7 Aralık 2019 Cumartesi

Cansızlık aynılığa yatkındır

Coetzee Yavaş Adam'ında diyor ki: "Fotoğraf çekilen şeyin kendisi değildir. Tablo da resmedilen şeyin kendisi değildir. Ama aynı zamanda ikisi de kopya değildir. Herbiri yeni birşeye dönüşür. Yeni bir gerçeğe. Dünyada yepyeni birşeye. Yeni bir orijinale..." Bu cümleler hakkında düşünürken Bediüzzaman'ın Tabiat Risalesi'nde cevapladığı bir soru geliyor aklıma. Cevabını da paylaşacağım. Ama önceye soru gelmeli: "Eğer desen: Evet, bir kitabı yazan makinenin icadı o kitaptan yüz defa daha müşküldür. Fakat o makine, aynı kitabın birçok nüshalarını yazmasına vasıta olmak cihetiyle, belki bir kolaylık var?"

Cevabınsa, yıldırmamak için seni, sadece ilk cümlesini alacağım: "Nakkaş-ı Ezelî, hadsiz kudretiyle, nihayetsiz cilve-i esmâsını her vakit tazelendirmekle ayrı ayrı şekilde göstermek için, eşyadaki teşahhusları ve hususî simaları öyle bir surette halk etmiştir ki, hiçbir mektub-u Samedânî ve hiçbir kitab-ı Rabbânî, diğer kitapların aynı aynına olamıyor."

Yani Bediüzzaman da Coetzee ile aynı şeyi söylüyor. Elbette daha aşkın bir şekilde. Daha üst bir okumayla. Coetzee, varlığın ayna misal yüzüne bakıp ondaki değişimlerin orijinalliğini görürken sadece, Bediüzzaman işi arkasındaki 'iradeye' kadar taşıyabiliyor. "Yaratılış işi gelişigüzellik işi değildir!" demeye getiriyor. Orijinallikler ancak kasıtlarla inşa edilirler. İki şeyi birbirinden farklı kılmak aynı kalmaktan daha zordur. Ayrı bir çaba gerektirir. Ayrı bir özen ister. Cansızlık aynılığa yatkındır. Kainatın herbir detayına, hatta anlara kadar, dağılmış orijinallikler de arkalarında 1) bütünü gören, 2) farklılık nedir bilen, 3) farklıyı seçebilen bir iradenin varlığından haber verirler. Evet. Yaratıcı iradesiz olamaz. Çünkü ikizler bile birbirine benzemez. Hiçbir yüz büsbütün diğerinin aynı değildir. Aynılık elenmiştir.

Cansızların düzenini makineleşmede görüyoruz. Ve her türden makineleşme bize şunu söylüyor: "Ben şeyleri birbirine benzetmeye yatkınım!" Matbaada basılan kitabın nüshaları birbirine benziyor. Nüanslar oluşuyorsa da bu makinenin kastı değil kusuru. Bazen mürekkep sızıyor. Bazen kağıt sıkışıyor. Bazen başka bir arıza. Ancak bütün bu sorunları giderebildiğiniz yerde elinize geçen 'aynılık' oluyor. Aynen. Fakat, bir saniye, evrendeki düzen böyle değildir.

Evren makinesinin kastı ise sanki değişimdir. Hem de anlar bile birbirini tutmayacak şekilde bir değişimdir. Aynı nehirde iki kez yıkanılmayacak bir süratte bir değişimdir. Bir matbaa düşünün ki her hareket edişinde içinden yeni bir kitap çıkıyor. Öyle de kitaplar ki benzerlikleri sadece kitaplıkları. Detaylarına inildikçe farklı âlemlere dönüşüyorlar. Bir 'tık-tık'ta makinenin ağzından Montaigne'nin Denemeler'i çıkıyor. İkinci 'tık-tık'ta Mevlana kuddissesirruhun Mesnevi'si. Üçüncü 'tık-tık'ta bu defa Yüzüklerin Efendisi tükürüyor. Kalıplar değişmiyor. Makine değişmiyor. İşlem değişmiyor. Sonuçsa hep başkalaşıyor.

Evrimin bir kanun olduğunu iddia edenler herhalde biraz da burada yanılıyorlar. İradenin değişim değişim tecellilerini kainatın her köşesinden okuyorlar. Maşaallah. Okuyacaklar elbette. Okusunlar diye konulmuşlar zaten. Fakat tecelliyi okuduktan sonra varacakları hakikati şaşırıyorlar. Evrenin her halinde hissettirdiği değişimi 'makinenin ahlakının değişim olduğu' üzerine yoruyorlar. Ne demek bu? Açalım. Yukarıdaki misalden devam edersek hatta diyorlar ki: "Matbaanın özelliğidir her 'tık-tık'ta yeni bir kitap basması. Baksanıza. Hep böyle oluyor zaten. Kitaplardan da yeni kitaplar yapmış neden olmasın?"

Hep böyle olduğu doğru. Ama işi matbaanın yaptığı doğru değil. Cansızlar aynılığa yatkındır. Cansızlardan yapılan makineler de öyle. Bunu yapan matbaanın arkasındaki irade sahibi. Hayat sahibi. İlim sahibi. O, anların bile sonsuzluk gibi açılacağı bir çabuklukta, bir ilimle, bir kudretle, her 'Ol!' emri için yeni bir kalıp döşüyor. Orijinallikle yaratıyor. Kader dediğimiz biraz da bu zaten. Kader matbaacının neyi basacağını evvelden bildiğini kabul etmektir. Bilmeyen basamaz. Kur'an da buyurur: "Yaratan bilmez olur mu hiç?"

Ancak şu noktada evrimcilerin bariz ifratı var: Biz matbaacının her defasında yeni bir kitap yarattığını/yaratabileceğini kabul ediyoruz. Amenna. Sıkıntı yok. Fakat kitabın kitaba dönüştürüldüğünü bize kim söylüyor? Mesnevi'nin Denemeler'den gelme zorunluluğu yok ki. Hem daha tuhaf ki. Matbaacının yedi deniz mürekkep olsa yazıp bitiremeyeceği kadar kelamı/ilmi var zaten. Sonsuz kudreti var. Neden Âdem'i temiz bir kağıda, pardon, toprağa basıp yaratamasın? Engelleyen ne? Herşeyin hazinesi yanında olana malzeme kıtlığı mı var? Sizin bu yaptığınıza 'dün kağıtken bugün matbaacıya iş öğretmek' denmez mi ey akıllılar(!).

