11 Kasım 2019 Pazartesi

Kur'an'ın mucize olduğunu nereden biliyoruz?

"Sanatı belirleyen/arttıran şey nedir?" diye sorduğumda, ama sessizce soruyorum ki 'deli' demesinler, şöyle bir cevap bulurum: 1) Anlam. 2) Bağlar. Evet. Bağlar. Birşeyi sanatlı kılan biraz da bağlarıdır. Bu bağların miktarı arttıkça da o şey sanatlanır. Kitap örneğinden yürüyelim. (Mesleğim ya kan çekiyor.) Herhangi bir edebî ürünün, yani bir bütünün, öncesi-sonrası, girişi-sonucu, önsözü-sonsözü birbirine bağlandıkça; yani parçaları arasında birbirlerine göndermeler, işaretler, çağrıştırmalar, hatırlatmalar, tamamlamalar çoğaldıkça; biz o eserin sanatından daha çok emin oluruz. Farkındalığımız bir ölçü teşkil eder elbette. (Hepsini farkedemeyebiliriz.) Ancak yine de o şeyin diğerlerinden aşkın bir yanı olduğunu hissederiz. Çoğunlukla da bunu bir gizem gibi sezinleriz. Nedensiz büyüleniriz. Sonra onu da buluruz.

Sahneleri, karakterleri, olayları, bölümleri, replikleri arasında önceden sonraya, sonradan önceye bol gönderme olan filmleri/dizileri düşünün mesela. Nasıl da merakla takip ederiz onları. Nasıl da çekirdek çıtlatırız izlerken. Nasıl da tahminlerde/okumalarda bulunuruz. Böylesi bağları arttırabilen senarist/yönetmen gözümüzde daha bir yükselir. Hatta böylesi bağların miktarına göre gözümüzde dehası/çalışkanlığı artar. Bağına göre övgü alır. Bunlar azaldıkça da yapımlara 'basit' damgası vurmaya başlarız. Aynı şey edebî metinler için de geçerlidir. Hatta 'üslûp birliği' dahi böylesi bir bağdır. Metnin her cümlesine kadar sinebilmiş bir bağ. Bir yazar metninde üslûp birlikteliği yakaladığı zaman aynı zamanda 'aynı kaynaktan çıktıklarını hissettirir' bir bağlantı da yakalamıştır. Okur bunu da çok sever. Onaylar. Takdir eder. Üslûp birlikteliği sağlayamayan metinler okurlarını hırpalar.

Ben bu kadarını diyebildim. Ancak biraz tefekkürle siz daha fazlasına ulaşabilirsiniz. Bir kitabın kapağı da kitapla/okurla arasındaki bağa göre değerlenir. Bir grafik çalışmasına baktığınızda işaret ettiği hakikatle arasında kurabildiğiniz bağ sayısınca değer biçersiniz. İnsan duyduğu güzel sözleri bile çağrışımlarının çokluğuyla, elbette yine hakikatle kurduğu bağlarla, parlatıp dimağında bir yere koyar.

Pekala. Buraya kadar herşey anlaşıldı. Şimdi anladıklarımız üzerinden bir de kurgu üretelim. Tutun bakalım hayalgücünüzün ellerinden. Sıkı tutun. Tamam. Başlıyoruz. Öyle bir kitap düşleyelim ki şimdi: Bu kitabın bize anlattığı bir dolu şey var. Saymakla bitiremiyoruz. Ancak dört başlıkta toplayabiliyoruz. Yani kitabın dört ana mesajı var. Diğer mesajlar altkollar gibi şeyler. Okuyup bitirdiğinizde altmesajları da alıyorsunuz elbette. Lakin en çok bu dört mesajı almış oluyorsunuz.

Bitti mi? Bitmedi elbette. Devam ediyoruz: Bu kitabın onlarca da bölümü var. Fakat o da ne? Her bölüm başka başka şeyler anlatmasına rağmen aynı zamanda bu dört mesajı da anlatıyor. Bitti mi? Yok. Yine bitmedi. Bölümlerin her sayfasında da aynı durum mevcut. Yani sayfalar da başka başka şeyler söylemelerine rağmen yine bu dört mesajı anlatıyorlar. "Aaa! Ooo! Vay!" Bitti mi şimdi? Yok. Yine bitmedi. Her cümlesine indiğinizde de aynı durumla karşılaşıyorsunuz. Şaşırdınız değil mi? Yine de bitmiyor ki. Dahası var: Kelimelerinden/harflerinden dahi aynı maksatları çıkarabilenler oluyor.

Yani bu kitabın içinde öyle bir 'bağ düzeneği' var ki metni 'uzay' gibi cümleleri/kelimeleri 'yıldız' gibi. Hem hepsi başka şeyler söylüyorlar hem de hepsi aynı şeylere işaret ediyorlar. Elbette aynı şeylere işaret etmeleri nedeniyle birbirlerine de işaret ediyorlar. Yani bu kitapta, aşinası olduğumuz romanlardaki gibi, parmakla sayılır göndermeler yok. Rakamlara sığmayacak kadar çok sayıda gönderme var. Böyle bir kitap insan aklıyla yazılabilir mi? Doğru. İnsan aklıyla yazılamaz. Ama varlığı da aynı bu şekilde yaratan Allah'ın ilmiyle yazılırsa olur. Elmayı kainatla bağlayan Allah 'elif'i de kitapla bağlayabilir. Elmanın varoluşu evrenle ilgili olduğu gibi o 'elif'in varoluşu da tüm kitapla ilgili olabilir.

İşaratü'l-İ'caz şöyle diyor: "Kur'ân'daki anâsır-ı esasiye ve Kur'ân'ın takip ettiği maksatlar tevhid, nübüvvet, haşir, adalet ile ibadet olmak üzere dörttür. (...) Sual: Şu makasıd-ı erbaa Kur'ân'ın hangi âyetlerinde bulunuyor? el-Cevap: O anâsır-ı erbaa, Kur'ân'ın hey'et-i mecmuasında bulunduğu gibi, Kur'ân'ın sûrelerinde, âyetlerinde, kelâmlarında, hattâ kelimelerinde bile sarahaten veya işareten veya remzen bulunmaktadır. Çünkü, Kur'ân'ın küllü, cüzlerinde göründüğü gibi, cüzleri de, Kur'ân'ın küllüne âyinedir. Bunun içindir ki Kur'ân, 'müşahhas olduğu halde, efrad sahibi olan küllî' gibi tarif edilir."

