Bana bahşedilen her 'e-bilme'nin en nihayet 'e-bilemediğimi' farketmem için verildiğini anladım. Kolay olmadı. Ama nihayetinde anladım. Anlamak da sadece akılla olan birşey değil. Nefsimin her konuda onunla amel ettiğini söyleyemem. Nefsimin aklımdan başka bir aklı var. (Ve o henüz anlamadı.) Yahut da şöyle söylemeliyim: Sanki her hissimin bir aklı var. Veyahut akıl kirada bir giysi de her isteyen kullanabiliyor. Bazen öfkem alıyor onu eline. Bazen mutluluğum. Bazen hevesim. Bazen... Hepsi onunla ikna olmalı ama olmuyor. Aklın da, kendisini sınayabilmek için, genel-geçer'liğini kabul etmeyen latifelere ihtiyacı var.
'Bazen'leri çoğaltmakla mesele netleşmiyor. Size aslında iradenin de 'kullanan' değil 'kullanılan' birşey olduğunu anlatmam gerek. Akıl da, gücü yettiği zamanlarda, onu kullanıyor. İşleyişin prosedürünü tam olarak çözebilmiş değilim. Mutlaka bir düzeni var ama çok karmaşık. Sanki irade tutanın/tutulanın elinde kalıyor. Bazen öfkem alıyor onu eline. Bazen mutluluğum. Bazen hevesim. Bazen... Hangisine daha çok yol verirsem. Daha çok 'daha çok yol vermişsem.' Ancak iradeye ulaşırken aklın bir engelleyiciliği de yok değil. Hatta diyebilirim ki: Aklımı rahatça kullanan hislerim irademi onun kadar kolay kullanamıyor.
Bu söylediğim doğrudan kullanımlar için geçerli. Eğer doğrudan kullanmayacaklarsa mutlaka akla müracaat ediyorlar. Kendilerince güzel olanı akla da beğendirmeye çalışıyorlar. Beğendi mi? Tamam o zaman. Akla doğru gidebiliriz. Ya beğenmezse? Öyle ya. O da var. Bazen hislerim de birbiriyle çatışarak aklı paylaşamıyorlar. Canımın istediği birşeye korkum karşı koyuyor mesela. Kuvve-i şeheviye ve kuvve-i gadabiye birbirleriyle ters düşerek birbirlerinin hızını kesebiliyorlar. Onlar anlaşırsa aklın işi zor. İkiye karşı bir. Çok fena. Kaybedecek. Akıl bu iki müddeiyi de dinliyor. Verdiği kararların her zaman adaletli olduğunu söyleyemem. Âdil olmak için takvaya sahip olması lazım. Takvayı âdet edinmiş bir bünyenin aklı olması lazım. Eğer böyle bir bünyede yeralmıyorsa, en çok hangisini beslemişse daha önceleri, o müddei kazanıyor.
Kem duygularım kolay semizleşiyor. Farkındayım. Beslediğim hiddetler, arzular, şehvetler, ilgiler büyüyor. Beni yutacak bir hale geliyor. Farkındayım. Önceki seçimlerim, inayet-i ilahîye özel bir müdahale ile yönlerini değiştirmedikçe, sonraki seçimlerimin rengini etkiliyor. Daha iyi bir adam olabilmem için 'daha iyi bir adam olmayı sonuç verecek' işleri yapmış, seçimlerde bulunmuş, en azından kötü bir adam olmaya pişmanlık göstermiş olmam lazım. O kadarcık olsun ayağımı basacak bir yere ihtiyacım var.
Bir yerden başlamam lazım. Her şekilde bir duaya ihtiyacım var. Tevbe bir duadır. Buğzetmek de bir duadır. 'Keşke' demek bile bir duadır. Yetim çocuğun başını okşamak dahi kalbin kasavetini, katılığını, kemliğini alması için Allah'a yapılmış bir duadır. Dua aklımın 'akıl' olduğu, yani 'gel peşime takıl' olmadığı zamanlarda istikamette kalabilmek için ışığa yalvarışıdır.
Beni kötü bir adam yapacak çok eylemim var. Ve bunlar beni ileride daha da kötü bir adam olmam için esir alıyorlar. Kötü seçimlerim, onları seçtikçe tekrar be tekrar, birer alışkanlığa dönüşüyorlar. Alışkanlık ikinci bir fıtrattır. Onları mahiyetimin kendisi sanıyorum. Aklım da öyle sanıyor. Doğru olanın bu olduğunu düşünmeye başlıyor. Akıl bu yönüyle akılsızdır. Büyük bir uyarıcı ile karşılaşmadığı sürece, yani işler tıkırında gittiği sürece, hep/umumen seçilenin doğru olduğunu düşünür. Genelin seçimi bu yüzden onu kandırır. Musibetler bu yüzden kurtarıcıdır insan için. Sıradışı 'sıradanlığın körlüğünden' kurtarıcıdır.
Bunu da açıklıkla beyan ederim: Aklımla da hiçbirşeyi esir alabilmiş değilim. Farkındayım. Ancak aklım sayesinde bazen esir alınmaktan kurtarılıyorum. Bazen de aklım bizzat beni esir alan oluyor. Duygularımı yeterince yaşamamış olmaktan dolayı aynalara kızıyorum. Biraz koyuvermeli miydim ipi? Biraz 'neler olacağını öngörmeden eyleme cesareti'ni göstermeli miydim? Belki... Ama yine de içimdeki müsabakada bu bir ihtimal olarak gelip geçiyor. Gökyüzünde hangi bulut bir saniye öncesine tıpatıp benziyor?
Bir esaretten kurtulmak için başka bir esarete sığınıyorum. Benim için bir özgürlük yok. Özgürlük ancak külli iradenin malıdır. Birşeyin olmasını istediği zaman 'ol' demesi yeten ancak özgür olabilir. Hakiki manada ancak ona özgürlük derler. Cüz'i irade sahipleri asla özgür olamazlar. Ancak doğru esareti seçebilirler. Hakiki olan herşey yalnızca Allah için var. Bizde olanlar yalnızca yanılsama. Yalnızca 'öyle olmadığımızı' anlamak için kıstas buyrulmuş 'öyle olduğumuzu sanma'lar. Bir avuç sanrı ile ediniyoruz tüm hakikat bilgisini. Demek bilmek için de önce yanlışa düşmek gerekiyor. İmtihan böyle başlıyor.
10 Kasım 2017 Cuma
4 Kasım 2017 Cumartesi
Bu celal AK Parti'ye ne kazandırır?
Bir dostum geçenlerde güzel birşey söyledi, ben de hak verdim, çünkü ifade edemediğim bir mananın sûrete bürünmesi gibiydi. "Biz" dedi, "FETÖ'cülerin tamamının birer aptal, birer ahmak, birer gerizekalı olduklarının söylenmesine itiraz etmeyiz, hatta şevkle onaylar ve katılırız, fakat herbirinin eşit derecede 'terörist' olarak yaftalanması ağırımıza gidiyor."
Hakikaten biraz böyle. Yaşadığım örnekten konuşayım: Ağabeyimin 15 Temmuz sonrası Kaynak'ın kapatılmasıyla tazminatı verilmeden işten çıkarılmasına üzüldüm mü? Vallahi "Zarara rızasıyla girene merhamet edilmez!" kaidesiyle çok üzülmedim. Çünkü işin kötü bir yere gittiği belliydi. Nasihat dinlemedi. Ferasetli davranmadı. Eh, o zamandan beri işsiz, evde oturuyor, buna üzüldüm mü? Vallahi, yine yukarıdaki sırr-ı hikmetle, bunun 'âdil kaderin bir tokadı olduğunu' düşünerek canımı çok sıkmadım. Ama şimdi devlet bir gece gelip, derdest edip, ağabeyimi cezaevine koyunca bu bana ağır geldi. Niye ağır geldi? Çünkü "O kadar da değil!" diye düşünüyorum. Bu ses vicdanımdan geliyor.
Bakınız, bunu söylememe bile gerek yok belki, ama ileride gelecek muhtemel itirazları engeller: Ben gizli-saklı bir adam değilim, nicedir yazdığım-çizdiğim ortada. Sosyal medyada, köşe tuttuğum sitelerde, internette, kağıtlarda... Ben, hassaten Fetullah Gülen'i, genelde ise Fetullahçılığı günahım kadar sevmem. Bir 'yoldan çıkmışlık' olarak görürüm.
Dersane krizinden beri sapmalarını/sapıtmalarını ortaya koyan yazılar kaleme alarak bu azgınlığa karşı koymaya çalıştım/çalışıyorum. Fitnenin ilk günlerinden beri, özellikle nur talebelerini etki altına alma çabalarına karşı, Risale-i Nur'a dair muktesabatımla karşı koymaya gayret ediyorum. Şunu da söyleyeyim: Durduğum yer yüzünden isimsiz mesajlarla tehdit de edildim. Bedel de ödedim. 17 Aralık sonrasında işimden oluşum, son katıldığım toplantıya şahit olanlar da bilirler ki, en çok bu karşı duruş sebebiyledir.
Ben bunları kimseye yaranmak için yapmadım. Sonunu da düşünmedim. Doğru olanın bu olduğuna, müslümana bunun yakışacağına ve Risale-i Nur mesleğine uygun olanın da ancak bu olacağına inandığım için yaptım. 15 Temmuz'da "Erdoğan'ı bu itlere yedirdikten sonra biz de ölelim!" diye yazıp, daha Cumhurbaşkanımız çağrı yapmadan önce, arkadaşlarını arayıp 'Sokağa çıkmak lazım' diyen de benim. Elhamdülillah. Buna bugün de, inşaallah, mahşer gününde de hamdederim. Şimdi hayret ediyoruz. Ablamla biz o gece neredeyse Esenyurt'tan Yenibosna'ya kadar yürüdük. Üstümüzden uçaklar geçiyordu. AK Parti ilçe teşkilanının önündeki insanlar "Havalaanını ordu tanklarla ele geçirmiş. Orayı geri alacağız!" diyorlardı. "Lan nasıl alacağız? Cebimizde traş bıçağı bile yok!" demiyorduk. Kimse de demiyordu. Kimsenin aklına korkmak gelmiyordu. O gece öyle mübarek bir geceydi. Bin ay gibi gecelerdendi.
Fakat şimdi korkuyoruz. Neden? Çünkü bilemiyoruz. Hani Kur'an'da Hz. Hızır (a.s.) ile Hz. Musa'nın (a.s.) kıssasında geçer. Hz. Hızır hikmetle der: "İçyüzünü bilmediğin şeye nasıl sabredeceksin?" Durumumuz tam o. 15 Temmuz'da haklı belliydi, hain belliydi. Ölsen şehit olacağını biliyordun. Şimdi ne olacağını da bilmiyorsun. Alınıp bir hafta tutulan var, bir ay tutulan var, bir yıl tutulan var. Hattında bylock olan adam salınıyor bazen. Bazen olmadığı halde içeride kalıyor. O-bu-şu hakkında "FETÖ'cüdür!" diye fısıldadığı için iyiliğinden başka birşey işitmediğiniz insanların hayatları kayıyor da sonra iş hatayı düzeltmeye gelince "Hele sen bekle!" deniliyor. Ya bütün bunlar normal mi?
Böyle şeylerin olduğunun ilk söylendiği zamanlarda ben diyordum ki: "Devlet çok büyük bir badire atlattı. Kafası karıştı. Neyi/nasıl yapacağını bilmiyor. Kurt gövdeye girmiş durumda. Şok yaşıyor. Kendisini toplaması için zaman vermek lazım. Sabırlı olmak lazım. Hatta adaletine yardımcı olmak lazım." Bütün bunları kendi hevamdan da söylemiyordum. Mürşidim Münazarat isimli eserinde diyordu ki: "Evet, maatteessüf, daha yeni ve bulanık bir devlette ve cahil ve perişan bir millette, şöyle fena ve pis şeylerin vukuu zarurî gibidir. Eskiden daha berbadı vardı; fakat şimdi görünüyor. Bir dert görünürse, devâsı âsândır. Hem de büyük işlerde yalnız kusurları gören, cerbezelik ile aldanır veya aldatır. Cerbezenin şe'ni, bir seyyieyi sümbüllendirerek hasenata galip etmektir."
Ancak bir seneyi devirdik. Biraz ayağa kalkmış olmamız lazım. Birşeylerin yerine oturmuş olması lazım. Ayarlarımızın düzelmesi lazım. Bu bilinmezlik korkusuyla nereye kadar yaşanır? İnsan endişenin yükünü omzunda kaç gün tutar? Üstelik işin şöyle 'mağduriyet büyütücü' bir yanı da var:
Böyle tutuklamalar olduğu zaman tutuklanan kişinin cümle yakınları da mağdur edilmiş oluyor. Ağabeyimden pay biçeyim yine. Şimdi ağabeyim içeriye alındı. Ne yediğimizin tadı var ne içtiğimizin. Yalnız bizim mi? Haberi alan her akrabamızın içine bir ateş düşüyor. Tüm sevenlerimiz üzülüyor. Bu birtek bizde böyle değildir ki. Her içeriye alınanda az-çok bunlar oluyordur. Yani bir adam dışarıdayken sadece kendi mağduriyeti olan durumu, içeriye alınınca, herkese yayılıyor. Herkes üzülüyor. Bundan siyaseten AK Parti'ye ne fayda gelir?
Hatta iş öyle bir noktaya geldi ki: Arayıp bana atar yapan var. Niye atar yapıyor? Benim AK Parti'ye verdiğim destekten dolayı. Beni de ağabeyimin başına gelenden sorumlu tutuyor. Yani işin geldiği noktada, bırakınız siyaseten muhalif olmaktan, akraba veya tanışıklık muhabbetinden AK Parti'ye bir husumet filizleniyor. Bu yanlış yanlış büyüyen tehlikeyi görmek lazım.