2 Aralık 2019 Pazartesi

Üslûpta neyi yitirirsek kalbimiz de onu yitiriyor

Blain Brown'un Sinematografi isimli eserini bir dostumun tavsiyesiyle okumuştum. Teknik kısımlarını anladığımı söyleyemem. Ancak teorik kısımları hakikaten öğreticiydi. Mesela şu dediği hep aklımdadır. (Elbette manaca naklediyorum:) "Eğer kuralları değiştirmek istiyorsan öncelikle o kuralların niçin konulduğunu öğrenmelisin." Neden böyle söylüyordu Brown? Çünkü kuralların konuluş hikmetini/faydasını bilmeden yapılacak değişiklikler 'geliştirme' değil 'bozma' olurdu. Sinema gibi yenilikçiliğe meyyal bir meslek kolunda olsanız bile, bir kuralı 'ne işe yaradığını bilmeden' değiştirmeye kalkarsanız, faydadan çok zarar getirirdiniz. Geleneğin üzerinde yükseldiği tecrübeyi anlamaya çalışmak bu nedenle çok önemliydi. Eline her kamera geçiren sinemayı baştan yazamazdı. Yoksa rezil olurdu.

Kon-Tiki de birçok eleştiri yapar bu açıdan modern bilimcilere. Thor Heyerdahl'ın Peru'dan Polinezya kıyılarına bir salla yolcuğulunu anlatan Kon-Tiki, filmindeki maceracılığın aksine, aslında bilimin tecrübeyle gelen bilgiye karşı körleşmesini irdeler. Kitap boyunca Heyerdahl'ın en çok kafayı taktığı konulardan birisi budur. Bilimciler kafalarının içindeki 'olurluk-olmazlık' içinde öyle boğulmuşlardı ki sahada nelerin başarılıp-başarılamayacağını koltuklarından kalkmadan tayin etmeye çalışırlar. Halbuki insanlığın binlerce yıllık tecrübesi de epeyce bir sınanmışlık içermektedir. Kulak verilmesi gerekir. Kendisi kulak verir. Başarır.

Kitaptaki misallerden birisi, yanlış hatırlamıyorsam, kutup bölgesinde seyahat eden kâşifin başına gelenlerdir. Yerlilerin fermuar türünden şeyleri kemikten yapmalarını cahillikten sanan kâşifimiz çadırına döndüğünde kötü bir sürprizle karşılaşır: Metalden yaptığı hiçbirşey açılmamaktır. Hepsi soğuktan kenetlenmiştir. Yolculuğunda büyük sıkıntılar yaşar. Aldığı dersi de Heyerdahl'a 'yerlilerin tecrübelerine önem vermesi için' aktarır.

Buradan şuraya geçmek istiyorum: Bugünlerde de bir kısım ahirzaman zıpçıktıları, başta Efendimiz aleyhissalatuvesselam başta olmak üzere, dinî açıdan büyüğümüz/öncümüz saydığımız herkesin isminin/ünvanının arkasına eklediğimiz hürmet ifadelerini 'aşırılık' olarak görüyorlar. Hatta, soyadında İslam geçen bir nasipsizi, Allah'ı andıktan sonra 'celle celaluhu' demeyi dahi 'araya resmiyet sokmak' olarak tenkid ediyor. Eh, yapacak birşey yok, rahmetli babamın dediği gibi: "Yaşa ki neler göresin!" Biz de ahirzamandan payımıza düşeni yaşadıkça böyle şeyler görüyor, işitiyoruz. Cenab-ı Hak ayaklarımızı istikametten kaydırmasın. Âmin.

İşaratü'l-İ'caz'da Bakara sûresinin 26. ayetinin tefsiri sadedinde söylenilenleri okuyanlar bilirler: Mürşidim 'marifetullahın delillerinden istifade'nin ancak 'taraftarlıkla' mümkün olabileceğini söyler. Yani niyet 'inkâr' değil 'kabul' olmalıdır. "Her kim inâyet-i ezeliye ile rububiyet-i İlâhiyeyi göz önüne getirip Allah cânibinden kudretin azameti altında bakarsa 'baudat/sivrisinek' ve emsaliyle getirilen temsillerin belâgat kanunlarına muvafık ve Cenâb-ı Haktan hak olduğunu tasdik eder. Fakat her kim nefsinin emri altında mümkinatı nazara alarak bakarsa, şüphesiz vehimler onu havalandırır, dalâletin bataklığına atar."

Peki bunu neye dayanarak söylemektedir Bediüzzaman? Elbette ayetin inceliğine. Açmaya çalışalım. Kısa bir mealiyle buyrulmaktadır ki orada: "Şüphesiz Allah (hakkı açıklamak için) sivrisinek ve onun da ötesinde bir varlığı misal getirmekten çekinmez. İman etmişlere gelince, onlar, böyle misallerin Rablerinden gelen hak ve gerçek olduğunu bilirler. Kâfir olanlara gelince: 'Allah böyle misal vermekle ne murat eder?' derler. Allah, onunla birçok kimseyi saptırır, birçoklarını da doğru yola yöneltir. Verdiği misallerle Allah ancak fâsıkları saptırır." İşte, burada ifade edilen 'yaklaşım farkının' mevzua imanla bakıp-bakmamakla ilgili olduğunu izah eder mürşidim eserinde. Hatta ekler: "Allah'ın sun'una, ef'âline, kelâmına, temsilâtına, üslûplarına, inâyet ve rububiyetini mülâhaza etmekle beraber, Allah'ın cânibinden bakmak lâzımdır. Bu bakış da ancak nûr-u imanla olur."

Yıllar sonra telif ettiği 15. Söz'de 'şeytanın bir desisesi' olarak ayrıca analiz ettiği 'bitarafane muhakeme' mevzuunda Bediüzzaman'ın düşünceleri kat'idir: "Ey Şeytan! Bîtarafâne muhakeme, iki taraf ortasında bir vaziyettir. Halbuki hem senin, hem insandaki senin şakirtlerin, dediğiniz bîtarafâne muhakeme ise, taraf-ı muhalifi iltizamdır. Bîtaraflık değildir, muvakkaten bir dinsizliktir. Çünkü Kur'ân'a kelâm-ı beşer diye bakmak ve öyle muhakeme etmek, şıkk-ı muhalifi esas tutmaktır. Bâtılı iltizamdır, bîtarafâne değildir. Belki bâtıla tarafgirliktir..." Yani itikadî meselelerde objektif olmaya çalışmak bir tuzaktır. Kişi ancak kalbindeki imanın taraftarlığıyla okuyabileceği hakikatlerden objektiflik arızasıyla mahrum kalır. Büsbütün yitirmese de bu bakış gözündeki parlaklığın epeycesini giderir.

Buradan da şuraya zıplayalım: Editörlüğüm boyunca birçok akademik metnin yayına hazırlanmasında da görev aldım. Özellikle dinî metinlerde beni en çok rahatsız eden şey, akademisyenlerin, sanki 'ortada bir yerde duruyor gibi' konuşmalarıydı. Bazen öyle ifadelerle karşılaşırdım ki "Bu adam müslüman değil mi yoksa?" diye endişelenirdim. Editörler, elbette ellerinden geldiğince, okur ile yazar arasında bir köprü oldukları için 'okurların kalpleriyle de' metinlere bakmaya çalışırdım. Böylesi metinler karşısındaki endişelerimi açtığımda daha tecrübelilerden durumun alışılmış olduğunu işitirdim: "Akademik metinler böyle olur."