Bir sual daha geliyor ardından ki bence mevzuun can alıcı yeri de burasıdır. Mürşidim bahsin devamında "'Bismillah' ve 'elhamdülillah' gibi ifadelere kadar bu işaretler/bağlar indirgenebilir mi?" şeklinde gelebilecek muhtemel bir suali de karşısına alıyor ve cevaplıyor. O kısmı yazıyı daha fazla uzatmamak için alıntılamayacağım. Lakin cevabının ne yönde olduğunu tahmin ettiniz: 'Evet.' Neden/nasıl 'Evet' olduğunu merak edenler ilgili bahsi mutlaka gözden geçirmeliler. Orada Bediüzzaman böylesi ifadelerin nasıl katman katman manalar barındırdığını gözler önüne seriyor.

Yeri geldi. Buradan 13. Söz'e de uzanacağım. Diyor ki mürşidim: "Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyanın i'caz derecesindeki kemâl-i nizam ve intizamı ve kitab-ı kâinattaki intizâmât-ı san'atı muntazam üslûplarıyla tefsir ettikleri halde, manzum olmadığının diğer bir sebebi de budur ki: Âyetlerinin herbir necmi, vezin kaydı altına girmeyip ta ekser âyetlere bir nevi merkez olsun ve kardeşi olsun ve mâbeynlerinde mevcut münasebet-i mâneviyeye rabıta olmak için, o daire-i muhîta içindeki âyetlere birer hatt-ı münasebet teşkil etmesidir. Güya, serbest herbir âyetin ekser âyetlere bakar birer gözü, müteveccih birer yüzü var. Kur'ân içinde binler Kur'ân bulunur ki, herbir meşrep sahibine birisini verir. (...) İşte, intizamsızlık içinde kemâl-i intizamı gör, ibret al."

Toparlarsam: Kur'an'ın 'insan işi' olamayacağının en büyük delillerinden birisi de burada saklanıyor bence. Kur'an, öyle bir kitap ki, içinde bağ/gönderme sayısı bir insanın hafsalasının alabileceği gibi değil. İnsan bunu kurgulayamaz. Kaldıramaz. İsterse bir kişi değil ekip olsun. Herbir cümlenin/kelimenin kitabın ana konusuyla ilgili göndermeler içerdiği, fakat aynı zamanda bir dolu da yeni şeyler söylediği, hem de herbir cümlenin kitabın içindeki diğer cümlelerle kendi arasında bağlar sakladığı bir düzen, böylesi muhteşem bir düzen, biz böyle bir kitabı hiçbir insan elinde göremeyiz. Eğer Ahmedliğime güvenmiyorsan editörlüğüme güven. İnsanı aşan birşeyler var bunda arkadaşım.

9 Kasım 2019 Cumartesi

Molla Çağrı Mert Bakırcı Evrim Efendi Hazretlerinin kerametlerini anlatıyor (1): Dağlar nasıl yağ-bal oldu?

Şöyle başlayalım: Memleketim Zara'da 'Tekke' nam mevkide bir türbe vardır. Şeyh Merzuban Hazretlerine aittir. Menkıbeye göre; Alaaddin Keykubat, ilçenin isim babası da olan, Ermeni Beyi Zaro Ağa'ya misafir olur. Misafirliği sırasında 'geceleri bile aydınlık' bir ev olduğunu farkeder. Zaro Ağa'ya bu aydınlığın sebebini sorduğunda, biraz da Şeyh Merzuban Hazretlerine dair duyduğu kıskançlıktan ötürü, der ki: "Efendim, sarhoşların âlem yaptıkları yerdir, rahatsızlık verirler." Sultan, Ağa'nın sözlerinden şüphelenir, sınamak için oraya içki gönderilmesini emreder. Görevlileri karşılayan Şeyh Merzuban Hazretleri onlar daha ağızlarını açmadan cevap verir: "Hediyeleriniz yağ-bal olsun. Kabul edemem. Sultan'a geri götürün." Şaşırırlar. Dönüp Sultan'a olanları aktarırlar. Sultan insanın hasını hamından ayırabilecek bir feraset sahibidir. "Kırın testileri!" diye emreder. Kırıldıklarında görülür ki her testi tam ortasından yarısı 'yağ' yarısı da 'bal' olmuştur.

Efendim, keramettir-menkıbedir, inanırsınız-inanmazsınız, birşey diyemem. Ben buradan başka bir yere geleceğim aslında. 2000 yılında X-Men serisinin ilk filmi piyasaya çıktığında bizi şöyle karşılıyordu: "Mutasyon evrimin anahtarıdır. Onun sayesinde tek hücreli bir organizmadan evrim geçirerek gezegendeki dominant tür olabilmişizdir. Bu süreç yavaştır. Ve normalde binlerce yıl sürebilir. Ama her yüzbin yılda bir evrimde atlamalar olur." Serinin ikinci filmi ise şöyle bir soruyla başlar: "Mutantlar evrimde bir sonraki halka mı?" Elbette X-Men bir kurgu yapım. Ama nihayetinde kenarında bilim de var. Zaten böylesi bilimkurguların gelecek nesilleri 'evrim fikrine alıştırmak' gibi bir misyonu da sözkonusu. Buna daha sonra döneceğiz.

Çağrı Mert Bakırcı, Evrim Ağacı'nda, Sözler Köşkü'nün evrim karşıtı videosuna bir reddiye hazırladı malumunuz. (Değilse bile şimdi haberiniz oldu.) Bu videoyu izlerken dikkatimi en çok çeken şey: Bakırcı'nın 'makro evrim' denilen konuda geri basmaya yatkın olmasıydı. Burada mücadele etmenin, yani X-Men'de ifade edildiği gibi 'türden türe atlama'nın 'epey bir zorlama' olduğunu kabul ediyor gibiydi. Ancak 'mikro evrim' konusunda sebatkârdı. Hatta mikro evrim konusunda sahip olunacak güçlü bir imanın 'makro evrim konusundaki sorulara da cevap verebilir' olduğunu düşünüyordu. Açıklamak için de 'kanyon misalini' kullandı. Peki ne idi bu misal?