Bu neden böyle oluyor? Bence şundan: İçeriye alınan adamın suçunu netlikle ortaya koymuyor, açıklamıyor, yakınlarının vicdanını tatmin edemiyorsun ki, onlar da içyüzünü bilip sabretsinler. Beklenilen sadece anlayış. 'Acaba' demeyecek bir duruş. Hatta anlayış da isteyen yok. İstenilen: "Kaderimse çekerim!" Fakat biz AK Parti'ye bundan dolayı destek vermedik ki. Biz AK Parti'ye bizi 'devletin soğuk dişlilerinin arasında ezilmekten kurtaracak' diye oy verdik. Nitekim geçmişte bunu başardı da. Neden şimdi de aynı şeyi başaramıyor? Halkı yeniden bu çarklara itmekten AK Parti'ye bir fayda gelir mi?
Biz ittihadın kıymetini biliyoruz. Bu ittihad kırılmasın istiyoruz. İttihad olmadan ümmete ferah yok. Ancak, suçu ortaya konulmadan, hatta bazen devletin de itirafıyla suçsuz yere, içeriye alınan insanların mağduriyetleriyle büyüyen bir yara var. Bu yara bir girdap gibi olayla ilgisiz bütün yakınlarını da içine doğru çekiyor. Bu yakınların birçoğu 15 Temmuz'u ve sonrasındaki geceleri sokaklarda geçirmiş insanlar. Bu insanları küstürmemek lazım.
Dediğim gibi: Ne soruşturmaların, ne sorgulamaların, ne de FETÖ'cülerin peşine düşülmesinin aleyhindeyim. Hatta 15 Temmuz'u organize edenlerin idam edilmesi taraftarıyım. Ama tutuksuz yargılanması mümkün olan insanların nafile yere içeriye alınmasıyla giderek büyüyen yara görülmeli. AK Parti bunu bugün görmezse sandıkta pek acı sonuçlarını görebilir. Biraz feraset, merhamet ve empati bizi bu girdaba düşmekten kurtarabilir. Bu treni kaçırmayalım. AK Parti'nin bize, bizim AK Parti'ye ihtiyacımız var, hâlâ var.
Hakikaten biraz böyle. Yaşadığım örnekten konuşayım: Ağabeyimin 15 Temmuz sonrası Kaynak'ın kapatılmasıyla tazminatı verilmeden işten çıkarılmasına üzüldüm mü? Vallahi "Zarara rızasıyla girene merhamet edilmez!" kaidesiyle çok üzülmedim. Çünkü işin kötü bir yere gittiği belliydi. Nasihat dinlemedi. Ferasetli davranmadı. Eh, o zamandan beri işsiz, evde oturuyor, buna üzüldüm mü? Vallahi, yine yukarıdaki sırr-ı hikmetle, bunun 'âdil kaderin bir tokadı olduğunu' düşünerek canımı çok sıkmadım. Ama şimdi devlet bir gece gelip, derdest edip, ağabeyimi cezaevine koyunca bu bana ağır geldi. Niye ağır geldi? Çünkü "O kadar da değil!" diye düşünüyorum. Bu ses vicdanımdan geliyor.
Bakınız, bunu söylememe bile gerek yok belki, ama ileride gelecek muhtemel itirazları engeller: Ben gizli-saklı bir adam değilim, nicedir yazdığım-çizdiğim ortada. Sosyal medyada, köşe tuttuğum sitelerde, internette, kağıtlarda... Ben, hassaten Fetullah Gülen'i, genelde ise Fetullahçılığı günahım kadar sevmem. Bir 'yoldan çıkmışlık' olarak görürüm.
Dersane krizinden beri sapmalarını/sapıtmalarını ortaya koyan yazılar kaleme alarak bu azgınlığa karşı koymaya çalıştım/çalışıyorum. Fitnenin ilk günlerinden beri, özellikle nur talebelerini etki altına alma çabalarına karşı, Risale-i Nur'a dair muktesabatımla karşı koymaya gayret ediyorum. Şunu da söyleyeyim: Durduğum yer yüzünden isimsiz mesajlarla tehdit de edildim. Bedel de ödedim. 17 Aralık sonrasında işimden oluşum, son katıldığım toplantıya şahit olanlar da bilirler ki, en çok bu karşı duruş sebebiyledir.
Ben bunları kimseye yaranmak için yapmadım. Sonunu da düşünmedim. Doğru olanın bu olduğuna, müslümana bunun yakışacağına ve Risale-i Nur mesleğine uygun olanın da ancak bu olacağına inandığım için yaptım. 15 Temmuz'da "Erdoğan'ı bu itlere yedirdikten sonra biz de ölelim!" diye yazıp, daha Cumhurbaşkanımız çağrı yapmadan önce, arkadaşlarını arayıp 'Sokağa çıkmak lazım' diyen de benim. Elhamdülillah. Buna bugün de, inşaallah, mahşer gününde de hamdederim. Şimdi hayret ediyoruz. Ablamla biz o gece neredeyse Esenyurt'tan Yenibosna'ya kadar yürüdük. Üstümüzden uçaklar geçiyordu. AK Parti ilçe teşkilanının önündeki insanlar "Havalaanını ordu tanklarla ele geçirmiş. Orayı geri alacağız!" diyorlardı. "Lan nasıl alacağız? Cebimizde traş bıçağı bile yok!" demiyorduk. Kimse de demiyordu. Kimsenin aklına korkmak gelmiyordu. O gece öyle mübarek bir geceydi. Bin ay gibi gecelerdendi.
Fakat şimdi korkuyoruz. Neden? Çünkü bilemiyoruz. Hani Kur'an'da Hz. Hızır (a.s.) ile Hz. Musa'nın (a.s.) kıssasında geçer. Hz. Hızır hikmetle der: "İçyüzünü bilmediğin şeye nasıl sabredeceksin?" Durumumuz tam o. 15 Temmuz'da haklı belliydi, hain belliydi. Ölsen şehit olacağını biliyordun. Şimdi ne olacağını da bilmiyorsun. Alınıp bir hafta tutulan var, bir ay tutulan var, bir yıl tutulan var. Hattında bylock olan adam salınıyor bazen. Bazen olmadığı halde içeride kalıyor. O-bu-şu hakkında "FETÖ'cüdür!" diye fısıldadığı için iyiliğinden başka birşey işitmediğiniz insanların hayatları kayıyor da sonra iş hatayı düzeltmeye gelince "Hele sen bekle!" deniliyor. Ya bütün bunlar normal mi?
Böyle şeylerin olduğunun ilk söylendiği zamanlarda ben diyordum ki: "Devlet çok büyük bir badire atlattı. Kafası karıştı. Neyi/nasıl yapacağını bilmiyor. Kurt gövdeye girmiş durumda. Şok yaşıyor. Kendisini toplaması için zaman vermek lazım. Sabırlı olmak lazım. Hatta adaletine yardımcı olmak lazım." Bütün bunları kendi hevamdan da söylemiyordum. Mürşidim Münazarat isimli eserinde diyordu ki: "Evet, maatteessüf, daha yeni ve bulanık bir devlette ve cahil ve perişan bir millette, şöyle fena ve pis şeylerin vukuu zarurî gibidir. Eskiden daha berbadı vardı; fakat şimdi görünüyor. Bir dert görünürse, devâsı âsândır. Hem de büyük işlerde yalnız kusurları gören, cerbezelik ile aldanır veya aldatır. Cerbezenin şe'ni, bir seyyieyi sümbüllendirerek hasenata galip etmektir."
Ancak bir seneyi devirdik. Biraz ayağa kalkmış olmamız lazım. Birşeylerin yerine oturmuş olması lazım. Ayarlarımızın düzelmesi lazım. Bu bilinmezlik korkusuyla nereye kadar yaşanır? İnsan endişenin yükünü omzunda kaç gün tutar? Üstelik işin şöyle 'mağduriyet büyütücü' bir yanı da var:
Böyle tutuklamalar olduğu zaman tutuklanan kişinin cümle yakınları da mağdur edilmiş oluyor. Ağabeyimden pay biçeyim yine. Şimdi ağabeyim içeriye alındı. Ne yediğimizin tadı var ne içtiğimizin. Yalnız bizim mi? Haberi alan her akrabamızın içine bir ateş düşüyor. Tüm sevenlerimiz üzülüyor. Bu birtek bizde böyle değildir ki. Her içeriye alınanda az-çok bunlar oluyordur. Yani bir adam dışarıdayken sadece kendi mağduriyeti olan durumu, içeriye alınınca, herkese yayılıyor. Herkes üzülüyor. Bundan siyaseten AK Parti'ye ne fayda gelir?
Hatta iş öyle bir noktaya geldi ki: Arayıp bana atar yapan var. Niye atar yapıyor? Benim AK Parti'ye verdiğim destekten dolayı. Beni de ağabeyimin başına gelenden sorumlu tutuyor. Yani işin geldiği noktada, bırakınız siyaseten muhalif olmaktan, akraba veya tanışıklık muhabbetinden AK Parti'ye bir husumet filizleniyor. Bu yanlış yanlış büyüyen tehlikeyi görmek lazım.
Bu neden böyle oluyor? Bence şundan: İçeriye alınan adamın suçunu netlikle ortaya koymuyor, açıklamıyor, yakınlarının vicdanını tatmin edemiyorsun ki, onlar da içyüzünü bilip sabretsinler. Beklenilen sadece anlayış. 'Acaba' demeyecek bir duruş. Hatta anlayış da isteyen yok. İstenilen: "Kaderimse çekerim!" Fakat biz AK Parti'ye bundan dolayı destek vermedik ki. Biz AK Parti'ye bizi 'devletin soğuk dişlilerinin arasında ezilmekten kurtaracak' diye oy verdik. Nitekim geçmişte bunu başardı da. Neden şimdi de aynı şeyi başaramıyor? Halkı yeniden bu çarklara itmekten AK Parti'ye bir fayda gelir mi?
Biz ittihadın kıymetini biliyoruz. Bu ittihad kırılmasın istiyoruz. İttihad olmadan ümmete ferah yok. Ancak, suçu ortaya konulmadan, hatta bazen devletin de itirafıyla suçsuz yere, içeriye alınan insanların mağduriyetleriyle büyüyen bir yara var. Bu yara bir girdap gibi olayla ilgisiz bütün yakınlarını da içine doğru çekiyor. Bu yakınların birçoğu 15 Temmuz'u ve sonrasındaki geceleri sokaklarda geçirmiş insanlar. Bu insanları küstürmemek lazım.
Dediğim gibi: Ne soruşturmaların, ne sorgulamaların, ne de FETÖ'cülerin peşine düşülmesinin aleyhindeyim. Hatta 15 Temmuz'u organize edenlerin idam edilmesi taraftarıyım. Ama tutuksuz yargılanması mümkün olan insanların nafile yere içeriye alınmasıyla giderek büyüyen yara görülmeli. AK Parti bunu bugün görmezse sandıkta pek acı sonuçlarını görebilir. Biraz feraset, merhamet ve empati bizi bu girdaba düşmekten kurtarabilir. Bu treni kaçırmayalım. AK Parti'nin bize, bizim AK Parti'ye ihtiyacımız var, hâlâ var.
31 Ekim 2017 Salı
İnsanın ağabeyi FETÖ'den içeriye alınınca...
İnsan tuzu kuruyken öyle laflar ediyor ki onda birini ıslakken edemez. Mü'minûn sûresi 97. ayette mealen deniliyor ki: "De ki: Ey Rabbim! Sana sığınırım, şeytanların kışkırtmalarından!" ve devamında buyruluyor ki: "Onların yanımda bulunmasından da Sana sığınırım." İnsan fitne zamanlarında böylesi ayetlerin sırrını daha iyi anlıyor. Ben de ağabeyinin FETÖ mevzusundan tutuklandığını henüz öğrenmiş birisi olarak bu ayetleri daha başka okuyorum.
Suçu ne idi ağabeyimin? Bildiğimiz hiç. Bildiğimiz, ayet-i celilede haber verilen, şeytanların yanında bulunmak. 15 Temmuz'a kadar Kaynak'ta muhasebecilik yapmaktan başka bildiğimiz suçu yok. Ha, bu ailecek hakverdiğimiz bir davranışı mıydı, değildi. Bana kalsaydı 17 Aralık'ın ertesi günü orayla bağlantısını kesmeliydi. Fakat yapmadı/yapamadı. Ev almak için para biriktiriyordu, işsiz kalmak istemedi veya sürecin bu noktaya geleceğini ummadı. Ancak bundan başka bildiğimiz bir suçu yok. Daha kötüsü: Devletin de bundan fazla birşeye dahil olduğuna dair bize söylediği birşey yok. Ama tutukladı.
Ve bekleyeceğiz. Tıpkı Gezi'den sonra Kazlıçeşme'de, 17 Aralık'tan ve 15 Temmuz'dan sonra Atatürk Havaalanında beklediğimiz gibi bekleyeceğiz. O gece Cumhurbaşkanımız daha kimseyi sokağa çağırmadan kendimizi sokağa atıp Avcılar'dan Yenibosna'ya kadar yürüdüğümüz gibi bekleyeceğiz.
Ne değişti? Belki biraz yıprandık. Herşeye rağmen hata yapmamaya dikkat edeceğini düşündüğümüz, buna arsız bir inatla inandığımız ve inatla başkalara karşı da savunduğumuz devletimizin bizi incitmeyeceğine inanmaktan yıprandık. Sağdan-soldan hatalar yapıldığını duyuyorduk. Suçsuz insanların içeriye alınıp uzun süreler kaldığını işitiyorduk. Diyorduk ki: Devlet büyük birşey yaşadı. Kafası karıştı. Elbet kendisini toparlayacak. İnatla bunu söyledik. İnatla bunu yazdık. Hâlâ da inanıyoruz buna. İnsan umudu olmadan yaşayamıyor.
Fakat yıprandık. 15 Temmuz gecesi uğruna ölmeye hazır olduğumuz hamiyetli insanların kulağına sesimizin gitmemesinden yıprandık. Hattında bylock bile çıkmayan ağabeyimizin bir dua listesine (onun da ne olduğunu bilmiyoruz henüz) her nasılsa adının dahil edilmiş olmasından örgüt üyeliğine terfi etmiş olabilme ihtimaline varılmasından yıprandık. Devlet, onun için canımızı vermeye cüretliyken iyiydi de, canımızın içine dokununca yıprandık. Yine de kimseye küsmüş değiliz. Ama diyorum ya. Yıprandık. İnsan sevdiğinin yüzüne bakmaktan yıpranır mı? Biz bundan da yıprandık.