Daha sonraları bu tarz içeriklerin bir tür 'tarafsızlık kaygısıyla' oluşturulduğunu öğrendim. Yani müellifler, metnin sonunda hangi tarafı savunuyor olurlarsa olsunlar, üslûp itibariyle taraf tutmamaya çalışıyorlardı. Bu nedenle bazen 'hazreti'ler, bazen 'aleyhisselam'lar, bazen 'radyallahu anh'lar bile arada kaynıyordu. İslam âlimlerinin metinlerinde tarafsızlığın böylesini hiç görmemiş olan benim gibiler için de elbette bu durum bir parça tuhaf kaçıyordu. Hatta, tuhaf kaçması bir tarafa, ruhsuz/istifadesiz görünüyordu.

Şimdilerde bu konuyu Bediüzzaman'ın yukarıdaki tefsiriyle ilişkilendiriyorum. Evet. Biz, başta Efendimiz aleyhissalatuvesselam olmak üzere, peygamberleri, sahabeyi, tabiin ve tebe-i tabiin büyüklerini, evliyaullahı 'babamızın oğlu gibi' anamıyoruz. Böyle bir tarafsızlık tanımıyoruz. Duyarsak da rahatsız oluyoruz. Çünkü Bakara sûresindeki o sır, o ders, o hikmet, şuurlu-şuursuz damarlarımıza yerleşmiş. Hatta "Peygamberi birbirinizi çağırır gibi çağırmayın!" buyuran Nur sûresinin bir parıltısı da, elhamdülillah, kalbimizi fethetmiş.

Biz, 'taraftarlığımızı gösterir' böylesi ifadeleri nakledeceğimiz delillerin öncesi kılıyoruz ki, ışıltısı dikkatimizden kaçmasın. 'Kim söylemiş'i daha derinden hissedilsin. Hem yüreğimize o kişilerle aramızdaki hiyerarşiyi hatırlatsın, söz ona göre dinlensin/okunsun, hem de içimizdeki objektivite alabileceği kadar yara alsın, durduğumuz yer bununla belli olsun. Çünkü, elhamdülillah, dinî hiçbir konuda arada bir yerde durmuyoruz. Evet. İman araf kaldırmaz. Bunu biliyoruz. O halde, yani içimizde hiçbir araf olmadığı halde, üslûbumuzda neden araf bulunsun? Hasılı: Salavatımız da, selamımız da, duamız da, hürmetimiz de, Nemrud'un ateşine su taşıyan karınca türünden bir taraftarlığımızdır muhterem kârilerim. Yitirmeyelim. Üslûpta neyi yitirirsek kalbimiz de onu yitiriyor. Yaşadıkça görüyoruz.

26 Kasım 2019 Salı

Peygamber kapısını çiçeksiz bırakmak

Farklılık kendisini istisnalarla okutur. Yahut da şöyle demeli: Farklılıklar istikrarlı istisnalardır. Genele göre istisna durmaları mühim değildir. Kendilerini kuşanan bireyde kaide seviyesine çıkmışlardır. Bir sınıf dolusu yeni talebe içinde birisinin birkaç noktaya ahenkle dokunması müzik sınıfındaki bir farklılıktan haber vermez bize. Hoş bir sıradışılıktır o kadar. Bir an şenlenir geçeriz. Ama bu ahengi, yani sınıfın geneline göre istisna duruşunu, devam ettirirse farklı olduğunu anlarız. Ya zaten biliyordur yahut da yeteneklidir. Her şekilde kesinlikle farklıdır.

Genelin müzik konusundaki cehaletini bir kaide olarak görürseniz bu arkadaş size istisna görünür. Ancak birebir ona yöneldiğinizde, eğer eylediği şey onda da bir istisna değilse, sırrı kaideliğe yaklaşır. İstisnaların kaideyi bozmadığı doğrudur. Ancak neyin kaide olduğuna da istikrar karar verir. Bu demde en çok karıştırılan belki de 'genel olmayan' ile 'istisna'nın aynı şey sanılmasıdır. Halbuki birşeyin genel olmaması her zaman onun istisna olduğu anlamına gelmez. Sıradışılık kaide de olabilir. Suyun katılaşırken hacimlenmesi diğer sıvılara göre istisna durabilir. Ancak suyun kendisine sarf-ı nazar edildiğinde bu onun kaidesidir.

Yoldan geçerken çiçek veren birisinin size sevgisi bir kaide midir? Sizden başkalarına da veriyorsa değildir. Size özel bir yöneliş yoktur. Fakat her sabah kapınıza çiçek bırakan birisinin sevgisini bu kadar kolay yabana atamazsınız. Size karşı ortaya koyduğu istisna, yani kapınızı diğer kapılardan ayırışı, onlara yapmadığı birşeyi size yapışı, üstelik bunu bir kere değil her kere yapışı, sevgisinin sairlere göre daha üst bir seviyede olduğunu gösterir. Belki de bu kişi size âşıktır. Yani herhalde âşıktır.

Bazen de yaptığınız hatayı başka kim yapsa çok öfkelenecek birisinin size karşı alttan alması bir istisna olarak görünür. Her defasında böyle yapıyorsa size özel başka türlü hislenişlerin de o kişide varolduğunu gösterir. Nihayetinde özel oluşunuzun bir ifadesi de kaideleşen istisnalara muhatap olmanızdır. İnsan böyle kaide bozar istisnalara muhatap olduğunda daha Ehadî bir tecellinin hayatına dahlolduğunu hisseder. Birey olarak ayrı tutulduğunun ayrımına varır. Kendisi de herhangi birisine böyle bir farkındalık yaşatmak isterse aynısını yapar.

Efendim, "Şimdi bu çocuk gev gev ne geveliyor?" diye soracak olursanız, ki hakkınızdır, oraya geleyim. Mürşidim 'peygamber mucizelerinin hikmeti' sadedinde diyor ki: "Nasıl ki, sen, bir padişahın meclisinde ve daire-i nazarında desen ki: 'Padişah beni filan işe memur etmiş.' Senden o dâvâya bir delil istenilse, padişah 'Evet' dese, nasıl seni tasdik eder. Öyle de, âdetini ve vaziyetini senin iltimasınla değiştirirse, 'Evet' sözünden daha kat'î, daha sağlam, senin davanı tasdik eder." İşte ben de gevelemelerimle bu hakikatin altını kazmaya çalışıyorum.

Peygamberlerin mucizeleri olmalıydı. Çünkü özel olduklarının en açık ifadesi böyle olurdu. İnsanlığın gözleri önünde mazhar oldukları istisnalar, bu istisnaların istikrarı, diğerleri gibi olmadıklarını hepimize gösterdi. Elbette hayatlarının genelinde tıpkı birer insan gibi yaşadılar. Çünkü insanlara imamdılar. Beşerden olmayan beşere rehber olamazdı. Fıtratlarına aşina yollar açamazdı. İrşadlarda bulunamazdı.

