Bu konuya dair daha evvel de yazmıştım. Fakat başka bir vechesiyle. Başka bir pencereden bakarak. Bugünse Mustafa Öztürk'ün 'vahyin mahiyeti'ne dair iddialarını mizana vururken aynı perspektiften istifade etmeyi düşünüyorum. Bismillah. Tevfik Allah'tan. Hamd ise yalnızca ona. Nereden başlayalım? Belki şurası senin için de uygundur: Mürşidimin Şualar'ın hemen başında dikkatimizi çektiği şöyle bir husus var: Herşeyi yaratan aynı Allah olmazsa hangi şeyi kimin yarattığını bilemezsiniz. Yahut da şöyle ifade edelim: Eğer yaratıcıların sayısını çoklayan bir itikada sahipseniz neyin-kimin idaresinde olduğunu şaşırırsınız. Veyahut şöyle toparlayalım: Tevhid olmazsa Allah ile kul arasında sağlıklı bir marifet-ibadet ilişkisi de olmaz.
Neden böyle söyler mürşidim? Çünkü 'tevhid' eser-müessir bağının arızasız bir şekilde görülebilmesinin, okunabilmesinin veya yorumlanabilmesinin tek yoludur. Açalım: Sözgelimi Eski Yunan'da olduğu gibi 'Nerede bir mahalle var, orada bir muhtar var' tarzında ateşe ayrı bir ilah, suya ayrı bir ilah, şaraba ayrı bir ilah, tarlaya ayrı bir ilah, savaşa ayrı bir ilah, aşka ayrı bir ilah vs... yani neredeyse 'şeyler sayısınca ilahlar' tevehhüm ettiğinizde, bu defa 'hangi şey için kime teşekkür edeceğinizi' karıştırırsınız. Neden? Çünkü kainatta şeyler karışık olarak bulunmaktadır. Hatta herşeyde bu karışıklığın izleri az-çok görülmektedir. Örneğin: Şarapta bir bitki olarak üzüm, bir element olarak su ve hazırlanma sürecinde kullanılan ateşin de payı vardır. O halde şarap tanrısı bu şeylerin tahsilatını nasıl yapmaktadır? O da diğer tanrılardan mı ödünç almaktadır? Peki bu tanrıların mevcut duruma içlenip "Ulan üzümü, suyu, ateşi biz veriyoruz, teşekkür sana gidiyor, ne iş?" diye itiraz etmelerini ne engeller?
Aynı durum, ateizm de dahil olmak üzere, bütün şirkler için geçerlidir. Ve bütün şirkler, ister Hititler gibi bine tapsın, ister Hristiyanlar gibi üçe tapsın, sayıyı çoğaltmaktaki sıkıntıları yaşarlar. Çünkü şirk sahadaki yaratışların okunmasını güçleştirir. Güzel yağmur için A tanrısına teşekkür eden, fakat korkutucu yıldırım tanrısının da B olduğunu düşünen, gökgürültüsünün de şakacı bir C tanrısıyla ilişkili olduğunu sanrılayan şaşkının, üçünü birden karşısında görünce, hatta biraz daha bilgisini arttırıp bilimsel olarak da birisinin birisiz olmadığını anlayınca, düşeceği cendere "Nasıl ayıracağım ben bunları şimdi?" durumudur. Hem iş bu bu kadarla da kalmaz. Bir elma için bir kainat gerekir. Pirenin midesi için güneş sistemi gerekir. Sivrisineğin gözü için güneş gerekir. Yani kainatın her zerresiyle söylediği açıktır: "Birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için!"
Ateizm için de yukarıda 'şirk' dedim. Belki bazılarınız 'tanrı tanımazlığı' nasıl olup da Allah'a ortak koşma olarak gördüğümü sorgulayacaklar. Arkadaşlar özetle şunu söyleyebilirim: Ateizm varlığın varlığını sorgulamıyor. Varlığın varlığını kendilerine bağlıyor. Kendilerine bağladığı için de aslında yaratışı Allah'ın elinden alıp şeylerin kendilerine vermiş oluyor. Yani Allah'ı inkâr edince ilahsız kalınmıyor. Şeyler sayısınca ilah edinilmiş oluyor. Çünkü yaratışı açıklama ihtiyacı ortadan kalkmıyor. İşte bu yüzden ateizm de bir şirk ekolüdür. Hatta Bediüzzaman bu konuda der: "Birtek İlâhı kabul etmemekle, zerreler adedince ilâheleri mezheplerince kabul etmeye mecbur olarak, Cehennemin esfel-i sâfilînine girmeye müstehak düşerler."
Peki, sadede dönelim, ben bu bahsi niye açtım? Nasıl olup da mevzuyu "Vurur yüzlere akademik unvanımın titrisi, ben bu dini baştan yazıyorum bitanesi..." Mustafa Öztürk'ün vahyin mahiyetine dair söylediklerine bağlayacağım? Hızlıca oraya geleyim. Arkadaşlar ben şu yolu kullanabileceğimizi düşünüyorum: Mustafa Öztürk'ün 'vahyin mahiyeti'ne dair iddiaları, yani onun Aleyhissalatuvesselamın kalbine manaca inip lafızlarını ise kendisinin belirlediği vehmi, şüphesi, sanrısı, artık ne derseniz, aslında şirkin kainatta yaptığı şeyi bizim vahye bakışımıza taşıyor.
Evet. Nasıl ki ilahların birden fazla olduğunu düşünmek marifetullaha doğrudan etki ediyor. Hatta sağlıklı bir marifetullah edinimini imkansız hale getiriyor. Çünkü, yukarıda zikrettiğimiz gibi, kimin-neyi yarattığı, hangi eserden hangi ilahın hangi isim-sıfat-şuunatına varılacağı belli olmuyor. Yani, tabirim mazur görülsün, bu kurgu tanrılardan hangisinin huyunun ne olduğu bir türlü çıkarılamıyor. Bilginin üzerine yükseltileceği sınırlar kayboluyor. Çıkarımlar düzeyinde de bir kaos meydan alıyor. Aynen öyle de: Vahyin neresinin kime ait olduğu karışınca da benzer bir durum yaşanıyor. İddia sahipleri bunu bir sorun olarak görmeseler de...
Lafızları Aleyhissalatuvesselamın kendisinin seçtiği, yaşadığı şartlara uygun olarak ifade ettiği, elindeki malzemeyi kullandığını söylemek aynı zamanda şunu söylemektir yani: "Vahyin ne kadarının Allah'a ait olduğu belli değil." Bu dolaylı yoldan müslümanların vahiy anlayışına şirk karıştırmaktır. Biz vahye böyle iman etmeyiz. Çünkü kainata da böyle iman etmeyiz. Allah'ın kainatı Allah'ın kainatıdır. Allah'ın kelamı da Allah'ın kelamıdır. O bir kelama "Kelamım!" diyorsa "Yok yahu, araya kimbilir neler karışmıştır, Aleyhissalatuvesselam yazdı onları!" demeyiz biz. İlahî olanı beşerîleştirmeyiz. İçine böyle şüpheler karıştırmayız. Şüpheli hale getirmeyiz.
Hâşâ. Titreriz bundan. Hem zaten iş burada da kalmaz. Tıpkı şirkin kainattan alınacak marifeti zehirlediği, engellediği, belirsizleştirdiği gibi Kur'an'dan aldığımız marifeti zehirler, engeller, belirsizleştirir bu şüphe. Şirkin şüphesi eserden/kelamdan çıkarılan bilginin üzerine bir sis gibi çöker. On kişinin çalıştığı bir mutfakta pasta yapılsa üzerindeki herbir fiilin kime ait olduğunu tayin edemezsiniz. En ortasına konulmuş çilek için kime teşekkür edeceğinizi kestiremezsiniz. Ama usta bir olsa adres de belli olur. Okunaklaşır. Ki mürşidim bunu söylüyor işte: "Tevhid ve vahdette cemâl-i İlâhî ve kemâl-i Rabbânî tezahür eder. Eğer vahdet olmazsa o hazine-i ezeliye gizli kalır." Zaten ilk vahiy esnasında Aleyhissalatuvesselamın "Neyi okuyayım?" sorusuna "Yaratan Rabbinin adıyla oku!" diye cevap buyrulmasının bir hikmeti de bu birlemeyi öğretmek değil midir? Yani: Efendimiz aleyhissalatuvesselam üzerinden vahiy bize şunu söyler: "Onun eseri olarak okuduktan sonra neyi okursan oku."
23 Mayıs 2019 Perşembe
18 Mayıs 2019 Cumartesi
NASAistler bunu da açıklasın!
Göğün direksiz yükseltildiğini söyleyen bir ayet bugünün insanına ne anlatır? Yoksa "Yahu bizim bugün astronomimiz var, NASA'mız var, bilmem kaç türlü uzay aracımız, uydumuz, teleskobumuz, üstelik uzaydan malumat verir fizik-matematik-kimya bilgimiz var. Dahası: Karadeliklere kavuşur fehmimiz, 'big-bang'e kafa yorar fikrimiz ve aynı anda "Dünkü pastadan bir dilim kalmış mıdır acaba?" diye buzdolabının ahvalini merak eden aklımız var. Yani var, var, var, varoğlu var. Her türlü imkanımız var. Bunları çoktan çözdük biz!" mi der?
Onun toz kondurmadığı gururu kendisinin olsun. Ben böyle diyemiyorum. Çünkü mürşidim bana öyle öğretmiyor. Evet. 30. Lem'a'nın ism-i Kayyum bahsinde, Bediüzzaman, mezkûr ayette ilk bakışta anladığımdan aşkın birşeyler de sakladığını gösteriyor. Ne mesela? Hop! Yağma yok sevgili arkadaşım. Önce bahsi geçen ayetin kısa bir meailini alıntılayacağız: "Gökleri görebileceğiniz bir direk olmaksızın yükselten, sonra arşa istivâ eden, güneşi ve ayı emrine boyun eğdiren Allah’tır. Herbiri belirlenmiş bir vakte kadar akıp gitmektedir. İşleri Allah düzenliyor, âyetleri de açıklıyor ki, rabbinize kavuşacağınıza kesin olarak inanasınız."
Tamam. Meailimizi alıntıladık. Şimdi mürşidimin bize öğrettiklerine gelelim. Öncelikle şunu söyleyebiliriz: Bediüzzaman'ın 'göğün direksiz yükseltilmesini' bizden daha üst bir şekilde okumayı seçiyor. O, Furkan-ı Hakîm'in böyle demekle, 'boşlukta olanların da aslında başıboş bırakılmadığına' dikkatlerimizi çektiğini düşünüyor. Ve diyor: "Evet, sırr-ı kayyûmiyetin cilvesine bu noktadan bakınız ki, bütün mevcudatı ademden çıkarıp, herbirisini bu nihayetsiz fezada, 'Göğü direksiz yükseltti!' sırrıyla durdurup, kıyam ve bekà verip, umumunu böyle sırr-ı kayyûmiyetin tecellîsine mazhar eyliyor. Eğer bu nokta-i istinad olmazsa, hiçbirşey kendi başıyla durmaz, hadsiz bir boşlukta yuvarlanıp ademe sukut edecek."
Yani onun yaptığı okuma bir tür yaslanma kanunu üzerine. 'Yaslanma kanunu' ne demek? Fakat bir saniye! Ben sana yanlış yaptım arkadaşım. Kayyumiyetin ne olduğunu biliyormuşsun gibi hareket ettim. Belki de bilmiyorsun. O halde kısacık da olsa bir tarifini neden denemeyelim? İşte geliyor: Kayyumiyet Cenab-ı Hakkın herşeyi ayakta tutmasıdır. Daha doğrusu varettiklerini 'var'da tutmasıdır. Yani o Rahman'ın yarattıklarıyla ilişkisi "Bir kere yarattı. Tamam. Bitti. Daha karışmıyor!" ilişkisi değildir. O, pekçok ayette de altını çizdiği üzere, varlığı başıboş bırakmaz. Her an yaşadıkları değişimler, gelişimler veya yıkımların tamamında isimleriyle, sıfatlarıyla ve tasarruflarıyla yanlarındadır. Burada 'yanlarındadır'ı Allah'a mekan izafe etmek anlamında kullanmıyoruz arkadaşım. Ona da bir dikkatini isterim. Sakın yanlış anlayayım deme. 'Kontrolünde tutmak' bağlamında 'aklımıza yanaşsın diye' tercih ediyoruz bu kullanımı. Yoksa elbette Allah mekandan münezzehtir. O yarattıklarının her türlü kusurlarından münezzehtir. Âmenna!
Zaten ayetin devamında gelen 'istiva etti'yi de bu nedenle 'hükmü-tasarrufu altına aldı' diye tefsir ediyoruz. Evet. Senin de dikkatini çekmiştir: Direksizliğin ardından zikredilen herşeyde bir 'kontrol altında tutmak, idare etmek, yaratmak, takdir etmek' vurgusu var. "(...) sonra arşa istivâ eden, güneşi ve ayı emrine boyun eğdiren Allah’tır. Herbiri belirlenmiş bir vakte kadar akıp gitmektedir. İşleri Allah düzenliyor, âyetleri de açıklıyor ki, rabbinize kavuşacağınıza kesin olarak inanasınız." Yani; ne güneş, ne ay, ne zaman, ne mahlukatın işleri, ne de ayetlerin açıklanması; hiçbirisi 'akışına bırakılmış' değil. Hepsi takdirler üzerine gelişiyor.
Akıp gitmeleri 'akışına bırakıldıkları' anlamına gelmiyor. Hepsinin hesaplanabilir aidiyetleri var. Uydukları yasalar var. İşlerinde düzenlilik var. Belirginlik var. Güneşin ne yaptığı belli. Ayın her dönüşü hesaplı. Evrendeki herşey zamanlı. Bunun bize açıklanmasının hikmeti de şu: Başıboş bırakılmadığımızı bu düzeyde farkedersek Rabbimize kavuşacağımıza da iman ederiz. Madem buraya gelişimiz, yaşayışımız ve hatta tüm yaşananlar başıboş değil, o halde biz de başıboşluktan gelen bir boşuboşunalıkla helak olmayız. Elbette bize sırr-ı imtihanla bırakılan 'özgürlük alanımızdan' hesaba çekiliriz. Hem korkmayalım yani. Kontrol altındayız.
'Yaslanma kanunu'na geri dönelim. Arkadaşım, duyunca herhalde sen de katılıverirsin, biz 'yaslanma' ifadesini 'irademizden çıkma' bağlamında da kullanırız. Hemencecik bir misal: Ev taşıdığımızı düşünelim. Eşyanın taşıma sürecinden çıkması ne iledir? Onları bir yerden alıp başka bir yere bırakma iledir. Yani onları daha önce yaslandıkları yerden alır ve yine yaslanabilecekleri başka şeylerin yanına götürürüz. (Üzerinde durmak da bir tür yaslanmadır aslında.) Bununla başardığımızda da aslında şudur: O şeyin varlığının sağlıkla devamı dikkatimizden çıkmış olur. Evet. Taşırken varlığı daha fazla bize bağlı idi. Düşürsek kırılırdı. Duvara vursak çizilirdi. Fazla sıksak çatlardı. Bırakmasak belimiz kopardı. Ama ne zaman ki güvenli bir yer bulup onu oraya yasladık, üzerine koyduk veya bıraktık, işte, o zaman varlığını da irademizden/dikkatimizden çıkarmış olduk. Elhamdülillah. Rahatladık. Çünkü biz sınırlıyız. Varlığına şahit olduğumuz herşeyi her an elimizde, aklımızda, dikkatimizde veya kalbimizde tutamayız. Aciz düşeriz. Dayanamayız. Belki de çıldırırız. Sevdiğimiz herşeyin sağlığını her an dikkatimizde tutmak kafayı yedirir bize. Allah korusun.