İki aile bir evde yaşıyoruz. Annemiz şeker hastası. 9 yaşında bir yeğenim var. Ben anlatamıyorum. Devlet büyüklerimizden buradan rica ediyorum. Biri gelip anlatırsa anlayacağız. Ağabeyimin 15 Temmuz'a kadar Kaynak'tan ayrılmamak dışında ne aptallığı var? Üzerinden bir yılı aşkın bir zaman geçmiş, aynı adreste, aynı evde, bizimle oturuyor. Kaçmasına dair nasıl bir tehlike var? Acaba, bırakın yurtdışını, kiraya çıksa birkaç ayı çıkaracak kadar parası var mı? Neyle kaçacak? Nereye kaçacak? Hem niye kaçacak? Nasıl oturduğu yerde devlet için tehlikeli olacak? Allah belasını versin şu Fetulah Gülen'inki geberip gitmiyor. O geberse belki şu işin tansiyonu biraz düşecek. İşte, biz de, artık elimizi Allah'a açıyoruz. Ümit senden Allah'ım. Kulların derdi kulları germiyor.
Suçu ne idi ağabeyimin? Bildiğimiz hiç. Bildiğimiz, ayet-i celilede haber verilen, şeytanların yanında bulunmak. 15 Temmuz'a kadar Kaynak'ta muhasebecilik yapmaktan başka bildiğimiz suçu yok. Ha, bu ailecek hakverdiğimiz bir davranışı mıydı, değildi. Bana kalsaydı 17 Aralık'ın ertesi günü orayla bağlantısını kesmeliydi. Fakat yapmadı/yapamadı. Ev almak için para biriktiriyordu, işsiz kalmak istemedi veya sürecin bu noktaya geleceğini ummadı. Ancak bundan başka bildiğimiz bir suçu yok. Daha kötüsü: Devletin de bundan fazla birşeye dahil olduğuna dair bize söylediği birşey yok. Ama tutukladı.
Ve bekleyeceğiz. Tıpkı Gezi'den sonra Kazlıçeşme'de, 17 Aralık'tan ve 15 Temmuz'dan sonra Atatürk Havaalanında beklediğimiz gibi bekleyeceğiz. O gece Cumhurbaşkanımız daha kimseyi sokağa çağırmadan kendimizi sokağa atıp Avcılar'dan Yenibosna'ya kadar yürüdüğümüz gibi bekleyeceğiz.
Ne değişti? Belki biraz yıprandık. Herşeye rağmen hata yapmamaya dikkat edeceğini düşündüğümüz, buna arsız bir inatla inandığımız ve inatla başkalara karşı da savunduğumuz devletimizin bizi incitmeyeceğine inanmaktan yıprandık. Sağdan-soldan hatalar yapıldığını duyuyorduk. Suçsuz insanların içeriye alınıp uzun süreler kaldığını işitiyorduk. Diyorduk ki: Devlet büyük birşey yaşadı. Kafası karıştı. Elbet kendisini toparlayacak. İnatla bunu söyledik. İnatla bunu yazdık. Hâlâ da inanıyoruz buna. İnsan umudu olmadan yaşayamıyor.
Fakat yıprandık. 15 Temmuz gecesi uğruna ölmeye hazır olduğumuz hamiyetli insanların kulağına sesimizin gitmemesinden yıprandık. Hattında bylock bile çıkmayan ağabeyimizin bir dua listesine (onun da ne olduğunu bilmiyoruz henüz) her nasılsa adının dahil edilmiş olmasından örgüt üyeliğine terfi etmiş olabilme ihtimaline varılmasından yıprandık. Devlet, onun için canımızı vermeye cüretliyken iyiydi de, canımızın içine dokununca yıprandık. Yine de kimseye küsmüş değiliz. Ama diyorum ya. Yıprandık. İnsan sevdiğinin yüzüne bakmaktan yıpranır mı? Biz bundan da yıprandık.
İki aile bir evde yaşıyoruz. Annemiz şeker hastası. 9 yaşında bir yeğenim var. Ben anlatamıyorum. Devlet büyüklerimizden buradan rica ediyorum. Biri gelip anlatırsa anlayacağız. Ağabeyimin 15 Temmuz'a kadar Kaynak'tan ayrılmamak dışında ne aptallığı var? Üzerinden bir yılı aşkın bir zaman geçmiş, aynı adreste, aynı evde, bizimle oturuyor. Kaçmasına dair nasıl bir tehlike var? Acaba, bırakın yurtdışını, kiraya çıksa birkaç ayı çıkaracak kadar parası var mı? Neyle kaçacak? Nereye kaçacak? Hem niye kaçacak? Nasıl oturduğu yerde devlet için tehlikeli olacak? Allah belasını versin şu Fetulah Gülen'inki geberip gitmiyor. O geberse belki şu işin tansiyonu biraz düşecek. İşte, biz de, artık elimizi Allah'a açıyoruz. Ümit senden Allah'ım. Kulların derdi kulları germiyor.
28 Ekim 2017 Cumartesi
Tevbe kötülüğü nasıl vareder?
"Ancak tevbe ve iman edip iyi davranışta bulunanlar başkadır. Allah onların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allah Gâfur'dur (çok bağışlayıcıdır), Rahîm'dir (engin merhamet sahibidir)." (Furkan sûresi, 70)
Elbette hep böyle gidecek değil. Düşeceğiz. Kalkacağız. Düşmekten kalkmakla, kalkmaktan düşmekle ferahlanacağız. Zıttı zıttının sıkletinden kurtulmamıza vesile olacak. Aynılığı ölümden ayıramayan yanlarımıza bir çeşit değişimle hayatı anlatacağız. Kötüden iyiye, iyiden kötüye. Kötüden iyiye geçerken 'iyi' zaten 'iyi' olacak. Şaşırmayacağız. Fakat şuna şaşıracağız:
İyiden kötüye geçerken de 'kötü' aslında 'iyi' olacak. Belki bu gelişigüzel, gelişi her şekilde güzel, ya bizzat güzel ya neticesi itibariyle güzel, yuvarlanışın içinde âlemde 'şer' dediğimizin aslında 'bize şer' olduğunu, varlığının tek başına savaşılası bir anlam taşımadığını, hatta kendisinden uzaklaşırken kendisiyle barışıldığını göreceğiz. Yaralarımızı seveceğiz. Bir tatlı bela gibi seveceğiz. Mahsulü gören bir ekincinin zahmetini sevdiği gibi seveceğiz. Bir tek bütünün içinde kendisine bir anlam bulamamış parçalar fayda göremeyecek hayırdan. Onlar, tek başına bir varlık olmadığı için, varlık 'tek başınalık' kaldırmadığı için, hiçkimse başıboş bırakılmadığı için, başıboşluk aslında yokluk anlamına geldiği için cehennemde sürekli tekrar eden bir hiçliğe saplanacaklar.
İşte, şimdi, hayatımın orta yerinde durup sana derim ki arkadaşım: Tevbe de günahın bütünün içinde bir anlam kazanmasıdır. Yanlışın yanlışlığı kabul ve ilan ile doğruya bir yanından dahil olmasıdır. Hiçliğe bıraktığımız kem izlerin telafisi, yani yeniden varlığa dönüşmesi, varlığın içinde kendisine yeniden bir yer bulması, ancak ve ancak tevbeyle olur. Yoku var bilmek onu iki kere yokeder. Hem yok hem yanlış kılar. Ama yoku yok bilmek yokluğunu yanlışlıktan kurtarır.
Yokun yokluğunu tesbit etmek bir doğrudur. Doğru varlığa uyumludur. Vücudîdir. (Varlıkla uyumlu olana doğru deriz ancak.) Hatta bir şekilde vardır. Yalan, mürşidimin de ifadesiyle, kudret-i ilahîyeye iftira etmektir. Çünkü varedilmeyene var demektir. Yaratılmayana yaratılmış muamelesi yapmaktır. Yok, yokluğu açısından varolmasa da, yokluğunun 'yok' şeklinde tayini sırasında varolur. Birşeyin olmadığını söylemek de olandan bahseden hakikatin parçasıdır. Hakikat zaten iki parçadır. Birisi olandan haber verir, diğeri olmayandan. Tıpkı kelime-i tevhid gibi. 'İllallah' dediğin yer 'la ilahe'nin hemen ardıdır. Yani: Allah'tan başka ilah yoktur. Başka ilah yoktur. Allah'tan başka...
Şimdi, buraya kadar seni yorduktan sonra arkadaşım, birşeyi daha kolay anlatabilirim gibi geliyor: İnsan, hakikate dahil oluş sürecinde, en büyük haykırışı kelime-i tevhid ile yapar da, onun dipnotları, haşiyeleri, mütemmimleri sayılacak detaylarda da bunu tekrarlamaz mı? Mizandaki en ağır sözü fiil fiil şerhetmez mi? Bence 'en büyük yokluğun' yokluğunu tayin edip 'en yüce varlığın' varlığını kabul ettikten sonra artık bunun sağlamalarını yapmak kaçınılmaz olur.
Allahu'l-alem. (En doğrusunu O bilir.) Tevbe ederken de işte bunu yaparız. Günahta bir varlık olmadığının altını yaşam yaşam çizip varlığı Allah'ın şeriat ile tayin ettiği alana münhasır kılarız. Ondan başka ilah olmadığı gibi onun hayır dediğinden başka hayır da yoktur. Biliriz. Ondan başka ilah olmadığı gibi onun sevap dediğinden başka sevap da yoktur. Tecrübe ederiz. Allah'tan başka ilah olmadığı gibi onun haram dediğinde hayır da yoktur. Ellerimiz yanarak söyleriz.
En nihayet demem o ki arkadaşım: En büyük hakikatin söylenmesinden sonra bunun zerrelere inen doğrulaması tevbeyle yaşanır. Çünkü tevbe sadece aklî değil tecrübî bir şahitliktir. Anların kelime-i tevhididir. Dildeki acılıktır. Kalpteki pişmanlıktır. Gönüldeki hüzündür. Candaki sıkıntıdır. Kem yaşanmışlıktır. Eğitimdir. En yüce hakikatin eylem eylem tecrübe edilmesidir. An an, fiil fiil, olay olay, parça parça doğruluğu görülüp teşhis edilmesidir.
Hak verilmesidir. Hakikat bilinmesidir. Yanlışlığının doğrulanmasıdır. Bu açıdan tevbe, günahın ademîliğine/yokluksallığına, hayırsızlığına, yanlışlığına, hata oluşuna, çirkin oluşuna, acı oluşuna, ateş oluşuna şahitlik ederek ona bir tür varlık kazandırmaktır. Yoklun varlığa 'yokluğunu kabul ile' yeniden dahil olmasıdır. Sıfırın birin ardına sığınmakla kazandığıdır. Çünkü yanlışın yanlışlığını ortaya koymak da bir tür doğrudur. Doğru, cismi olmasa da, bir türden (ilim türünden) varlıktır. Zıt zıttının varlığına böyle aynalık eder. Mürşidimin de dediği gibi: "Nefy-i nefy ispattır. Yani, yok yok ise, o vardır. Yok, yok olsa, var olur."
Elbette hep böyle gidecek değil. Düşeceğiz. Kalkacağız. Düşmekten kalkmakla, kalkmaktan düşmekle ferahlanacağız. Zıttı zıttının sıkletinden kurtulmamıza vesile olacak. Aynılığı ölümden ayıramayan yanlarımıza bir çeşit değişimle hayatı anlatacağız. Kötüden iyiye, iyiden kötüye. Kötüden iyiye geçerken 'iyi' zaten 'iyi' olacak. Şaşırmayacağız. Fakat şuna şaşıracağız:
İyiden kötüye geçerken de 'kötü' aslında 'iyi' olacak. Belki bu gelişigüzel, gelişi her şekilde güzel, ya bizzat güzel ya neticesi itibariyle güzel, yuvarlanışın içinde âlemde 'şer' dediğimizin aslında 'bize şer' olduğunu, varlığının tek başına savaşılası bir anlam taşımadığını, hatta kendisinden uzaklaşırken kendisiyle barışıldığını göreceğiz. Yaralarımızı seveceğiz. Bir tatlı bela gibi seveceğiz. Mahsulü gören bir ekincinin zahmetini sevdiği gibi seveceğiz. Bir tek bütünün içinde kendisine bir anlam bulamamış parçalar fayda göremeyecek hayırdan. Onlar, tek başına bir varlık olmadığı için, varlık 'tek başınalık' kaldırmadığı için, hiçkimse başıboş bırakılmadığı için, başıboşluk aslında yokluk anlamına geldiği için cehennemde sürekli tekrar eden bir hiçliğe saplanacaklar.
İşte, şimdi, hayatımın orta yerinde durup sana derim ki arkadaşım: Tevbe de günahın bütünün içinde bir anlam kazanmasıdır. Yanlışın yanlışlığı kabul ve ilan ile doğruya bir yanından dahil olmasıdır. Hiçliğe bıraktığımız kem izlerin telafisi, yani yeniden varlığa dönüşmesi, varlığın içinde kendisine yeniden bir yer bulması, ancak ve ancak tevbeyle olur. Yoku var bilmek onu iki kere yokeder. Hem yok hem yanlış kılar. Ama yoku yok bilmek yokluğunu yanlışlıktan kurtarır.
Yokun yokluğunu tesbit etmek bir doğrudur. Doğru varlığa uyumludur. Vücudîdir. (Varlıkla uyumlu olana doğru deriz ancak.) Hatta bir şekilde vardır. Yalan, mürşidimin de ifadesiyle, kudret-i ilahîyeye iftira etmektir. Çünkü varedilmeyene var demektir. Yaratılmayana yaratılmış muamelesi yapmaktır. Yok, yokluğu açısından varolmasa da, yokluğunun 'yok' şeklinde tayini sırasında varolur. Birşeyin olmadığını söylemek de olandan bahseden hakikatin parçasıdır. Hakikat zaten iki parçadır. Birisi olandan haber verir, diğeri olmayandan. Tıpkı kelime-i tevhid gibi. 'İllallah' dediğin yer 'la ilahe'nin hemen ardıdır. Yani: Allah'tan başka ilah yoktur. Başka ilah yoktur. Allah'tan başka...