Hop, işte, asıl konumuza geldik. (Eğer yanlış anlamışsam Bakırcı beni de bir video çekerek düzeltsin.) Kanyon misalini ben şöyle kafamda toparladım: Türden türe binlerce genin aynı anda değişmesiyle bir atlamanın olduğunu artık iddia edemiyoruz. 2000 yılından bugüne çok şey değişti. Tuhaf kaçıyor. Fakat, yandan yandan, ufaktan ufaktan, azar azar, hatta binlerce yetmezse milyonlarca senede, bir akarsunun dağı oyup iki parça haline getirmesi gibi, türler oluşmuş olabilir diyoruz. Bakırcı'yı eğer yanlış anlamadıysam, lüften yüzünü tokatlamasın, mikro evrimin 'türlerin çeşitliliğini' böyle açıklayabileceğini iddia etti. 'Hoppala!' diye değil ama 'gıdım gıdım' bir evrimin mümkün olabileceğini söyledi. Der efendim der. Kim-ne karışır kişioğlunun imanına? Bense temsildeki bir tuhaflığa takılıp kaldım.

Bakırcı, dilimiz varmıyor ya söylemeye, kendisinin Sözler Köşkü videosu hakkında birkaç kez iddia ettiği gibi, bir 'mantık oyunu' mu yapıyordu? Bu temsilin mikro evrimle türlerin çeşitlenmesini açıklamada 'cerbeze' çevirir bir yanı mı vardı? Tam da bu noktada kafam dumanlandı işte. Çünkü bir akarsunun dağı zamanla ikiye ayırmasında evrimi doğrulayacak hiçbir 'yapısal değişiklik' yoktu. Benzetme başka birşeyi benzetilense apayrı birşeyi söylüyordu. Bu tıpkı (editör olduğum için mesleğimden örnek vereyim) kelimenin anlamına zarar vermeyen 'çekim ekleri'ni misal göstererek anlam değiştiren 'yapım eklerini' anlatmak gibiydi.

Evet. Dağ ortasından bölünüyordu. Ama neticesinde dağ yine dağdı. Tıpkı dilimlenmiş ekmeğin ekmek kalması gibi dağ da dağ kalıyordu. Şöyle bir misal vermeyi deneyeceğim: Bize yukarıdaki menkıbede anlatıldığı gibi şarap dolu bir testi getirildiğini düşünelim. Sonra biz bu şarabın iki eşit parçası arasından, nasıl bir teknolojiyle yapacaksak, su akıtıyoruz. Su akıttıkça üzüm suyu parçalarının arası açılıyor. Birbirlerinden uzaklaşıyorlar. Ancak, araları ne kadar açılırsa açılsın, ister bir parçası kuzey kutbunda diğeri güney kutbunda olsun, 'üzüm suyu olmalarında' bir değişim yaşanmıyor. Yapısal birşey değil bu. Birken iki oluyorlar. Hacimce küçülüyorlar. Belki soğuğa gittikçe donuyorlar. O kadar. Olan başka birşey yok.

Fakat kesinlikle bu parçalardan birisi 'yağa' diğerisi 'bala' dönüşmüyor. Üzüm suyunda meydana gelecek mikro etkilerden hiçbirisi, içine toz kaçması, seyrelmesi, üstüne sinek konması, güneş nedeniyle suyunun uçması vs. bunlardan hiçbirisi onu 'üzüm suyu olmaktan' başka bir noktaya götürmüyor. Belki çürüyor. Bozuluyor. Evet. İçinde varolduğu sisteme tekrar karışmaya çalışıyor. 'Yitirerek' yoluna devam ediyor. Fakat bu etkilerden hiçbirisi onu apayrı bir sistem sahibi yapmıyor. Daha üst bir konuma çıkarmıyor. Üzüm suyu hep öyle yaşıyor. Öyle de ölüyor.

Buradaki safsatayı nazarlarınıza arzedebildim mi bilemiyorum. Aslında Molla Çağrı Mert Bakırcı bizi müridi olduğu Evrim Efendi Hazretlerinin bir kerametine inandırmaya çalışıyor. Bunun, bir testi şarabın, ister bir gecede isterse milyonlarca yılda, yağ ile bala dönüştüğünü söylemekten farkı yok. Ortak bir atadan(!) hangi gerekçeyle kopmaya başlarsak başlayalım, bizi başka şeyler haline getirecek yapısal farklılıklar meydana getiremez hiçbir dış etki, doğada işler böyle yürümez. Dış etkiler dışarıyı değiştirir. İçeriye dokunacak kadar parmağı uzayanlarsa bozar. Su şaraba karışırsa onu seyreltir. Bir noktadan sonra şarap tastamam su olur. Güneşte kalırsın. Esmerleşirsin. Düşersin. Topal kalırsın. Kangren olursun. Kolun kesilir. Tamam. Ama bu türden etkiler seni yapısal olarak farklı birşeye dönüştürmezler.

Herhalde evrimciler paralel evrende biz dünyada yaşamıyoruz. Olanlar da önümüzde gerçekleşiyor. Dağların arasının akarsuyla ayrılması yapısal bir farklılaşma sağlamıyor. Ancak dış görünüşlerini etkiliyor. Eskiden tek bir dağ varsa şimdi yarım dağlarımız var. Kanyonumuz var. Ama her şekilde toprağımız var. Çağrı Mert Bakırcı eğer 'görünen'i gösterip 'görünmeyen'i isbat etmeyi deniyorsa seçtiği temsilin tastamam 'demagoji' olduğunu söyleyebiliriz. Neden? Çünkü evrim aslında bize diyor ki: Bir dağın arasından yıllarca su geçti. Sonra dağın yarısı 'yağ' yarısı da 'bal' oldu. Peki bu bilim midir? Yoksa yeni nesil bir mistizm midir? Bence kanyon misali yerine başta anlattığım kerameti nakletmek daha mantıklı. Kastettiğinin ondan farkı yok.

5 Kasım 2019 Salı

Cumhuriyet kadını 'kadının yüzeyselleşmesi' midir?