Ama Allah onları da korusun. Çünkü onları seviyoruz. O halde bunca şeyin varlığı bu kadar düzenle nasıl devam ediyor? İşte Cenab-ı Hak ayetteki bu 'direksizlik' ihtarıyla bizi 'göremediğimiz bir direğe' yönlendiriyor. Daha doğrusu her an değişim içinde olan varlığın hareketlerin bir mutlak iradenin kontrolünde sürdürüldüğüne dikkat çekiyor. Biz elimizden bırakmaya muhtacız. O muhtaç değil. Biz yoruluruz. O yorulmaz. Biz kırarız. O kırmaz. Biz bir yerde kendi haline bırakmak zorundayız. Ama o bunun zorunda değildir. Hem âlemi başıboşluk üzerine yaratmış da değildir. Çünkü başıboş olan şey düzensiz de olur. Sen bir saat çocuğunu sokakta başıboş bırakabiliyor musun? E-5'te arabanın direksiyonunu bırakıp kestirebiliyor musun? Eve gelen faturaların kendi kendilerine ödenmelerini umuyor musun? Sen bu kadarcık işi gelişgüzelliğe bırakmazken Cenab-ı Hak yarattığı âlemi bırakır mı hiç?
Yani, özetle, bu âlem hiçbir direğe yaslanmıyor arkadaşım. Bu âlemin direği direksizlik. Direksizlik ne demek? Direksizlik işte Allah'ın Kayyumiyetidir. Tabir-i caizse her anda hükmü süren dikkatidir, hikmetidir, rahmetidir, idaresidir, yönlendirmesidir, rububiyetidir.
Onun Kayyumiyetine iman etmezsek biz bu varlığın şu düzenliliğini açıklayamayız. Her an yüzbin dikkat isteyen milyon işin ahenkle sürmesine akıl-sır erdiremeyiz. Hayretten kafayı sıyırırız! Üstelik burada kalbimize de büyük bir teselli vardır. Nasıl? Yaşadığımız boşluklara da buradan bir tedavi bulabiliriz. Eğer Cenab-ı Hak hiçbirşeyi başıboş bırakmıyorsa yaşadıklarımız da bizim yörüngemizin hikmetli parçalarına dönüşmez mi? O süreçlere bakışımız değişmez mi? Bu bakış bizi yalnızlık hissinden kurtarmaz mı? Öyle ya, ayet-i kerime hatırlatıyor, dönüşümüz yine onadır. Ondan gelip ona dönen yolunu hiç kaybeder mi? İşte ben de, elhamdülillah, mürşidimin söylediklerinden buna benzer birçok şey anladım canım arkadaşım. Sen benden fazlasını farkedersen benimle paylaşmayı unutma. Biliyorsun. Aynalar koridorunda herşey paylaşıldıkça çoğalır. Taşlar ise paylaştıklarını eksiltirler.
Onun toz kondurmadığı gururu kendisinin olsun. Ben böyle diyemiyorum. Çünkü mürşidim bana öyle öğretmiyor. Evet. 30. Lem'a'nın ism-i Kayyum bahsinde, Bediüzzaman, mezkûr ayette ilk bakışta anladığımdan aşkın birşeyler de sakladığını gösteriyor. Ne mesela? Hop! Yağma yok sevgili arkadaşım. Önce bahsi geçen ayetin kısa bir meailini alıntılayacağız: "Gökleri görebileceğiniz bir direk olmaksızın yükselten, sonra arşa istivâ eden, güneşi ve ayı emrine boyun eğdiren Allah’tır. Herbiri belirlenmiş bir vakte kadar akıp gitmektedir. İşleri Allah düzenliyor, âyetleri de açıklıyor ki, rabbinize kavuşacağınıza kesin olarak inanasınız."
Tamam. Meailimizi alıntıladık. Şimdi mürşidimin bize öğrettiklerine gelelim. Öncelikle şunu söyleyebiliriz: Bediüzzaman'ın 'göğün direksiz yükseltilmesini' bizden daha üst bir şekilde okumayı seçiyor. O, Furkan-ı Hakîm'in böyle demekle, 'boşlukta olanların da aslında başıboş bırakılmadığına' dikkatlerimizi çektiğini düşünüyor. Ve diyor: "Evet, sırr-ı kayyûmiyetin cilvesine bu noktadan bakınız ki, bütün mevcudatı ademden çıkarıp, herbirisini bu nihayetsiz fezada, 'Göğü direksiz yükseltti!' sırrıyla durdurup, kıyam ve bekà verip, umumunu böyle sırr-ı kayyûmiyetin tecellîsine mazhar eyliyor. Eğer bu nokta-i istinad olmazsa, hiçbirşey kendi başıyla durmaz, hadsiz bir boşlukta yuvarlanıp ademe sukut edecek."
Yani onun yaptığı okuma bir tür yaslanma kanunu üzerine. 'Yaslanma kanunu' ne demek? Fakat bir saniye! Ben sana yanlış yaptım arkadaşım. Kayyumiyetin ne olduğunu biliyormuşsun gibi hareket ettim. Belki de bilmiyorsun. O halde kısacık da olsa bir tarifini neden denemeyelim? İşte geliyor: Kayyumiyet Cenab-ı Hakkın herşeyi ayakta tutmasıdır. Daha doğrusu varettiklerini 'var'da tutmasıdır. Yani o Rahman'ın yarattıklarıyla ilişkisi "Bir kere yarattı. Tamam. Bitti. Daha karışmıyor!" ilişkisi değildir. O, pekçok ayette de altını çizdiği üzere, varlığı başıboş bırakmaz. Her an yaşadıkları değişimler, gelişimler veya yıkımların tamamında isimleriyle, sıfatlarıyla ve tasarruflarıyla yanlarındadır. Burada 'yanlarındadır'ı Allah'a mekan izafe etmek anlamında kullanmıyoruz arkadaşım. Ona da bir dikkatini isterim. Sakın yanlış anlayayım deme. 'Kontrolünde tutmak' bağlamında 'aklımıza yanaşsın diye' tercih ediyoruz bu kullanımı. Yoksa elbette Allah mekandan münezzehtir. O yarattıklarının her türlü kusurlarından münezzehtir. Âmenna!
Zaten ayetin devamında gelen 'istiva etti'yi de bu nedenle 'hükmü-tasarrufu altına aldı' diye tefsir ediyoruz. Evet. Senin de dikkatini çekmiştir: Direksizliğin ardından zikredilen herşeyde bir 'kontrol altında tutmak, idare etmek, yaratmak, takdir etmek' vurgusu var. "(...) sonra arşa istivâ eden, güneşi ve ayı emrine boyun eğdiren Allah’tır. Herbiri belirlenmiş bir vakte kadar akıp gitmektedir. İşleri Allah düzenliyor, âyetleri de açıklıyor ki, rabbinize kavuşacağınıza kesin olarak inanasınız." Yani; ne güneş, ne ay, ne zaman, ne mahlukatın işleri, ne de ayetlerin açıklanması; hiçbirisi 'akışına bırakılmış' değil. Hepsi takdirler üzerine gelişiyor.
Akıp gitmeleri 'akışına bırakıldıkları' anlamına gelmiyor. Hepsinin hesaplanabilir aidiyetleri var. Uydukları yasalar var. İşlerinde düzenlilik var. Belirginlik var. Güneşin ne yaptığı belli. Ayın her dönüşü hesaplı. Evrendeki herşey zamanlı. Bunun bize açıklanmasının hikmeti de şu: Başıboş bırakılmadığımızı bu düzeyde farkedersek Rabbimize kavuşacağımıza da iman ederiz. Madem buraya gelişimiz, yaşayışımız ve hatta tüm yaşananlar başıboş değil, o halde biz de başıboşluktan gelen bir boşuboşunalıkla helak olmayız. Elbette bize sırr-ı imtihanla bırakılan 'özgürlük alanımızdan' hesaba çekiliriz. Hem korkmayalım yani. Kontrol altındayız.
'Yaslanma kanunu'na geri dönelim. Arkadaşım, duyunca herhalde sen de katılıverirsin, biz 'yaslanma' ifadesini 'irademizden çıkma' bağlamında da kullanırız. Hemencecik bir misal: Ev taşıdığımızı düşünelim. Eşyanın taşıma sürecinden çıkması ne iledir? Onları bir yerden alıp başka bir yere bırakma iledir. Yani onları daha önce yaslandıkları yerden alır ve yine yaslanabilecekleri başka şeylerin yanına götürürüz. (Üzerinde durmak da bir tür yaslanmadır aslında.) Bununla başardığımızda da aslında şudur: O şeyin varlığının sağlıkla devamı dikkatimizden çıkmış olur. Evet. Taşırken varlığı daha fazla bize bağlı idi. Düşürsek kırılırdı. Duvara vursak çizilirdi. Fazla sıksak çatlardı. Bırakmasak belimiz kopardı. Ama ne zaman ki güvenli bir yer bulup onu oraya yasladık, üzerine koyduk veya bıraktık, işte, o zaman varlığını da irademizden/dikkatimizden çıkarmış olduk. Elhamdülillah. Rahatladık. Çünkü biz sınırlıyız. Varlığına şahit olduğumuz herşeyi her an elimizde, aklımızda, dikkatimizde veya kalbimizde tutamayız. Aciz düşeriz. Dayanamayız. Belki de çıldırırız. Sevdiğimiz herşeyin sağlığını her an dikkatimizde tutmak kafayı yedirir bize. Allah korusun.
Ama Allah onları da korusun. Çünkü onları seviyoruz. O halde bunca şeyin varlığı bu kadar düzenle nasıl devam ediyor? İşte Cenab-ı Hak ayetteki bu 'direksizlik' ihtarıyla bizi 'göremediğimiz bir direğe' yönlendiriyor. Daha doğrusu her an değişim içinde olan varlığın hareketlerin bir mutlak iradenin kontrolünde sürdürüldüğüne dikkat çekiyor. Biz elimizden bırakmaya muhtacız. O muhtaç değil. Biz yoruluruz. O yorulmaz. Biz kırarız. O kırmaz. Biz bir yerde kendi haline bırakmak zorundayız. Ama o bunun zorunda değildir. Hem âlemi başıboşluk üzerine yaratmış da değildir. Çünkü başıboş olan şey düzensiz de olur. Sen bir saat çocuğunu sokakta başıboş bırakabiliyor musun? E-5'te arabanın direksiyonunu bırakıp kestirebiliyor musun? Eve gelen faturaların kendi kendilerine ödenmelerini umuyor musun? Sen bu kadarcık işi gelişgüzelliğe bırakmazken Cenab-ı Hak yarattığı âlemi bırakır mı hiç?
Yani, özetle, bu âlem hiçbir direğe yaslanmıyor arkadaşım. Bu âlemin direği direksizlik. Direksizlik ne demek? Direksizlik işte Allah'ın Kayyumiyetidir. Tabir-i caizse her anda hükmü süren dikkatidir, hikmetidir, rahmetidir, idaresidir, yönlendirmesidir, rububiyetidir.
Onun Kayyumiyetine iman etmezsek biz bu varlığın şu düzenliliğini açıklayamayız. Her an yüzbin dikkat isteyen milyon işin ahenkle sürmesine akıl-sır erdiremeyiz. Hayretten kafayı sıyırırız! Üstelik burada kalbimize de büyük bir teselli vardır. Nasıl? Yaşadığımız boşluklara da buradan bir tedavi bulabiliriz. Eğer Cenab-ı Hak hiçbirşeyi başıboş bırakmıyorsa yaşadıklarımız da bizim yörüngemizin hikmetli parçalarına dönüşmez mi? O süreçlere bakışımız değişmez mi? Bu bakış bizi yalnızlık hissinden kurtarmaz mı? Öyle ya, ayet-i kerime hatırlatıyor, dönüşümüz yine onadır. Ondan gelip ona dönen yolunu hiç kaybeder mi? İşte ben de, elhamdülillah, mürşidimin söylediklerinden buna benzer birçok şey anladım canım arkadaşım. Sen benden fazlasını farkedersen benimle paylaşmayı unutma. Biliyorsun. Aynalar koridorunda herşey paylaşıldıkça çoğalır. Taşlar ise paylaştıklarını eksiltirler.
17 Mayıs 2019 Cuma
Hayat kadere nasıl delil olur?
"İşte, kadere ve kazâya iman rüknü dahi, geniş bir vecihte sırr-ı hayatla anlaşılıyor ve sabit oluyor." Esma-i Sitte Risalesi'nden.
Şöyle bir yerden başlayalım: Bu yazıda ne kadar sizi tatmin edebileceğimi bilemiyorum. Çünkü anladıklarımı toparlayabileceğimden yüzdeyüz emin olamıyorum. Zor bir konu. Karışık bir iş. Ben de yarım akıllıyım. Her ne ise. İncir ağacını küçücük tohumuna yükleyen Allah'ın fazlından beklenir ki beni mahcup etmesin. İnşaallah. Özetle mevzu şuradan çıkıyor kardeşlerim: Mürşidim Esma-i Sitte Risalesi'nin ism-i Hayy bahsinde 'hayatın kadere bir delil oluşturduğunu' söylüyor. Daha çok şeyler de söylüyor fakat hepsini anlayabildiğimi söyleyemem. O nedenle anladığım kadarıyla söylediklerini söylemeye çalışacağım. Önce yüzümüzü peşinde koşacağımız soruya çevirelim: Hayat kadere nasıl delil olur? İşte sorumuz bu. Aradığımız belli. Şimdi becerebildiğimizce cevabının arkasından seyirteceğiz. Eh, elbette, her muvaffakiyet Allah'tandır ve her arayış bir duadır. Biz de duamızdan geri durmayalım.
Alıntı yapmadan bir süre metnin düşündürdüklerini paylaşayım sizinle. İlk aklıma gelenler şunlar: Hayat çok komplike birşey. Hatta varlık sahasındaki en komplike şey hayat. Çok üst düzey bir organizasyon. Çok üst düzey bir birliktelik. Çok üst düzey bir uyum. Çok üst düzey bir yasa. Çok üst düzey bir kurgu. Çok üst düzey bir dayanışma. Çok üst düzey bir tasarım. Çok üst düzey... Oy, nefesim kesildi, işte aklınıza ne gelirse hepsinin en üst düzeyi hayatta var. Hayat ancak bu 'üst düzeylerin' biraraya gelmesiyle ayaklanıyor, canlanıyor, varlığın içinde onun üst bir versiyonu olarak kendi başınalık arzediyor. Burada 'kendi başınalık' derken kastettiğim evrene muhtaç olmayışı değil. Elbette bir elmanın dahi varolmak için bir kainata ihtiyacı var. Sivrisineğin gözü dahi görmek için güneşe muhtaçtır. Fakat şunu da takdir edersiniz kardeşlerim: Her hayat sahibi çevresine göre bir müstakillik de kazanmıştır.