Şimdi, buraya kadar seni yorduktan sonra arkadaşım, birşeyi daha kolay anlatabilirim gibi geliyor: İnsan, hakikate dahil oluş sürecinde, en büyük haykırışı kelime-i tevhid ile yapar da, onun dipnotları, haşiyeleri, mütemmimleri sayılacak detaylarda da bunu tekrarlamaz mı? Mizandaki en ağır sözü fiil fiil şerhetmez mi? Bence 'en büyük yokluğun' yokluğunu tayin edip 'en yüce varlığın' varlığını kabul ettikten sonra artık bunun sağlamalarını yapmak kaçınılmaz olur.
Allahu'l-alem. (En doğrusunu O bilir.) Tevbe ederken de işte bunu yaparız. Günahta bir varlık olmadığının altını yaşam yaşam çizip varlığı Allah'ın şeriat ile tayin ettiği alana münhasır kılarız. Ondan başka ilah olmadığı gibi onun hayır dediğinden başka hayır da yoktur. Biliriz. Ondan başka ilah olmadığı gibi onun sevap dediğinden başka sevap da yoktur. Tecrübe ederiz. Allah'tan başka ilah olmadığı gibi onun haram dediğinde hayır da yoktur. Ellerimiz yanarak söyleriz.
En nihayet demem o ki arkadaşım: En büyük hakikatin söylenmesinden sonra bunun zerrelere inen doğrulaması tevbeyle yaşanır. Çünkü tevbe sadece aklî değil tecrübî bir şahitliktir. Anların kelime-i tevhididir. Dildeki acılıktır. Kalpteki pişmanlıktır. Gönüldeki hüzündür. Candaki sıkıntıdır. Kem yaşanmışlıktır. Eğitimdir. En yüce hakikatin eylem eylem tecrübe edilmesidir. An an, fiil fiil, olay olay, parça parça doğruluğu görülüp teşhis edilmesidir.
Hak verilmesidir. Hakikat bilinmesidir. Yanlışlığının doğrulanmasıdır. Bu açıdan tevbe, günahın ademîliğine/yokluksallığına, hayırsızlığına, yanlışlığına, hata oluşuna, çirkin oluşuna, acı oluşuna, ateş oluşuna şahitlik ederek ona bir tür varlık kazandırmaktır. Yoklun varlığa 'yokluğunu kabul ile' yeniden dahil olmasıdır. Sıfırın birin ardına sığınmakla kazandığıdır. Çünkü yanlışın yanlışlığını ortaya koymak da bir tür doğrudur. Doğru, cismi olmasa da, bir türden (ilim türünden) varlıktır. Zıt zıttının varlığına böyle aynalık eder. Mürşidimin de dediği gibi: "Nefy-i nefy ispattır. Yani, yok yok ise, o vardır. Yok, yok olsa, var olur."
18 Ekim 2017 Çarşamba
Kâbus da bir nimettir
Wind River/Kardaki İzler filminde, çocuğunu yıllar önce kaybetmiş bir babayı canlandıran Jeremy Renner, kendisi gibi çocuğunu yitiren bir arkadaşının "Sen bu acıyla başetmeyi nasıl başardın?" sorusuna şu manada cevap verir: "Acının aynı zamanda onu hatırlamanın bir parçası olduğunu kabullendim. Canım acımasa o güzel anları da hatırlamayacaktım. Bu daha kötü olurdu."
İki ay kadar önce karaladığım "Kaderle barışmanın bir yolu var mı?" yazısında 'mutsuzluk' ile 'hayalgücü' arasında bir ilgi kurmuştum. Ve demiştim ki: "İçimizde bir Deccal var. Sahte cennetleri ve cehennemleri olan bir Deccal. Onun ahirzamanda başardığını/başaracağını içimizde başarıyor. Bizim sahte cennetimiz de bu: Hayalimizde büyüyen şu yaşan(a)mamış alternatif hayatlarımız! Kaçırdığımız fırsatlarımız! Iskalanmış cennet kapılarımız. Bize baktığı farkedilmemiş huri gözleri. Uygun anı saçlarından yakalasaydık gerçekleşecek mucizeler. Daha neler neler... Fakat tuzak bu. Kurgusu yanıltıcı. Çünkü tek gözlü. Çünkü adaletsiz. İhtimallerin en iyileri seçilerek oluşturuldu. Kötülerine hiç bakılmadı. Bu alternatif hayatlar adeta tenzih edildi."
Yazının devamında ise, bir tedavi/teselli yöntemi olarak, Nietzsche Ağladığında'da gördüğüm şu şeyi önermiştim: "Kurgularken ihtimallerin, en iyilerini değil sadece, kötülerini de seçin. Onlarla da alternatif gelecekler düşleyin. Pesimist felsefenin dokunduğu dane-i hakikat bu sanırım. Hayalin ilüzyonuna karşı bir uyanışlı bir tutum. Nasıl? Anlamak için yine 'kavuşamadığımız kişi' örneğinden gidelim.
Ya bu kişiyle vuslata erdiğinizde hayat daha kötüye gitseydi? Ya aslında ayrı dünyaların insanı olduğunuzu anlasaydınız? Ya şimdikinden bin beter mutsuz olsaydınız? Bunlar da ihtimal. Hem de ötekiler kadar sahiciler. Hatta ötekiler kötülüğün gidebileceği nokta hakkında bir kayıda sahip değilken, çünkü hayaldirler, gerçek bu konuda bir sınıra da sahiptir. Yaşadığımız şey yaşadığımızdan daha kötü olamaz. Ama hayalî seçimlerimiz kötülükte daha derinlere ulaşabilir. Seçilmeyen şıkkın kötü yanlarını hatıra getirin bu şekilde. Bu kötü gelecek düşüncesi, sizi, hayalinizin azabından bir derece kurtaracaktır."
Şimdi ise, bütün bu sözlerime ilave olarak, Allah'ın zaten bize böyle şeyler yaşattığı tecrübesine erdim. Yani: Cenab-ı Hak zaten bize zaman zaman şu tarz tedaviler veya teselliler uyguluyor. Nasıl? Hangi yolla? el-Cevap: Kâbuslarla.
Evet, hiç şaşırmayın, sahiden böyle düşünüyorum. Sahiden kâbusların bir öğreticiliği olduğuna inanıyorum. Ve hatta cüretle soruyorum: Onların da insana 'olabilecek kötü şeyleri' hatırlatır bir yanı yok mudur? Geçenlerde yaşadığım birşey vesilesiyle böyle bir neticeye vardım. Peki ne idi bu tecrübe?
Anlatayım: O gece, şükürsüzlüğün dibine vurmuş bir halette ve de gaflette, hayatımın monotonluğuna söyleniyordum. Felekten gizli gizli şikayet ediyordum. Şekvalarımın kaynağı neydi? Biraz şuydu: Yeni hiçbirşey yoktu. Hiçbirşey şu an olduğundan daha iyiye gidecek gibi görünmüyordu. Olaylar ve nesneler sıradandı, sıkmaktaydı, sıkılmaktaydım. Tam bir gaflet baskınıydı. Ruhum aynılığın avuçları arasında daraldıkça daralıyordu. Dünyayı ayaklarının bastığı yer kadar sanıyordu. Vesaire, vesaire, vesaire... Anladınız işte.
O gece bir kâbus gördüm. Detaylarını anlatmayacağım. Mesleği açısından gayet başarılı bir kâbustu. Uykumda ağlatacak kadar şiddetli birşey. Öyle diyeyim. Ötesini siz hesap edin. Gözlerimden yaş akmıştı. Hemen şükrettim. Elimi pır pır atan yüreğimin üzerine koyup can u gönülden 'Elhamdülillah' dedim. Sabahında ise düşündüm: Gece ne idim? Gündüz ne oldum? Bu sevinçle uyanış, yani 'Çok şükür öyle değil de böyle dünya!' hali, bu nasıl başıma geldi?
Kâbusların hikmetine dair zannım ve fikrim de tam bu noktada oluştu: Sanıyorum istenmeyen misafirlerimizin de böyle bir amacı var. Bize bugünün yaşanabilecekler içinde en kötüsü olmadığını gösteriyorlar.
Yani daha kötümüze bakarak halihazıra etmemiz gereken şükrü unuttuğumuzda, bir kâbusun eşiğinden ihtimal hesaplarına bak(tırıl)arak, hafifçe tokat yiyoruz. Şefkatli bir tokat bu. Elimizden almıyor. Sabahında şükrettiriyor. Ancak aynı zamanda hissettiriyor: Bugünde şükredilecek çok şey var.
Herkesin başına gelir mi bilmem. Tezkereden sonra uzunca bir süre yeniden askere alındığımı gördüm rüyalarımda. Sabahında bazen güler ve bazen de sinirlenirdim. Gülerdim. Çünkü derdin geçip gitmiş olması neşe verirdi. Mürşidimin de dediği gibi: Zeval-i elem anımsamayla tazelenen bir lezzetti.
Zevalini hatırlatıkça elemden bir lezzet alıyordum. Arkamda bırakmış olmanın mutluluğu her tahatturda tazeleniyordu. Ancak kızıyordum da bazen onlara. Çünkü askerlik psikolojisini büsbütün arkamda bırakmama engel oluyorlardı. İnsan yaşaması sıkıntı veren ihtimalleri/hatıraları arkasında bırakmayı, sık hatırlamamayı, unutmayı sever. Bunu tasasız sevincin kaynağı sanır. Hiç yaşanmamış gibi olduğunda ruh da çizik görmemiş olur.
Fakat bizim bu ruh çiziklerine de ihtiyacımız var. Yara hafızadır. Çizik yazıdır. Tecrübe yaşamın dipnotudur. Hiç yara görmemiş tenin dikeni tanımasını veya batınca sabretmesini sağlayamayız. Ancak daha evvel aldığı kesiklerle barışmış bir beden küçük çizikleri görmezden gelebilir.
İşte tam da bu yüzden diyorum ki: Kendimizi tenzih değil kendimizden tevbe etmeliyiz. Hatalarımızı unutmayı değil tekrar yapmamayı seçmeliyiz. Sürçmenin insanı dengeleyen bir yanı da var. Yanıldığını hiç hatırlamayan bir insanın tekrar yanılma ihtimali geçmiş yanılgılarını hatırlayanlardan daha fazladır. Arkada bırakmak da 'unutmak' ile değil 'tevbe' ile sağlıklıdır.
"Kusur insanın imzasıdır." Parçasıdır. Kendisidir. Varlığının bir yanıdır. Fıtratıdır. "Eğer siz günah işlemeseydiniz, Allah sizi helak eder ve yerinize, günah işleyip, peşinden tövbe eden kullar yaratırdı" (Müslim, Tevbe, 9) ve “Bütün âdemoğulları günahkârdır, günahkârların en hayırlıları ise tövbe edenlerdir” (İbn Mâce, Zühd, 30) hadisleri bize böyle hakikati de fısıldar.
Tevbe eden arkasında bıraktığı şeyin de bir parçası olduğunu kabul eder. Onun varlığını inkâr etmez. Kendisinin 'o şekil de varolabildiğini' görmezden gelmez. Kendisine karşı bir temkin kazanır. Ancak kendisini tenzih edenlerde bu yoktur. Onlar, kusursuzluk iddiasıyla öyle sarhoşturlar ki, vazgeçince yaraların dahi birer nimete dönüştüğünü anlamazlar. Arkada bıraktıları aslında arkada bırakamadıklarıdır. İnsanın düştüğünü hatırlamadığı çukur tekrar önüne çıkar. Yediğinde canını nasıl yaktığını hatırlamıyorsan aynı zakkumu yine ısırırsın.
Kâbuslarımızdan aldığım derse de bu. Hakîm-i Rahîm hayatımızdaki hiçbir şeyi hikmetsiz varetmiyor. Nasıl güzel rüyalarla bize bir ümit bahşediyor, şükrettiyor, kötü rüyalarla da bir 'daha kötü' gösteriyor, öğretiyor, şükrettiyor. Ümit gibi buna da ihtiyacımız var. Zira, dediğim gibi, daha selametli ve sabırlı bir hayat için, daha iyileri hayal ettiğimiz kadar, daha kötüleri de hatırda tutmaya muhtacız. Dengemiz bu ikisiyle birlikte oluyor. İnsan tevbesiyle tamama eriyor.
İki ay kadar önce karaladığım "Kaderle barışmanın bir yolu var mı?" yazısında 'mutsuzluk' ile 'hayalgücü' arasında bir ilgi kurmuştum. Ve demiştim ki: "İçimizde bir Deccal var. Sahte cennetleri ve cehennemleri olan bir Deccal. Onun ahirzamanda başardığını/başaracağını içimizde başarıyor. Bizim sahte cennetimiz de bu: Hayalimizde büyüyen şu yaşan(a)mamış alternatif hayatlarımız! Kaçırdığımız fırsatlarımız! Iskalanmış cennet kapılarımız. Bize baktığı farkedilmemiş huri gözleri. Uygun anı saçlarından yakalasaydık gerçekleşecek mucizeler. Daha neler neler... Fakat tuzak bu. Kurgusu yanıltıcı. Çünkü tek gözlü. Çünkü adaletsiz. İhtimallerin en iyileri seçilerek oluşturuldu. Kötülerine hiç bakılmadı. Bu alternatif hayatlar adeta tenzih edildi."
Yazının devamında ise, bir tedavi/teselli yöntemi olarak, Nietzsche Ağladığında'da gördüğüm şu şeyi önermiştim: "Kurgularken ihtimallerin, en iyilerini değil sadece, kötülerini de seçin. Onlarla da alternatif gelecekler düşleyin. Pesimist felsefenin dokunduğu dane-i hakikat bu sanırım. Hayalin ilüzyonuna karşı bir uyanışlı bir tutum. Nasıl? Anlamak için yine 'kavuşamadığımız kişi' örneğinden gidelim.