Yıllar önce ilahiyatçı bir ağabeyim, kendisi bu yakınlarda 'profesör' de oldu, 'güzel sesin bir ilahiyatçı için imtihan olduğunu' söylemişti. Gerekçesi şuydu: Güzel sesli olan ilahiyatçı genelde, biraz da çevresinin talebiyle elbette, Kur'an-Mevlid-İlahî gibi şeyler okumaya yöneliyor ve ilmî çalışmalara mesaisi azalıyordu. Fakat sesi şuh olmayan ilahiyatçının böyle bir şansı yoktu. O, eğer buna müsait bir istidadı/gayreti de varsa, varlık sahası olarak ilmî çalışmalar yapmayı seçiyordu. Zamanını tastamam ona ayırıyordu. Yani başta eksiklik gibi görünen birşey ilerde artıya dönüşüyordu.

Bir başka ağabeyim de, onun hâlâ akademik hiçbir ünvanı yoktur, Batı'da soyut sanatlara yönelişin fotoğraftan sonra olduğunu söylemişti. Ondan evvel sûretin taklidiyle meşgul olan Batılı sanatkârlar, ilk fotoğraf aşılamaz bir başarı olarak karşılarına dikilince, doğrudanı terkedip dolaylıya yönelmişlerdi. Bunu söyledikten sonra da eklemişti: Sûreti resmetmeye kem bakılması soyut sanatın Batı'dan çok daha önceleri İslam coğrafyasında ortaya çıkmasını sağlamıştı. Bu şüpheli alanda yürümek istemeyen müslüman sanatkârlar varlık sahası olarak dolaylı anlatımı seçmişlerdi. Bu da eserlerini derinleştirmişti. Fikrî yanlarını daha güçlü kılmıştı.

Sonraları kendimce bunun 'tesettür' emriyle de ilgisi olduğunu düşünmeye başladım. Nasıl? Anlatmayı deneyeyim arkadaşım: Cenab-ı Hak, elbette bir hikmeti gereği, cins-i lâtifi erkeğe kıyasla daha güzel yaratmıştı. Bu güzellik tabii ki onlara bağışlanmış bir nimetti fakat aynı zamanda her nimet gibi de bir imtihandı. 12. Söz'de anlatılan temsilî hikayecikte, kitabın mücevherle yazılmış olmasının 'ecnebî feylesof' için yaman bir yanılgıya dönüşmesi gibi, bu yüzeysellik de bir boğulmaya neden olabilirdi. Ne olmuştu peki hikayecikte o feylesofumuza? Yazdıkları Hâkim'i neden kızdırmıştı? Daha önce okumamışlar için kısacık bir alıntı yapalım:

"O hâkim, evvelâ feylesofun eserini aldı. Baktı, gördü ki, o hodpesend ve tabiatperest adam, çok çalışmış, fakat hiç hakikî hikmetini yazmamış, hiçbir mânâsını anlamamış. Belki karıştırmış. Ona karşı hürmetsizlik, belki edepsizlik etmiş. Çünkü, o menba-ı hakaik olan Kur'ân'ı, mânâsız nukuş zannederek mânâ cihetinde kıymetsizlikle tahkir etmiş olduğundan, o hâkim-i hakîm dahi onun eserini başına vurdu, huzurundan çıkardı."

Batı medeniyeti dediğimiz 'deniyet'in özünde saklanan illüzyon da bu aslında. Artık küresel boyutlara varan, yani bulanık rengine bulamadığı neredeyse hiçbir coğrafya kalmamış bu (me)deniyet, bize yüzeyi boyayıp 'derinlik' diye satıyor. Kitabın sayfa sayısından, mürekkebinin türünden, kağıdının kalitesinden, kapağının kalınlığından, kaç nokta bulunduğundan, kaç 'a' harfi geçtiğinden vs. bahsetmeyi kitabı 'anlamak' sayıyor. Böyle de pazarlıyor. Bu nedenle bu (me)deniyetin insanı varlığın hakikatine körleşmede geçmiş her yüzyıldan daha ileride. Fakat aynı zamanda yüzeyin bilgisinden hepsinden fersah fersah üstün. Size birkaç gram demirden/bakırdan dünyanın herhangi bir yerinden diğer bir yerini görebilecek, konuşabilecek, dinleyebilecek cihazlar üretebiliyor. Fakat aynı (me)deniyette gökdelenlerin dibinde insanlar açlıktan ölüyor. İnsan insana ulaşamıyor. İnsan hakikatine varamıyor. İnsan Allah'ını tanıyamıyor. Çünkü marifet derinlik işi. Tek gözlü dehalarıyla salt önlerine bakanların yukarılarını görmesini bekleyemezsin.

Konuyu dağıtıyorum. 'Tesettürü' konuşuyorduk. Evet. Ben, hem erkeğe hem kadına verilmiş bir emir olmakla birlikte, kadında daha bariz okunan 'tesettür emri'nin de bir tür 'yüzeyden uzaklaştırma' olduğunu düşünüyorum. Aynen. Çünkü görüyorum: Tesettür emrinin yıkıldığı yerlerde, elbette istisnaları da vardır, büyük bir 'yüzeyleşme hareketi' başlıyor. Kozmetik ürünler, estetik operasyonlar, güzellik trendleri, moda giysiler, sezonun saç modelleri, makyaj modelleri, cilt bakımı, kilo kontrolü, vs... Birdenbire kadının/erkeğin bütün dünyasını yüzeysellik işgal ediyor. Derinlik kendine zaman/yer bulamaz oluyor. Elbette bu durumun kadına tesirleri daha kem oluyor. Çünkü kadın daha güzel. Güzel olanı 'güzelliğinin' olmayanı da 'olmadığının' farkında. İkisi de keder. Birisi olduğu şeyi arttırmaya diğeri olmadığı şeye ulaşmaya çalışıyor. Buradan delice bir yüzey mesaisi başlıyor. Malumunuzdur, bu iş artık erkekleri bile sardı, sarmaladı, yuttu. Metroseksüellik diye birşey aldı yürüdü. Tesettürün azalması bir noktadan sonra sanki erkekleri de yüzeye çekti.

