, ihtimallerin artması ancak daha çok şaşırtır, daha çok bocalatır, daha çok esir eder. Amacı olmayan yaşamaz. Sadece oyalanır. Bende eksik olan da buydu aslında. Varlık amacımın cahiliydim ben. Bana verilenlerin neden verildiğini bilmiyordum.
Ne yöne gideceğimi seçemiyordum. Beni çevremle en uyumsuz kılan huylarımın bile bir hikmete binaen üzerime işlenmiş olacağını düşünemiyordum. Onlarla barışamıyordum. Birşeyde aptallığın herşeyde aptal olmak anlamına gelmediğini, çok şeyin aptalının dahi birşeyin, hatta çok şeyin âkili olabileceği keşfetmem aklımı özgürleştirdi. Öğretilmiş aptallıklardan kurtulmamı sağladı. Kendime uzunvadeli baktım. Geçmişin sıkletini omuzlarımdan attım. Şimdi hayatımın daha iyi bir yerinde olduğumu düşünüyorum. Elhamdülillah.
Elimden gelse, bu öğrendiğimi, tanıdığım bütün çocuklara ve gençlere öğretirim. Hepsinin bu sırra, kafalarını benim kadar duvarlara vurmadan, düşmeden, şaşırmadan erişmesini isterim. Yüreklerinden tutup onlara şöyle söylemek isterim: Ancak ne amaçla yaratıldığının farkına varan insan kendi Harikalar Diyarı'na dokunmuş olur. Amacını bulan dehasını da bulur. Herkes kendi olmakta birincidir. Herkes kendi olmakta tektir. Kanatlarını keşfetmeden kartalın tavuğu geçmesi mümkün değildir. Siz olmak konusunda sizden başka herkes size göre tavuktur. Ve her insan üzerine yaratıldığı şeyin kartalıdır. Kendimizi hüsnüzanla okumak bize kanatlarımıza dair çok sırlar söylüyor.
Etiketler:
Akıllı,
Aptal,
Bediüzzaman,
Çocuk,
Deha,
Eğitim,
Emile Ajar,
genç,
Hulusi Yahyagil,
İman,
İyimserlik,
kanat,
Karamsarlık,
kartal,
kendimizi okumak,
Kral Salomon'un Bunalımı,
Küfür
1 Haziran 2017 Perşembe
Sen kendini unutursun ama kendin seni unutmaz
"Eğer nur-u iman, içine girse, üstündeki bütün mânidar nakışlar, o ışıkla okunur. O mü'min, şuurla okur ve o intisapla okutur." 23. Söz'den.
Çok tecrübe ettim. Hep öyle olduğunu gördüm. İçindekileri dökmekte bir müsekkin etkisi var. Velev yazmak kadarcık olsun. Bardağın taşkınlığından gelen/gelebilecek rahatsızlığı alıyor bu döküşler. Tedirginliği azaltıyor. Üstünden biraz eksiltiyorsun, sadece bir dudak payı belki, daha stressiz kılıyor bu seni. Daha az dolu bardağın dökülmesinden daha az korkmak gibi.
Demek gün boyu elinde bir tepsiyle geziyorsun. Tepsideki bardakların doluluğu sürecin gerilimini de belirliyor. Ne zaman onlardan birazcık eksiltsen yürüyüşün kolaylaşacak. Adımlarına daha az özeneceksin. Daha da az zahmet çekeceksin. Daha az dikkat edecek ve daha az gerileceksin. Gözün bardaklarda daha az kalacak. Zihnin ve kalbin süreçten daha az yıpranacak. İşte, dolu bardaklarımızı, bir dudak payı olsun eksiltmeye yarıyor bu iç döküşler. Cenab-ı Hak bize bu nimeti şu zahmeti eksiltelim diye vermiş.