Ya bu kişiyle vuslata erdiğinizde hayat daha kötüye gitseydi? Ya aslında ayrı dünyaların insanı olduğunuzu anlasaydınız? Ya şimdikinden bin beter mutsuz olsaydınız? Bunlar da ihtimal. Hem de ötekiler kadar sahiciler. Hatta ötekiler kötülüğün gidebileceği nokta hakkında bir kayıda sahip değilken, çünkü hayaldirler, gerçek bu konuda bir sınıra da sahiptir. Yaşadığımız şey yaşadığımızdan daha kötü olamaz. Ama hayalî seçimlerimiz kötülükte daha derinlere ulaşabilir. Seçilmeyen şıkkın kötü yanlarını hatıra getirin bu şekilde. Bu kötü gelecek düşüncesi, sizi, hayalinizin azabından bir derece kurtaracaktır."
Şimdi ise, bütün bu sözlerime ilave olarak, Allah'ın zaten bize böyle şeyler yaşattığı tecrübesine erdim. Yani: Cenab-ı Hak zaten bize zaman zaman şu tarz tedaviler veya teselliler uyguluyor. Nasıl? Hangi yolla? el-Cevap: Kâbuslarla.
Evet, hiç şaşırmayın, sahiden böyle düşünüyorum. Sahiden kâbusların bir öğreticiliği olduğuna inanıyorum. Ve hatta cüretle soruyorum: Onların da insana 'olabilecek kötü şeyleri' hatırlatır bir yanı yok mudur? Geçenlerde yaşadığım birşey vesilesiyle böyle bir neticeye vardım. Peki ne idi bu tecrübe?
Anlatayım: O gece, şükürsüzlüğün dibine vurmuş bir halette ve de gaflette, hayatımın monotonluğuna söyleniyordum. Felekten gizli gizli şikayet ediyordum. Şekvalarımın kaynağı neydi? Biraz şuydu: Yeni hiçbirşey yoktu. Hiçbirşey şu an olduğundan daha iyiye gidecek gibi görünmüyordu. Olaylar ve nesneler sıradandı, sıkmaktaydı, sıkılmaktaydım. Tam bir gaflet baskınıydı. Ruhum aynılığın avuçları arasında daraldıkça daralıyordu. Dünyayı ayaklarının bastığı yer kadar sanıyordu. Vesaire, vesaire, vesaire... Anladınız işte.
O gece bir kâbus gördüm. Detaylarını anlatmayacağım. Mesleği açısından gayet başarılı bir kâbustu. Uykumda ağlatacak kadar şiddetli birşey. Öyle diyeyim. Ötesini siz hesap edin. Gözlerimden yaş akmıştı. Hemen şükrettim. Elimi pır pır atan yüreğimin üzerine koyup can u gönülden 'Elhamdülillah' dedim. Sabahında ise düşündüm: Gece ne idim? Gündüz ne oldum? Bu sevinçle uyanış, yani 'Çok şükür öyle değil de böyle dünya!' hali, bu nasıl başıma geldi?
Kâbusların hikmetine dair zannım ve fikrim de tam bu noktada oluştu: Sanıyorum istenmeyen misafirlerimizin de böyle bir amacı var. Bize bugünün yaşanabilecekler içinde en kötüsü olmadığını gösteriyorlar.
Yani daha kötümüze bakarak halihazıra etmemiz gereken şükrü unuttuğumuzda, bir kâbusun eşiğinden ihtimal hesaplarına bak(tırıl)arak, hafifçe tokat yiyoruz. Şefkatli bir tokat bu. Elimizden almıyor. Sabahında şükrettiriyor. Ancak aynı zamanda hissettiriyor: Bugünde şükredilecek çok şey var.
Herkesin başına gelir mi bilmem. Tezkereden sonra uzunca bir süre yeniden askere alındığımı gördüm rüyalarımda. Sabahında bazen güler ve bazen de sinirlenirdim. Gülerdim. Çünkü derdin geçip gitmiş olması neşe verirdi. Mürşidimin de dediği gibi: Zeval-i elem anımsamayla tazelenen bir lezzetti.
Zevalini hatırlatıkça elemden bir lezzet alıyordum. Arkamda bırakmış olmanın mutluluğu her tahatturda tazeleniyordu. Ancak kızıyordum da bazen onlara. Çünkü askerlik psikolojisini büsbütün arkamda bırakmama engel oluyorlardı. İnsan yaşaması sıkıntı veren ihtimalleri/hatıraları arkasında bırakmayı, sık hatırlamamayı, unutmayı sever. Bunu tasasız sevincin kaynağı sanır. Hiç yaşanmamış gibi olduğunda ruh da çizik görmemiş olur.
Fakat bizim bu ruh çiziklerine de ihtiyacımız var. Yara hafızadır. Çizik yazıdır. Tecrübe yaşamın dipnotudur. Hiç yara görmemiş tenin dikeni tanımasını veya batınca sabretmesini sağlayamayız. Ancak daha evvel aldığı kesiklerle barışmış bir beden küçük çizikleri görmezden gelebilir.
İşte tam da bu yüzden diyorum ki: Kendimizi tenzih değil kendimizden tevbe etmeliyiz. Hatalarımızı unutmayı değil tekrar yapmamayı seçmeliyiz. Sürçmenin insanı dengeleyen bir yanı da var. Yanıldığını hiç hatırlamayan bir insanın tekrar yanılma ihtimali geçmiş yanılgılarını hatırlayanlardan daha fazladır. Arkada bırakmak da 'unutmak' ile değil 'tevbe' ile sağlıklıdır.
"Kusur insanın imzasıdır." Parçasıdır. Kendisidir. Varlığının bir yanıdır. Fıtratıdır. "Eğer siz günah işlemeseydiniz, Allah sizi helak eder ve yerinize, günah işleyip, peşinden tövbe eden kullar yaratırdı" (Müslim, Tevbe, 9) ve “Bütün âdemoğulları günahkârdır, günahkârların en hayırlıları ise tövbe edenlerdir” (İbn Mâce, Zühd, 30) hadisleri bize böyle hakikati de fısıldar.
Tevbe eden arkasında bıraktığı şeyin de bir parçası olduğunu kabul eder. Onun varlığını inkâr etmez. Kendisinin 'o şekil de varolabildiğini' görmezden gelmez. Kendisine karşı bir temkin kazanır. Ancak kendisini tenzih edenlerde bu yoktur. Onlar, kusursuzluk iddiasıyla öyle sarhoşturlar ki, vazgeçince yaraların dahi birer nimete dönüştüğünü anlamazlar. Arkada bıraktıları aslında arkada bırakamadıklarıdır. İnsanın düştüğünü hatırlamadığı çukur tekrar önüne çıkar. Yediğinde canını nasıl yaktığını hatırlamıyorsan aynı zakkumu yine ısırırsın.
Kâbuslarımızdan aldığım derse de bu. Hakîm-i Rahîm hayatımızdaki hiçbir şeyi hikmetsiz varetmiyor. Nasıl güzel rüyalarla bize bir ümit bahşediyor, şükrettiyor, kötü rüyalarla da bir 'daha kötü' gösteriyor, öğretiyor, şükrettiyor. Ümit gibi buna da ihtiyacımız var. Zira, dediğim gibi, daha selametli ve sabırlı bir hayat için, daha iyileri hayal ettiğimiz kadar, daha kötüleri de hatırda tutmaya muhtacız. Dengemiz bu ikisiyle birlikte oluyor. İnsan tevbesiyle tamama eriyor.
17 Ekim 2017 Salı
Bağışladığı boşluklar için de Allah'a hamdolsun!
Herşeyin zulmü kendine göre. Mesela hayalin uğradığı zulüm bilinirliğin şiddetindendir. Birşeyin bütün detayları 'haklarında hakikatten başka şekilde düşünülemeyecek netlikte' ortaya konduğunda hayal kendisini baskıda hisseder. Ahmet Haşim, Gurebâhâne-i Laklakan'da, bu hissi çok güzel anlatır: "Artık herşeyi açıkça görmek ızdırabından kurtulmuştuk. Yanlış görmek ve tahayyül etmek imkanının sarhoşluğu vücudumuzu yavaş yavaş bir afyon dumanı gibi uyuşturuyordu." Bir manzaranın 'daha az görünmeye başlayarak' yaşattıklarını anlatmak için söyler bunu Haşim. Sözünde hayalden doğmuş bir hakikat vardır.
Batı'nın yükselen trendi fantastik yapıtların birçoğunda, öykü, I. veya II. Dünya Savaşları'nın karanlık sahneleriyle ilişki içindedir. İster Marvel karakterleri olsun ister Narnia Günlükleri (veya Bayan Peregrine'in Tuhaf Çocukları) bir felaketin eşiğinde filizlenirler. Kaptan Amerika II. Dünya Savaşı'nın kurtarıcısıdır. Wonder Woman I. Dünya Savaşı'nın kahramanıdır. Narnia Günlükleri, yine II. Dünya Savaşı'ndan, bir bombardıman sahnesinin görsel etkileyiciliği ile bizi karşılar. Bütün bunlar hatırda tutularak denilebilir ki: Dönemin şartları içinde artan bilinmezlikler, endişeler, tehlikeler, karakterlerin (ve de okurun) zihnini 'gerçekliğin bilinen düzleminden vazgeçmeye' hazır hale getirirler. O yeni arzu düzleminde en tuhaf şeyler bile 'inanılabilir' hale gelir.
Hemen söyleyelim: Bu yapmacık bir sistir. Ahmet Haşim'in 'doğal belirsizlik' içinde yaşadığı rahatlamayı, öykücü, uyduracaklarına ikna edebilmek için kurgular ve uygular. Okurdaki muhtemel rahatsızlıkları böyle giderir. Bir grup masum çocuğun serseri bir bomba yüzünden öldüğüne inanmak istemeyen yanımız Bayan Peregrine'in zamanı kontrol edebildiğine inanmayı tercih eder. Elbette tek filmlik bir inançtır bu. Ama nihayetinde bir inançtır.
Peki inanç nedir? İnanç, insanın içinde yanan, gözünden bakan ve elinden mahsul mahsul (kurgu kurgu) dünyaya katılan bir gerçeklik düzlemidir. Cam fanus içinde yanan bir kandildir. Her farklı inanç, daha başka kurguda, bir gerçeklik düzlemiyle karşılar bizi. Örümcek Adam'ı izleyen bir çocuk bir süre dünyanın kurtarıcısının o olduğunu düşler. Her yere bu düşün düşüncesini işler. Alır-satar. Defterine çizer. Üstüne giyer. Yüzüne takar. Kapitalizmin ürünleri onu bu inancından yakalar. Sonra fikri değişir. Başka bir kurgu farklı bir kahraman öğretmiştir. Düzlem yeniden ayarlanır. İnanç dünyasında değişen hiyerarşi düşlere de tesir eder. Eşyalar değişir. Seçimler değişir. Hatta rüyalar bile değişir.
Hayal, yeri geldiğinde, en tuhaf inançlara dahi yaslanarak kanadının altındaki duyguları istenmeyen gerçekliğin acısından kurtarır. Evet, hayal, bu açıdan tam bir kurtarıcıdır. Sayısız varlık hikmetinden birisi de budur. Bir sarsıntıdan diğerine geçerek yaşadığımız şu hayatta belirsizliğin sıkleti ancak hayalgücüyle kaldırılır. Akıl, karamsarlığının sınırlarına dayandığında, iyi ihtimalleri ondan öğrenir.
Ben, vehmi ayrı tutarak, hayali iyimserliğe daha yatkın bulmuşumdur her zaman. İnsan kötü şeyleri 'herhalde böyle olur' diye aklıyla kurgular gibi gelir. Vehmin akla yakınlığı hayale yakınlığından fazladır. (Yani aklın da vehme yaraşır ve karamsarlığa yatkın bir kurgu yeteneği vardır.) Ancak aklın bu baskısından insanı kurtarmak için, yine kısmen akıllı-kısmen delifişek, ikinci birşey devreye girer. En inanılmaz mucizelere bile, belli bir makuliyetle, inanmamızı teklif eder.
İşte, bence, bunu yapan hayaldir. Hayalin de bir aklı vardır fakat ne kadar ümitvâr bir akıldır o! Ne mübarektir! Varoluşa dair hüsnüzannı sayesinde sahibini aklın gerçekçi baskılarından bir nebze âzât eder. Acılarını giderir.
Hayalle aklın duruşları birbirlerini bu noktada dengeler. Akıl, tıpkı arkadaşı diğer kuvveler gibi, sahibinin güvenliğini/varlığını önemsediğinden endişelenmek hakkıdır. Hakkını kullanır. Kuvve-i Şeheviye ve Kuvve-i Gadabiye sahibi için nasıl her tehlikeyi/fırsatı gözetir yaşıyorlarsa, Kuvve-i Akliye de öyle yaşar. Hayalin insana karşı böyle bir sorumluluğu yoktur. Yardım ettiği doğrudur. Ancak bu yardımı endişeli değildir. Aklı 'at üstünde dolanan bir asker' gibi tarif edersek hayali de 'elinde değneği ile yürüyen bir derviş' gibi tarif edebiliriz. Derviş de kentimize bir huzur verir. Ama bunu asker gibi yapmaz.
Aman! Ben ne yaptım? Hayalde çok oyalandım. Yazı da çok uzadı. Hemen eteklerimizi toplayıp akla geçelim. Bence aklın zulmü de kendisine pay bırakılmamasıdır. Ne demek bu? Biraz şu demek: Akıl, ancak kendisinin de yürüyebileceği bir mesafe verilirse, öğretileni kabul eder. Yolu kabulü ayaklarına izin verilmesi nisbetindedir. Küçük yaşlarımızda ebeveynimizin elini iterek kendi başımıza yürümeye çalışmamızdan tutun, ergenlik döneminde nasihatle yönetilmeye ettiğimiz isyan ve hatta yaşlılıkta yönetememeye ettiğimiz isyan, hepsi aklın bu haliyle ilgilidir. Akıl mutlaka ve mutlaka kendisine pay bırakılsın ister. Varlığını kendisine bırakılmış boşluklar sayesinde hisseder.