Yüzeyle meşgul olanlar medyada daha sık görünüyor olabilir. Fakat aslında dünyayı yüzeyini aşanlar değiştiriyor. Derinliğe talip olanların mesaileriyle şekillenmiş bir dünyada yüzeyin saltanatı sürüyor şimdilerde. Hatta son 29 Ekim kutlamalarında Dilek İmamoğlu'nun kazandığı 'tam bir cumhuriyet kadını' payesi aslında bu yüzeyselleşmenin neticesi. Dilek Hanım'a bu payeyi bağışlayanlar, kendisinin ne bilimsel bir keşfini duydular, ne büyük bir başarısının takdirini ettiler, ne de Dilek Hanım'ın derinliğine dair birşey söylediler. Hayır onların ilgilendiği tek şey dekolte derinliği idi. Dilek Hanım'ın kıyafetinin bilmem hangi modacı tarafından yapılmış olması yüzey bezirganlarından alkış almasına yetti. Aynı bezirganların, emekle dolu hayatına rağmen, Semiha Yıldırım Hanımefendi için neler söylediklerini hatırlıyoruz.

Neden ona öyle de buna böyle peki? Cevabım şu arkadaşım: Çünkü tesettür yüzeyciliğe "Dur!" diyor. Hiyerarşisini tanımıyor. Kendi muvaffakiyet hiyerarşisini, değil kadın bedeninden, ama iç güzelliğinden/derinliğinden inşa ediyor. Elbette yüzeyin efendilerinin gözünde iltifat bulamaz. Çünkü yüzey derinliğe katlanamaz.

30 Ekim 2019 Çarşamba

Erdoğan ‘peygamberliğin’ nasıl delili olur?

Erdoğan'ın ilk seçildiği günden beri aleyhinde en çok mücadele verdiği alanlardan birisi sigara alışkanlığı. Bin maşaallah. Allah sa'yini meşkûr kılsın. Razı gelsin. Tastamam destekliyorum. Hatta kendisini en ‘koşulsuz’ desteklediğim hususlardan birisi de burası. Çünkü gencecik sabileri sigara tüttürürken görünce akkora basmış gibi yüreği 'Cıııız!' edenlerdenim. Hissiyatımı daha doğru tarif etmek için o 'c' ile 'z'nin arasını buradan Beylikdüzü'ne kadar 'ı' ile doldurabilirim. Cıııı....z!

'Beylikdüzü' deyip geçmeyin muhterem kârilerim. Evet. Geçemezsiniz de zaten. Beylikdüzü öyle deyip geçilecek bir yer değildir. Kısa mesafe gibi görünse de uzun sürer. Öyle bir trafiği vardır ki, bazen neşeyle evine gitmeye niyetlenip, yolda öfkeyle taşınmaya karar verenler olur. Eh. Elbette onları da anlamak gerekir. Nihayetinde insan akşamları varamadığı bir yuvada oturmak istemez.

Beylikdüzü bahsini hızlı geçip sigaraya geri dönelim. Erdoğan sigarayla her şekilde mücadele etmeye çalışıyor. Sadece diliyle söylediklerini/nasihatlerini toparlasanız epeyce bir zaman eder. Bunun dışında devletin de gücünü buna sarfediyor. (Kolluk kuvvetleri de dahil.) Çeşitli yasalar/yaptırımlar vasıtasıyla kullanım oranını düşürmeye gayret ediyor. Yetmiyor. Gezilerinde rastladığı insanların ceplerindeki sigara paketlerini çekip almaya kadar vardırdı işi. Helal! Elde edilen netice nedir peki? Cüneyt Özdemir'in geçen bir videosunu izledim. Orada konuya dair ilginç birşey söylüyor. Ki ben de katılıyorum. Özeti şudur:

Sigarayla mücadelede, daha ilk yasakları tastamam uygulayamadan, sonuçlarını alamadan, meyvelerini devşiremeden yenilerini koymaktan başka birşey yapamıyoruz. İnsanlar bir şekilde yasakları aşıyorlar. Taşıyorlar. Takmıyorlar. Umursamıyorlar. Veya bizzat uygulatması gerekenler de ihlallere gözyumuyorlar. Önemsemiyorlar. Boşveriyorlar. (Belki bizzat da ihlal ediyorlar.) Ve nihayetinde bir ülkenin başkanı, hem de öyle-böyle değil 18 yıllık güçlü bir başkanı, bütün yaptırım gücüne, karizmasına, hitabet yeteneğine, teşvik gücüne, teşkilat yeteneğine rağmen sigaraya karşı savaşını kazanamıyor. Huyluyu huyundan vazgeçiremiyor.

İşte bu durum beni ister-istemez mürşidimin şu metnine götürüyor: "Bilirsin ki, sigara gibi küçük bir âdeti, küçük bir kavimde, büyük bir hâkim, büyük bir himmetle, ancak daimî kaldırabilir. Halbuki, bak: Bu zat, büyük ve çok âdetleri, hem inatçı, mutaassıp, büyük kavimlerden, zahirî küçük bir kuvvetle, küçük bir himmetle, az bir zamanda ref edip, yerlerine öyle secâyâ-yı âliyeyi—ki dem ve damarlarına karışmış derecede sabit olarak—vaz ve tesbit eyliyor. Bunun gibi daha pek çok harika icraatı yapıyor. İşte, şu Asr-ı Saadeti görmeyenlere, Ceziretü'l-Arabı gözlerine sokuyoruz. Haydi, yüzer feylesofu alsınlar, oraya gitsinler, yüz sene çalışsınlar! O zâtın o zamana nisbeten bir senede yaptığının yüzden birisini acaba yapabilirler mi?"

Sigara misalini daha başka örneklere de taşıyabiliriz. Hatta sadece Türkiye özelinde değil tüm ülkelere/coğrafyalara yayabiliriz. Çünkü her ülkenin az-çok aleyhinde mücadele verdiği kem alışkanlıklar var. Fakat bakıyorsunuz: Modern çağın bütün entelektüel birikimine, tebliğ yeteneklerine, teknik imkanlarına, yaptırım gücüne, merkezîleşmiş devletine, aydınlanmış insanına, okur-yazarlık oranına, basılan kitap sayısına, kolluk kuvvetlerine, hatta üniversite mezunu miktarına rağmen mücadeleler başarıya ulaşamıyor. Muvaffak olunamıyor. Alışkanlıklar sökülüp atılamıyor. Zararları açık olduğu halde üstelik. Yani âdemoğlu zararlıdan dahi vazgeçirilemiyor. Damarına işlemiş âdetleri terket(e)miyor.