Peki, sadece anlatmak, yani başka hiçbirşey elde edemeden anlatmak, belki duyan bile olmadan/aramadan anlatmak, nasıl derdin azalmasına yardımcı oluyor? Ben bu sorunun cevabını şöyle bir açıdan bakarak vermeyi seçiyorum:
Neyi yapmak üzerine yaratıldıysak onu yaparken tatmin oluruz. Onunla 'işe yaradığımızı' hissederiz. İnsanın varediliş amacı sadece 'yaşamak' değilse, yani hedefi salt 'kendisi' değilse, yani 'tatmak' dışında 'tattırmak' gibi bir amacı da varsa, o zaman varlığının dengesini ancak bu iki şeyin beraberliğiyle sürdürebilir demektir. Ne demek bu? Belki biraz şu demek: Biz hem 'tatmak' yoluyla biriktirmek hem de 'tattırmak' yoluyla dökmek için yaratılmışız. Kabımızın kaderinde ikisi de var. Elimizde kazan değil tas var. Tencere değil kaşığız. Küçücük kabımızın çabucak dolup bu doluluktan sıkılmasıyla amacının yalnızca biriktirmek olmadığını anlıyoruz. Fabrika ayarlarımız bize aslımızı hatırlatıyor.
Fıtratımızın bir kısmı bunun üzerine. Öyle ya! Öğrendiğimiz gibi öğretiyoruz da, yediğimiz gibi pişiriyoruz da, gördüğümüz gibi gösteriyoruz da... Bizde yansıyan ne varsa onu biz de kendi rengimizde başkalarına yansıtıyoruz. Varlığımızın her zaman iki yönü var. Bu yönlerden birisi bize bakıyor diğeri başkalarına. Evet, ilk bakışta, bu başkalarına bakan yönün de bencil bir tarafı var. Öğretmekten, pişirmekten ve göstermekten bir ücret alıyoruz. Fakat ondan önce keyif alıyoruz, ondan da önce kemal alıyoruz, ondan da önce 'bir işe yaradığımızı' veya 'doğru şeyi yaptığımızı' hissediyoruz. Tatmin oluyoruz. İçimizde bir yerde birisi bağırıyor: Bunu sadece sen yaşayamazsın. Bu tecrübe sadece sende kalamaz. Varlığın yolunu tıkamaktan vazgeç. Paylaş onu! Paylaş onu! Paylaş onu!
Parçanın sadece kendisine karşı değil bütüne karşı da sorumlulukları var. Ve bu sorumluluklardan bir tanesi, en içimizden gelen sesiyle, paylaşmaktır. Onun şarkısını kulağımıza en çok söyleyen de şefkattir. Tevhidî bir bütünlüğün parçası olan bizler, yani 'ol' demekle 'olan'ın içindekiler, parça olduğumuzu elbette sezmekteyiz. Kendi içimizde bu durumun delillerini görebiliyoruz.
Hem elde etmek istiyor hem fedakârlık edebiliyoruz. Bir güzelliği hırsla arzuladığımız gibi bir güzele merhamet de edebiliyoruz. Arzu ile kazanmaya çalıştığımız gibi şefkat ile vazgeçmeyi de biliyoruz. Bütüne karşı olan sorumluluklarımız bize parçamıza dair fedakârlıkları öğütlüyor. Parçamıza karşı olan sorumluluklarımız bizi bencilleştiriyor. Nefsîmiz parçamızı hatırlatıyor. Vicdanımız bütünü çağrıştırıyor. Bu iki kanat ile uçuyoruz varlık âleminde. Varoluşumuz hem 'görmeye' hem 'göstermeye' yatkın.
Her bir ferdi 'bilmenin farklı bir şekli' olan bizler, yani orijinal aynalar, eğer nefis sahibi olmasaydık ne olurdu?