Mürşidimin eserlerinde sıklıkla tekrar ettiği "Din bir imtihandır, bir tecrübedir; ervâh-ı âliyeyi ervâh-ı sâfileden tefrik eder. Öyle ise, ileride herkese gözle görülecek vukuatı öyle bir tarzda bahsedecek ki, ne bütün bütün meçhul kalsın, ne de bedihî olup herkes ister istemez tasdike mecbur kalsın. Akla kapı açacak, ihtiyarı elinden almayacak. Zira, eğer tamamen bedâhet derecesinde bir alâmet-i kıyamet görülse, herkes tasdike muztar olsa, o vakit kömür gibi bir istidat, elmas gibi bir istidatla beraber kalır. Sırr-ı teklif ve netice-i imtihan zayi olur..." sırrı bu noktada daha da anlaşılır bir hale gelir. Kaderde zaten bilinir olanın dünyada bir de yaşanılır hale getirilmesi bu türden latifelerin hakkı içindir.
Küçükken ebeveyninden bağımsız yürümeyi arzulayan afacan çocuk, mucize kadar olsun, o hilkat sırrından ayrılmaya dayanamaz. İhtiyarının elinden alınmasına katlanamaz. Amaçsızlaştığını düşünür böyle olduğunda. Boşluksuzluktan dolayı anlamsızlığa düşer. (En yaman boşluk da budur.) Bir fıkra anlatıp neden/neresine gülünmesini gerektiğini de izah eden arkadaş, polisiye veya başka türden bir filmin içinde izleyicinin tahmin yürütmesine hiç fırsat vermeyen senarist veya yönetmen, romanında okurunun kendileyin farketmesi gereken hiçbir sır bırakmayan yazar, bunların tamamı, bu yüzden cansıkıcıdır. Kurgu dediğimiz şey, bıraktığı boşluklarla, bu sıkıcılığı atlatır.
Bize pay bırakmayanlar canımızı sıkarlar. Her türden istibdadın bu türden bir sıkıcılığı vardır. Doğru ancak delille ikna ederse kabul edilebilir olur. Çünkü ikna da akla verilen bir hissedir, paydır, yürüme alanıdır, nefestir. Siz de en çok sıkıldığınız ortamları, metinleri veya kişileri bu terazi ile tartın; az-çok aynı hissi yaşadığınızı görürsünüz onlarda. Gelini bile kaynanadan bıktıran buna benzer bir haldir. Bireylerin birbirlerini emir erine dönüştürme çabası, hayattan istedikleri payları alamadıklarını düşündüklerinden, onları birbirlerinden soğutur.
Şimdi buradan, bir boşluk bırakarak, yine mürşidimin söylediği Kur'an'ın bir mucizevi yönüne gelelim. Önce cevabın ortaya çıkmasını sağlayan şeytan sorusunu alıntılayalım: "Kur'ân'ın en mühim fesahatini, siz onun selâsetinde ve vuzuhunda buluyorsunuz. Halbuki şu âyette nereden nereye atlıyor! Sekerattan, tâ kıyamete atlıyor. Nefh-i surdan, muhasebenin hitâmına intikal ediyor ve ondan Cehenneme idhali zikrediyor. Bu acip atlamaklar içinde hangi selâset kalır? Kur'ân'ın ekser yerlerinde, böyle birbirinden uzak meseleleri birleştiriyor. Böyle münasebetsiz vaziyetiyle selâset ve fesahat nerede kalır?"
Kur'an'ın üslûbuna dair bu suale Bediüzzaman'ın cevabı yazımızın ana temasına temas eder içeriktedir: "(...) çok cümleler matvîdir, o mezkûr olmayan cümleler ise fehmi ihlâl etmiyor, selâsetine zarar vermiyor. Hazret-i Yunus aleyhisselâmın kıssasından mühim esasları zikreder, mütebâkisini akla havale eder." Devamında ise şöyle der: "Amma Sûre-i Kaf'ın âyeti ise, ondaki îcaz pek acip ve mucizânedir. Çünkü, kâfirlerin pek müthiş ve çok uzun ve bir günü elli bin sene olan istikbaline ve o istikbalin dehşetli inkılâbâtında kâfirin başına gelecek elîm ve mühim hâdisâta birer birer parmak basıyor, şimşek gibi fikri onlar üstünde gezdiriyor. O pek çok uzun zamanı, hazır bir sahife gibi nazara gösteriyor; zikredilmeyen hâdisâtı hayale havale edip alî bir selâsetle beyan eder."
Ben bu ifadelerde Kur'an okurken veya üzerine tefekkür ederken neden sıkılmadığımın cevabını da bulurum. Evet, Kur'an, Fâtır-ı Hakîm'in kelamı olarak fıtratımızı çok iyi bilmektedir. Hiçbir yanımızı ıskalamadan, hiçbir latifemizi görmezden gelmeden, gereken havaleleri yaparak, bize hakikati beyan etmektedir. Yani: Anlattığı hakikatler kadar bıraktığı boşluklar da hikmetlidir. Bildirdikleri kadar bildirmedikleri de yerindedir. Biz kendi kurgularımızı bize bağışlanan boşluklar sayesinde yaparız. Tasarım budur. Yani boşluk yönetimidir.
Tıpkı doluluklar gibi boşluklar da fıtratımızın onları arzulayan yanlarına bakar. Onlar da bırakılmış paylar ister. Bu paylar, türlerine göre, kendilerinden beslenen latifelerimizi doyurur. Bana bu yazı kadar uzun katlanan arkadaşım, işte hayal, işte akıl. Cenab-ı Hak lütfu ile bize boşluklar bağışlamasa şunların otağını nereye kuracaktık? Öyleyse, her nimeti için, hatta bıraktığı boşluklar için, Rabbimize hamdederiz. Ve bu yazıyı da mürşidimizin bir sözüyle bitiririz: "Demek en büyük bir rahmet, bir şefkat-i İlâhiye, gaybı bildirmemektedir ve başa gelen şeyleri setretmektedir."
Batı'nın yükselen trendi fantastik yapıtların birçoğunda, öykü, I. veya II. Dünya Savaşları'nın karanlık sahneleriyle ilişki içindedir. İster Marvel karakterleri olsun ister Narnia Günlükleri (veya Bayan Peregrine'in Tuhaf Çocukları) bir felaketin eşiğinde filizlenirler. Kaptan Amerika II. Dünya Savaşı'nın kurtarıcısıdır. Wonder Woman I. Dünya Savaşı'nın kahramanıdır. Narnia Günlükleri, yine II. Dünya Savaşı'ndan, bir bombardıman sahnesinin görsel etkileyiciliği ile bizi karşılar. Bütün bunlar hatırda tutularak denilebilir ki: Dönemin şartları içinde artan bilinmezlikler, endişeler, tehlikeler, karakterlerin (ve de okurun) zihnini 'gerçekliğin bilinen düzleminden vazgeçmeye' hazır hale getirirler. O yeni arzu düzleminde en tuhaf şeyler bile 'inanılabilir' hale gelir.
Hemen söyleyelim: Bu yapmacık bir sistir. Ahmet Haşim'in 'doğal belirsizlik' içinde yaşadığı rahatlamayı, öykücü, uyduracaklarına ikna edebilmek için kurgular ve uygular. Okurdaki muhtemel rahatsızlıkları böyle giderir. Bir grup masum çocuğun serseri bir bomba yüzünden öldüğüne inanmak istemeyen yanımız Bayan Peregrine'in zamanı kontrol edebildiğine inanmayı tercih eder. Elbette tek filmlik bir inançtır bu. Ama nihayetinde bir inançtır.
Peki inanç nedir? İnanç, insanın içinde yanan, gözünden bakan ve elinden mahsul mahsul (kurgu kurgu) dünyaya katılan bir gerçeklik düzlemidir. Cam fanus içinde yanan bir kandildir. Her farklı inanç, daha başka kurguda, bir gerçeklik düzlemiyle karşılar bizi. Örümcek Adam'ı izleyen bir çocuk bir süre dünyanın kurtarıcısının o olduğunu düşler. Her yere bu düşün düşüncesini işler. Alır-satar. Defterine çizer. Üstüne giyer. Yüzüne takar. Kapitalizmin ürünleri onu bu inancından yakalar. Sonra fikri değişir. Başka bir kurgu farklı bir kahraman öğretmiştir. Düzlem yeniden ayarlanır. İnanç dünyasında değişen hiyerarşi düşlere de tesir eder. Eşyalar değişir. Seçimler değişir. Hatta rüyalar bile değişir.
Hayal, yeri geldiğinde, en tuhaf inançlara dahi yaslanarak kanadının altındaki duyguları istenmeyen gerçekliğin acısından kurtarır. Evet, hayal, bu açıdan tam bir kurtarıcıdır. Sayısız varlık hikmetinden birisi de budur. Bir sarsıntıdan diğerine geçerek yaşadığımız şu hayatta belirsizliğin sıkleti ancak hayalgücüyle kaldırılır. Akıl, karamsarlığının sınırlarına dayandığında, iyi ihtimalleri ondan öğrenir.
Ben, vehmi ayrı tutarak, hayali iyimserliğe daha yatkın bulmuşumdur her zaman. İnsan kötü şeyleri 'herhalde böyle olur' diye aklıyla kurgular gibi gelir. Vehmin akla yakınlığı hayale yakınlığından fazladır. (Yani aklın da vehme yaraşır ve karamsarlığa yatkın bir kurgu yeteneği vardır.) Ancak aklın bu baskısından insanı kurtarmak için, yine kısmen akıllı-kısmen delifişek, ikinci birşey devreye girer. En inanılmaz mucizelere bile, belli bir makuliyetle, inanmamızı teklif eder.
İşte, bence, bunu yapan hayaldir. Hayalin de bir aklı vardır fakat ne kadar ümitvâr bir akıldır o! Ne mübarektir! Varoluşa dair hüsnüzannı sayesinde sahibini aklın gerçekçi baskılarından bir nebze âzât eder. Acılarını giderir.
Hayalle aklın duruşları birbirlerini bu noktada dengeler. Akıl, tıpkı arkadaşı diğer kuvveler gibi, sahibinin güvenliğini/varlığını önemsediğinden endişelenmek hakkıdır. Hakkını kullanır. Kuvve-i Şeheviye ve Kuvve-i Gadabiye sahibi için nasıl her tehlikeyi/fırsatı gözetir yaşıyorlarsa, Kuvve-i Akliye de öyle yaşar. Hayalin insana karşı böyle bir sorumluluğu yoktur. Yardım ettiği doğrudur. Ancak bu yardımı endişeli değildir. Aklı 'at üstünde dolanan bir asker' gibi tarif edersek hayali de 'elinde değneği ile yürüyen bir derviş' gibi tarif edebiliriz. Derviş de kentimize bir huzur verir. Ama bunu asker gibi yapmaz.
Aman! Ben ne yaptım? Hayalde çok oyalandım. Yazı da çok uzadı. Hemen eteklerimizi toplayıp akla geçelim. Bence aklın zulmü de kendisine pay bırakılmamasıdır. Ne demek bu? Biraz şu demek: Akıl, ancak kendisinin de yürüyebileceği bir mesafe verilirse, öğretileni kabul eder. Yolu kabulü ayaklarına izin verilmesi nisbetindedir. Küçük yaşlarımızda ebeveynimizin elini iterek kendi başımıza yürümeye çalışmamızdan tutun, ergenlik döneminde nasihatle yönetilmeye ettiğimiz isyan ve hatta yaşlılıkta yönetememeye ettiğimiz isyan, hepsi aklın bu haliyle ilgilidir. Akıl mutlaka ve mutlaka kendisine pay bırakılsın ister. Varlığını kendisine bırakılmış boşluklar sayesinde hisseder.
Mürşidimin eserlerinde sıklıkla tekrar ettiği "Din bir imtihandır, bir tecrübedir; ervâh-ı âliyeyi ervâh-ı sâfileden tefrik eder. Öyle ise, ileride herkese gözle görülecek vukuatı öyle bir tarzda bahsedecek ki, ne bütün bütün meçhul kalsın, ne de bedihî olup herkes ister istemez tasdike mecbur kalsın. Akla kapı açacak, ihtiyarı elinden almayacak. Zira, eğer tamamen bedâhet derecesinde bir alâmet-i kıyamet görülse, herkes tasdike muztar olsa, o vakit kömür gibi bir istidat, elmas gibi bir istidatla beraber kalır. Sırr-ı teklif ve netice-i imtihan zayi olur..." sırrı bu noktada daha da anlaşılır bir hale gelir. Kaderde zaten bilinir olanın dünyada bir de yaşanılır hale getirilmesi bu türden latifelerin hakkı içindir.
Küçükken ebeveyninden bağımsız yürümeyi arzulayan afacan çocuk, mucize kadar olsun, o hilkat sırrından ayrılmaya dayanamaz. İhtiyarının elinden alınmasına katlanamaz. Amaçsızlaştığını düşünür böyle olduğunda. Boşluksuzluktan dolayı anlamsızlığa düşer. (En yaman boşluk da budur.) Bir fıkra anlatıp neden/neresine gülünmesini gerektiğini de izah eden arkadaş, polisiye veya başka türden bir filmin içinde izleyicinin tahmin yürütmesine hiç fırsat vermeyen senarist veya yönetmen, romanında okurunun kendileyin farketmesi gereken hiçbir sır bırakmayan yazar, bunların tamamı, bu yüzden cansıkıcıdır. Kurgu dediğimiz şey, bıraktığı boşluklarla, bu sıkıcılığı atlatır.
Bize pay bırakmayanlar canımızı sıkarlar. Her türden istibdadın bu türden bir sıkıcılığı vardır. Doğru ancak delille ikna ederse kabul edilebilir olur. Çünkü ikna da akla verilen bir hissedir, paydır, yürüme alanıdır, nefestir. Siz de en çok sıkıldığınız ortamları, metinleri veya kişileri bu terazi ile tartın; az-çok aynı hissi yaşadığınızı görürsünüz onlarda. Gelini bile kaynanadan bıktıran buna benzer bir haldir. Bireylerin birbirlerini emir erine dönüştürme çabası, hayattan istedikleri payları alamadıklarını düşündüklerinden, onları birbirlerinden soğutur.