Yani 'müstakillik' ile kastedilen burada kendisinin 'bütünün içinde ayrıca bir bütünlük olduğunun farkında olma' demek. Ben kendime Ahmed diyebiliyorum. Çünkü kainattan ayrı birşey, başka birşey, ayrıca bir bütünlük olduğumun farkındayım. Peki sivrisinek efendi bunun farkında mı? Elbette benim düzeyimde bir farkındalığı yok. Fakat aslında yaşayışıyla o da birazcık farkında. Bir yerden bir yere uçması. En güzel besleneceği yere konması. Canına kastedileceğini anlayınca müthiş manevralarla paçayı sıyırması. Bütün bunlar onun da kendi 'ayrı bütünlüğünün' farkında olduğunu gösteriyor. Arzuluyor. Besleniyor. Korkuyor. Kaçıyor. Bütün bunlar varlığının bütünün varlığından ayrı birşey olduğunun farkındalığını hissettiriyor. Eğer kendi bedenini bizimkinden ayıramasaydı eyleyeceklerimizden korkmazdı.
Muhammed Ebu Zehra merhum Mezhepler Tarihi'nde İbn-i Hazm'ı anlatırken 'insanın doğuştan bazı bilgilere sahip olduğuna inandığını' söyler. Mesela bir çocuk, hurmanın ne olduğunu bilmese bile, kendisine bir hurma verildiğinde ikincisini ister ve verilirse sevinir. Kendisi yerine başkası tercih edilirse de üzülür. Yine iki zıt durumu pekâlâ birbirinden ayırabilir. İradesi hilafına ayakta tutarsak ağlar ve kucağımıza alırsak sevinir. Oturmak istediği yerde başka birisi varolduğunda da 'iki şeyin aynı anda aynı yerde olamayacağını' bildiğinden buna isyan eder. İşte bunlar İbn-i Hazm'a göre insanın varoluşsal bilgileridir.
Ben şimdi, ism-i Hayy bahsiyle düşününce, bu varoluşsal bilgilerin hayatın bir getirisi olduğunu düşünüyorum. Hayat bu bilgilere sahip olmamızı gerektiriyor. Bir sezgi kadarcık bile olsa, bir lezzetçik gibi de hissetsek, bir huzurcuk dahi peşinden koştursa, biz kainattan ayrı bir bütünlüğümüz olduğunu biliyoruz. Bildikçe hayattar oluyoruz. Ve devamımız için sürdürmemiz gereken bu bütünlüğün hukukunu korumaya çalışıyoruz. Bu 'ayrı bütünlüğün farkındalığı' büsbüyük hayırları içinde sakladığı gibi, ayette bildirildiği üzere, 'çok zalim' ve 'çok cahil' olmamıza da sebep olabiliyor. Çünkü farkındalık aynı zamanda sorumluluk demek. Bilgi hem güçtür hem de sorumluluktur. Elbette biz fiilerimizde sivrisinekten daha mesulüz.
Şimdi bu saded harici kısmı kısa keserek asıl sorumuza dönelim: Hayat kadere nasıl delil olur? İşte bence en çok burasından delil olur. Bu üst düzey sistemlilik onun 'evvelden programlanmış olduğuna' bizi daha çok inandırır. Nasıl? Açalım: Arkadaşlar, şunu hepimiz kabul ederiz ki, birşeyin ilmî planda eylenmesi güçleştikçe, yani onun inşası için daha fazla planlanma süreci gerektikçe, tesadüfe hamledilmesi daha çok zorlaşır. Doğum gününüzde karşılaştığınız arkadaşınızın elinde çiçek olsa bunu tesadüfe yorabilirsiniz. Hatta doğum gününüz olduğunu öğrendiğinde arkadaşınız bu çiçeği size teklif etse yine bu işi tesadüften koparmazsınız. Çünkü öncesinde, en azından insanî anlamda, bir biliş yoktur. Arkadaşınız sırrınızı daha yeni duymuştur. Nasıl evvelden planlayıp çiçek almış olabilir?
Fakat bir de sabah kalksanız, evinizin önünden başlayarak yolunuzu güllerle bezeli bulsanız, o güllerin vardığı yerde de sizin için bir şenlik düzenlendiğini görseniz, elbette bunu tesadüfe hamledemezsiniz. Belli ki bu bir organizasyon işidir. Çünkü işin arkasında epeyce bir tasarım vardır. Zamanlama vardır. Ayarlama vardır. Bilgi vardır. Evveliyat vardır. Vardır da vardır. Eğer öğrenebilirseniz hemen organizatörün boynuna sarılırsınız. Teşekkür edersiniz. Hatta planlanma sürecini dinlemek isteyenler dahi olabilir. Eh mübarek olsun. Dinlesin tabiî canım.
İşte, arkadaşlar, hayatta böyle bir organizasyon işidir. Biz dünyaya geldiğimizde şenliğimizi hazır bulduk. Hem de ne şenlik! Yaşadığımız zamanlar boyudur onu yaşıyoruz. Bu hassas organizasyon ana rahmine düştüğümüzden şu güne, hatta son günümüze kadar, muhteşem bir düzende işleyecek. Gözlerimiz bize manzaralar getirecek. Kalbimiz bize duygular hissettirecek. Aklımız bize yollar öğretecek. Hepsini an an yaşayacağız. An an kainatın küçük bir nümunesi olan varlığımızı yudumlayacağız. Ömrümüzce bir şenlikte yaşayacağız.
Öyle bir şenlik ki dayandığı hassas dengeleri biyoloji-kimya-fizik bir oluyor da anlatamıyor. Daha bir de işin manevî tarafı var. Oturalım da gecelerce cevap arayalım: İnsan hergün aklını kaçırmadan nasıl akşamlıyor? Bediüzzaman'ın ism-i Hayy bahsinde verdiği tohum-ağaç örneğinden de ben bunu çıkarıyorum: Tohum düzeyinde bir tasarım olmasa ağaç düzeyinde bir varoluş yaşanmayacağı gibi, kader düzeyinde bir tasarım olmazsa da yaşam düzeyinde bir varoluş ortaya çıkamaz. Hayat kadere işte tam da burasından delil olur. Yaşamın ardındaki bilgi yükünü ancak kader kaldırır. Allahu'l-a'lem. Yani, ondaki muhteşem düzen, bütününü kuşatır bir ilmin zamanın ötesinde varlığını gerekli kılar. O da bu planın üzerine kurulur. Yaşar. Şenliğinde şenlenir vesselam. Cenab-ı Hak hergünümüzü rızasında şenlendirsin. Âmin.
Şöyle bir yerden başlayalım: Bu yazıda ne kadar sizi tatmin edebileceğimi bilemiyorum. Çünkü anladıklarımı toparlayabileceğimden yüzdeyüz emin olamıyorum. Zor bir konu. Karışık bir iş. Ben de yarım akıllıyım. Her ne ise. İncir ağacını küçücük tohumuna yükleyen Allah'ın fazlından beklenir ki beni mahcup etmesin. İnşaallah. Özetle mevzu şuradan çıkıyor kardeşlerim: Mürşidim Esma-i Sitte Risalesi'nin ism-i Hayy bahsinde 'hayatın kadere bir delil oluşturduğunu' söylüyor. Daha çok şeyler de söylüyor fakat hepsini anlayabildiğimi söyleyemem. O nedenle anladığım kadarıyla söylediklerini söylemeye çalışacağım. Önce yüzümüzü peşinde koşacağımız soruya çevirelim: Hayat kadere nasıl delil olur? İşte sorumuz bu. Aradığımız belli. Şimdi becerebildiğimizce cevabının arkasından seyirteceğiz. Eh, elbette, her muvaffakiyet Allah'tandır ve her arayış bir duadır. Biz de duamızdan geri durmayalım.
Alıntı yapmadan bir süre metnin düşündürdüklerini paylaşayım sizinle. İlk aklıma gelenler şunlar: Hayat çok komplike birşey. Hatta varlık sahasındaki en komplike şey hayat. Çok üst düzey bir organizasyon. Çok üst düzey bir birliktelik. Çok üst düzey bir uyum. Çok üst düzey bir yasa. Çok üst düzey bir kurgu. Çok üst düzey bir dayanışma. Çok üst düzey bir tasarım. Çok üst düzey... Oy, nefesim kesildi, işte aklınıza ne gelirse hepsinin en üst düzeyi hayatta var. Hayat ancak bu 'üst düzeylerin' biraraya gelmesiyle ayaklanıyor, canlanıyor, varlığın içinde onun üst bir versiyonu olarak kendi başınalık arzediyor. Burada 'kendi başınalık' derken kastettiğim evrene muhtaç olmayışı değil. Elbette bir elmanın dahi varolmak için bir kainata ihtiyacı var. Sivrisineğin gözü dahi görmek için güneşe muhtaçtır. Fakat şunu da takdir edersiniz kardeşlerim: Her hayat sahibi çevresine göre bir müstakillik de kazanmıştır.
Yani 'müstakillik' ile kastedilen burada kendisinin 'bütünün içinde ayrıca bir bütünlük olduğunun farkında olma' demek. Ben kendime Ahmed diyebiliyorum. Çünkü kainattan ayrı birşey, başka birşey, ayrıca bir bütünlük olduğumun farkındayım. Peki sivrisinek efendi bunun farkında mı? Elbette benim düzeyimde bir farkındalığı yok. Fakat aslında yaşayışıyla o da birazcık farkında. Bir yerden bir yere uçması. En güzel besleneceği yere konması. Canına kastedileceğini anlayınca müthiş manevralarla paçayı sıyırması. Bütün bunlar onun da kendi 'ayrı bütünlüğünün' farkında olduğunu gösteriyor. Arzuluyor. Besleniyor. Korkuyor. Kaçıyor. Bütün bunlar varlığının bütünün varlığından ayrı birşey olduğunun farkındalığını hissettiriyor. Eğer kendi bedenini bizimkinden ayıramasaydı eyleyeceklerimizden korkmazdı.
Muhammed Ebu Zehra merhum Mezhepler Tarihi'nde İbn-i Hazm'ı anlatırken 'insanın doğuştan bazı bilgilere sahip olduğuna inandığını' söyler. Mesela bir çocuk, hurmanın ne olduğunu bilmese bile, kendisine bir hurma verildiğinde ikincisini ister ve verilirse sevinir. Kendisi yerine başkası tercih edilirse de üzülür. Yine iki zıt durumu pekâlâ birbirinden ayırabilir. İradesi hilafına ayakta tutarsak ağlar ve kucağımıza alırsak sevinir. Oturmak istediği yerde başka birisi varolduğunda da 'iki şeyin aynı anda aynı yerde olamayacağını' bildiğinden buna isyan eder. İşte bunlar İbn-i Hazm'a göre insanın varoluşsal bilgileridir.
Ben şimdi, ism-i Hayy bahsiyle düşününce, bu varoluşsal bilgilerin hayatın bir getirisi olduğunu düşünüyorum. Hayat bu bilgilere sahip olmamızı gerektiriyor. Bir sezgi kadarcık bile olsa, bir lezzetçik gibi de hissetsek, bir huzurcuk dahi peşinden koştursa, biz kainattan ayrı bir bütünlüğümüz olduğunu biliyoruz. Bildikçe hayattar oluyoruz. Ve devamımız için sürdürmemiz gereken bu bütünlüğün hukukunu korumaya çalışıyoruz. Bu 'ayrı bütünlüğün farkındalığı' büsbüyük hayırları içinde sakladığı gibi, ayette bildirildiği üzere, 'çok zalim' ve 'çok cahil' olmamıza da sebep olabiliyor. Çünkü farkındalık aynı zamanda sorumluluk demek. Bilgi hem güçtür hem de sorumluluktur. Elbette biz fiilerimizde sivrisinekten daha mesulüz.
Şimdi bu saded harici kısmı kısa keserek asıl sorumuza dönelim: Hayat kadere nasıl delil olur? İşte bence en çok burasından delil olur. Bu üst düzey sistemlilik onun 'evvelden programlanmış olduğuna' bizi daha çok inandırır. Nasıl? Açalım: Arkadaşlar, şunu hepimiz kabul ederiz ki, birşeyin ilmî planda eylenmesi güçleştikçe, yani onun inşası için daha fazla planlanma süreci gerektikçe, tesadüfe hamledilmesi daha çok zorlaşır. Doğum gününüzde karşılaştığınız arkadaşınızın elinde çiçek olsa bunu tesadüfe yorabilirsiniz. Hatta doğum gününüz olduğunu öğrendiğinde arkadaşınız bu çiçeği size teklif etse yine bu işi tesadüften koparmazsınız. Çünkü öncesinde, en azından insanî anlamda, bir biliş yoktur. Arkadaşınız sırrınızı daha yeni duymuştur. Nasıl evvelden planlayıp çiçek almış olabilir?
Fakat bir de sabah kalksanız, evinizin önünden başlayarak yolunuzu güllerle bezeli bulsanız, o güllerin vardığı yerde de sizin için bir şenlik düzenlendiğini görseniz, elbette bunu tesadüfe hamledemezsiniz. Belli ki bu bir organizasyon işidir. Çünkü işin arkasında epeyce bir tasarım vardır. Zamanlama vardır. Ayarlama vardır. Bilgi vardır. Evveliyat vardır. Vardır da vardır. Eğer öğrenebilirseniz hemen organizatörün boynuna sarılırsınız. Teşekkür edersiniz. Hatta planlanma sürecini dinlemek isteyenler dahi olabilir. Eh mübarek olsun. Dinlesin tabiî canım.
İşte, arkadaşlar, hayatta böyle bir organizasyon işidir. Biz dünyaya geldiğimizde şenliğimizi hazır bulduk. Hem de ne şenlik! Yaşadığımız zamanlar boyudur onu yaşıyoruz. Bu hassas organizasyon ana rahmine düştüğümüzden şu güne, hatta son günümüze kadar, muhteşem bir düzende işleyecek. Gözlerimiz bize manzaralar getirecek. Kalbimiz bize duygular hissettirecek. Aklımız bize yollar öğretecek. Hepsini an an yaşayacağız. An an kainatın küçük bir nümunesi olan varlığımızı yudumlayacağız. Ömrümüzce bir şenlikte yaşayacağız.
Öyle bir şenlik ki dayandığı hassas dengeleri biyoloji-kimya-fizik bir oluyor da anlatamıyor. Daha bir de işin manevî tarafı var. Oturalım da gecelerce cevap arayalım: İnsan hergün aklını kaçırmadan nasıl akşamlıyor? Bediüzzaman'ın ism-i Hayy bahsinde verdiği tohum-ağaç örneğinden de ben bunu çıkarıyorum: Tohum düzeyinde bir tasarım olmasa ağaç düzeyinde bir varoluş yaşanmayacağı gibi, kader düzeyinde bir tasarım olmazsa da yaşam düzeyinde bir varoluş ortaya çıkamaz. Hayat kadere işte tam da burasından delil olur. Yaşamın ardındaki bilgi yükünü ancak kader kaldırır. Allahu'l-a'lem. Yani, ondaki muhteşem düzen, bütününü kuşatır bir ilmin zamanın ötesinde varlığını gerekli kılar. O da bu planın üzerine kurulur. Yaşar. Şenliğinde şenlenir vesselam. Cenab-ı Hak hergünümüzü rızasında şenlendirsin. Âmin.
16 Mayıs 2019 Perşembe
Nesli tükenen bir canlı türü olarak: 'Bilmiyorus diyebilus.'