Görmeyen gösteremez. Tatmayan tattıramaz. Sevmeyen sevdiremez. Bu bizim, varlığının farkında olan parçalar olarak, bütüne yeni şeyler katmamıza engel olurdu. Yazmakla başladık. Oradan devam edelim: Eğer ben, bireysel olarak yazmayı arzulamasam, bu yazıyla okurlarımın oluşturduğu bütünlüğe nasıl katkıda bulunabilirdim? Bir aşçı, bireysel olarak 'canı çekme' diye bir duyuya/hisse sahip olmasa, o kadar güzel yemekleri bizlere nasıl sunabilirdi?
Bir bilimadamı, bireysel olarak yeni şeyler keşfetmeye arzu duymasa, insanlığa faydalı o kadar şeyi nasıl ortaya koyabilirdi? Yani demek istiyorum ki: Bütünün eriştiği her marifet aslında parçanın arzulamasına bakıyor. Parça birşeylere, kendisinde tecelli eden Esmaü'l-Hüsnanın has gölgesinde şahit oldukça, o has dairenin bilgisi bütünün de bilgisi olmaya hazırlanıyor. Biz'in elde ettikleri 'ben'lerimiz üzerinden bahşediliyor. Bir Aleyhissalatuvesselam dünyaya geliyor mesela. Onun aynalığıyla muhatap olmaya layık olduğu yüce vahiyden bütün insanlık istifade ediyor. Elhamdülillah.
Şuara sûresi, Efendimiz aleyhissalatuvesselamın kendisine bahşedilen hidayeti insanlıkla paylaşma arzusunu anlatırken şöyle bir ifade kullanıyor: "Onlar iman etmiyor diye neredeyse kendini helak edeceksin." Kehf sûresinde aynı şiddetli arzunun altını şöyle çiziyor: "Onlar bu Kur'ân'a inanmıyorlar diye onların arkalarından eseflenmekle neredeyse kendini tüketeceksin."
İşte, o şanlı Nebi aleyhissalatuvesselamın şahsında en yücesini gördüğümüz bu paylaşma arzusu, aslında hepimizde küçük küçük varolan 'gördüğünü gösterme arzusu' ile akraba, aynı kanunun parçaları onlar. İnsan sadece kendisi/parçası için yaratılmamıştır. Yaratılış amacı sadece kendisi değildir. Bunu bize en çok paylaşmaya duyduğumuz arzu gösterir.
Ve paylaştığımızda hissettiğimiz o mutluluk. O tatmin hissi. O hafifleme. O sevinç veya rahatlama. Bunlar şahidimizdir ki, biz sadece kendimizle yetinmek için yaratılmadık. Öyle ya! Dert olsa paylaştığımızda azalıyor. Sevinç olsa paylaştığımızda artıyor. Stres olsa paylaştığımızda dağılıyor. Gülüş olsa paylaştığımızda çoğalıyor. Bu güzel hissedişler birşeylerin işareti. Bardağın üzerinden eksilttiğimizi hissediyoruz. Bu hissedişten görevimizi yerine getirdiğimizi anlıyoruz. Huzurlanıyoruz. Aklen ister şuurunda olalım ister olmalayım: Parçamız bütünün ve ona karşı sorumluluklarının farkında. İşte fıtratın en güzel tarafı da bu: Sen kendini unutsan bile kendin sana sen'i unutturmaz. Allah 'vicdan' ve 'fıtrat' denilen iki dostu böylece bırakmış içimize.
Çok tecrübe ettim. Hep öyle olduğunu gördüm. İçindekileri dökmekte bir müsekkin etkisi var. Velev yazmak kadarcık olsun. Bardağın taşkınlığından gelen/gelebilecek rahatsızlığı alıyor bu döküşler. Tedirginliği azaltıyor. Üstünden biraz eksiltiyorsun, sadece bir dudak payı belki, daha stressiz kılıyor bu seni. Daha az dolu bardağın dökülmesinden daha az korkmak gibi.