Ancak bir de nübüvvetleri itibariyle 'sıradanlıklar içinde kaybolmamaları' gerekiyordu. Herhangibiri değildiler. Herkesleşmemeliydiler. Yani ayrıca sevildiklerine inanabilmemiz için kapılarına her sabah çiçek bırakılmalıydı. Asâlarını attıklarında yılan olmalıydı. Dualarıyla ölüler dirilebilmeliydi. Nur parmakları ayı ikiye yarmalıydı. Evet, arkadaşım, şimdi anlıyor musun mucizeleri inkâr edenlere neden kızıyorum? Doğru. Aynen. Onlar peygamberlerin kapısını çiçeksiz bırakıyorlar. Nübüvvet kapısı çiçeksiz kalırsa ne olur peki? Elbette diğerlerinden ayrılmaz olur. Şaşırırız. Uğramak istediğimizde bulamayız. Herkesleştiririz. Sakın çiçek düşmanlarının da arzusu bu olmasın!

11 Kasım 2019 Pazartesi

Kur'an'ın mucize olduğunu nereden biliyoruz?

"Sanatı belirleyen/arttıran şey nedir?" diye sorduğumda, ama sessizce soruyorum ki 'deli' demesinler, şöyle bir cevap bulurum: 1) Anlam. 2) Bağlar. Evet. Bağlar. Birşeyi sanatlı kılan biraz da bağlarıdır. Bu bağların miktarı arttıkça da o şey sanatlanır. Kitap örneğinden yürüyelim. (Mesleğim ya kan çekiyor.) Herhangi bir edebî ürünün, yani bir bütünün, öncesi-sonrası, girişi-sonucu, önsözü-sonsözü birbirine bağlandıkça; yani parçaları arasında birbirlerine göndermeler, işaretler, çağrıştırmalar, hatırlatmalar, tamamlamalar çoğaldıkça; biz o eserin sanatından daha çok emin oluruz. Farkındalığımız bir ölçü teşkil eder elbette. (Hepsini farkedemeyebiliriz.) Ancak yine de o şeyin diğerlerinden aşkın bir yanı olduğunu hissederiz. Çoğunlukla da bunu bir gizem gibi sezinleriz. Nedensiz büyüleniriz. Sonra onu da buluruz.

Sahneleri, karakterleri, olayları, bölümleri, replikleri arasında önceden sonraya, sonradan önceye bol gönderme olan filmleri/dizileri düşünün mesela. Nasıl da merakla takip ederiz onları. Nasıl da çekirdek çıtlatırız izlerken. Nasıl da tahminlerde/okumalarda bulunuruz. Böylesi bağları arttırabilen senarist/yönetmen gözümüzde daha bir yükselir. Hatta böylesi bağların miktarına göre gözümüzde dehası/çalışkanlığı artar. Bağına göre övgü alır. Bunlar azaldıkça da yapımlara 'basit' damgası vurmaya başlarız. Aynı şey edebî metinler için de geçerlidir. Hatta 'üslûp birliği' dahi böylesi bir bağdır. Metnin her cümlesine kadar sinebilmiş bir bağ. Bir yazar metninde üslûp birlikteliği yakaladığı zaman aynı zamanda 'aynı kaynaktan çıktıklarını hissettirir' bir bağlantı da yakalamıştır. Okur bunu da çok sever. Onaylar. Takdir eder. Üslûp birlikteliği sağlayamayan metinler okurlarını hırpalar.

Ben bu kadarını diyebildim. Ancak biraz tefekkürle siz daha fazlasına ulaşabilirsiniz. Bir kitabın kapağı da kitapla/okurla arasındaki bağa göre değerlenir. Bir grafik çalışmasına baktığınızda işaret ettiği hakikatle arasında kurabildiğiniz bağ sayısınca değer biçersiniz. İnsan duyduğu güzel sözleri bile çağrışımlarının çokluğuyla, elbette yine hakikatle kurduğu bağlarla, parlatıp dimağında bir yere koyar.

Pekala. Buraya kadar herşey anlaşıldı. Şimdi anladıklarımız üzerinden bir de kurgu üretelim. Tutun bakalım hayalgücünüzün ellerinden. Sıkı tutun. Tamam. Başlıyoruz. Öyle bir kitap düşleyelim ki şimdi: Bu kitabın bize anlattığı bir dolu şey var. Saymakla bitiremiyoruz. Ancak dört başlıkta toplayabiliyoruz. Yani kitabın dört ana mesajı var. Diğer mesajlar altkollar gibi şeyler. Okuyup bitirdiğinizde altmesajları da alıyorsunuz elbette. Lakin en çok bu dört mesajı almış oluyorsunuz.

Bitti mi? Bitmedi elbette. Devam ediyoruz: Bu kitabın onlarca da bölümü var. Fakat o da ne? Her bölüm başka başka şeyler anlatmasına rağmen aynı zamanda bu dört mesajı da anlatıyor. Bitti mi? Yok. Yine bitmedi. Bölümlerin her sayfasında da aynı durum mevcut. Yani sayfalar da başka başka şeyler söylemelerine rağmen yine bu dört mesajı anlatıyorlar. "Aaa! Ooo! Vay!" Bitti mi şimdi? Yok. Yine bitmedi. Her cümlesine indiğinizde de aynı durumla karşılaşıyorsunuz. Şaşırdınız değil mi? Yine de bitmiyor ki. Dahası var: Kelimelerinden/harflerinden dahi aynı maksatları çıkarabilenler oluyor.

Yani bu kitabın içinde öyle bir 'bağ düzeneği' var ki metni 'uzay' gibi cümleleri/kelimeleri 'yıldız' gibi. Hem hepsi başka şeyler söylüyorlar hem de hepsi aynı şeylere işaret ediyorlar. Elbette aynı şeylere işaret etmeleri nedeniyle birbirlerine de işaret ediyorlar. Yani bu kitapta, aşinası olduğumuz romanlardaki gibi, parmakla sayılır göndermeler yok. Rakamlara sığmayacak kadar çok sayıda gönderme var. Böyle bir kitap insan aklıyla yazılabilir mi? Doğru. İnsan aklıyla yazılamaz. Ama varlığı da aynı bu şekilde yaratan Allah'ın ilmiyle yazılırsa olur. Elmayı kainatla bağlayan Allah 'elif'i de kitapla bağlayabilir. Elmanın varoluşu evrenle ilgili olduğu gibi o 'elif'in varoluşu da tüm kitapla ilgili olabilir.

İşaratü'l-İ'caz şöyle diyor: "Kur'ân'daki anâsır-ı esasiye ve Kur'ân'ın takip ettiği maksatlar tevhid, nübüvvet, haşir, adalet ile ibadet olmak üzere dörttür. (...) Sual: Şu makasıd-ı erbaa Kur'ân'ın hangi âyetlerinde bulunuyor? el-Cevap: O anâsır-ı erbaa, Kur'ân'ın hey'et-i mecmuasında bulunduğu gibi, Kur'ân'ın sûrelerinde, âyetlerinde, kelâmlarında, hattâ kelimelerinde bile sarahaten veya işareten veya remzen bulunmaktadır. Çünkü, Kur'ân'ın küllü, cüzlerinde göründüğü gibi, cüzleri de, Kur'ân'ın küllüne âyinedir. Bunun içindir ki Kur'ân, 'müşahhas olduğu halde, efrad sahibi olan küllî' gibi tarif edilir."