Yazarken yaşadığım rahatlamayı anlatmak için doğru ifadeleri bulmam güç. Fakat en yalın şekliyle şunu söyleyebilirim: Yazmak içimdeki basıncı azaltıyor. Bir tencere için düdüğünden fışkıran buhar ne ise benim için de yazmak o. O, onu dışarıyla paylaşmasa patlar, ben de bunu. Konuşmakta aynı sükûnu bulamadığımı çok tecrübelerimle söyleyebilirim. Konuşmakla kendimi anlatamıyorum sanki. Yeterince kendim olamıyorum. Yahut da daha açık konuşmalı: Konuşmakla ortaya çıkan benden razı değilim. Onu bazen, hatta çoğu zaman, çok sığ buluyorum. Laf salatası yaptığını düşünüyorum. Demek istediklerim onlar değil. O çok basit ifade ediyor. Kuşatamıyor. Hiçbir şeyi benim görebileceğim kadar derin görmüyor. Üzerinde yeterince eğleşmiyor. Daha güzel söyleyebilmek için yeterince beklemiyor. Konuşmakla rahatlayamam ben. Çünkü konuşmak asl-ı Ahmed'i ifade etmiyor.
Sanki iki tane Ahmed var. Bir tanesi yazarken ortaya çıkıyor. Asıl olmak istediğim de o. Diğeri sokakta hayatta kalmayı bilen Ahmed. Gündelik yaşamı tamamlayabilen Ahmed. Akraba ziyaretlerinde "Uzaylı mı lan bu?" denilmesini engelleyen Ahmed. Onu da büsbütün horgörüyor değilim. Birincisinin yaşamını devam ettirebilmesi için ikincisinin yardımına ihtiyacı var. Korunabilmeli. Rızkını kazanabilmeli. İnsanları korkutmayacak kadar normal olmalı. Bu normalliği çevresinde inşa edemezse yazacak kadar anormal olmasına da izin vermezler. Herkes yaşamının bir yerinde oyuncuya dönüşür. Olmak istediği şeyde kendisidir. İdare ettiği yerlerde mahir tiyatrocudur. Bu böyle sürer gider.
Ancak sanmayın ki birinci Ahmed'de de tastamam âşığım. Hayır. Ondan yana da endişelerim var. Çünkü kendi içine çok kapanıyor. Bu da elbette bir tür körleşmeye neden oluyor. Yargılarına çok güveniyor. Derinliğini pek bir seçkin buluyor. Farkedişlerine asalet yüklüyor. Yazdıklarına "Ne yazdım be!" gözüyle bakıyor. Vay ki vay vay! Hiçbir söylediği söylediği şekilde olmayabilir halbuki. Hiçbir yazdığı yazdığını sandığı şekilde olmayabilir. Hiçbir hissettiği hakikatte öyle bulunmayabilir. İçinde de kendisini kandırıyor olabilir. "Zaaf gururun madenidir!" diyor ya mürşidim. Kesinlikle öyle. Zayıflığımdan ötürü, onunla yüzleşmekten-kabullenmekten korkmamdan ötürü, kendimi 'üstün birşey' olduğuma inandırmış da olabilirim. İçimdeki tuzaklar dışımdakilerden daha çok. Bir baltaya sap olamayanlar dünyayı ayakta tutan direklerden birisi olarak kendilerini görebilirler. Can acısı en inanılmaz yalanları bile inanılır kılar.
Jenny Diski'nin Yazar Kadının Savunması kitabında şöyle birkaç cümle var: "Hepimiz içimize sıkışmışız. Kendimize dönmüşüz. Bu yüzden ufkumuz burnumuzun ucunda bitiyor." Burnunun ucunda biten bir insan söylediklerini/yazdıklarını nasıl sınayacak? En büyük yanlışlarının en sarsılmaz hakikatlermiş gibi nefsini aldatmasını nasıl engelleyecek? Hepimiz kendimizi sigaya çekebilmek için ötekimize muhtacız. Çünkü içimizin ayarları çok oynak. Dışımız olmazsa duyguların manipülatif dünyasında mantığımızı kaybederiz. Ki bugün de yaşanan en çok budur. Bugünün insanının sorunu 'bilgisizlik' değildir. Bilmediğini bilmemektir. Başka bir ifadeyle: Bildiğini sanmaktır.
Mürşidim bir yerde bu sadedde diyor ki: "Bilirsiniz ki, eğer dalâlet cehaletten gelse, izalesi kolaydır. Fakat dalâlet fenden ve ilimden gelse, izalesi müşküldür. Eski zamanda ikinci kısım binde bir bulunuyordu. Bulunanlardan ancak binden biri irşadla yola gelebilirdi. Çünkü, öyleler kendilerini beğeniyorlar. Hem bilmiyorlar, hem kendilerini bilir zannediyorlar."
Ben bu ifadeleri, salt genelde anlaşıldığı şekilde değil de, Bediüzzaman'ın 'bilgiçlik hastalığına' dikkat çektiği bir yer olarak da okuyorum. Genelde anlaşılan şekli ise şu: Bilimselliğin getirdiği bir dalalet var bugün. Hayır. Kesinlikle bu kadar değil. Bu dalalet sırf altını bilimsel verilerle örmeye çalıştığı için tehlikeli değil. Asıl müslümanların içinde, daha doğrusu ahirzaman insanının içinde, yaşanan daha başka bir bozulma var. Bir 'yarı aydın' sapkınlığı. Ötesine, özellikle de İslam geleneğine, karşı kapalılık. Ufkun burnun ucunda bitmesinin başka bir hali. Bu arıza aslında daha çok psikolojik.
Batı'dan gelen verilerin tesirini asıl bu sağlıyor. Yani bozulma kalpten başlıyor. Sözde bilimsel sapkınlık ancak bu arızayı yakalarsa tesir ediyor. Tıpkı Riâye isimli eserinde Hâris el-Muhasibî'nin (k.s.) dediği gibi: "Kitap, sünnet ve icmaa muvafık olmayan görüş ucbdan kaynaklanır." Ucb nedir peki? Ucb kötü niyetli bir özgüvendir. Kibirlidir ve müstağnidir. Kendisinde eksik görmez. Başkasına ihtiyaç hissetmez. Evet. Dikkatinizi çekiyor mu: "Bilmiyorum!" diyen insanın sayısı giderek azalıyor. Herkes kanaatlerinden o kadar emin ki, bu emniyetten gelen cehalet, hakiki cehaletten daha tehlikeli bir durum arzediyor. İkincisine bilmediği öğretilince geçiyor. Birincisi bilmediğini de kabul etmiyor. Hastalığı kabul etmeyene elbette tedavi uygulanamaz. Hele psikolojik tedaviler ötekilere kıyasla daha çok hastalığın hastaca kabulüne bağlıdır. Irvin Yalom Bugünü Yaşama Arzusu'nda bu sadedde der ki: "Tedavi suçlamanın bitip sorumluluğun kabul edildiği noktada başlar."
Kitaplardan alıntıya başladık. Devam edelim. Mehmet Kaplan, Büyük Türkiye Rüyası'nda diyor ki: "Biz kendimizi bir vehme kaptırmış gidiyoruz. Sanıyoruz ki ilkokul mezunlarının sayısını çoğaltırsak Türkiye yükselir. (...) Bizim milyonlar ve milyonlar harcadığımız maarif sistemi, kafası bomboş, kravatlı, kendini adam olmuş sanan, iddiacı bir yarı aydın kitlesi yetiştiriyor ki bunlar dini de, demokrasiyi de, ilmi de yıkmak için çok elverişli bir kuvvettir." Benzer bir ifadeyi, Türkiye'yi Düşünmek'te Feridun Andaç, yazar Abdulvahab Meddeb'in İslam'ın Hastalığı kitabından bir alıntıyla aktarır: "Herkesin bildiği gibi İslam'da kesin yetkiyi meşru olarak elinde tutan bir kurum yoktur. Ama gelenek içinde kelama giriş yolları iyi korunmuştur. Kelamı konuşturmak ya da kelam adına konuşabilmek için özel koşullara riayet etmek gerekir. Gelgelelim, bu kurallara aykırı biçimde kelama ulaşılması engellenmedi. Sadece zamanımıza özgü bir olgu da değil bu. Tarih bu olgunun kışkırttığı felaketleri pekçok kez kaydetti. Öte yandan nüfus artışı ve demokratikleşmenin etkisiyle yarı okumuşlar çığ gibi çoğaldı ve kelama dokunma yetkisini kendinde görmeye aday insanların sayısı daha da arttı. Sayılarıyla birlikte yırtıcılıkları da artmaktadır."
İlginçtir. İsmet Özel de Zor Zamanda Konuşmak kitabında şöyle söylüyor: "İnsanlar kafalarında çoktanberi başbakan olmuş ve insanları idare ediyorlar. Demokrasinin en yaygın ruhsal hastalığı budur." Hepsinin işaret ettiği hakikat aynı gibi geliyor bana. Biz ahirzaman çocukları içimizde pek de tekin değiliz. Kendimize çok güveniyoruz. Kanaatlerimizden çok eminiz. Aklımıza sevdalıyız. Bu nedenle de daha çok yanılıyoruz. Fakat yanıldığımızı da bilmeden yanılıyoruz. Bizi bu uçurumdan kurtacak tevbe kapılarını özgüvenimizle kapatıyoruz. Kendimiz bir ilahı tenzih eder gibi tenzih ediyoruz. Demek demokrasiyle birlikte gelen 'herkesin söz sahibi olma hürriyeti' karakterlerimize feci tesirlerde de bulundu. Kem yanlarımızı da besledi. Bugün İmam-ı Âzam'a (r.a.) 'cıkcıklayan' ama Kur'an'ı yüzünden okuyamayan ilahiyatçılarımız ve imkan verilse Einstein'e atomu neresinden bölmesi gerektiğini gösterecek fakat fizik sınavını kopyayla geçen gençlerimiz var. Herkes herşeyi bildiğinden emin ama hiçkimse sınanmaya açık değil.
Bediüzzaman'ın öğretisinde acze, fakra, şefkate ve tefekküre yaptığı vurguyu bu açıdan da düşünmek lazım. Ahirzaman insanının aczini ve fakrını kabul etmeye, ötekisine karşı şefkatli olmaya ve ancak bu üçüncü tastamam kuşandıktan sonra tefekkür etmeye eskisinden daha çok ihtiyacı var. Zira aczini bilmediği için cahilim demiyor. Fakrını bilmediği için öğrenmeye yeltenmiyor. Şefkati kuşanamadığı için başkalarının düşüncesine karşı insafsız. Ve tefekkür etmediği için daha yukarıya/doğruya çıkamıyor. Burnunun ucunda biten bir ufukta boğulup duruyor. Hâris el-Muhasibî'nin (k.s.) ucb ile bid'a arasında kurduğu ilgiye de buradan bağlanabiliriz. İçinde ucba varacak bir özgüven duymayan insan neden seleften gelen bilgiye 'acaba' deyip bakmasın da doğruyu öğrenmesin? Öyle değil mi? İnsan içinde bin kere eşek olmadıktan sonra "Bana Kur'an yeter!" deyip kendisini ceddinin ilmî mirasına kapatmaz başka türlü. Hatta hiçbir hususta böyle yapmaz. Bilmeden sallamaz. Herhangi bir gündem maddesi hakkında sosyal medyada biraz tarama yapın. Yazılan-çizilen şeylere bir bakın. Sonra bu yazıya geri dönün muhterem kârilerim. Beni daha iyi anlayacaksınız. Belki de aynen benim gibi okullara 'Bilmiyorum diyebilme dersi' konulması gerektiğini bile düşüneceksiniz. Allahu'l-a'lem.
Sanki iki tane Ahmed var. Bir tanesi yazarken ortaya çıkıyor. Asıl olmak istediğim de o. Diğeri sokakta hayatta kalmayı bilen Ahmed. Gündelik yaşamı tamamlayabilen Ahmed. Akraba ziyaretlerinde "Uzaylı mı lan bu?" denilmesini engelleyen Ahmed. Onu da büsbütün horgörüyor değilim. Birincisinin yaşamını devam ettirebilmesi için ikincisinin yardımına ihtiyacı var. Korunabilmeli. Rızkını kazanabilmeli. İnsanları korkutmayacak kadar normal olmalı. Bu normalliği çevresinde inşa edemezse yazacak kadar anormal olmasına da izin vermezler. Herkes yaşamının bir yerinde oyuncuya dönüşür. Olmak istediği şeyde kendisidir. İdare ettiği yerlerde mahir tiyatrocudur. Bu böyle sürer gider.
Ancak sanmayın ki birinci Ahmed'de de tastamam âşığım. Hayır. Ondan yana da endişelerim var. Çünkü kendi içine çok kapanıyor. Bu da elbette bir tür körleşmeye neden oluyor. Yargılarına çok güveniyor. Derinliğini pek bir seçkin buluyor. Farkedişlerine asalet yüklüyor. Yazdıklarına "Ne yazdım be!" gözüyle bakıyor. Vay ki vay vay! Hiçbir söylediği söylediği şekilde olmayabilir halbuki. Hiçbir yazdığı yazdığını sandığı şekilde olmayabilir. Hiçbir hissettiği hakikatte öyle bulunmayabilir. İçinde de kendisini kandırıyor olabilir. "Zaaf gururun madenidir!" diyor ya mürşidim. Kesinlikle öyle. Zayıflığımdan ötürü, onunla yüzleşmekten-kabullenmekten korkmamdan ötürü, kendimi 'üstün birşey' olduğuma inandırmış da olabilirim. İçimdeki tuzaklar dışımdakilerden daha çok. Bir baltaya sap olamayanlar dünyayı ayakta tutan direklerden birisi olarak kendilerini görebilirler. Can acısı en inanılmaz yalanları bile inanılır kılar.
Jenny Diski'nin Yazar Kadının Savunması kitabında şöyle birkaç cümle var: "Hepimiz içimize sıkışmışız. Kendimize dönmüşüz. Bu yüzden ufkumuz burnumuzun ucunda bitiyor." Burnunun ucunda biten bir insan söylediklerini/yazdıklarını nasıl sınayacak? En büyük yanlışlarının en sarsılmaz hakikatlermiş gibi nefsini aldatmasını nasıl engelleyecek? Hepimiz kendimizi sigaya çekebilmek için ötekimize muhtacız. Çünkü içimizin ayarları çok oynak. Dışımız olmazsa duyguların manipülatif dünyasında mantığımızı kaybederiz. Ki bugün de yaşanan en çok budur. Bugünün insanının sorunu 'bilgisizlik' değildir. Bilmediğini bilmemektir. Başka bir ifadeyle: Bildiğini sanmaktır.
Mürşidim bir yerde bu sadedde diyor ki: "Bilirsiniz ki, eğer dalâlet cehaletten gelse, izalesi kolaydır. Fakat dalâlet fenden ve ilimden gelse, izalesi müşküldür. Eski zamanda ikinci kısım binde bir bulunuyordu. Bulunanlardan ancak binden biri irşadla yola gelebilirdi. Çünkü, öyleler kendilerini beğeniyorlar. Hem bilmiyorlar, hem kendilerini bilir zannediyorlar."
Ben bu ifadeleri, salt genelde anlaşıldığı şekilde değil de, Bediüzzaman'ın 'bilgiçlik hastalığına' dikkat çektiği bir yer olarak da okuyorum. Genelde anlaşılan şekli ise şu: Bilimselliğin getirdiği bir dalalet var bugün. Hayır. Kesinlikle bu kadar değil. Bu dalalet sırf altını bilimsel verilerle örmeye çalıştığı için tehlikeli değil. Asıl müslümanların içinde, daha doğrusu ahirzaman insanının içinde, yaşanan daha başka bir bozulma var. Bir 'yarı aydın' sapkınlığı. Ötesine, özellikle de İslam geleneğine, karşı kapalılık. Ufkun burnun ucunda bitmesinin başka bir hali. Bu arıza aslında daha çok psikolojik.