Demek gün boyu elinde bir tepsiyle geziyorsun. Tepsideki bardakların doluluğu sürecin gerilimini de belirliyor. Ne zaman onlardan birazcık eksiltsen yürüyüşün kolaylaşacak. Adımlarına daha az özeneceksin. Daha da az zahmet çekeceksin. Daha az dikkat edecek ve daha az gerileceksin. Gözün bardaklarda daha az kalacak. Zihnin ve kalbin süreçten daha az yıpranacak. İşte, dolu bardaklarımızı, bir dudak payı olsun eksiltmeye yarıyor bu iç döküşler. Cenab-ı Hak bize bu nimeti şu zahmeti eksiltelim diye vermiş.
Peki, sadece anlatmak, yani başka hiçbirşey elde edemeden anlatmak, belki duyan bile olmadan/aramadan anlatmak, nasıl derdin azalmasına yardımcı oluyor? Ben bu sorunun cevabını şöyle bir açıdan bakarak vermeyi seçiyorum:
Neyi yapmak üzerine yaratıldıysak onu yaparken tatmin oluruz. Onunla 'işe yaradığımızı' hissederiz. İnsanın varediliş amacı sadece 'yaşamak' değilse, yani hedefi salt 'kendisi' değilse, yani 'tatmak' dışında 'tattırmak' gibi bir amacı da varsa, o zaman varlığının dengesini ancak bu iki şeyin beraberliğiyle sürdürebilir demektir. Ne demek bu? Belki biraz şu demek: Biz hem 'tatmak' yoluyla biriktirmek hem de 'tattırmak' yoluyla dökmek için yaratılmışız. Kabımızın kaderinde ikisi de var. Elimizde kazan değil tas var. Tencere değil kaşığız. Küçücük kabımızın çabucak dolup bu doluluktan sıkılmasıyla amacının yalnızca biriktirmek olmadığını anlıyoruz. Fabrika ayarlarımız bize aslımızı hatırlatıyor.
Fıtratımızın bir kısmı bunun üzerine. Öyle ya! Öğrendiğimiz gibi öğretiyoruz da, yediğimiz gibi pişiriyoruz da, gördüğümüz gibi gösteriyoruz da... Bizde yansıyan ne varsa onu biz de kendi rengimizde başkalarına yansıtıyoruz. Varlığımızın her zaman iki yönü var. Bu yönlerden birisi bize bakıyor diğeri başkalarına. Evet, ilk bakışta, bu başkalarına bakan yönün de bencil bir tarafı var. Öğretmekten, pişirmekten ve göstermekten bir ücret alıyoruz. Fakat ondan önce keyif alıyoruz, ondan da önce kemal alıyoruz, ondan da önce 'bir işe yaradığımızı' veya 'doğru şeyi yaptığımızı' hissediyoruz. Tatmin oluyoruz. İçimizde bir yerde birisi bağırıyor: Bunu sadece sen yaşayamazsın. Bu tecrübe sadece sende kalamaz. Varlığın yolunu tıkamaktan vazgeç. Paylaş onu! Paylaş onu! Paylaş onu!
Parçanın sadece kendisine karşı değil bütüne karşı da sorumlulukları var. Ve bu sorumluluklardan bir tanesi, en içimizden gelen sesiyle, paylaşmaktır. Onun şarkısını kulağımıza en çok söyleyen de şefkattir. Tevhidî bir bütünlüğün parçası olan bizler, yani 'ol' demekle 'olan'ın içindekiler, parça olduğumuzu elbette sezmekteyiz. Kendi içimizde bu durumun delillerini görebiliyoruz.
Hem elde etmek istiyor hem fedakârlık edebiliyoruz. Bir güzelliği hırsla arzuladığımız gibi bir güzele merhamet de edebiliyoruz. Arzu ile kazanmaya çalıştığımız gibi şefkat ile vazgeçmeyi de biliyoruz. Bütüne karşı olan sorumluluklarımız bize parçamıza dair fedakârlıkları öğütlüyor. Parçamıza karşı olan sorumluluklarımız bizi bencilleştiriyor. Nefsîmiz parçamızı hatırlatıyor. Vicdanımız bütünü çağrıştırıyor. Bu iki kanat ile uçuyoruz varlık âleminde. Varoluşumuz hem 'görmeye' hem 'göstermeye' yatkın.