Diğer yanda ise, elhamdülillah, 'nübüvvet/peygamberlik' diye bir hâdise var. Ne kadar gözümüzü kaparsak kapayalım. Var. Orada, ihtişamla, pek maşaallah, duruyor. Çok kısa bir sürede insanlara yaşattığı büyük değişimlerle, sıçrattığı basamaklarla, "Ben sıradan bir iş değilim!" diye haykırıyor.

Hangi imkanlarla peki? Belki hiçbir. Okuma-yazma bile bilmeden. Hatta zamanının süpergüçlerini, hatta içinde çıktığı kavmi, hatta öz amcasını karşısına alarak. Çoğu zaman aç-açıkta kalarak. Gurbete zorlanarak. Hasırda yatarak. Cihad ederek. 23 mübarek yılını mücadeleler içinde geçirerek. Bazen en sevdiklerini de yitirerek. Böyle birisi (canım ona kurban olsun) 14 asır öncesinde tebliğine başlayıp, bugün 7 kıtada milyarlarca insanın hayatını değiştiren bir dinin sahibi oluyor da, bugünün kudretli başkanı bir sigarayı altedemiyor. Onu geçtim. Bir sonraki seçimde oyunu korumak için ne çabalar gösteriyor. Bazen başaramıyor.

Peygamberliğin binlerce delili şimdilik bir kenara bırakalım arkadaşım. Yalnız bu, birtek bu, evet bu, maşaallah bu, peygamberliğin hak olduğuna 'şakk-ı kamer/ayın yarılması' gibi apaçık bir delil değil mi? Çünkü nihayetinde ayın yarılması da Allah'ın bir kanununu sevdiği birisi için değiştirmesinden, belki de istisnalandırmasından, ibaretti. (Zaten sevgiyi de daha çok 'gözetici istisnalar' üzerinden okumaz mıyız?) O değiştirmeyle sevdiğinin katındaki itibarını kullarına gösterdi. Dininin muvaffakiyeti de, aynı bunun gibi, yine insanlığın kanununda bir değişim sayılmaz mı? "Şakk-ı kamer gibi bir yarılmadır!" denilmez mi? (Yani, arkadaşım, birisi astronominin damak şaklatacağı bir mucize ise, diğeri de sosyolojinin/psikolojinin hayretinden kendini tokatlayacağı bir harikadır.) Sorular böyle. Benim cevabımsa: Evet. Binler kere ‘evet’ hem de. Son sözüm de şu: Allahım bizi de sevgine, hem sevdiğinin sevgisine, hem de şefaatine nail eyle. Âmin.

29 Ekim 2019 Salı

Cuma hutbelerini kim dinliyor?

'Pozitivizm' ile 'mealcilik' arasında hep bir ilgi kurarım. Duyanlar "Nasıl oluyor?" der. Doğrudur. Sürgit olaylar düzleminde aralarında bağ kurmak zordur. Fakat neden-sonuç ilişkilerini olayların elinden alıp düşünüşlerin eline verdiğinizde şöyle bir resim ortaya çıkar: Pozitivizmin 'herşeyi maddede görmekle' düşlediği açıklık mealcilikte de vardır. Yalnız mealcilik aynı açıklığı 'çeviri yapmakta' görür. Hatta çeviri de yetmez. Gün gün sadeleşir mealler. Sürekli safra(!) atılır. Her yeni meal çalışması, istisnalar elbette mevcuttur, bir öncekinden daha sadedir. Basittir. Yalındır. Ancak şu kaçınılmaz netice ıskalanır bu türden çabalarda: Her çeviri bir tür sadeleştirmedir aynı zamanda. Çağrışımların budanmasıdır.

Bir metnin sadeleştirilmesi anlaşılanları/anlaşılabilecekleri de sadeleştirir. Yahut da tam tersi: Metnin sadeleştirilmesi anlaşılabilecekleri, metin sahibinin muradı aksine, çoğaltır. Her şekilde yapılan tahrife dönüşür. Çünkü bir kelimeyi/cümleyi 'anlaşılabileceği anlamlardan etmek' de 'anlaşılmaması gereken anlamlara götürmek' de tahriftir. İşte, biraz da bu haklı kaygılardan dolayı, Kur'an-ı Hakîm'i ideal anlama şekli olarak 'mealcilik' değil, 'tefsir okumak' görülmüştür. Ta ki son asra kadar. Bu yüzyıl bir 'mealler asrı'dır. Neden? Çünkü artık pozitivizmin dalgası buraya kadar gelmiştir. Yaşanan özünde yüzeyin istibdadıdır.

Mürşidimin "Olsa olsa, muvakkat bir cilve-i mânâdan gelen bir intibah-ı muvakkat, o ulema-i sû'u aldatmıştır!" dediği pozitivist bilimadamlarına/aydınlara da teşmil edilebilir. Evet, onlar, sûret/teknik üzerinde bir uyanış yaşamışlar. Bu uyanış onları 'herşeyin aslını bulduklarına' inandırmış. Yahut da öyle olduğunu düşlemek istemişler. Elmayı kabuğunda bilmişler. Yalnız kabuğunu sevmişler. Çünkü ellerine çokça kabuk geçmiş. Kabuk yemekten başları/kalpleri sarhoş olmuş. Evvelden de epey bir açlıkları varmış ya. Bu açlığın hırsı ifrata yol açmış. Hızını alana aşırıya gitmek pek kolaydır. Kolayı seçmişler. Aşırıya gitmişler.

Ağzı şeker-bal yesin. Mürşidim bir de misal veriyor: "Mesela, nasıl ki bir hayvanın veyahut bir meyvenin derisi soyulsa, muvakkat bir zarafet gösterir; fakat az bir zamanda o zarif et ve o güzel meyve, o yabanî ve paslı ve kesif ve ârızî deri altında siyahlanır, taaffün eder. Öyle de, şeâir-i İslâmiyedeki tabirat-ı Nebeviye ve İlâhiye, hayattar ve sevabdar bir cilt, bir deri hükmündedir. Onların soyulmasıyla, maânîdeki bir nuraniyet, muvakkaten çıplak, bir derece görünür. Fakat, ciltten cüdâ olmuş bir meyve gibi, o mübarek mânâların ruhları uçar, zulmetli kalb ve kafalarda beşerî postunu bırakıp gider. Nur uçar, dumanı kalır. Her ne ise..."