Batı'dan gelen verilerin tesirini asıl bu sağlıyor. Yani bozulma kalpten başlıyor. Sözde bilimsel sapkınlık ancak bu arızayı yakalarsa tesir ediyor. Tıpkı Riâye isimli eserinde Hâris el-Muhasibî'nin (k.s.) dediği gibi: "Kitap, sünnet ve icmaa muvafık olmayan görüş ucbdan kaynaklanır." Ucb nedir peki? Ucb kötü niyetli bir özgüvendir. Kibirlidir ve müstağnidir. Kendisinde eksik görmez. Başkasına ihtiyaç hissetmez. Evet. Dikkatinizi çekiyor mu: "Bilmiyorum!" diyen insanın sayısı giderek azalıyor. Herkes kanaatlerinden o kadar emin ki, bu emniyetten gelen cehalet, hakiki cehaletten daha tehlikeli bir durum arzediyor. İkincisine bilmediği öğretilince geçiyor. Birincisi bilmediğini de kabul etmiyor. Hastalığı kabul etmeyene elbette tedavi uygulanamaz. Hele psikolojik tedaviler ötekilere kıyasla daha çok hastalığın hastaca kabulüne bağlıdır. Irvin Yalom Bugünü Yaşama Arzusu'nda bu sadedde der ki: "Tedavi suçlamanın bitip sorumluluğun kabul edildiği noktada başlar."
Kitaplardan alıntıya başladık. Devam edelim. Mehmet Kaplan, Büyük Türkiye Rüyası'nda diyor ki: "Biz kendimizi bir vehme kaptırmış gidiyoruz. Sanıyoruz ki ilkokul mezunlarının sayısını çoğaltırsak Türkiye yükselir. (...) Bizim milyonlar ve milyonlar harcadığımız maarif sistemi, kafası bomboş, kravatlı, kendini adam olmuş sanan, iddiacı bir yarı aydın kitlesi yetiştiriyor ki bunlar dini de, demokrasiyi de, ilmi de yıkmak için çok elverişli bir kuvvettir." Benzer bir ifadeyi, Türkiye'yi Düşünmek'te Feridun Andaç, yazar Abdulvahab Meddeb'in İslam'ın Hastalığı kitabından bir alıntıyla aktarır: "Herkesin bildiği gibi İslam'da kesin yetkiyi meşru olarak elinde tutan bir kurum yoktur. Ama gelenek içinde kelama giriş yolları iyi korunmuştur. Kelamı konuşturmak ya da kelam adına konuşabilmek için özel koşullara riayet etmek gerekir. Gelgelelim, bu kurallara aykırı biçimde kelama ulaşılması engellenmedi. Sadece zamanımıza özgü bir olgu da değil bu. Tarih bu olgunun kışkırttığı felaketleri pekçok kez kaydetti. Öte yandan nüfus artışı ve demokratikleşmenin etkisiyle yarı okumuşlar çığ gibi çoğaldı ve kelama dokunma yetkisini kendinde görmeye aday insanların sayısı daha da arttı. Sayılarıyla birlikte yırtıcılıkları da artmaktadır."
İlginçtir. İsmet Özel de Zor Zamanda Konuşmak kitabında şöyle söylüyor: "İnsanlar kafalarında çoktanberi başbakan olmuş ve insanları idare ediyorlar. Demokrasinin en yaygın ruhsal hastalığı budur." Hepsinin işaret ettiği hakikat aynı gibi geliyor bana. Biz ahirzaman çocukları içimizde pek de tekin değiliz. Kendimize çok güveniyoruz. Kanaatlerimizden çok eminiz. Aklımıza sevdalıyız. Bu nedenle de daha çok yanılıyoruz. Fakat yanıldığımızı da bilmeden yanılıyoruz. Bizi bu uçurumdan kurtacak tevbe kapılarını özgüvenimizle kapatıyoruz. Kendimiz bir ilahı tenzih eder gibi tenzih ediyoruz. Demek demokrasiyle birlikte gelen 'herkesin söz sahibi olma hürriyeti' karakterlerimize feci tesirlerde de bulundu. Kem yanlarımızı da besledi. Bugün İmam-ı Âzam'a (r.a.) 'cıkcıklayan' ama Kur'an'ı yüzünden okuyamayan ilahiyatçılarımız ve imkan verilse Einstein'e atomu neresinden bölmesi gerektiğini gösterecek fakat fizik sınavını kopyayla geçen gençlerimiz var. Herkes herşeyi bildiğinden emin ama hiçkimse sınanmaya açık değil.
Bediüzzaman'ın öğretisinde acze, fakra, şefkate ve tefekküre yaptığı vurguyu bu açıdan da düşünmek lazım. Ahirzaman insanının aczini ve fakrını kabul etmeye, ötekisine karşı şefkatli olmaya ve ancak bu üçüncü tastamam kuşandıktan sonra tefekkür etmeye eskisinden daha çok ihtiyacı var. Zira aczini bilmediği için cahilim demiyor. Fakrını bilmediği için öğrenmeye yeltenmiyor. Şefkati kuşanamadığı için başkalarının düşüncesine karşı insafsız. Ve tefekkür etmediği için daha yukarıya/doğruya çıkamıyor. Burnunun ucunda biten bir ufukta boğulup duruyor. Hâris el-Muhasibî'nin (k.s.) ucb ile bid'a arasında kurduğu ilgiye de buradan bağlanabiliriz. İçinde ucba varacak bir özgüven duymayan insan neden seleften gelen bilgiye 'acaba' deyip bakmasın da doğruyu öğrenmesin? Öyle değil mi? İnsan içinde bin kere eşek olmadıktan sonra "Bana Kur'an yeter!" deyip kendisini ceddinin ilmî mirasına kapatmaz başka türlü. Hatta hiçbir hususta böyle yapmaz. Bilmeden sallamaz. Herhangi bir gündem maddesi hakkında sosyal medyada biraz tarama yapın. Yazılan-çizilen şeylere bir bakın. Sonra bu yazıya geri dönün muhterem kârilerim. Beni daha iyi anlayacaksınız. Belki de aynen benim gibi okullara 'Bilmiyorum diyebilme dersi' konulması gerektiğini bile düşüneceksiniz. Allahu'l-a'lem.
Etiketler:
Ahirzaman,
Bid'a,
Bilmiyorum Diyebilmek,
Dalalet,
Eğitim,
Feridun Andaç,
Gençlik,
Irvin Yalom,
İsmet Özel,
Mehmet Kaplan,
özgüven,
Psikoloji,
Psikolojik Sapkınlık,
Ucb,
Yeni Nesil
15 Mayıs 2019 Çarşamba
Sen hergün bin karadelikten geçiyorsun
Bilim kurgu filmlerini sen de çok izlemişsindir arkadaşım. Hani şu boyutlar arası geçişler yapılanları. Bir karadeliğe girip, bir kapı açıp veya bir eşikten geçip âlemden âleme seyredişleri. Uzun mesafeleri bir anda alışları. Uzun zamanları bir anda geçişleri. Bana öyle geliyor ki: Aslında insanın içinde böylesi pekçok karadelik, kapı ve eşik vardır. Onlara uğradığı zaman herşey bir anda değişir. Bu bazen bu bir müjdedir (ki keder âleminden neşe âlemine ışınlar), bazen bir musibettir (ki neşe âleminden keder âlemine gönderir), bazen de çok etkilenilen birtek kelimedir (bunun yapacağı tesirler muhteliftir). Nihayetinde hepsinde olan şey bir tür berzahiyettir. Ayağı-aklı-kalbi berzaha alışan geçişlerde zenginleşir. Pratik kazanır. Ferahlar. Kuvvetlenir. Yanında sevdiğinin ismi anılınca içinde oynayan taşlar da böyledir.
İsimler nasıl birer berzaha dönüşürler? Şimdilerde biraz buna kafa yoruyorum arkadaşım. Çünkü Esma-i Sitte Risalesi namı ile meşhur 30. Lem'a'yı her okuyuşumda şunu farkediyorum: Mürşidim de onları birer 'berzah' olarak kullanıyor. Berzah nedir? Sözlükler 'kıstak' diye bir karşılık veriyorlar ya ona daha da yabancıyız. İzahlarına izah gerek. Deneyelim:
Berzah en temelde 'iki şey arasındaki engel' anlamına geliyor. Ve bir yan anlam olarak da 'geçiş bölgeleri' manasında kullanılıyor. 'Kıstak' da zaten buna yakın birşey. Nasıl? Sözgelimi: Bir kara parçası var. Bu kara parçasının bir kısmı iki deniz arasında epeyce inceliyor. Yani sanki iki kara birbirine buradan, bu geçiş bölgesinden, boğumdan bağlanıyor. İşte ona da 'berzah' deniyor.
Bir de 'berzah âlemi' olarak ifade edilen 'kabir âlemi' var. Ölülerimizin gittiği yer. Peki ona neden 'berzah' deniyor? Çünkü o da bir ara âlem. Ahiret ile dünya arasında bir geçiş. Bir koridor. Bir köprü. Bir geçicilik. Mürşidimse Mesnevî-i Nuriye'sinde berzah kavramını şöyle genişletiyor:
"İ'lem eyyühe'l-aziz! İnkılâplar neticesinde her iki taraf arasında geniş geniş dereler husule geliyor. O dereler üstünde her iki âlemle münasebettar köprüler lâzımdır ki her iki âlem arasında gidiş geliş olsun. Lâkin o köprülerin inkılâbat cinslerine göre şekilleri, mahiyetleri mütebayin, isimleri mütenevvi olur. Meselâ, uyku, âlem-i yakaza ile âlem-i misal arasında bir köprüdür. Berzah, dünya ile âhiret arasında ayrı bir köprüdür. Ve misal âlem-i cismaniyle âlem-i ruhanî arasında bir köprüdür. Bahar, kış ile yaz arasında ayrı bir nevi köprüdür. Kıyamette ise inkılâp bir değildir. Pekçok ve büyük inkılâplar olacağından, köprüsü de pek garip, acip olması lâzım gelir."
Bediüzzaman'ın 'berzah' ile isimlendirdiği çok şey var. Mesela: Bir yerde tarikatlara berzah diyor. Bir yerde ölüler âlemine berzah diyor. Bir yerde akla berzah diyor. Bir yerde kalbe berzah diyor. Bir yerde vicdanı berzah olarak anıyor. Hepsini topladığınızda vardığınız sonuç yukarıdakinin aynısı: Birşey başka şeyler arasında geçişi sağlıyorlarsa onlara 'berzah' denilebilir.
İşte, arkadaşım, Ahmed kardeşin de buradan cür'et bulup isimlere 'berzah' diyebilir veya ileride diyecektir. Çünkü mürşidi ona farkettirmiştir: Esma tefekkürü sayesinde insanlar da bir yerden başka yerlere, bir bakıştan başka bakışlara, bir okumadan başka okumalara geçerler veya geçebilirler. Onların 'birbirine bakar' marifetlerinden faydalanabilirler. İsimlerde bu sır vardır. İçlerinde şu potansiyel vardır. Peki şu sözümün delili nedir?
Başta dedim ya: Esma-i Sitte Risalesi buna güzel bir örnek. Bediüzzaman orada Cenab-ı Hakkın isimleri ile şuunatı arasında, şuunatı ile kainat arasında, kainat ile isimler arasında, isimleri ile amellerimiz arasında, amellerimiz ile yine şuunat arasında, şuunatı ile rububiyeti arasında birçok köprü kuruyor. Ve bütün bunları aynı el-Esmaü'l-Hüsna berzahıyla yapıyor.
Mesela: İsm-i Kuddüs bahsinde, kainatı sürekli temizlenen bir oda gibi görmeyi öğrettikten sonra, ister istemez bizi "Bir temizleyen olmalı!" demeye götürüyor. Buradan bir isme varıyoruz: Temizleyen. Temizleyen ismi ise sahibinin pâklığına götürüyor bizi. Çünkü kirli olanın temizleyiciliği yoktur. Pis suyla tabak yıkanmaz. Kötü ahlaklıdan toplumu düzeltmesi beklenemez. Demek o nihayetsiz temizleyici her türlü kirden-kusurdan da nihayetsiz münezzehtir. Kuddüs'tür. Kendisinin subhaniyetidir ki varlığa 'sürekli bir temizlenme ihtiyacı' içinde yansımıştır. Varlık 'onun yaratığı olmaya layık olmak' için çalışmaktadır.
Bu yansımayı farkettik de iş bitti mi? Bitmedi. Temizleyiciliğin nihayetsizliği bize Kuddüs isminin sahibinin şuunatına dair de birşeyler söylüyor. Cenab-ı Hak, kainatı böylesine sürekli bir temizlik faaliyeti içinde tutuyorsa, nezahete karşı bir tür muhabbet-i münezzehe duyuyor demektir. Kainatın öyle olmasını istediği gibi kullarının da öyle olmasını istiyor demektir. O zaman diyebiliriz ki: Kuddüs isminin bir gereği olarak nübüvvet mutlaka varolmalıdır. Herşeyin kirini türüne yakışır görevlilerle temizleyen Allah, elbette, insanlığın da kirini de bu sûretle temizlemektedir. Temizlemelidir. Şuunatı böyle iktiza eder çünkü.
Bakınız isim bir berzah oldu. Önce bizi kainata bağladı. Sonra yine kendisinden geçirip şuunat-ı İlahîyeye dair konuşturdu. Sonra yine üzerinden geçirip akaide götürdü. Sonra yine üzerinden aşırıp amellere bağladı. Nasıl? Dedik ya: Kainatı temizleyen Allah elbette kullarını da temizlemek ister. Peki sırr-ı imtihan gereğince bu nasıl olacak? Elbette nübüvvet eliyle yapılacak. Nebiler insanlara yaşamın tüm kirlerine rağmen temiz kalmanın yollarını öğretecekler. Mezkûr eserde alıntılanan "Temizlik imanın yarısıdır!" gibi hadis-i şerifler de zaten bunu bize öğütlerler. Hatta 'La ilahe' dahi bir temizliktir ki 'illallah'ı çağırır. Kalpten putların süprüntüleri kovulmadan tevhidin pir u pâk sancağı oraya dikilemez.
Mürşidimin ism-i Adl'in ahirinde 'ölçüde-tardıda doğru davranmayı' öğütleyen ayet-i kerimeye yaptığı atfı da böyle okuyabiliriz. Ve diyebiliriz: Amellerimizin mantığı içimizde bu yolla inşa oluyor. Açmak için soralım: Neden âdil olacağız? el-Cevap: Çünkü kainat adalet üzerine kurulmuş. Çünkü onu yaratan Allah adaletin fiilerini işliyor. Adaletle işliyor. Bu kadar tekrar ettiğine göre aynı şeyi, koruduğuna göre aynı hassasiyeti, seçtiğine göre aynı eyleyişi demek Rabbimiz adaleti seviyor. Seviyor ki eyliyor.