Her bir ferdi 'bilmenin farklı bir şekli' olan bizler, yani orijinal aynalar, eğer nefis sahibi olmasaydık ne olurdu?
Görmeyen gösteremez. Tatmayan tattıramaz. Sevmeyen sevdiremez. Bu bizim, varlığının farkında olan parçalar olarak, bütüne yeni şeyler katmamıza engel olurdu. Yazmakla başladık. Oradan devam edelim: Eğer ben, bireysel olarak yazmayı arzulamasam, bu yazıyla okurlarımın oluşturduğu bütünlüğe nasıl katkıda bulunabilirdim? Bir aşçı, bireysel olarak 'canı çekme' diye bir duyuya/hisse sahip olmasa, o kadar güzel yemekleri bizlere nasıl sunabilirdi?
Bir bilimadamı, bireysel olarak yeni şeyler keşfetmeye arzu duymasa, insanlığa faydalı o kadar şeyi nasıl ortaya koyabilirdi? Yani demek istiyorum ki: Bütünün eriştiği her marifet aslında parçanın arzulamasına bakıyor. Parça birşeylere, kendisinde tecelli eden Esmaü'l-Hüsnanın has gölgesinde şahit oldukça, o has dairenin bilgisi bütünün de bilgisi olmaya hazırlanıyor. Biz'in elde ettikleri 'ben'lerimiz üzerinden bahşediliyor. Bir Aleyhissalatuvesselam dünyaya geliyor mesela. Onun aynalığıyla muhatap olmaya layık olduğu yüce vahiyden bütün insanlık istifade ediyor. Elhamdülillah.
Şuara sûresi, Efendimiz aleyhissalatuvesselamın kendisine bahşedilen hidayeti insanlıkla paylaşma arzusunu anlatırken şöyle bir ifade kullanıyor: "Onlar iman etmiyor diye neredeyse kendini helak edeceksin." Kehf sûresinde aynı şiddetli arzunun altını şöyle çiziyor: "Onlar bu Kur'ân'a inanmıyorlar diye onların arkalarından eseflenmekle neredeyse kendini tüketeceksin."
İşte, o şanlı Nebi aleyhissalatuvesselamın şahsında en yücesini gördüğümüz bu paylaşma arzusu, aslında hepimizde küçük küçük varolan 'gördüğünü gösterme arzusu' ile akraba, aynı kanunun parçaları onlar. İnsan sadece kendisi/parçası için yaratılmamıştır. Yaratılış amacı sadece kendisi değildir. Bunu bize en çok paylaşmaya duyduğumuz arzu gösterir.
Ve paylaştığımızda hissettiğimiz o mutluluk. O tatmin hissi. O hafifleme. O sevinç veya rahatlama. Bunlar şahidimizdir ki, biz sadece kendimizle yetinmek için yaratılmadık. Öyle ya! Dert olsa paylaştığımızda azalıyor. Sevinç olsa paylaştığımızda artıyor. Stres olsa paylaştığımızda dağılıyor. Gülüş olsa paylaştığımızda çoğalıyor. Bu güzel hissedişler birşeylerin işareti. Bardağın üzerinden eksilttiğimizi hissediyoruz. Bu hissedişten görevimizi yerine getirdiğimizi anlıyoruz. Huzurlanıyoruz. Aklen ister şuurunda olalım ister olmalayım: Parçamız bütünün ve ona karşı sorumluluklarının farkında. İşte fıtratın en güzel tarafı da bu: Sen kendini unutsan bile kendin sana sen'i unutturmaz. Allah 'vicdan' ve 'fıtrat' denilen iki dostu böylece bırakmış içimize.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...