Şimdi buradan, bir boşluk bırakarak, yine mürşidimin söylediği Kur'an'ın bir mucizevi yönüne gelelim. Önce cevabın ortaya çıkmasını sağlayan şeytan sorusunu alıntılayalım: "Kur'ân'ın en mühim fesahatini, siz onun selâsetinde ve vuzuhunda buluyorsunuz. Halbuki şu âyette nereden nereye atlıyor! Sekerattan, tâ kıyamete atlıyor. Nefh-i surdan, muhasebenin hitâmına intikal ediyor ve ondan Cehenneme idhali zikrediyor. Bu acip atlamaklar içinde hangi selâset kalır? Kur'ân'ın ekser yerlerinde, böyle birbirinden uzak meseleleri birleştiriyor. Böyle münasebetsiz vaziyetiyle selâset ve fesahat nerede kalır?"
Kur'an'ın üslûbuna dair bu suale Bediüzzaman'ın cevabı yazımızın ana temasına temas eder içeriktedir: "(...) çok cümleler matvîdir, o mezkûr olmayan cümleler ise fehmi ihlâl etmiyor, selâsetine zarar vermiyor. Hazret-i Yunus aleyhisselâmın kıssasından mühim esasları zikreder, mütebâkisini akla havale eder." Devamında ise şöyle der: "Amma Sûre-i Kaf'ın âyeti ise, ondaki îcaz pek acip ve mucizânedir. Çünkü, kâfirlerin pek müthiş ve çok uzun ve bir günü elli bin sene olan istikbaline ve o istikbalin dehşetli inkılâbâtında kâfirin başına gelecek elîm ve mühim hâdisâta birer birer parmak basıyor, şimşek gibi fikri onlar üstünde gezdiriyor. O pek çok uzun zamanı, hazır bir sahife gibi nazara gösteriyor; zikredilmeyen hâdisâtı hayale havale edip alî bir selâsetle beyan eder."
Ben bu ifadelerde Kur'an okurken veya üzerine tefekkür ederken neden sıkılmadığımın cevabını da bulurum. Evet, Kur'an, Fâtır-ı Hakîm'in kelamı olarak fıtratımızı çok iyi bilmektedir. Hiçbir yanımızı ıskalamadan, hiçbir latifemizi görmezden gelmeden, gereken havaleleri yaparak, bize hakikati beyan etmektedir. Yani: Anlattığı hakikatler kadar bıraktığı boşluklar da hikmetlidir. Bildirdikleri kadar bildirmedikleri de yerindedir. Biz kendi kurgularımızı bize bağışlanan boşluklar sayesinde yaparız. Tasarım budur. Yani boşluk yönetimidir.
Tıpkı doluluklar gibi boşluklar da fıtratımızın onları arzulayan yanlarına bakar. Onlar da bırakılmış paylar ister. Bu paylar, türlerine göre, kendilerinden beslenen latifelerimizi doyurur. Bana bu yazı kadar uzun katlanan arkadaşım, işte hayal, işte akıl. Cenab-ı Hak lütfu ile bize boşluklar bağışlamasa şunların otağını nereye kuracaktık? Öyleyse, her nimeti için, hatta bıraktığı boşluklar için, Rabbimize hamdederiz. Ve bu yazıyı da mürşidimizin bir sözüyle bitiririz: "Demek en büyük bir rahmet, bir şefkat-i İlâhiye, gaybı bildirmemektedir ve başa gelen şeyleri setretmektedir."
14 Ekim 2017 Cumartesi
İnsan Allah'a iyilik edebilir mi?
Belki de iyilik tek bir tür değil ha? Daha doğrusu: İyilik, yaratılışı itibariyle tek bir tür de, insan onu iki farklı perspektiften görüyor. (Yahut 'iki farklı şekilde algılıyor' diyelim.) O perspektifleri de, kendimce, şöyle iki başlıkla ayırıyorum: 'İhsan iyilikler' ve 'itaat iyilikler.' Peki, adını koymak kolay da, hakikaten ne demek bunlar? Onu da bencileyin şöyle izah etmeye çalışayım:
Bir iyiliği sizi zorlayan hiçbir neden olmadan yapmanız onu 'ihsan iyilik' sınıfına sokuyor. (Burada iyiliği vücudîlik/varlıksallık ile yakın bir anlamda kullandığımı belirtmeliyim.) Fakat, tersi bir şekilde, bir iyiliği herhangi bir mecburiyet tahtında yapıyorsanız, bu da onu 'itaat iyilik' sınıfına dahil ediyor. Örnek vermem gerekirse: Bir yardım kuruluşuna, sizi zorlayan hiçbir sebep yokken, bağışta bulunmanız bir 'ihsan iyilik'tir. Fakat o yardım kuruluşunun maaşlı çalışanıyken (işiniz icabı) yaptığınız hayırlar 'itaat iyilik'tir.
Bu kategorizasyondan bir aşağılama çıkmasın. Öyle düşünmüyorum. Bunlar basamak. Aralarında, yazının ilerleyen kısımlarında bana çok lazım olacak, bazı nüanslar var. Onları anlatabilmem için bunları aktarabilmem lazım. Onu deniyorum. Bir kısmını tez elden ifade etmem gerekirse: Bu iki iyilik türü üzerinden insanın içdünyasında büyük bir cerbeze yaşandığını zannediyorum.
Yazıya geri dönelim: Kanaatimce 'ihsan iyilik' ve 'itaat iyilik' arasında 'zorlayıcılık' dışında başka ayraçlar da var. Mesela: İhsan iyilik kendisiyle başlayan bir bütünü ifade ediyor. İtaat iyilik ise ancak 'talimatlara uygun hareket ederseniz hoş sonucu netice verecek' bir parçalılığı tanımlıyor. Dahil oluşu anlatıyor.
Bir fabrikanın patronunun işçilerine içinden gelerek prim vermesi bu açıdan ihsan iyiliğe benzerken, işçilerin görevlerini yaparak fabrikaya kazandırdıkları ise itaat iyiliği andırıyor. (Hatta, olmaz ihtimal, işçiler bu primi topluca reddedecek olsalar bile, bu durum patronun kalbindeki iyiliğin vücuduna zarar vermez. Ancak işçilerden birisinin görevini terki, pozisyonuna göre, yansımalarıyla tüm fabrikayı etkileyebilir.)
Teorimi özetlersem: İhsan iyilikler ayakta durabilmek için kendilerinden başka birşeye ihtiyaç duymuyorlar. İtaat iyilikler ise ayakta durabilmek için bir bütünün içinde 'uygun bir adım' olmaya muhtaçlar. Hem de bazen mecburlar. Zira onların görevlerini yerlerine getirmemeleri bütünün sonuçlarını etkileyebiliyor. Bütünün sahibi, ihmalinin bütüne uzanan sonuçlarından dolayı, parçayı icbar ve tehdit ile itaate zorlayabiliyor.
İşte, ben, tam da bu noktada, bu dünyada yaptığımız her türden iyiliğin aslında 'itaat iyilik' cinsinden olduğunu düşünüyorum. Çünkü biz, bizden önce 'iyilik' veya 'hayır' olarak tarif edilmemiş hiçbirşeyi yaratabiliyor değiliz. Yapabildiğimiz her iyilik, mürşidimin o güzel temsiliyle, 'cetvelin deliğini açmak'tan ibaret.
"Meselâ, bir bahçeyi sulayan cetvelin deliğini açmayan adam, o bahçenin kurumasına ve o nimetlerin ademine sebep ve illet oluyor. Fakat o bahçenin nimetlerinin vücudu, o adamın hizmetinden başka, yüzer şerâitin vücuduna tevakkufla beraber, illet-i hakikî olan kudret ve irade-i Rabbâniye ile vücuda gelir. İşte bu mağlâtanın ne kadar hatası zâhir olduğunu anla ve esbabperestlerin de ne kadar hata ettiklerini bil."
Halimiz böyle: Bizden önce Cenab-ı Hakkın yaratışı ve 99 isminin tecellisiyle şartları hazırlanmış bir büyük düzeneğin 'yap' tuşuna basıyoruz sadece. Elimizden gelen yalnızca bu. O da yapmamız öğretilmiş, tavsiye edilmiş, şevklendirilmiş, ödüllendirilmiş ve bazen de emredilmiş olarak basabiliyoruz tuşlara.
Bütün bu ön hazırlıklar/yaratışlar olmadan hiçbirşeyin varlığa gelmesini sağlayabiliyor değiliz. Allah muradımızı yaratmayı dilemese kendiliğimizden birşey, hâşâ, icad edebiliyor değiliz. Yalnız bize açılan küçük bir alanda, cüzî irademize bırakılmış şıklara, itaatimizle 'devam işareti' koyuyoruz. Bunu koyarsak ve Cenab-ı Hak da irademizin dileğini kabul edip yaratırsa elimize bir varlık, bir hayır, bir iyilik geçiyor. Bazen de isyanımızla nice büyük iyiliklerin vücuda gelişine engel oluyoruz. Bediüzzaman bu yüzden diyor:
"Ve keza insan vücut, icad, hayır, ef'al cihetiyle pek küçük, nâkıs olmakla karıncadan, arıdan ednâ, örümcekten daha zayıftır. Fakat adem, tahrip, şer, infial cihetiyle semâvat, arz, cibalden daha büyüktür. Meselâ, hasenat yaptığı zaman, habbe habbe yapar. Seyyiat yaparsa kubbe kubbe yapar. Evet, meselâ küfür seyyiesi bütün mevcudatı tahkir eder, kıymetten düşürür."
Yapmakta payımız bir itaatçik kadardır. Yıkmakta payımız engel olduğumuz kadardır. İrade-i cüziye sahibi olmakla aslında aldığımız 'büyükçe bir risk'tir. İyiye kullanırsak mübarektir ama kötüye kullanıma açık olmasıyla risktir. Öyle ya! Acaba her zaman doğru şıkkı seçebilecek miyiz? Cevapları kaydırmadan bir ömürlük sınavı geçecek miyiz? İşte, bizi serçeden, karıncadan, arıdan, örümcekten zayıf kılan budur. Onların doğru şıkkı seçmesi ihtimali, bizim kadar serbest bırakılmadıklarından dolayı, daha kolaydır.
Biz serbestiz. Serbestliğimizden dolayı aynı zamanda tehlikedeyiz. Aklımız ihtimalleri çoğaltıyor. Nefsimiz yanlış olana da meylediyor. Şeytan yanlışı doğru diye fısıldıyor. İrademizin kalemi hepsinin üzerinden geçiyor. Yanlışı seçebilme bir açıdan özgürlükse de sonuçlarının tehlikelerinden dolayı korkuludur. Dağları emaneti yüklenmekten korkutan da, Allahu'l-alem, budur.
Cenab-ı Hakkın vücuda gelmesi için 99 ismiyle yarattığı uygun şartları birtek itaatsizliğimizle boşaçıkarabiliriz. Zekat vermemiz için inşa edilen zenginliği cimrilikle yıkabiliriz. Namaz kılmamız için verilen bol vakti bir tembelliğe satabiliriz. Yüz günde yapılmış sarayı bir günde yakabiliriz. Basmamız gereken tuşa basmayarak her iyiliği engelleyebiliriz. Fakat şu var: Bütün şartların vücuduyla ancak vücuda gelebilecek bir iyiliği istesek de yaratamayız. Bizden önce tayin edilmiş düzenin içinde kendi 'onay'ımızla bir yer tutarız. O kadar... Bazen 'o kadar'cık bile yer kalmaz bize. Engel olmak istesek bile kader hükmünü verir. Halkeder. İnsan, sadece arzu ettiklerine değil, arzu etmediği halde yaratılan şeylere de sabreder.
Esad Coşan Hocaefendi merhum Ramuzü'l-Ehadis derslerinde Eşrefoğlu Rumî Hazretlerinin bir tesbitini sıkça alıntılar. (Allah ikisinin de şefaatlerine nail eylesin.) Hatırımda kaldığı kadarıyla şöyledir 'hakiki mürşidin fonksiyonlarını anlatan' o güzel tesbit: "Mürşid, Allah'ı kuluna sevdirir, kulu da Allah'a sevdirir. Allah'ı kuluna sevdirmesi öğrettiği marifetullah iledir. Kul, mürşidi sayesinde Allah'ı tanıdıkça, Allah'ı daha çok sever. Kulu Allah'a sevdirmesi ise sünnet-i seniyye iledir. Kul, sünnet-i seniyyeyi öğrenip ona ittiba ettikçe, Allah kulunu daha çok sever."
"(Resûlüm!) De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve esirgeyicidir!" ayetinin bir tefsirini de içeren bu izah, bir açıdan benim 'ihsan' ve 'itaat' ayrımıma da bakıyor. Çünkü mürşidim de 11. Söz'de diyor: "Ey ahali! Şu kasrın meliki olan seyyidimiz, bu şeylerin izharıyla ve bu sarayı yapmasıyla kendini size tanıttırmak istiyor. Siz dahi onu tanıyınız ve güzelce tanımaya çalışınız. (...) Hem bu gördüğünüz ihsanat ile size muhabbetini gösteriyor. Siz dahi itaat ile ona muhabbet ediniz."
Söyleyelim o zaman: Allah'ın kuluna muhabbetinin tezahürü ihsanı iledir. Kulun Allah'a muhabbetinin tezahürü itaati iledir. Allah'ın ihsanının derecelerini bize ancak marifeti söyler. (Çünkü onu tanıdıkça ihsanlarını da/ihsan edebileceklerini de yeni yeni detaylarıyla farkederiz.) Allah'ın razı olduğu/sevdiği şeyleri ise bize sünnet-i seniyye aktarır. Aleyhissalatuvesselama ittiba ile Allah'a muhabbet arasında kurulan ilgi budur. Biz Allah'ın sevgisini, hâşâ, ona ihsan ile değil, ancak itaat ile kazanabiliriz. Çünkü o masivasının ihsanlarına muhtaç olmaktan münezzehtir.