Bir sual daha geliyor ardından ki bence mevzuun can alıcı yeri de burasıdır. Mürşidim bahsin devamında "'Bismillah' ve 'elhamdülillah' gibi ifadelere kadar bu işaretler/bağlar indirgenebilir mi?" şeklinde gelebilecek muhtemel bir suali de karşısına alıyor ve cevaplıyor. O kısmı yazıyı daha fazla uzatmamak için alıntılamayacağım. Lakin cevabının ne yönde olduğunu tahmin ettiniz: 'Evet.' Neden/nasıl 'Evet' olduğunu merak edenler ilgili bahsi mutlaka gözden geçirmeliler. Orada Bediüzzaman böylesi ifadelerin nasıl katman katman manalar barındırdığını gözler önüne seriyor.

Yeri geldi. Buradan 13. Söz'e de uzanacağım. Diyor ki mürşidim: "Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyanın i'caz derecesindeki kemâl-i nizam ve intizamı ve kitab-ı kâinattaki intizâmât-ı san'atı muntazam üslûplarıyla tefsir ettikleri halde, manzum olmadığının diğer bir sebebi de budur ki: Âyetlerinin herbir necmi, vezin kaydı altına girmeyip ta ekser âyetlere bir nevi merkez olsun ve kardeşi olsun ve mâbeynlerinde mevcut münasebet-i mâneviyeye rabıta olmak için, o daire-i muhîta içindeki âyetlere birer hatt-ı münasebet teşkil etmesidir. Güya, serbest herbir âyetin ekser âyetlere bakar birer gözü, müteveccih birer yüzü var. Kur'ân içinde binler Kur'ân bulunur ki, herbir meşrep sahibine birisini verir. (...) İşte, intizamsızlık içinde kemâl-i intizamı gör, ibret al."

Toparlarsam: Kur'an'ın 'insan işi' olamayacağının en büyük delillerinden birisi de burada saklanıyor bence. Kur'an, öyle bir kitap ki, içinde bağ/gönderme sayısı bir insanın hafsalasının alabileceği gibi değil. İnsan bunu kurgulayamaz. Kaldıramaz. İsterse bir kişi değil ekip olsun. Herbir cümlenin/kelimenin kitabın ana konusuyla ilgili göndermeler içerdiği, fakat aynı zamanda bir dolu da yeni şeyler söylediği, hem de herbir cümlenin kitabın içindeki diğer cümlelerle kendi arasında bağlar sakladığı bir düzen, böylesi muhteşem bir düzen, biz böyle bir kitabı hiçbir insan elinde göremeyiz. Eğer Ahmedliğime güvenmiyorsan editörlüğüme güven. İnsanı aşan birşeyler var bunda arkadaşım.

9 Kasım 2019 Cumartesi

Molla Çağrı Mert Bakırcı Evrim Efendi Hazretlerinin kerametlerini anlatıyor (1): Dağlar nasıl yağ-bal oldu?

Şöyle başlayalım: Memleketim Zara'da 'Tekke' nam mevkide bir türbe vardır. Şeyh Merzuban Hazretlerine aittir. Menkıbeye göre; Alaaddin Keykubat, ilçenin isim babası da olan, Ermeni Beyi Zaro Ağa'ya misafir olur. Misafirliği sırasında 'geceleri bile aydınlık' bir ev olduğunu farkeder. Zaro Ağa'ya bu aydınlığın sebebini sorduğunda, biraz da Şeyh Merzuban Hazretlerine dair duyduğu kıskançlıktan ötürü, der ki: "Efendim, sarhoşların âlem yaptıkları yerdir, rahatsızlık verirler." Sultan, Ağa'nın sözlerinden şüphelenir, sınamak için oraya içki gönderilmesini emreder. Görevlileri karşılayan Şeyh Merzuban Hazretleri onlar daha ağızlarını açmadan cevap verir: "Hediyeleriniz yağ-bal olsun. Kabul edemem. Sultan'a geri götürün." Şaşırırlar. Dönüp Sultan'a olanları aktarırlar. Sultan insanın hasını hamından ayırabilecek bir feraset sahibidir. "Kırın testileri!" diye emreder. Kırıldıklarında görülür ki her testi tam ortasından yarısı 'yağ' yarısı da 'bal' olmuştur.

Efendim, keramettir-menkıbedir, inanırsınız-inanmazsınız, birşey diyemem. Ben buradan başka bir yere geleceğim aslında. 2000 yılında X-Men serisinin ilk filmi piyasaya çıktığında bizi şöyle karşılıyordu: "Mutasyon evrimin anahtarıdır. Onun sayesinde tek hücreli bir organizmadan evrim geçirerek gezegendeki dominant tür olabilmişizdir. Bu süreç yavaştır. Ve normalde binlerce yıl sürebilir. Ama her yüzbin yılda bir evrimde atlamalar olur." Serinin ikinci filmi ise şöyle bir soruyla başlar: "Mutantlar evrimde bir sonraki halka mı?" Elbette X-Men bir kurgu yapım. Ama nihayetinde kenarında bilim de var. Zaten böylesi bilimkurguların gelecek nesilleri 'evrim fikrine alıştırmak' gibi bir misyonu da sözkonusu. Buna daha sonra döneceğiz.

Çağrı Mert Bakırcı, Evrim Ağacı'nda, Sözler Köşkü'nün evrim karşıtı videosuna bir reddiye hazırladı malumunuz. (Değilse bile şimdi haberiniz oldu.) Bu videoyu izlerken dikkatimi en çok çeken şey: Bakırcı'nın 'makro evrim' denilen konuda geri basmaya yatkın olmasıydı. Burada mücadele etmenin, yani X-Men'de ifade edildiği gibi 'türden türe atlama'nın 'epey bir zorlama' olduğunu kabul ediyor gibiydi. Ancak 'mikro evrim' konusunda sebatkârdı. Hatta mikro evrim konusunda sahip olunacak güçlü bir imanın 'makro evrim konusundaki sorulara da cevap verebilir' olduğunu düşünüyordu. Açıklamak için de 'kanyon misalini' kullandı. Peki ne idi bu misal?