Bütün kainatı böyle bir adalet üzerine kuran bizi ondan ayırır mı? Demek dürüst olmak aynı zamanda 'kainatla uyumlu olmak'tır. Fıtratımızla uyumlu olmaktır. Onları yaratan Allah'la uyumlu olmaktır. Böyle bakılması bir kere öğrenildiği zaman hiçbir amel insan için 'taklidî/dogmatik' kalamaz. Dinin kendisine emrettiği herşeyin izlerini varlıkta görür. Kardeşlik bağlarını tanır. Tefekkürüyle isimleri berzaha dönüştürür. İçlerinden geçip kendine de ulaşır.
Size de önerim bunu kendi dünyanızda bir deneyimleyin. Tecrübe edin. Elimizde bize vahiyle/sünnetle gelmiş müthiş bir Esma bilgisi var. O isimlerin herbirini, tıpkı Bediüzzaman'ın 30. Lem'a'da yaptığı gibi, tefekkür edin. Kainatta izlerini arayın. Bu izleri bulduktan sonra farkedeceksiniz ki: Böyle okumaları arttırdıkça onlar sizde itikada da dönüşüyorlar. Yani artık Allah'ı o sıfatlarıyla birlikte hatırlamaya başlıyorsunuz. Tecellilerinin sıklığını ise şuunatına yoruyorsunuz. Sonra bu durum elbette içinizdeki telleri titretiyor. Yani dedirtiyor: "Ben de onlardan biri değil miyim? Bana nasıl tecelli eder bu isim? Ben nasıl o tecelliye karşı duyulan muhabbetin gölgesi altına girerim?" Bu soruların cevaplarını kolluyorsunuz. Uyum huzurdur çünkü.
İşte buradan da insan ister-istemez takvaya ve salih amellere bağlanıyor. Kainatta okuduğunu kendi hayatına buralardan sokuyor. Artık amelleri 'zorakî/taklidî' olmuyor. Evrenle uygun adım yürümek oluyor. Evet. Arkadaşım bana öyle geliyor ki: Bütün bu geçişler isimler sayesinde. Benden sana geçmek nasıl ki ismini anmakla oluyor. Yani ben seni anınca senin varlığın ortaya çıkmaya çağrılıyor. Ben gizleniyor. Ben denizi bitip sen denizi başlıyor. Öyle de Allah'ın el-Esmaü'l-Hüsnası kuşanıldıkça nazara çağrılan binler âlem var. Şu ayeti de unutma: "Bütün güzel isimler Allah'ındır." O halde isminden geçilmeden varılan yerde güzellik yoktur. Güzelliğe varılmışsa bil ki bir isimden geçilmiştir.
İsimler nasıl birer berzaha dönüşürler? Şimdilerde biraz buna kafa yoruyorum arkadaşım. Çünkü Esma-i Sitte Risalesi namı ile meşhur 30. Lem'a'yı her okuyuşumda şunu farkediyorum: Mürşidim de onları birer 'berzah' olarak kullanıyor. Berzah nedir? Sözlükler 'kıstak' diye bir karşılık veriyorlar ya ona daha da yabancıyız. İzahlarına izah gerek. Deneyelim:
Berzah en temelde 'iki şey arasındaki engel' anlamına geliyor. Ve bir yan anlam olarak da 'geçiş bölgeleri' manasında kullanılıyor. 'Kıstak' da zaten buna yakın birşey. Nasıl? Sözgelimi: Bir kara parçası var. Bu kara parçasının bir kısmı iki deniz arasında epeyce inceliyor. Yani sanki iki kara birbirine buradan, bu geçiş bölgesinden, boğumdan bağlanıyor. İşte ona da 'berzah' deniyor.
Bir de 'berzah âlemi' olarak ifade edilen 'kabir âlemi' var. Ölülerimizin gittiği yer. Peki ona neden 'berzah' deniyor? Çünkü o da bir ara âlem. Ahiret ile dünya arasında bir geçiş. Bir koridor. Bir köprü. Bir geçicilik. Mürşidimse Mesnevî-i Nuriye'sinde berzah kavramını şöyle genişletiyor:
"İ'lem eyyühe'l-aziz! İnkılâplar neticesinde her iki taraf arasında geniş geniş dereler husule geliyor. O dereler üstünde her iki âlemle münasebettar köprüler lâzımdır ki her iki âlem arasında gidiş geliş olsun. Lâkin o köprülerin inkılâbat cinslerine göre şekilleri, mahiyetleri mütebayin, isimleri mütenevvi olur. Meselâ, uyku, âlem-i yakaza ile âlem-i misal arasında bir köprüdür. Berzah, dünya ile âhiret arasında ayrı bir köprüdür. Ve misal âlem-i cismaniyle âlem-i ruhanî arasında bir köprüdür. Bahar, kış ile yaz arasında ayrı bir nevi köprüdür. Kıyamette ise inkılâp bir değildir. Pekçok ve büyük inkılâplar olacağından, köprüsü de pek garip, acip olması lâzım gelir."
Bediüzzaman'ın 'berzah' ile isimlendirdiği çok şey var. Mesela: Bir yerde tarikatlara berzah diyor. Bir yerde ölüler âlemine berzah diyor. Bir yerde akla berzah diyor. Bir yerde kalbe berzah diyor. Bir yerde vicdanı berzah olarak anıyor. Hepsini topladığınızda vardığınız sonuç yukarıdakinin aynısı: Birşey başka şeyler arasında geçişi sağlıyorlarsa onlara 'berzah' denilebilir.
İşte, arkadaşım, Ahmed kardeşin de buradan cür'et bulup isimlere 'berzah' diyebilir veya ileride diyecektir. Çünkü mürşidi ona farkettirmiştir: Esma tefekkürü sayesinde insanlar da bir yerden başka yerlere, bir bakıştan başka bakışlara, bir okumadan başka okumalara geçerler veya geçebilirler. Onların 'birbirine bakar' marifetlerinden faydalanabilirler. İsimlerde bu sır vardır. İçlerinde şu potansiyel vardır. Peki şu sözümün delili nedir?
Başta dedim ya: Esma-i Sitte Risalesi buna güzel bir örnek. Bediüzzaman orada Cenab-ı Hakkın isimleri ile şuunatı arasında, şuunatı ile kainat arasında, kainat ile isimler arasında, isimleri ile amellerimiz arasında, amellerimiz ile yine şuunat arasında, şuunatı ile rububiyeti arasında birçok köprü kuruyor. Ve bütün bunları aynı el-Esmaü'l-Hüsna berzahıyla yapıyor.
Mesela: İsm-i Kuddüs bahsinde, kainatı sürekli temizlenen bir oda gibi görmeyi öğrettikten sonra, ister istemez bizi "Bir temizleyen olmalı!" demeye götürüyor. Buradan bir isme varıyoruz: Temizleyen. Temizleyen ismi ise sahibinin pâklığına götürüyor bizi. Çünkü kirli olanın temizleyiciliği yoktur. Pis suyla tabak yıkanmaz. Kötü ahlaklıdan toplumu düzeltmesi beklenemez. Demek o nihayetsiz temizleyici her türlü kirden-kusurdan da nihayetsiz münezzehtir. Kuddüs'tür. Kendisinin subhaniyetidir ki varlığa 'sürekli bir temizlenme ihtiyacı' içinde yansımıştır. Varlık 'onun yaratığı olmaya layık olmak' için çalışmaktadır.
Bu yansımayı farkettik de iş bitti mi? Bitmedi. Temizleyiciliğin nihayetsizliği bize Kuddüs isminin sahibinin şuunatına dair de birşeyler söylüyor. Cenab-ı Hak, kainatı böylesine sürekli bir temizlik faaliyeti içinde tutuyorsa, nezahete karşı bir tür muhabbet-i münezzehe duyuyor demektir. Kainatın öyle olmasını istediği gibi kullarının da öyle olmasını istiyor demektir. O zaman diyebiliriz ki: Kuddüs isminin bir gereği olarak nübüvvet mutlaka varolmalıdır. Herşeyin kirini türüne yakışır görevlilerle temizleyen Allah, elbette, insanlığın da kirini de bu sûretle temizlemektedir. Temizlemelidir. Şuunatı böyle iktiza eder çünkü.
Bakınız isim bir berzah oldu. Önce bizi kainata bağladı. Sonra yine kendisinden geçirip şuunat-ı İlahîyeye dair konuşturdu. Sonra yine üzerinden geçirip akaide götürdü. Sonra yine üzerinden aşırıp amellere bağladı. Nasıl? Dedik ya: Kainatı temizleyen Allah elbette kullarını da temizlemek ister. Peki sırr-ı imtihan gereğince bu nasıl olacak? Elbette nübüvvet eliyle yapılacak. Nebiler insanlara yaşamın tüm kirlerine rağmen temiz kalmanın yollarını öğretecekler. Mezkûr eserde alıntılanan "Temizlik imanın yarısıdır!" gibi hadis-i şerifler de zaten bunu bize öğütlerler. Hatta 'La ilahe' dahi bir temizliktir ki 'illallah'ı çağırır. Kalpten putların süprüntüleri kovulmadan tevhidin pir u pâk sancağı oraya dikilemez.
Mürşidimin ism-i Adl'in ahirinde 'ölçüde-tardıda doğru davranmayı' öğütleyen ayet-i kerimeye yaptığı atfı da böyle okuyabiliriz. Ve diyebiliriz: Amellerimizin mantığı içimizde bu yolla inşa oluyor. Açmak için soralım: Neden âdil olacağız? el-Cevap: Çünkü kainat adalet üzerine kurulmuş. Çünkü onu yaratan Allah adaletin fiilerini işliyor. Adaletle işliyor. Bu kadar tekrar ettiğine göre aynı şeyi, koruduğuna göre aynı hassasiyeti, seçtiğine göre aynı eyleyişi demek Rabbimiz adaleti seviyor. Seviyor ki eyliyor.
Bütün kainatı böyle bir adalet üzerine kuran bizi ondan ayırır mı? Demek dürüst olmak aynı zamanda 'kainatla uyumlu olmak'tır. Fıtratımızla uyumlu olmaktır. Onları yaratan Allah'la uyumlu olmaktır. Böyle bakılması bir kere öğrenildiği zaman hiçbir amel insan için 'taklidî/dogmatik' kalamaz. Dinin kendisine emrettiği herşeyin izlerini varlıkta görür. Kardeşlik bağlarını tanır. Tefekkürüyle isimleri berzaha dönüştürür. İçlerinden geçip kendine de ulaşır.
Size de önerim bunu kendi dünyanızda bir deneyimleyin. Tecrübe edin. Elimizde bize vahiyle/sünnetle gelmiş müthiş bir Esma bilgisi var. O isimlerin herbirini, tıpkı Bediüzzaman'ın 30. Lem'a'da yaptığı gibi, tefekkür edin. Kainatta izlerini arayın. Bu izleri bulduktan sonra farkedeceksiniz ki: Böyle okumaları arttırdıkça onlar sizde itikada da dönüşüyorlar. Yani artık Allah'ı o sıfatlarıyla birlikte hatırlamaya başlıyorsunuz. Tecellilerinin sıklığını ise şuunatına yoruyorsunuz. Sonra bu durum elbette içinizdeki telleri titretiyor. Yani dedirtiyor: "Ben de onlardan biri değil miyim? Bana nasıl tecelli eder bu isim? Ben nasıl o tecelliye karşı duyulan muhabbetin gölgesi altına girerim?" Bu soruların cevaplarını kolluyorsunuz. Uyum huzurdur çünkü.
İşte buradan da insan ister-istemez takvaya ve salih amellere bağlanıyor. Kainatta okuduğunu kendi hayatına buralardan sokuyor. Artık amelleri 'zorakî/taklidî' olmuyor. Evrenle uygun adım yürümek oluyor. Evet. Arkadaşım bana öyle geliyor ki: Bütün bu geçişler isimler sayesinde. Benden sana geçmek nasıl ki ismini anmakla oluyor. Yani ben seni anınca senin varlığın ortaya çıkmaya çağrılıyor. Ben gizleniyor. Ben denizi bitip sen denizi başlıyor. Öyle de Allah'ın el-Esmaü'l-Hüsnası kuşanıldıkça nazara çağrılan binler âlem var. Şu ayeti de unutma: "Bütün güzel isimler Allah'ındır." O halde isminden geçilmeden varılan yerde güzellik yoktur. Güzelliğe varılmışsa bil ki bir isimden geçilmiştir.
14 Mayıs 2019 Salı
Aşk şefkate ne zaman yenilir?
Şefkatin bir sırrı var. Sevgide olmayan bir sır bu. Birşey şefkatle sahiplenildiği zaman üzerinde mülkiyet kavgaları yaşanmıyor. Çünkü bireysel menfaatler aranmıyor. Mesela: Hiçbir anne çocuğuna gösterilen şefkati, eğer gösterenle ayrı bir hesabı yoksa, kıskanmıyor. Bir çocuk üzüldüğünde, yaralandığında veya kaybolduğunda herkesin oluveriyor. Herkes o çocuğu kendi çocuğu gibi görüyor. Öylece kederleniyor, öfkeleniyor, gayretleniyor. Ve bu durum yakınlarını asla rahatsız etmiyor. Aksine sevindiriyor. Halbuki sevgi bu koşulsuz barış ortamına sahip değil. Sevginin sahipleniciliği ortaklığı kolay kolay kaldırmaz. Yani sevdiğini paylaşmak istemez. Kimi durumlarda saldırı olarak da görür bunu. Ama şefkat böyle görmez.
Mürşidim Mektubat'ında diyor ki: "Hazret-i Yakup aleyhisselâmın Yusuf aleyhisselâma karşı şedit ve parlak hissiyatı, muhabbet ve aşk değildir, belki şefkattir. Çünkü, şefkat, aşk ve muhabbetten çok keskin ve parlak ve ulvî ve nezihtir ve makam-ı nübüvvete lâyıktır. Fakat muhabbet ve aşk, mecazî mahbuplara ve mahlûklara karşı derece-i şiddette olsa, o makam-ı muallâ-yı nübüvvete lâyık düşmüyor." Arkadaşım, işte, ben bu ifadeleri yukarıdaki pencereden bakınca bir parça daha anlayabiliyorum. Şefkatin makam-ı nübüvvete sevgiden layık oluşu, nezih oluşu, ulvi oluşu, keskin ve parlak oluşu, bütün bunlar aslında bir açıdan 'mülkiyet algımız'la da ilgili şeyler gibi geliyor. Evet. Zaten insanın şu hayatta yaşadığı sınanmaların çoğu 'emaneti sahib-i hakikisine satmak' ile ilişkili görünüyor.
Peki nasıldır bu ilişki? En kolayı misaldir. Onu deneyelim. Hatta bu misalde 'sevgi' ile 'şefkat' arasına bıraktığımız nüansın rengini de belli etmeye çalışalım. Öncelikle yardıma muhtaç bir kadına karşı duyduğumuz şefkati düşünelim. Bu kadına başkalarının da yardım etmesi bizi rahatsız eder mi? Hayır. Aksine. Başkalarının yardım etmesi, eğer sinemizdeki şey hakikaten şefkatse, bizi ancak mutlu eder. Çünkü zaten arzuladığımızdır bu. Böyle baktığımız zaman o kadına yardım edenleri yardımcılarımız gibi görürüz.