Ancak bazen nefsimizde bir karışıklık yaşanıyor. Nasıl bir karışıklık bu? Biraz şöyle: 'İhsan iyilik' ve 'itaat iyilik' arasındaki 'iyilik' benzeşmesi birisinden ötekine geçildiği sanrısına kapılmamıza neden olabiliyor. Yine mürşidimin tabiriyle 'niyazdan naza sapmalar' meydana gelebiliyor. İnsan, eğer yaptığı ihsan ise, naz edebilir. Fakat yaptığı itaatten ibaretse niyazdan başka birşeye hakkı olmaz. Biz de, Cenab-ı Hakkın rızasını kazanmak için yaptığımız hiçbirşeyle, ona karşı hak iddia ediyor olamayız. Çünkü ihsan etmiyoruz. İtaat ediyoruz. Yaratmıyoruz. Dahil oluyoruz. Hatta itaatimiz dahi onun bir ihsanı olarak tecelli ediyor. Biz hidayete dahi böyle bakıyoruz.
Bu nedenle Bediüzzaman'ın birkaç yerde ifade ettiği "Allah abdini tecrübe eder. Abd Allah'ını tecrübe edemez!" hakikati bu iç karışıklığını tedavi etmede büyük bir deva işlevi görüyor. İtaat eden tecrübe edemez. İhsan eden tecrübe eder. Kusurlu bir temsille ifade edersek: Bir komutan askerini emirlerine itaati konusunda sınayabilir. Fakat er komutanını ihsanları konusunda sınayamaz. Çünkü ona emredemez. Çünkü ona ihsanda bulunmamıştır. İhsanda bir mecbur ediş vardır. İhsan eden kişi, ettiği kişiyi, bir derece onun karşılığı hakkında sınayabilir. Ancak itaat etmek görevinde olan birisi, bu itaati ile, üstünü sınayamaz. Zira yapması gerekeni yapıyordur zaten. İtaat, parça olup, bütün içinde yapılması gerekeni yapmaktır. İhsan ise bağımsız olup fazlından yapmaktır. Tam da bu yüzden: "Cehennem ceza-yı ameldir, fakat cennet fazl-ı İlâhî iledir."
Bir iyiliği sizi zorlayan hiçbir neden olmadan yapmanız onu 'ihsan iyilik' sınıfına sokuyor. (Burada iyiliği vücudîlik/varlıksallık ile yakın bir anlamda kullandığımı belirtmeliyim.) Fakat, tersi bir şekilde, bir iyiliği herhangi bir mecburiyet tahtında yapıyorsanız, bu da onu 'itaat iyilik' sınıfına dahil ediyor. Örnek vermem gerekirse: Bir yardım kuruluşuna, sizi zorlayan hiçbir sebep yokken, bağışta bulunmanız bir 'ihsan iyilik'tir. Fakat o yardım kuruluşunun maaşlı çalışanıyken (işiniz icabı) yaptığınız hayırlar 'itaat iyilik'tir.
Bu kategorizasyondan bir aşağılama çıkmasın. Öyle düşünmüyorum. Bunlar basamak. Aralarında, yazının ilerleyen kısımlarında bana çok lazım olacak, bazı nüanslar var. Onları anlatabilmem için bunları aktarabilmem lazım. Onu deniyorum. Bir kısmını tez elden ifade etmem gerekirse: Bu iki iyilik türü üzerinden insanın içdünyasında büyük bir cerbeze yaşandığını zannediyorum.
Yazıya geri dönelim: Kanaatimce 'ihsan iyilik' ve 'itaat iyilik' arasında 'zorlayıcılık' dışında başka ayraçlar da var. Mesela: İhsan iyilik kendisiyle başlayan bir bütünü ifade ediyor. İtaat iyilik ise ancak 'talimatlara uygun hareket ederseniz hoş sonucu netice verecek' bir parçalılığı tanımlıyor. Dahil oluşu anlatıyor.
Bir fabrikanın patronunun işçilerine içinden gelerek prim vermesi bu açıdan ihsan iyiliğe benzerken, işçilerin görevlerini yaparak fabrikaya kazandırdıkları ise itaat iyiliği andırıyor. (Hatta, olmaz ihtimal, işçiler bu primi topluca reddedecek olsalar bile, bu durum patronun kalbindeki iyiliğin vücuduna zarar vermez. Ancak işçilerden birisinin görevini terki, pozisyonuna göre, yansımalarıyla tüm fabrikayı etkileyebilir.)
Teorimi özetlersem: İhsan iyilikler ayakta durabilmek için kendilerinden başka birşeye ihtiyaç duymuyorlar. İtaat iyilikler ise ayakta durabilmek için bir bütünün içinde 'uygun bir adım' olmaya muhtaçlar. Hem de bazen mecburlar. Zira onların görevlerini yerlerine getirmemeleri bütünün sonuçlarını etkileyebiliyor. Bütünün sahibi, ihmalinin bütüne uzanan sonuçlarından dolayı, parçayı icbar ve tehdit ile itaate zorlayabiliyor.
İşte, ben, tam da bu noktada, bu dünyada yaptığımız her türden iyiliğin aslında 'itaat iyilik' cinsinden olduğunu düşünüyorum. Çünkü biz, bizden önce 'iyilik' veya 'hayır' olarak tarif edilmemiş hiçbirşeyi yaratabiliyor değiliz. Yapabildiğimiz her iyilik, mürşidimin o güzel temsiliyle, 'cetvelin deliğini açmak'tan ibaret.
"Meselâ, bir bahçeyi sulayan cetvelin deliğini açmayan adam, o bahçenin kurumasına ve o nimetlerin ademine sebep ve illet oluyor. Fakat o bahçenin nimetlerinin vücudu, o adamın hizmetinden başka, yüzer şerâitin vücuduna tevakkufla beraber, illet-i hakikî olan kudret ve irade-i Rabbâniye ile vücuda gelir. İşte bu mağlâtanın ne kadar hatası zâhir olduğunu anla ve esbabperestlerin de ne kadar hata ettiklerini bil."
Halimiz böyle: Bizden önce Cenab-ı Hakkın yaratışı ve 99 isminin tecellisiyle şartları hazırlanmış bir büyük düzeneğin 'yap' tuşuna basıyoruz sadece. Elimizden gelen yalnızca bu. O da yapmamız öğretilmiş, tavsiye edilmiş, şevklendirilmiş, ödüllendirilmiş ve bazen de emredilmiş olarak basabiliyoruz tuşlara.
Bütün bu ön hazırlıklar/yaratışlar olmadan hiçbirşeyin varlığa gelmesini sağlayabiliyor değiliz. Allah muradımızı yaratmayı dilemese kendiliğimizden birşey, hâşâ, icad edebiliyor değiliz. Yalnız bize açılan küçük bir alanda, cüzî irademize bırakılmış şıklara, itaatimizle 'devam işareti' koyuyoruz. Bunu koyarsak ve Cenab-ı Hak da irademizin dileğini kabul edip yaratırsa elimize bir varlık, bir hayır, bir iyilik geçiyor. Bazen de isyanımızla nice büyük iyiliklerin vücuda gelişine engel oluyoruz. Bediüzzaman bu yüzden diyor:
"Ve keza insan vücut, icad, hayır, ef'al cihetiyle pek küçük, nâkıs olmakla karıncadan, arıdan ednâ, örümcekten daha zayıftır. Fakat adem, tahrip, şer, infial cihetiyle semâvat, arz, cibalden daha büyüktür. Meselâ, hasenat yaptığı zaman, habbe habbe yapar. Seyyiat yaparsa kubbe kubbe yapar. Evet, meselâ küfür seyyiesi bütün mevcudatı tahkir eder, kıymetten düşürür."
Yapmakta payımız bir itaatçik kadardır. Yıkmakta payımız engel olduğumuz kadardır. İrade-i cüziye sahibi olmakla aslında aldığımız 'büyükçe bir risk'tir. İyiye kullanırsak mübarektir ama kötüye kullanıma açık olmasıyla risktir. Öyle ya! Acaba her zaman doğru şıkkı seçebilecek miyiz? Cevapları kaydırmadan bir ömürlük sınavı geçecek miyiz? İşte, bizi serçeden, karıncadan, arıdan, örümcekten zayıf kılan budur. Onların doğru şıkkı seçmesi ihtimali, bizim kadar serbest bırakılmadıklarından dolayı, daha kolaydır.
Biz serbestiz. Serbestliğimizden dolayı aynı zamanda tehlikedeyiz. Aklımız ihtimalleri çoğaltıyor. Nefsimiz yanlış olana da meylediyor. Şeytan yanlışı doğru diye fısıldıyor. İrademizin kalemi hepsinin üzerinden geçiyor. Yanlışı seçebilme bir açıdan özgürlükse de sonuçlarının tehlikelerinden dolayı korkuludur. Dağları emaneti yüklenmekten korkutan da, Allahu'l-alem, budur.
Cenab-ı Hakkın vücuda gelmesi için 99 ismiyle yarattığı uygun şartları birtek itaatsizliğimizle boşaçıkarabiliriz. Zekat vermemiz için inşa edilen zenginliği cimrilikle yıkabiliriz. Namaz kılmamız için verilen bol vakti bir tembelliğe satabiliriz. Yüz günde yapılmış sarayı bir günde yakabiliriz. Basmamız gereken tuşa basmayarak her iyiliği engelleyebiliriz. Fakat şu var: Bütün şartların vücuduyla ancak vücuda gelebilecek bir iyiliği istesek de yaratamayız. Bizden önce tayin edilmiş düzenin içinde kendi 'onay'ımızla bir yer tutarız. O kadar... Bazen 'o kadar'cık bile yer kalmaz bize. Engel olmak istesek bile kader hükmünü verir. Halkeder. İnsan, sadece arzu ettiklerine değil, arzu etmediği halde yaratılan şeylere de sabreder.
Esad Coşan Hocaefendi merhum Ramuzü'l-Ehadis derslerinde Eşrefoğlu Rumî Hazretlerinin bir tesbitini sıkça alıntılar. (Allah ikisinin de şefaatlerine nail eylesin.) Hatırımda kaldığı kadarıyla şöyledir 'hakiki mürşidin fonksiyonlarını anlatan' o güzel tesbit: "Mürşid, Allah'ı kuluna sevdirir, kulu da Allah'a sevdirir. Allah'ı kuluna sevdirmesi öğrettiği marifetullah iledir. Kul, mürşidi sayesinde Allah'ı tanıdıkça, Allah'ı daha çok sever. Kulu Allah'a sevdirmesi ise sünnet-i seniyye iledir. Kul, sünnet-i seniyyeyi öğrenip ona ittiba ettikçe, Allah kulunu daha çok sever."
"(Resûlüm!) De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve esirgeyicidir!" ayetinin bir tefsirini de içeren bu izah, bir açıdan benim 'ihsan' ve 'itaat' ayrımıma da bakıyor. Çünkü mürşidim de 11. Söz'de diyor: "Ey ahali! Şu kasrın meliki olan seyyidimiz, bu şeylerin izharıyla ve bu sarayı yapmasıyla kendini size tanıttırmak istiyor. Siz dahi onu tanıyınız ve güzelce tanımaya çalışınız. (...) Hem bu gördüğünüz ihsanat ile size muhabbetini gösteriyor. Siz dahi itaat ile ona muhabbet ediniz."
Söyleyelim o zaman: Allah'ın kuluna muhabbetinin tezahürü ihsanı iledir. Kulun Allah'a muhabbetinin tezahürü itaati iledir. Allah'ın ihsanının derecelerini bize ancak marifeti söyler. (Çünkü onu tanıdıkça ihsanlarını da/ihsan edebileceklerini de yeni yeni detaylarıyla farkederiz.) Allah'ın razı olduğu/sevdiği şeyleri ise bize sünnet-i seniyye aktarır. Aleyhissalatuvesselama ittiba ile Allah'a muhabbet arasında kurulan ilgi budur. Biz Allah'ın sevgisini, hâşâ, ona ihsan ile değil, ancak itaat ile kazanabiliriz. Çünkü o masivasının ihsanlarına muhtaç olmaktan münezzehtir.
Ancak bazen nefsimizde bir karışıklık yaşanıyor. Nasıl bir karışıklık bu? Biraz şöyle: 'İhsan iyilik' ve 'itaat iyilik' arasındaki 'iyilik' benzeşmesi birisinden ötekine geçildiği sanrısına kapılmamıza neden olabiliyor. Yine mürşidimin tabiriyle 'niyazdan naza sapmalar' meydana gelebiliyor. İnsan, eğer yaptığı ihsan ise, naz edebilir. Fakat yaptığı itaatten ibaretse niyazdan başka birşeye hakkı olmaz. Biz de, Cenab-ı Hakkın rızasını kazanmak için yaptığımız hiçbirşeyle, ona karşı hak iddia ediyor olamayız. Çünkü ihsan etmiyoruz. İtaat ediyoruz. Yaratmıyoruz. Dahil oluyoruz. Hatta itaatimiz dahi onun bir ihsanı olarak tecelli ediyor. Biz hidayete dahi böyle bakıyoruz.
Bu nedenle Bediüzzaman'ın birkaç yerde ifade ettiği "Allah abdini tecrübe eder. Abd Allah'ını tecrübe edemez!" hakikati bu iç karışıklığını tedavi etmede büyük bir deva işlevi görüyor. İtaat eden tecrübe edemez. İhsan eden tecrübe eder. Kusurlu bir temsille ifade edersek: Bir komutan askerini emirlerine itaati konusunda sınayabilir. Fakat er komutanını ihsanları konusunda sınayamaz. Çünkü ona emredemez. Çünkü ona ihsanda bulunmamıştır. İhsanda bir mecbur ediş vardır. İhsan eden kişi, ettiği kişiyi, bir derece onun karşılığı hakkında sınayabilir. Ancak itaat etmek görevinde olan birisi, bu itaati ile, üstünü sınayamaz. Zira yapması gerekeni yapıyordur zaten. İtaat, parça olup, bütün içinde yapılması gerekeni yapmaktır. İhsan ise bağımsız olup fazlından yapmaktır. Tam da bu yüzden: "Cehennem ceza-yı ameldir, fakat cennet fazl-ı İlâhî iledir."
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...