Hop, işte, asıl konumuza geldik. (Eğer yanlış anlamışsam Bakırcı beni de bir video çekerek düzeltsin.) Kanyon misalini ben şöyle kafamda toparladım: Türden türe binlerce genin aynı anda değişmesiyle bir atlamanın olduğunu artık iddia edemiyoruz. 2000 yılından bugüne çok şey değişti. Tuhaf kaçıyor. Fakat, yandan yandan, ufaktan ufaktan, azar azar, hatta binlerce yetmezse milyonlarca senede, bir akarsunun dağı oyup iki parça haline getirmesi gibi, türler oluşmuş olabilir diyoruz. Bakırcı'yı eğer yanlış anlamadıysam, lüften yüzünü tokatlamasın, mikro evrimin 'türlerin çeşitliliğini' böyle açıklayabileceğini iddia etti. 'Hoppala!' diye değil ama 'gıdım gıdım' bir evrimin mümkün olabileceğini söyledi. Der efendim der. Kim-ne karışır kişioğlunun imanına? Bense temsildeki bir tuhaflığa takılıp kaldım.

Bakırcı, dilimiz varmıyor ya söylemeye, kendisinin Sözler Köşkü videosu hakkında birkaç kez iddia ettiği gibi, bir 'mantık oyunu' mu yapıyordu? Bu temsilin mikro evrimle türlerin çeşitlenmesini açıklamada 'cerbeze' çevirir bir yanı mı vardı? Tam da bu noktada kafam dumanlandı işte. Çünkü bir akarsunun dağı zamanla ikiye ayırmasında evrimi doğrulayacak hiçbir 'yapısal değişiklik' yoktu. Benzetme başka birşeyi benzetilense apayrı birşeyi söylüyordu. Bu tıpkı (editör olduğum için mesleğimden örnek vereyim) kelimenin anlamına zarar vermeyen 'çekim ekleri'ni misal göstererek anlam değiştiren 'yapım eklerini' anlatmak gibiydi.

Evet. Dağ ortasından bölünüyordu. Ama neticesinde dağ yine dağdı. Tıpkı dilimlenmiş ekmeğin ekmek kalması gibi dağ da dağ kalıyordu. Şöyle bir misal vermeyi deneyeceğim: Bize yukarıdaki menkıbede anlatıldığı gibi şarap dolu bir testi getirildiğini düşünelim. Sonra biz bu şarabın iki eşit parçası arasından, nasıl bir teknolojiyle yapacaksak, su akıtıyoruz. Su akıttıkça üzüm suyu parçalarının arası açılıyor. Birbirlerinden uzaklaşıyorlar. Ancak, araları ne kadar açılırsa açılsın, ister bir parçası kuzey kutbunda diğeri güney kutbunda olsun, 'üzüm suyu olmalarında' bir değişim yaşanmıyor. Yapısal birşey değil bu. Birken iki oluyorlar. Hacimce küçülüyorlar. Belki soğuğa gittikçe donuyorlar. O kadar. Olan başka birşey yok.

Fakat kesinlikle bu parçalardan birisi 'yağa' diğerisi 'bala' dönüşmüyor. Üzüm suyunda meydana gelecek mikro etkilerden hiçbirisi, içine toz kaçması, seyrelmesi, üstüne sinek konması, güneş nedeniyle suyunun uçması vs. bunlardan hiçbirisi onu 'üzüm suyu olmaktan' başka bir noktaya götürmüyor. Belki çürüyor. Bozuluyor. Evet. İçinde varolduğu sisteme tekrar karışmaya çalışıyor. 'Yitirerek' yoluna devam ediyor. Fakat bu etkilerden hiçbirisi onu apayrı bir sistem sahibi yapmıyor. Daha üst bir konuma çıkarmıyor. Üzüm suyu hep öyle yaşıyor. Öyle de ölüyor.

Buradaki safsatayı nazarlarınıza arzedebildim mi bilemiyorum. Aslında Molla Çağrı Mert Bakırcı bizi müridi olduğu Evrim Efendi Hazretlerinin bir kerametine inandırmaya çalışıyor. Bunun, bir testi şarabın, ister bir gecede isterse milyonlarca yılda, yağ ile bala dönüştüğünü söylemekten farkı yok. Ortak bir atadan(!) hangi gerekçeyle kopmaya başlarsak başlayalım, bizi başka şeyler haline getirecek yapısal farklılıklar meydana getiremez hiçbir dış etki, doğada işler böyle yürümez. Dış etkiler dışarıyı değiştirir. İçeriye dokunacak kadar parmağı uzayanlarsa bozar. Su şaraba karışırsa onu seyreltir. Bir noktadan sonra şarap tastamam su olur. Güneşte kalırsın. Esmerleşirsin. Düşersin. Topal kalırsın. Kangren olursun. Kolun kesilir. Tamam. Ama bu türden etkiler seni yapısal olarak farklı birşeye dönüştürmezler.

Herhalde evrimciler paralel evrende biz dünyada yaşamıyoruz. Olanlar da önümüzde gerçekleşiyor. Dağların arasının akarsuyla ayrılması yapısal bir farklılaşma sağlamıyor. Ancak dış görünüşlerini etkiliyor. Eskiden tek bir dağ varsa şimdi yarım dağlarımız var. Kanyonumuz var. Ama her şekilde toprağımız var. Çağrı Mert Bakırcı eğer 'görünen'i gösterip 'görünmeyen'i isbat etmeyi deniyorsa seçtiği temsilin tastamam 'demagoji' olduğunu söyleyebiliriz. Neden? Çünkü evrim aslında bize diyor ki: Bir dağın arasından yıllarca su geçti. Sonra dağın yarısı 'yağ' yarısı da 'bal' oldu. Peki bu bilim midir? Yoksa yeni nesil bir mistizm midir? Bence kanyon misali yerine başta anlattığım kerameti nakletmek daha mantıklı. Kastettiğinin ondan farkı yok.

5 Kasım 2019 Salı

Cumhuriyet kadını 'kadının yüzeyselleşmesi' midir?

Yıllar önce ilahiyatçı bir ağabeyim, kendisi bu yakınlarda 'profesör' de oldu, 'güzel sesin bir ilahiyatçı için imtihan olduğunu' söylemişti. Gerekçesi şuydu: Güzel sesli olan ilahiyatçı genelde, biraz da çevresinin talebiyle elbette, Kur'an-Mevlid-İlahî gibi şeyler okumaya yöneliyor ve ilmî çalışmalara mesaisi azalıyordu. Fakat sesi şuh olmayan ilahiyatçının böyle bir şansı yoktu. O, eğer buna müsait bir istidadı/gayreti de varsa, varlık sahası olarak ilmî çalışmalar yapmayı seçiyordu. Zamanını tastamam ona ayırıyordu. Yani başta eksiklik gibi görünen birşey ilerde artıya dönüşüyordu.

Bir başka ağabeyim de, onun hâlâ akademik hiçbir ünvanı yoktur, Batı'da soyut sanatlara yönelişin fotoğraftan sonra olduğunu söylemişti. Ondan evvel sûretin taklidiyle meşgul olan Batılı sanatkârlar, ilk fotoğraf aşılamaz bir başarı olarak karşılarına dikilince, doğrudanı terkedip dolaylıya yönelmişlerdi. Bunu söyledikten sonra da eklemişti: Sûreti resmetmeye kem bakılması soyut sanatın Batı'dan çok daha önceleri İslam coğrafyasında ortaya çıkmasını sağlamıştı. Bu şüpheli alanda yürümek istemeyen müslüman sanatkârlar varlık sahası olarak dolaylı anlatımı seçmişlerdi. Bu da eserlerini derinleştirmişti. Fikrî yanlarını daha güçlü kılmıştı.