'Arapça hutbe' meselesinde de Bediüzzaman'ın duruşunun aynı olduğunu görürsünüz. Hüner herşeyi çevirmekte/sadeleştirmekte değildir. Hüner çağrışımlara da hakk-ı hayat tanınmasıdır. Müsait bir 'kolayca anlaşılmazlık alanı' bırakılmasıdır. İradeye pay ayrılmasıdır. Peki. Tamam. Ben ki ilahiyat okumamış bir cahilim. Bütün bunları şimdi neden yazdım? Koşar adım ona da geleyim arkadaşım: Bugünlerde Diyanet'in hutbelerinde de böyle bir temayülün arttığını görüyorum. Allah sa'ylerini meşkûr kılsın. Katından ecirlerle onları mükafatlandırsın. Gayretlerini arttırsın. Fakat, nasıl demeli, sadeleştirdikçe öldürüyorlar bazı şeyleri.

Eskiden meşhur hatiplerin cuma hutbeleri kaset olarak da alınır dinlenirdi. Şimdi caminin kapısında çıkanları hutbeyi sorsan hatırlayan yok. Yahut pek az. Bence bu dikkat ölümünün ardında aşırı sadeleştirmenin payı var. Yüzeyleşme ruhu öldürüyor. Hutbelere pozitivizm daha fazla dadanmamalı. Herkes herşeyi anlamak zorunda değil ama herkes bir kudsî duygulanış/düşünüş hissetmek zorunda. Evet. 'Arapça hutbe'de direnemeyip bu ruhun büyük parçasını zayi ettik. Yazık oldu. Sadeleştirmeyle daha fazla etmeyelim bari. Direnelim. Biz 'biz' yapan kelimelerin üzerinde direnelim. En azından hutbede direnelim. Âmin.

27 Ekim 2019 Pazar

Kaybedene yarış nasıl rahmet olur?

Okuyanlar hatırlayacaklar. İşaratü'l-İ'caz'da şöyle bir sual vardır: "İnsanlardan büyük bir kısmın şekaveti meydanda iken, yalnız küçük bir kısmın saadeti nasıl nev'in saadetine sebep olur ki, 'Şeriat rahmettir' diyorsunuz? Halbuki, nev'in saadeti, ya bütün efradın veya kısm-ı ekserisinin saadetiyle olabilir?" Yani, dünya imtihanının başlaması, insan türünün çoğunluğunun cehenneme gitmesiyle sonuçlanmaktadır. İslam'ın varlığına/gelişine bu açıdan bakınca nasıl 'rahmet' veya 'saadet' denir? Zira kaybediş de yarışın başlamasıyla ilgilidir. Kaybedişi başlatan öğe nasıl 'rahmet' olur?

Bediüzzaman'ın bu türden şüphelere verdiği cevaplarda şu yön dikkatimi çekmiştir: Hep bütüne bakmayı öğütler. Çünkü ziyan olmuş gibi görünen parçaların tesellisi de bütündedir. Kendisinden aşkınlaşmaktadır. Ne demek bu? Mezkûr sorunun cevabından bir parça alıntıladıktan sonra üzerine düşünmeye devam edelim: "Altına yüz yumurta bırakılan tavuk, o yumurtadan yirmisini civciv çıkarıp seksenini ifsad etse, bu tavuk, yumurta nev'ine hizmet etmiş olur. Çünkü bir civciv bin yumurtanın annesi olabilir. (...) Binaenaleyh, teklif de insanların beşte birini kurtarsa, o beşte birin saadet-i nev'iyeye sebep ve âmil olduğuna kat'iyetle hükmedilebilir." 

Evet. İnsanlık tam da böyle çoğalmalıydı. Bir zincirin halkaları gibi. Hatta, nüfus artışı üzerinden düşünürsek, giderek çoğalan halkalar. Ebeveynlerden oluşan başlangıçlara çocuk sayısı kadar eklenmiş yeni halkalar. İki halkaya bir, iki, üç, dört veya çok daha fazla halka takılmış. Onlar da, yine torun sayısına bağlı olarak, daha fazla halkayla kuşanıyor. Öyle ki, ikiyle başlayan halka, nihayetinde altı-yedi milyara kadar dayanıyor. Zincir her şekilde bir işe yarıyor. Boşa gitme ihtimali yok. Ziyan olmak imkansız. Zayıflar sonralarının varlığıyla anlamlanıyor. Birbirimize eklenmiş olmamız bireyselliğimizde israfımızı engelliyor. Tıpkı mezkûr cevapta söylendiği gibi.

Hop! Hemencecik spot cümleyi patlatıverelim: Müstakil varoluşlar israf olmaya daha yatkındır. Ne demek bu? Misallendirelim: Şimdi ben, aman misal de ne uzağa düştü öyle, öncesiz bir 'ben' olarak varolsaydım. Yani 'atasız bir müstakillikle' varlığa çıkarılsaydım. Üstüne bir de, Allah saklasın, imtihanımın hakkını veremeseydim. Çoluğum çocuğum da yok. Bu varoluşa artık ne denirdi? Allahu'l-a'lem. Zincirsizlikten dolayı o varlıkta bir parça 'boşa gitmişlik' de olurdu. Sorudaki şüpheye benzer bir yara kalırdı. Şimdi öyle bir ihtimal yok. Ebu Cehil de olsanız oğlunuz İkrime olabiliyor.

Zincirin bir yerinde mutlaka işe yarayan birşeyler/bireyler var. Varoluşunun hakkını vermiş fertler tüm nesillerin içinde mevcut. Çünkü zaten nesiller birbirleriyle bağlı. Ağacın, yani insaniyet ağacının, israfı diye birşeyden bahsetmek mümkün değil. Heba olmadı. Zayıf kalan halkalar güçlüler sayesinde kıymet kazandı. Peygamberler en güçlüleriydi. Sonra salihler onları takip ettiler. Yani, arkadaşım, kendi parçamız için hissettiğimiz korkuya büyük bir teselli var burada. Zincire bağlandığımızda, "İman bir intisabdır!" sözünün hakkını verdiğimizde, yekünden ayrıca bir değer kazanıyoruz. Hikmetini eda edememişliğin sıkletinden birazcık kurtuluyoruz. En azından israf olmamış bir bütünlüğe parça oluyoruz. Hem, bigbang mevzuu eğer doğruysa, daha büyük zincirler de var. Varoluşa zincirle çıkmakta böyle bir rahmet ciheti de yok mu?