Fakat bir de farklısını düşünelim. Bu kadına iyiliği şefkatle değil sevgiyle yapmış olalım. Sevgi işin içine girerse mutlaka beklenti de girer. Menfaat de girer. Hatta diyelim ki: Biz bu kadına âşığız da kalbini kazanmak için şunca iyiliği yapıyoruz. Bu defa başka yardım edenler ne oldu? Bu defa yardım edenler, eğer türdeş beklentilere sahiplerse veya potansiyelleri varsa, rakibimiz oluverdiler. 'Yardımcı'lıktan 'rahatsız edici'lik konumuna düştüler. Kardeşliğimiz bozuldu. Epeyce canımızı sıktılar. Niçin? Çünkü sevgi denilen şey nesnesi üzerinde hemen bir mülkiyet davasına girişti. Bu iddianın başladığı yerdeyse ortaklığın geçer akçesi yoktur: "Hâkimiyetin en esaslı hassası istiklâldir, infiraddır. Hattâ hâkimiyetin zayıf bir gölgesi, âciz insanlarda dahi, istiklâliyetini muhafaza etmek için, gayrın müdahalesini şiddetle reddeder ve kendi vazifesine başkasının karışmasına müsaade etmez."
Mülkiyet kavgalarının yaşadığı yerde ne nezahet, ne ulviyet, ne de parlaklık kalır. Makam-ı nübüvvete layık olmayışının, Allahu'l-a'lem, bir vechi de budur. Ha bu arada şunu da hemen ifade edelim: Sevginin insana veriliş hikmeti biraz da bu mülkiyet meseledir zaten. Yani insan 'Benim!' diyebileceği şeylere bu sevgi sayesinde bağlanır. 'Benim!' diyeceği şeyler olmadan da kimse Allah'ın eşyadaki sahipliğini anlayamaz. İzafî de olsa sınırlar tayin edilmelidir ki bazı kıyaslamalar yapılabilsin. 'Benim!' diyemeyen insan da şirkin Cenab-ı Hakkın nazarında nasıl kerih bir iş olduğunu takdir edemez. Öyle ya, sahipliğine ortak koşulduğunda rahatsız olmayan, Allah'ın kendisine ortak koşulmasına neden gazaplandığını nasıl anlasın? Şirk toplumlarında kıskançlığın zayıflaması sadece bir tesadüf mü?
Peki şefkat niye var o zaman? Niye böyle hünerli kılınmış? Neden makam-ı nübüvvete daha layık olan o oluyor? Bu da sınırların asabiyete dönüşmemesiyle ilgili birşey. Asabiyet demekle neyi kastediyorum? Mesela: Allah beni Kürt, seni Türk, ötekini Arap yaratmış diyelim. Elbette sen-ben-o üzerine yaratıldığımız şeyler olarak bu kimlikleri seviyoruz. Sahipleniyoruz. Onlar sayesinde bir duruş sahibi oluyoruz. Veya varlıktaki adresimizi/konumumuzu biliyoruz. Her şekilde bunlarla bir bağımız var. Fakat bu bağ bizi birbirimizden koparacak mı? Bence koparmamasını şefkat sağlıyor. Yani sevgi ile şefkat, tıpkı güneş etrafında dönen gezegenlerin, bir yandan sinesine düşmeye bir yandan da ondan uzaklaşmaya çalışarak dengede kalmaları gibi içimizde bir denge sağlıyor.
Şefkat sayesinde mülkiyet kavgalarından kurtulmuş zeminlerde birbirimize kavuşuyoruz. Kıskanmıyoruz. Esirgemiyoruz. Sakınmıyoruz. Sevgi sayesinde bizi 'biz/ben' kılan sınırları koruyoruz. Şaşırmıyoruz. Aşırmıyoruz. Aşırtmıyoruz. Allah'ın fıtramızda tayin ettiği yörüngede yaşamaya çalışıyoruz. Sevgi ile şefkat beraberce bu fonksiyonu görüyorlar.
Makam-ı nübüvvet meselesi ise bence daha çok makam-ı irşad ile ilgilidir. Başkalarının hidayetini dileyen elbette onların hidayetine vesile olacak şeyi kendisine saklamaz. Sakınmaz. Esirgemez. Kıskanmaz. Yakub aleyhisselam da oğlunu kardeşlerinden elbette 'kendine münhasır kılmak için' değil 'herkesin istifade edebileceği bu güneşten gelecekte mahrum kalınmasın' diye sakınıyordu. Sakınışı şefkatindendi. Hasreti şefkatindendi. Durmayan ağlaması bundandı. O hem Yusuf aleyhisselamı hem onun hidayet mesajına muhtaç olan ümmetini düşünüyordu. Sadece kendisi ile Yusuf'u düşünmüyordu.
Yine, Bediüzzaman'ın, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'e duyduğu büyük sevginin hikmetini izah ettiği metni hatırlayın. Orada da dikkatimizi çektiği şey, bu sevginin, 'makam-ı nübüvvete uygun bir türde' olduğu değil miydi? Hatta bir yerinde diyordu: "Hazret-i Hasan'ın (r.a.) başını öpmesinden Şah-ı Geylânî'nin hisse-i azîmesi var." Evet. Yakub aleyhisselamın hasretinde de Yusuf aleyhisselamın irşadıyla hidayet bulacakların hisse-i azîmesi var. Yani o, Yusuf aleyhisselamı kendisi için değil, ümmeti için özlüyor, merak ediyor, ağlıyor. Allahu'l-a'lem.
Mürşidim Mektubat'ında diyor ki: "Hazret-i Yakup aleyhisselâmın Yusuf aleyhisselâma karşı şedit ve parlak hissiyatı, muhabbet ve aşk değildir, belki şefkattir. Çünkü, şefkat, aşk ve muhabbetten çok keskin ve parlak ve ulvî ve nezihtir ve makam-ı nübüvvete lâyıktır. Fakat muhabbet ve aşk, mecazî mahbuplara ve mahlûklara karşı derece-i şiddette olsa, o makam-ı muallâ-yı nübüvvete lâyık düşmüyor." Arkadaşım, işte, ben bu ifadeleri yukarıdaki pencereden bakınca bir parça daha anlayabiliyorum. Şefkatin makam-ı nübüvvete sevgiden layık oluşu, nezih oluşu, ulvi oluşu, keskin ve parlak oluşu, bütün bunlar aslında bir açıdan 'mülkiyet algımız'la da ilgili şeyler gibi geliyor. Evet. Zaten insanın şu hayatta yaşadığı sınanmaların çoğu 'emaneti sahib-i hakikisine satmak' ile ilişkili görünüyor.
Peki nasıldır bu ilişki? En kolayı misaldir. Onu deneyelim. Hatta bu misalde 'sevgi' ile 'şefkat' arasına bıraktığımız nüansın rengini de belli etmeye çalışalım. Öncelikle yardıma muhtaç bir kadına karşı duyduğumuz şefkati düşünelim. Bu kadına başkalarının da yardım etmesi bizi rahatsız eder mi? Hayır. Aksine. Başkalarının yardım etmesi, eğer sinemizdeki şey hakikaten şefkatse, bizi ancak mutlu eder. Çünkü zaten arzuladığımızdır bu. Böyle baktığımız zaman o kadına yardım edenleri yardımcılarımız gibi görürüz.
Fakat bir de farklısını düşünelim. Bu kadına iyiliği şefkatle değil sevgiyle yapmış olalım. Sevgi işin içine girerse mutlaka beklenti de girer. Menfaat de girer. Hatta diyelim ki: Biz bu kadına âşığız da kalbini kazanmak için şunca iyiliği yapıyoruz. Bu defa başka yardım edenler ne oldu? Bu defa yardım edenler, eğer türdeş beklentilere sahiplerse veya potansiyelleri varsa, rakibimiz oluverdiler. 'Yardımcı'lıktan 'rahatsız edici'lik konumuna düştüler. Kardeşliğimiz bozuldu. Epeyce canımızı sıktılar. Niçin? Çünkü sevgi denilen şey nesnesi üzerinde hemen bir mülkiyet davasına girişti. Bu iddianın başladığı yerdeyse ortaklığın geçer akçesi yoktur: "Hâkimiyetin en esaslı hassası istiklâldir, infiraddır. Hattâ hâkimiyetin zayıf bir gölgesi, âciz insanlarda dahi, istiklâliyetini muhafaza etmek için, gayrın müdahalesini şiddetle reddeder ve kendi vazifesine başkasının karışmasına müsaade etmez."
Mülkiyet kavgalarının yaşadığı yerde ne nezahet, ne ulviyet, ne de parlaklık kalır. Makam-ı nübüvvete layık olmayışının, Allahu'l-a'lem, bir vechi de budur. Ha bu arada şunu da hemen ifade edelim: Sevginin insana veriliş hikmeti biraz da bu mülkiyet meseledir zaten. Yani insan 'Benim!' diyebileceği şeylere bu sevgi sayesinde bağlanır. 'Benim!' diyeceği şeyler olmadan da kimse Allah'ın eşyadaki sahipliğini anlayamaz. İzafî de olsa sınırlar tayin edilmelidir ki bazı kıyaslamalar yapılabilsin. 'Benim!' diyemeyen insan da şirkin Cenab-ı Hakkın nazarında nasıl kerih bir iş olduğunu takdir edemez. Öyle ya, sahipliğine ortak koşulduğunda rahatsız olmayan, Allah'ın kendisine ortak koşulmasına neden gazaplandığını nasıl anlasın? Şirk toplumlarında kıskançlığın zayıflaması sadece bir tesadüf mü?
Peki şefkat niye var o zaman? Niye böyle hünerli kılınmış? Neden makam-ı nübüvvete daha layık olan o oluyor? Bu da sınırların asabiyete dönüşmemesiyle ilgili birşey. Asabiyet demekle neyi kastediyorum? Mesela: Allah beni Kürt, seni Türk, ötekini Arap yaratmış diyelim. Elbette sen-ben-o üzerine yaratıldığımız şeyler olarak bu kimlikleri seviyoruz. Sahipleniyoruz. Onlar sayesinde bir duruş sahibi oluyoruz. Veya varlıktaki adresimizi/konumumuzu biliyoruz. Her şekilde bunlarla bir bağımız var. Fakat bu bağ bizi birbirimizden koparacak mı? Bence koparmamasını şefkat sağlıyor. Yani sevgi ile şefkat, tıpkı güneş etrafında dönen gezegenlerin, bir yandan sinesine düşmeye bir yandan da ondan uzaklaşmaya çalışarak dengede kalmaları gibi içimizde bir denge sağlıyor.
Şefkat sayesinde mülkiyet kavgalarından kurtulmuş zeminlerde birbirimize kavuşuyoruz. Kıskanmıyoruz. Esirgemiyoruz. Sakınmıyoruz. Sevgi sayesinde bizi 'biz/ben' kılan sınırları koruyoruz. Şaşırmıyoruz. Aşırmıyoruz. Aşırtmıyoruz. Allah'ın fıtramızda tayin ettiği yörüngede yaşamaya çalışıyoruz. Sevgi ile şefkat beraberce bu fonksiyonu görüyorlar.
Makam-ı nübüvvet meselesi ise bence daha çok makam-ı irşad ile ilgilidir. Başkalarının hidayetini dileyen elbette onların hidayetine vesile olacak şeyi kendisine saklamaz. Sakınmaz. Esirgemez. Kıskanmaz. Yakub aleyhisselam da oğlunu kardeşlerinden elbette 'kendine münhasır kılmak için' değil 'herkesin istifade edebileceği bu güneşten gelecekte mahrum kalınmasın' diye sakınıyordu. Sakınışı şefkatindendi. Hasreti şefkatindendi. Durmayan ağlaması bundandı. O hem Yusuf aleyhisselamı hem onun hidayet mesajına muhtaç olan ümmetini düşünüyordu. Sadece kendisi ile Yusuf'u düşünmüyordu.
Yine, Bediüzzaman'ın, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'e duyduğu büyük sevginin hikmetini izah ettiği metni hatırlayın. Orada da dikkatimizi çektiği şey, bu sevginin, 'makam-ı nübüvvete uygun bir türde' olduğu değil miydi? Hatta bir yerinde diyordu: "Hazret-i Hasan'ın (r.a.) başını öpmesinden Şah-ı Geylânî'nin hisse-i azîmesi var." Evet. Yakub aleyhisselamın hasretinde de Yusuf aleyhisselamın irşadıyla hidayet bulacakların hisse-i azîmesi var. Yani o, Yusuf aleyhisselamı kendisi için değil, ümmeti için özlüyor, merak ediyor, ağlıyor. Allahu'l-a'lem.
9 Mayıs 2019 Perşembe
Gidecek bir yerin kaldıkça bir yere gitmezsin
Bedri Rahmi Eyüpoğlu İnsan Kokusu isimli kitabında sinemadan alınan bilgiyi şöyle tarif ediyor: "Bir damla bal için sinema bize birkaç ton keçiboynuzu yutturdu!" Doğrusu, sinema dünyasını kendi çapında takip etmeye çalışan birisi olarak, bu cümleye katılmadan edemedim. Fakat aynı zamanda şunu da hatırlamadan edemedim: Bazen o bir damla bal öyle lezzetli oluyor ki birkaç ton keçiboynuzunu, hatta fazlasını, affettirebiliyor. Çünkü balın farkındalığına erebilmek ancak o keçiboynuzlarını çuval çuval yuvarlamakla mümkün olabiliyor. Beyazperdeden yapımlara gönderme yaptığım yazılarda işte bu 'bir damla bal'ları okurlarımla paylaşmaya çalışıyorum. Belki ancak bu sûrette o bir damla bin damlaya çıkabiliyor zaten. Eğer aktarmayı becerebilmişsem. Çünkü, maddenin aksine mana, paylaşıldıkça çoğalır. Her pay edilende yeni bir vücud bulur. Eskisinden eksiltmesi de gerekmez üstelik.
Başrollerini Kelly Macdonald ve İrfan Han'ın paylaştığı, 2018 yapımı Puzzle filmini izlerken de epey bir boş zamandan olduğumu düşündüm. Ta ki merkezindeki manayı yakalayana kadar. O da Kelly Macdonald'ın satışa çıkardıkları gölevinin önünde "Eskiden burası var diye her tatilde buraya geliyorduk. Başka hiçbir yere gitmedik. Şimdi ne olacak?" gibilerinden konuşan oğluna verdiği cevapta saklıydı sanki: "Gidecek bir yerimiz varken hiçbir yere gitmiyorduk. Şimdi gidecek bir yerimiz yok. Bir yere gitmek zorunda kalacağız. Birşey yapacağız. Birşey ya da birisi olacağız."
Gidecek bir yer kalmayınca bir yere gitmek zorunda kalmak... Hımm. Ahmed için enfes bir pencere. Fakat hazır giriş yapmışken filmin içindeki birçok şeyin bu bakış açısıyla nasıl bir yörüngeye oturduğunu da konuşalım. Karakterlerin isimlerini hatırlayamadığım için yine oyuncuların isimlerini kullanayım: Macdonald'ın canlandırdığı farkedilmemiş deha sahibi kadının, doğum gününde hediye edilen Puzzle duyduğu merak, aslında bir anlamda onun bütün hayatının da resmi. Önüne hazır bir şekilde verilmiş parçaları birleştiriyor. Hayatta da o parçalardan birisi zaten kendisi. Dahil oluyor. Dışına çıkmıyor. Han'la karşılaştığında ise Puzzle'ın dışında bir dünya olduğunu farkediyor. Kendisinin içinde doğduğu Puzzle'ın parçası olmaktan aşkın birşeye dönüşebileceğini düşünüyor. Lakin, dikkat ediniz, finalde yaşanan şey aslında Han'ın da varlığına bir eleştiri. Han da aslında kadından kendi Puzzle'nın parçası olmasını istiyor. Yine bir belirginlik var bu işin içinde. Macdonald bunu da reddediyor. 'Belirsizliğin bereketini' seçiyor. Sadece ismini duyduğu... Neyse, uzatmayalım, hem spoiler vererek izleyeceklerin hevesini kaçırmayalım.