Sonraları kendimce bunun 'tesettür' emriyle de ilgisi olduğunu düşünmeye başladım. Nasıl? Anlatmayı deneyeyim arkadaşım: Cenab-ı Hak, elbette bir hikmeti gereği, cins-i lâtifi erkeğe kıyasla daha güzel yaratmıştı. Bu güzellik tabii ki onlara bağışlanmış bir nimetti fakat aynı zamanda her nimet gibi de bir imtihandı. 12. Söz'de anlatılan temsilî hikayecikte, kitabın mücevherle yazılmış olmasının 'ecnebî feylesof' için yaman bir yanılgıya dönüşmesi gibi, bu yüzeysellik de bir boğulmaya neden olabilirdi. Ne olmuştu peki hikayecikte o feylesofumuza? Yazdıkları Hâkim'i neden kızdırmıştı? Daha önce okumamışlar için kısacık bir alıntı yapalım:

"O hâkim, evvelâ feylesofun eserini aldı. Baktı, gördü ki, o hodpesend ve tabiatperest adam, çok çalışmış, fakat hiç hakikî hikmetini yazmamış, hiçbir mânâsını anlamamış. Belki karıştırmış. Ona karşı hürmetsizlik, belki edepsizlik etmiş. Çünkü, o menba-ı hakaik olan Kur'ân'ı, mânâsız nukuş zannederek mânâ cihetinde kıymetsizlikle tahkir etmiş olduğundan, o hâkim-i hakîm dahi onun eserini başına vurdu, huzurundan çıkardı."

Batı medeniyeti dediğimiz 'deniyet'in özünde saklanan illüzyon da bu aslında. Artık küresel boyutlara varan, yani bulanık rengine bulamadığı neredeyse hiçbir coğrafya kalmamış bu (me)deniyet, bize yüzeyi boyayıp 'derinlik' diye satıyor. Kitabın sayfa sayısından, mürekkebinin türünden, kağıdının kalitesinden, kapağının kalınlığından, kaç nokta bulunduğundan, kaç 'a' harfi geçtiğinden vs. bahsetmeyi kitabı 'anlamak' sayıyor. Böyle de pazarlıyor. Bu nedenle bu (me)deniyetin insanı varlığın hakikatine körleşmede geçmiş her yüzyıldan daha ileride. Fakat aynı zamanda yüzeyin bilgisinden hepsinden fersah fersah üstün. Size birkaç gram demirden/bakırdan dünyanın herhangi bir yerinden diğer bir yerini görebilecek, konuşabilecek, dinleyebilecek cihazlar üretebiliyor. Fakat aynı (me)deniyette gökdelenlerin dibinde insanlar açlıktan ölüyor. İnsan insana ulaşamıyor. İnsan hakikatine varamıyor. İnsan Allah'ını tanıyamıyor. Çünkü marifet derinlik işi. Tek gözlü dehalarıyla salt önlerine bakanların yukarılarını görmesini bekleyemezsin.

Konuyu dağıtıyorum. 'Tesettürü' konuşuyorduk. Evet. Ben, hem erkeğe hem kadına verilmiş bir emir olmakla birlikte, kadında daha bariz okunan 'tesettür emri'nin de bir tür 'yüzeyden uzaklaştırma' olduğunu düşünüyorum. Aynen. Çünkü görüyorum: Tesettür emrinin yıkıldığı yerlerde, elbette istisnaları da vardır, büyük bir 'yüzeyleşme hareketi' başlıyor. Kozmetik ürünler, estetik operasyonlar, güzellik trendleri, moda giysiler, sezonun saç modelleri, makyaj modelleri, cilt bakımı, kilo kontrolü, vs... Birdenbire kadının/erkeğin bütün dünyasını yüzeysellik işgal ediyor. Derinlik kendine zaman/yer bulamaz oluyor. Elbette bu durumun kadına tesirleri daha kem oluyor. Çünkü kadın daha güzel. Güzel olanı 'güzelliğinin' olmayanı da 'olmadığının' farkında. İkisi de keder. Birisi olduğu şeyi arttırmaya diğeri olmadığı şeye ulaşmaya çalışıyor. Buradan delice bir yüzey mesaisi başlıyor. Malumunuzdur, bu iş artık erkekleri bile sardı, sarmaladı, yuttu. Metroseksüellik diye birşey aldı yürüdü. Tesettürün azalması bir noktadan sonra sanki erkekleri de yüzeye çekti.

Yüzeyle meşgul olanlar medyada daha sık görünüyor olabilir. Fakat aslında dünyayı yüzeyini aşanlar değiştiriyor. Derinliğe talip olanların mesaileriyle şekillenmiş bir dünyada yüzeyin saltanatı sürüyor şimdilerde. Hatta son 29 Ekim kutlamalarında Dilek İmamoğlu'nun kazandığı 'tam bir cumhuriyet kadını' payesi aslında bu yüzeyselleşmenin neticesi. Dilek Hanım'a bu payeyi bağışlayanlar, kendisinin ne bilimsel bir keşfini duydular, ne büyük bir başarısının takdirini ettiler, ne de Dilek Hanım'ın derinliğine dair birşey söylediler. Hayır onların ilgilendiği tek şey dekolte derinliği idi. Dilek Hanım'ın kıyafetinin bilmem hangi modacı tarafından yapılmış olması yüzey bezirganlarından alkış almasına yetti. Aynı bezirganların, emekle dolu hayatına rağmen, Semiha Yıldırım Hanımefendi için neler söylediklerini hatırlıyoruz.

Neden ona öyle de buna böyle peki? Cevabım şu arkadaşım: Çünkü tesettür yüzeyciliğe "Dur!" diyor. Hiyerarşisini tanımıyor. Kendi muvaffakiyet hiyerarşisini, değil kadın bedeninden, ama iç güzelliğinden/derinliğinden inşa ediyor. Elbette yüzeyin efendilerinin gözünde iltifat bulamaz. Çünkü yüzey derinliğe katlanamaz.

30 Ekim 2019 Çarşamba

Erdoğan ‘peygamberliğin’ nasıl delili olur?

Erdoğan'ın ilk seçildiği günden beri aleyhinde en çok mücadele verdiği alanlardan birisi sigara alışkanlığı. Bin maşaallah. Allah sa'yini meşkûr kılsın. Razı gelsin. Tastamam destekliyorum. Hatta kendisini en ‘koşulsuz’ desteklediğim hususlardan birisi de burası. Çünkü gencecik sabileri sigara tüttürürken görünce akkora basmış gibi yüreği 'Cıııız!' edenlerdenim. Hissiyatımı daha doğru tarif etmek için o 'c' ile 'z'nin arasını buradan Beylikdüzü'ne kadar 'ı' ile doldurabilirim. Cıııı....z!