26 Ekim 2019 Cumartesi

Münafık neden kâfirden daha eşeddir?

Night Hunter filminde Dedektif Marshall'ı kişileştiren Henry Cavill'in 'kendisine neler olduğunu' anlattığı bir sahne var. Kızıyla konuştukları bir kesittir. (İzleyenleri hatırlamıştır.) Kısaca diyor ki orada: "Doğduğunda işler zorlaştı. Herşeyi denedim. Terapiyi bile. Seninle ilgili değil. Geceleri ışıklar kapandığında odayı görürsün değil mi? Peki ya ışığı sürekli açıp kapatırsam? Hiçbirşey göremezsin. Takip ettiklerim karanlıkta yaşıyorlar. Sen gelene kadar görmek çok kolaydı. Çünkü sen ışığımsın."

Mevzuun optiğe bakan yanını anlamak kolay. Karanlıkta kaldığınızda gözünüz, daha doğrusu gözbebeğiniz, genişleyerek ortama adapte olur. Nesneleri az-çok seçmeye başlar. Şekillerini kabaca algılar. Bu nedenle yeniden ortama ışık bastırdığında geçici bir körlük yaşarsınız. Gözbebekleriniz küçülerek maruz kalınan ışığın miktarını azaltır. Makule çeker. Körlüğünüz geçer. Ancak bu karanlık-ışık geçişlerini sıklaştırırsanız, hem körlüğünüz kalıcılaşır, hem de gözleriniz ağrımaya başlar. Çünkü göz böylesi hareketleri sık yapmaya yatkın bir organ değildir.

Mürşidim kısa bir mealiyle "Neredeyse şimşeğin ışığı onları kör edecekti!" buyrulan Bakara sûresinin 20. ayetini tefsirinde ilginç bir noktaya dikkatlerimizi çeker: "Gözün şuaı, eşyanın şekillerini alıp getirirken, gecenin gözü hükmünde olan şimşek, kemal-i sür'atle hücum ederek, gözün elinden o şekilleri alır, götürür. Sanki, zulmeti kaldırmakla eşyayı gösteren şimşek, o bedbahtların eşyayı görmelerine razı olmadığından, onların gözlerinin şuaından o şekilleri alıp götürüyor."

Bu izahı nereden hareketle söyler peki? İşaratü'l-İ'caz aşinaları cevabı bilirler ya fakat bilemeyenler için bir hatırlatma geçelim: Ayette geçen 'yahtafu' kelimesi üzerinden. Çünkü bu kelime 'kaptırmak' manasına gelmektedir. Ben, biraz da yukarıda konuştuklarımızdan hareketle, Bediüzzaman'ın bu tefsirini şöyle anlarım: Bir fırtınanın karanlığında, o karanlığa adapte olan gözler tam manzarayı az-buçuk seçmeye başlayacakken, birden bir şimşek çakar, ışık düzeyi değişir. Gözün adaptasyonu berbat olur. Yeniden kıvamını bulmaya çalışır. Aydınlık normalde 'gördürücü' birşeyken bu anlık hali, yani devamsızlığı, aksine 'körleştirici' olur.

Ancak burada daha başka birşey var. Bu iş göz işi değil. Göz sadece bir temsil. Bakara sûresinde geçen bu tasvirler bize aslında 'münafıkların psikolojisini' anlatıyor. Onların hakikate muhatabiyetlerindeki ikircikli halin onları düşürdüğü şaşkınlık ortaya konuluyor. Hatta Bediüzzaman aynı bahiste diyor: "Kâfirlerin kalbleri gibi münafıkların da kalbleri zulmet ve azap içinde bulunduğuna işarettir. Zira yaptıkları cinayet ve kusurlarından dolayı vicdanları dahi onları tazip etmekten geri kalmıyor. Evet. Bizzat yaptığı cinayetin cezasını gören bir adamın vicdanı müsterih olmaz."

Arkadaşım şimdi buraya kadar konuştuklarımızdan cesaret alarak 'içimizin yasasına' dair şöyle birşey söylesem şaşırır mısın: Mutluluk da bir ziyadır. Yani bir ışıktır. Kalbin gözü, yaşadığı ortamın durumuna göre, ondan bir parça alabilecek şekilde adapte olur. Az-çok birşeyler seçer. Hani Bediüzzaman'ın İslam'dan çıkanın saadet yönünden doğma-büyüme kâfire bile yetişemeyeceğini açıklarken söylediği birşeydir: Kâfirin açık kalmış bazı lâmbaları olabilir. Fakat mürtedin gönlünün bütün ışıkları sönmüştür. Ben onu, işte biraz da bu bahisten hareketle, şöyle anlarım:

İslam'ı kevserinden bir kere tatmış, diline bu bal bir kere dokunmuş, damağı bu lezzetle tanışmış, artık ne kadar ağzını kezzapla çalkalarsa çalkalasın bu tattan kurtulamaz. Hakikate aşina vicdanı ona 'olması gerekenin' sinyallerini verir. Bu sinyaller hiçbir zaman 'kâfircesine bir habersizlik içinde' susturulamayacağı için de, münafık, kâfirin dahi kavuştuğunu sandığı saadetten mahrum edilmiştir. Tıpkı, ertesi gün idam edileceğini bilen bir mahkûmun, bu kem akıbetten haberi olmayan sair mahkûmlar kadar yediklerinden lezzet alamaması gibi. Hatta 'yiyememesi' gibi.

Doğrunun şimşeği sürekli çakarken kalbinin gözü gafletin mutluluğunu görmeyi başaramaz. İsterse en kara şeytanları arıyor olsun. Anlık parlamalar bu kadarcık bir görmeyi dahi elinden almıştır. Gözünden önce kalbinin ellerinden kapmıştır. Evet. "Münafık kâfirden eşeddir." Çünkü gözünün ışığa tahammülü yoktur. Her parıltıyla savaşır. Her nurla kavgalıdır. Çünkü aydınlığa dair herşey onu 'ecnebi dinsizleri gibi' olmaktan alıkoyar. İslam'ın tezahürlerinden bu yüzden rahatsızdır. Yani dışına taşırdığı esasında içinin kavgasıdır. Gözünün ağrısıdır. Allahu'l-a'lem.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...