Hop, hadi bakalım, Ahmed yine bir kavramlaştırma yumurtladı kendince. Peki onunla ne demek istedi? 'Belirsizliğin bereketi' bence Bediüzzaman'ın Kur'an-ı Hakîm'in belagatı hakkında söylediği 'Sözü az söyler, tâ uzun olsun'dan başlayıp ta sırr-ı imtihana, muğayyebat-ı hamseye, ecelin müphemiyetine, ahirzamana dair hadislerin kapalılık içindeki kapsamlılığına, kıyametin vaktinin belirsizliğinin insana kattıklarına kadar birçok yerde altını çizdiği birşeydir bu. Yani bazı belirsizlikler insan için berekettir. Bazı azlıkların belirsizliği onları çoğaltır. Karşısındaki aynalar sayısınca görüntü sahibi yapar onu. Yorumcular kadar boyut sahibi yapar. Hem hayata bundan başka kattığı bereketler de vardır. Mesela: İrade ancak boşluklarda gelişir. Eğer kişiye seçimlerinde iradesinin hakkını verebileceği bir belirsizlik payı bırakmazsanız seçme yeteneğini geliştiremez.
Mürşidim, işte biraz bu sadedde, mucizelerin dahi 'Akla kapı açar ama ihtiyarı elden almaz' bir müphemiyet içerdiklerini belirtir. Bu müphemiyet sayesinde Ebu Bekir (r.a.) gibi elmas ruhlular ile Ebu Cehil gibi kömür ruhlular birbirlerinden ayrılır. Hatta şeytanın insana musallat edilmesindeki hikmet de bir parça budur. Yani türlü manipülasyonlarla bir parça 'sanrı müphemiyetler' oluşturmasıdır. Onun hilesiyle fısıldadığı bu belirsizlik, kapalılık veya çabuk anlaşılmazlık sayesinde insanlar cenneti/cehennemi hakederler. Nereye layık olduklarını gösterirler. Sadece bu mu? Değil. Umumî musibetlerde masumların da ölümü hakkında mürşidim der ki:
"Bu dünya bir meydan-ı tecrübe ve imtihandır ve dar-ı teklif ve mücahededir. İmtihan ve teklif, iktiza ederler ki, hakikatler perdeli kalıp, ta müsabaka ve mücahede ile Ebu Bekir'ler âlâ-yı illiyyîne çıksınlar ve Ebu Cehil'ler esfel-i sâfilîne girsinler. Eğer masumlar böyle musibetlerde sağlam kalsaydılar, Ebu Cehil'ler, aynen Ebu Bekir'ler gibi teslim olup, mücahede ile mânevî terakki kapısı kapanacaktı ve sırr-ı teklif bozulacaktı."
Peki ya 'muğayyebat-ı hamse' bahsinde söyledikleri? Onlara da şöyle bir parça bakmak gerekmez mi? Hemen yağmurle ilgili kısma bakalım o vakit: "Güneşin tulûunda ne kadar menfaatler olduğu malûmdur. Halbuki muttarid bir kaideye tâbi olduğundan, güneşin çıkması için dua edilmiyor ve çıkmasına dair şükür yapılmıyor. Ve ilm-i beşerî, o kaidenin yoluyla yarın güneşin çıkacağını bildiği için, gaipten sayılmıyor. Fakat yağmurun cüz'iyâtı bir kaideye tâbi olmadığı için, her vakit insanlar rica ve dua ile dergâh-ı İlâhiyeye ilticaya mecbur oluyorlar. Ve ilm-i beşerî vakt-i nüzulünü tayin edemediği için, sırf hazine-i rahmetten bir nimet-i hassa telâkki edip hakikî şükrediyorlar."
Demek ki belirsizlik insanın şükrünü de bereketlendiriyor. Yağmurun belirsizliği sayesinde insanlar rahmete karşı daha dikkatli ve bilinçli oluyorlar. Peki sadece bunlar mı? Değil efendim. Bakınız ecel belirsizliğinin bereketi de şuracıkta. Hemen öpüp başımıza koyalım: "Ecel-i insan muayyen olsa, yarı ömrüne kadar gaflet-i mutlaka, yarıdan sonra darağacına adım adım gitmek gibi bir dehşet verecek. Halbuki, âhiret ve dünya muvazenesini muhafaza etmek ve her vakit havf ve recâ ortasında bulunmak maslahatı, iktiza eder ki, her dakika hem ölmek, hem yaşamak mümkün olsun. Şu halde, müphem tarzdaki yirmi sene müphem bir ömür, bin sene muayyen bir ömre müreccahtır."
Sizi yormaktan öyle korkuyorum ki. Yoksa daha alıntılanması gereken 'kıyametin müphemiyetinin kazandırdıkları' ve 'kaderin bize bakan tarafının belirsizliğinden kazandıklarımız' veya 'ihbar-ı gayp türünden hadislerdeki teşbihlerin belirsizliği ile açılan kapılar' vesair birçok şey var. Ancak hepsinin özü-özeti şu bence: Bu belirsizliği Cenab-ı Hakkın hikmeti ve rahmeti iktiza ediyor. Zaman zaman bizi belirsizliklere düşürerek kendimizi bu yolla geliştirebilmemizi sağlıyor. Eğer biz de Puzzle'daki Kelly Macdonald gibi irademizi hiçbir şekilde sahaya sürmediğimiz bir kabullenişi yaşasaydık, insanlara gülücük dağıttığımız halde, her sabah dayatılmışlığın azabı ile uyanabilirdik. Şükür ki Cenab-ı Hak bize belirsizlikler de lütfetmiş. Bunlarla irademizi kullanacağımız boşluklar halketmiş. Biz de o sayede birşey ya da birisi olmuşuz. Ne diyelim? Rabb-i Rahîm bu boşlukların hakkını da verebilmeyi nasip etsin. Âmin.
Not: Bu filme dair şu yazdığım yazı onun 'ibret alınması gereken' kısmına dairdi. Bir tane de 'dikkat edilmesi gereken' kısmına dair yazmayı düşünüyorum. Çünkü film aynı zamanda 'belirsizliğin bereketi' üzerinden bir parça ateizm-hedonizm propagandası da yapıyor. Değişik bir argüman olarak dikkatimi çekti. Onu ikinci yazıda konuşalım inşaallah. Tevfik ise Allah'tan.
Başrollerini Kelly Macdonald ve İrfan Han'ın paylaştığı, 2018 yapımı Puzzle filmini izlerken de epey bir boş zamandan olduğumu düşündüm. Ta ki merkezindeki manayı yakalayana kadar. O da Kelly Macdonald'ın satışa çıkardıkları gölevinin önünde "Eskiden burası var diye her tatilde buraya geliyorduk. Başka hiçbir yere gitmedik. Şimdi ne olacak?" gibilerinden konuşan oğluna verdiği cevapta saklıydı sanki: "Gidecek bir yerimiz varken hiçbir yere gitmiyorduk. Şimdi gidecek bir yerimiz yok. Bir yere gitmek zorunda kalacağız. Birşey yapacağız. Birşey ya da birisi olacağız."
Gidecek bir yer kalmayınca bir yere gitmek zorunda kalmak... Hımm. Ahmed için enfes bir pencere. Fakat hazır giriş yapmışken filmin içindeki birçok şeyin bu bakış açısıyla nasıl bir yörüngeye oturduğunu da konuşalım. Karakterlerin isimlerini hatırlayamadığım için yine oyuncuların isimlerini kullanayım: Macdonald'ın canlandırdığı farkedilmemiş deha sahibi kadının, doğum gününde hediye edilen Puzzle duyduğu merak, aslında bir anlamda onun bütün hayatının da resmi. Önüne hazır bir şekilde verilmiş parçaları birleştiriyor. Hayatta da o parçalardan birisi zaten kendisi. Dahil oluyor. Dışına çıkmıyor. Han'la karşılaştığında ise Puzzle'ın dışında bir dünya olduğunu farkediyor. Kendisinin içinde doğduğu Puzzle'ın parçası olmaktan aşkın birşeye dönüşebileceğini düşünüyor. Lakin, dikkat ediniz, finalde yaşanan şey aslında Han'ın da varlığına bir eleştiri. Han da aslında kadından kendi Puzzle'nın parçası olmasını istiyor. Yine bir belirginlik var bu işin içinde. Macdonald bunu da reddediyor. 'Belirsizliğin bereketini' seçiyor. Sadece ismini duyduğu... Neyse, uzatmayalım, hem spoiler vererek izleyeceklerin hevesini kaçırmayalım.
Hop, hadi bakalım, Ahmed yine bir kavramlaştırma yumurtladı kendince. Peki onunla ne demek istedi? 'Belirsizliğin bereketi' bence Bediüzzaman'ın Kur'an-ı Hakîm'in belagatı hakkında söylediği 'Sözü az söyler, tâ uzun olsun'dan başlayıp ta sırr-ı imtihana, muğayyebat-ı hamseye, ecelin müphemiyetine, ahirzamana dair hadislerin kapalılık içindeki kapsamlılığına, kıyametin vaktinin belirsizliğinin insana kattıklarına kadar birçok yerde altını çizdiği birşeydir bu. Yani bazı belirsizlikler insan için berekettir. Bazı azlıkların belirsizliği onları çoğaltır. Karşısındaki aynalar sayısınca görüntü sahibi yapar onu. Yorumcular kadar boyut sahibi yapar. Hem hayata bundan başka kattığı bereketler de vardır. Mesela: İrade ancak boşluklarda gelişir. Eğer kişiye seçimlerinde iradesinin hakkını verebileceği bir belirsizlik payı bırakmazsanız seçme yeteneğini geliştiremez.
Mürşidim, işte biraz bu sadedde, mucizelerin dahi 'Akla kapı açar ama ihtiyarı elden almaz' bir müphemiyet içerdiklerini belirtir. Bu müphemiyet sayesinde Ebu Bekir (r.a.) gibi elmas ruhlular ile Ebu Cehil gibi kömür ruhlular birbirlerinden ayrılır. Hatta şeytanın insana musallat edilmesindeki hikmet de bir parça budur. Yani türlü manipülasyonlarla bir parça 'sanrı müphemiyetler' oluşturmasıdır. Onun hilesiyle fısıldadığı bu belirsizlik, kapalılık veya çabuk anlaşılmazlık sayesinde insanlar cenneti/cehennemi hakederler. Nereye layık olduklarını gösterirler. Sadece bu mu? Değil. Umumî musibetlerde masumların da ölümü hakkında mürşidim der ki:
"Bu dünya bir meydan-ı tecrübe ve imtihandır ve dar-ı teklif ve mücahededir. İmtihan ve teklif, iktiza ederler ki, hakikatler perdeli kalıp, ta müsabaka ve mücahede ile Ebu Bekir'ler âlâ-yı illiyyîne çıksınlar ve Ebu Cehil'ler esfel-i sâfilîne girsinler. Eğer masumlar böyle musibetlerde sağlam kalsaydılar, Ebu Cehil'ler, aynen Ebu Bekir'ler gibi teslim olup, mücahede ile mânevî terakki kapısı kapanacaktı ve sırr-ı teklif bozulacaktı."
Peki ya 'muğayyebat-ı hamse' bahsinde söyledikleri? Onlara da şöyle bir parça bakmak gerekmez mi? Hemen yağmurle ilgili kısma bakalım o vakit: "Güneşin tulûunda ne kadar menfaatler olduğu malûmdur. Halbuki muttarid bir kaideye tâbi olduğundan, güneşin çıkması için dua edilmiyor ve çıkmasına dair şükür yapılmıyor. Ve ilm-i beşerî, o kaidenin yoluyla yarın güneşin çıkacağını bildiği için, gaipten sayılmıyor. Fakat yağmurun cüz'iyâtı bir kaideye tâbi olmadığı için, her vakit insanlar rica ve dua ile dergâh-ı İlâhiyeye ilticaya mecbur oluyorlar. Ve ilm-i beşerî vakt-i nüzulünü tayin edemediği için, sırf hazine-i rahmetten bir nimet-i hassa telâkki edip hakikî şükrediyorlar."
Demek ki belirsizlik insanın şükrünü de bereketlendiriyor. Yağmurun belirsizliği sayesinde insanlar rahmete karşı daha dikkatli ve bilinçli oluyorlar. Peki sadece bunlar mı? Değil efendim. Bakınız ecel belirsizliğinin bereketi de şuracıkta. Hemen öpüp başımıza koyalım: "Ecel-i insan muayyen olsa, yarı ömrüne kadar gaflet-i mutlaka, yarıdan sonra darağacına adım adım gitmek gibi bir dehşet verecek. Halbuki, âhiret ve dünya muvazenesini muhafaza etmek ve her vakit havf ve recâ ortasında bulunmak maslahatı, iktiza eder ki, her dakika hem ölmek, hem yaşamak mümkün olsun. Şu halde, müphem tarzdaki yirmi sene müphem bir ömür, bin sene muayyen bir ömre müreccahtır."
Sizi yormaktan öyle korkuyorum ki. Yoksa daha alıntılanması gereken 'kıyametin müphemiyetinin kazandırdıkları' ve 'kaderin bize bakan tarafının belirsizliğinden kazandıklarımız' veya 'ihbar-ı gayp türünden hadislerdeki teşbihlerin belirsizliği ile açılan kapılar' vesair birçok şey var. Ancak hepsinin özü-özeti şu bence: Bu belirsizliği Cenab-ı Hakkın hikmeti ve rahmeti iktiza ediyor. Zaman zaman bizi belirsizliklere düşürerek kendimizi bu yolla geliştirebilmemizi sağlıyor. Eğer biz de Puzzle'daki Kelly Macdonald gibi irademizi hiçbir şekilde sahaya sürmediğimiz bir kabullenişi yaşasaydık, insanlara gülücük dağıttığımız halde, her sabah dayatılmışlığın azabı ile uyanabilirdik. Şükür ki Cenab-ı Hak bize belirsizlikler de lütfetmiş. Bunlarla irademizi kullanacağımız boşluklar halketmiş. Biz de o sayede birşey ya da birisi olmuşuz. Ne diyelim? Rabb-i Rahîm bu boşlukların hakkını da verebilmeyi nasip etsin. Âmin.
Not: Bu filme dair şu yazdığım yazı onun 'ibret alınması gereken' kısmına dairdi. Bir tane de 'dikkat edilmesi gereken' kısmına dair yazmayı düşünüyorum. Çünkü film aynı zamanda 'belirsizliğin bereketi' üzerinden bir parça ateizm-hedonizm propagandası da yapıyor. Değişik bir argüman olarak dikkatimi çekti. Onu ikinci yazıda konuşalım inşaallah. Tevfik ise Allah'tan.
Etiketler:
2018,
Belirsizlik,
Boşluk,
film,
Irfan Khan,
İhbar-ı Gayb,
İrade,
İrfan Han,
Kader,
Karakter Gelişimi,
Kelly Macdonald,
Masumların Ölümü,
movie,
Musibet,
Puzzle,
Sinema,
Yapboz
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...