'Beylikdüzü' deyip geçmeyin muhterem kârilerim. Evet. Geçemezsiniz de zaten. Beylikdüzü öyle deyip geçilecek bir yer değildir. Kısa mesafe gibi görünse de uzun sürer. Öyle bir trafiği vardır ki, bazen neşeyle evine gitmeye niyetlenip, yolda öfkeyle taşınmaya karar verenler olur. Eh. Elbette onları da anlamak gerekir. Nihayetinde insan akşamları varamadığı bir yuvada oturmak istemez.

Beylikdüzü bahsini hızlı geçip sigaraya geri dönelim. Erdoğan sigarayla her şekilde mücadele etmeye çalışıyor. Sadece diliyle söylediklerini/nasihatlerini toparlasanız epeyce bir zaman eder. Bunun dışında devletin de gücünü buna sarfediyor. (Kolluk kuvvetleri de dahil.) Çeşitli yasalar/yaptırımlar vasıtasıyla kullanım oranını düşürmeye gayret ediyor. Yetmiyor. Gezilerinde rastladığı insanların ceplerindeki sigara paketlerini çekip almaya kadar vardırdı işi. Helal! Elde edilen netice nedir peki? Cüneyt Özdemir'in geçen bir videosunu izledim. Orada konuya dair ilginç birşey söylüyor. Ki ben de katılıyorum. Özeti şudur:

Sigarayla mücadelede, daha ilk yasakları tastamam uygulayamadan, sonuçlarını alamadan, meyvelerini devşiremeden yenilerini koymaktan başka birşey yapamıyoruz. İnsanlar bir şekilde yasakları aşıyorlar. Taşıyorlar. Takmıyorlar. Umursamıyorlar. Veya bizzat uygulatması gerekenler de ihlallere gözyumuyorlar. Önemsemiyorlar. Boşveriyorlar. (Belki bizzat da ihlal ediyorlar.) Ve nihayetinde bir ülkenin başkanı, hem de öyle-böyle değil 18 yıllık güçlü bir başkanı, bütün yaptırım gücüne, karizmasına, hitabet yeteneğine, teşvik gücüne, teşkilat yeteneğine rağmen sigaraya karşı savaşını kazanamıyor. Huyluyu huyundan vazgeçiremiyor.

İşte bu durum beni ister-istemez mürşidimin şu metnine götürüyor: "Bilirsin ki, sigara gibi küçük bir âdeti, küçük bir kavimde, büyük bir hâkim, büyük bir himmetle, ancak daimî kaldırabilir. Halbuki, bak: Bu zat, büyük ve çok âdetleri, hem inatçı, mutaassıp, büyük kavimlerden, zahirî küçük bir kuvvetle, küçük bir himmetle, az bir zamanda ref edip, yerlerine öyle secâyâ-yı âliyeyi—ki dem ve damarlarına karışmış derecede sabit olarak—vaz ve tesbit eyliyor. Bunun gibi daha pek çok harika icraatı yapıyor. İşte, şu Asr-ı Saadeti görmeyenlere, Ceziretü'l-Arabı gözlerine sokuyoruz. Haydi, yüzer feylesofu alsınlar, oraya gitsinler, yüz sene çalışsınlar! O zâtın o zamana nisbeten bir senede yaptığının yüzden birisini acaba yapabilirler mi?"

Sigara misalini daha başka örneklere de taşıyabiliriz. Hatta sadece Türkiye özelinde değil tüm ülkelere/coğrafyalara yayabiliriz. Çünkü her ülkenin az-çok aleyhinde mücadele verdiği kem alışkanlıklar var. Fakat bakıyorsunuz: Modern çağın bütün entelektüel birikimine, tebliğ yeteneklerine, teknik imkanlarına, yaptırım gücüne, merkezîleşmiş devletine, aydınlanmış insanına, okur-yazarlık oranına, basılan kitap sayısına, kolluk kuvvetlerine, hatta üniversite mezunu miktarına rağmen mücadeleler başarıya ulaşamıyor. Muvaffak olunamıyor. Alışkanlıklar sökülüp atılamıyor. Zararları açık olduğu halde üstelik. Yani âdemoğlu zararlıdan dahi vazgeçirilemiyor. Damarına işlemiş âdetleri terket(e)miyor.

Diğer yanda ise, elhamdülillah, 'nübüvvet/peygamberlik' diye bir hâdise var. Ne kadar gözümüzü kaparsak kapayalım. Var. Orada, ihtişamla, pek maşaallah, duruyor. Çok kısa bir sürede insanlara yaşattığı büyük değişimlerle, sıçrattığı basamaklarla, "Ben sıradan bir iş değilim!" diye haykırıyor.

Hangi imkanlarla peki? Belki hiçbir. Okuma-yazma bile bilmeden. Hatta zamanının süpergüçlerini, hatta içinde çıktığı kavmi, hatta öz amcasını karşısına alarak. Çoğu zaman aç-açıkta kalarak. Gurbete zorlanarak. Hasırda yatarak. Cihad ederek. 23 mübarek yılını mücadeleler içinde geçirerek. Bazen en sevdiklerini de yitirerek. Böyle birisi (canım ona kurban olsun) 14 asır öncesinde tebliğine başlayıp, bugün 7 kıtada milyarlarca insanın hayatını değiştiren bir dinin sahibi oluyor da, bugünün kudretli başkanı bir sigarayı altedemiyor. Onu geçtim. Bir sonraki seçimde oyunu korumak için ne çabalar gösteriyor. Bazen başaramıyor.

Peygamberliğin binlerce delili şimdilik bir kenara bırakalım arkadaşım. Yalnız bu, birtek bu, evet bu, maşaallah bu, peygamberliğin hak olduğuna 'şakk-ı kamer/ayın yarılması' gibi apaçık bir delil değil mi? Çünkü nihayetinde ayın yarılması da Allah'ın bir kanununu sevdiği birisi için değiştirmesinden, belki de istisnalandırmasından, ibaretti. (Zaten sevgiyi de daha çok 'gözetici istisnalar' üzerinden okumaz mıyız?) O değiştirmeyle sevdiğinin katındaki itibarını kullarına gösterdi. Dininin muvaffakiyeti de, aynı bunun gibi, yine insanlığın kanununda bir değişim sayılmaz mı? "Şakk-ı kamer gibi bir yarılmadır!" denilmez mi? (Yani, arkadaşım, birisi astronominin damak şaklatacağı bir mucize ise, diğeri de sosyolojinin/psikolojinin hayretinden kendini tokatlayacağı bir harikadır.) Sorular böyle. Benim cevabımsa: Evet. Binler kere ‘evet’ hem de. Son sözüm de şu: Allahım bizi de sevgine, hem sevdiğinin sevgisine, hem de şefaatine nail eyle. Âmin.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...