22 Ocak 2022 Cumartesi

Cihat Kısa dilimizi neden anlamıyor?

Not: Bu bir yazı olarak kaleme alınmadı. Twitter'da meramımı anlatmaya çalışırken iş uzadı. Hacmi genişledi. Bir yazı sûretine büründü. Sûreti hatırına bloga da eklendi. Okuyanların bu gözle kusurumuzu bağışlamalarını dileriz.

Psikoloji-sosyoloji vb. bilimdalları da, tıpkı diğerleri gibi, sekülerleştirme arızalarından beri değildir. Üstelik bu bilimdallarında yorum diğerlerinden de aşkın bir fonksiyona sahiptir. Dini onlarla 'anlamlandırmaya' çalışmak semavî olanı arzîleştirmek sakıncasını doğurur. 'Sakınca' ile neyi kastediyorum? Seküler bilimlerin özelliği yaratıcıyı eşya içinde aramaktır. 'İktiran' zincirlerini 'hilkat' zinciri olarak tanımlamaktır. Sekülerizm herşeyin yaratıcısını yanında arar. 'Eşyadan aşkın yaratıcı' mümkün mertebe kaçtığı bir açıklamadır. 

Elmayı yaratan kimdir? Bunun cevabı İslam'da Allah'tır. Çünkü elmanın yaratılışını ancak bir ilah kaldırır. Ama botanik size bunun 'ağaç' veya 'ağaç-güneş-toprak ittifakı' olduğunu söyler. Cevabının haklılığını da saha verisiyle desteklemeye çalışır. Ağaç ekilirse elma verir. Ağacın ekilirse elmayı vermesi İslam'da yaratılışın kendisini açıklamaya yetmez. Bu 'hilkatin iktiran boyutunun' veya 'esbap dairesindeki tezahürünün' görünüşüdür. Şahitliğimize sığan kısmın 'işleyişi'dir. İşleyiştir. Yaratılış değildir. Yaratmaksa herşeyi kaldırmakla olur. 

Bir elmanın yokluktan çıkışı için gereken ilim-irade-kudret ne kadardır? Bunlar elmada, ağacında, toprağında, güneşte bulunmakta mıdır? İslam buna bakar. Cevabı buradan verir. Evet. Elmanın yokluktan çıkışı ancak bir ilah ilmi-iradesi-kudreti ile mümkündür. Daha azı değil. Ancak bu cevap seküler bilimde yanıttan sayılmaz. Zira işleyişte yardımını görmez. O elmayı garanti şekilde nasıl daha fazla elde edebileceğine bakar. İktiran sürecine dair bulguların dua-i fiilî ile daha sık kabule mazhar olması aklını başından alır. Duayı yaratmak sanrılar. 

Uzatmayayım: Yaratıcıyı sebepler içinde aramak hastalığı aynen onlar kadar psikolojide-sosyolojide de vardır. Bu nedenle bu iki bilimdalını merkeze alıp dini ona tâbi kılan semavî olanı peyderpey arzîleştirir. İlleti Allah olanları yerdeki illetlerle açıklamaya başlar. Şimdi, Cihat Kısa vb. isimlerde yaşadığımız sorunlar da bundan kaynaklanıyor gibi geliyor bana. Ortada mucize bir yaratılış var. İsa aleyhisselamın doğumu. Kısa, İsa aleyhisselama 'standart içi bir çocuk psikolojisi' çizmeye çalışıyor, halbuki Allah onu aşkınlaştırmış. 

'Babasının yoksunluğunu ömrü boyunca hissetmiş bir adam' portresi çiziyor. Kim diyor böyle olduğunu? Vahiy demiyor. Sünnet demiyor. Bunu Cihat Kısa'nın kulağına fısıldayan psikolojinin kalıpları. Batı'da çok filme de konu olan 'babasız büyüyen çocuk yalnızlığı sendromu.' Bir tık ilerisi: Bir çocuk babasız yaratılabilir mi? Cihat Kısa, sonradan reddetse de, dersinde bu kalıbın da aşılmazlığını hissettiriyor. Çözmesi gereken bir sorun var. Meryem annemizin masumiyeti. Şak diye ona da bir şerh düşüyor. "Beni bırakıp bir yerlere gidiyordun." 

Bu adamın görüldüğü kadarıyla dinin her yerinde boğulması kaçınılmaz. Zira, din semavî, bunun kalıpları arzî. Herşeyi arzda, arzın standartlarıyla, açıklamaya mecburiyet hissediyor. Benzer birşeyi mehdi meselesini sosyolojiyi merkeze alarak konuşanlarla da yaşıyoruz. Mehdi nereden çıkmıştır? Diyoruz ki: Hadislerden. Yani: "Kaynağı semavîdir!" diyoruz. Sosyolog bu açıklamayı sistemine oturtamıyor. Başlıyor: "Tarih boyunca her topluluk bir kurtarıcı hayaliyle yaşamıştır!" 

Ne yapıyor? Yaptığı semavî bir meseleyi arzın sebepleriyle açıklamak. Fakat bu açıklamanın da İslam'da bir yeri yok. Neden meleklere inanıyoruz? Neden kadere inanıyoruz? Neden peygamberlere inanıyoruz? Bu gibi soruların cevabı İslam'da "Çünkü tarih boyunca insanlar..." diye başlamaz ki. Yatayda açıklamayız biz. Dikeyde açıklarız. Neyse çok uzadı. Bitireyim: Bu bilimleri ilahiyatlarda, hem de merkezde oldukları bir şekilde, tedris etmek öğrencilerin semavî bakıştan arzî bakışa kaymalarını sonuç veriyor-vermektedir. Sahada yaşanan budur. Nefis de kolaycı. Bu metadoloji içine işledikçe semavînin yolları zor geliyor.

30 Aralık 2021 Perşembe

Münazarat 'Vasiyetnameyi' okudu mu?

Cemil Meriç merhum Umrandan Uygarlığa'daki makalelerinden birisini Tanzimat döneminin meşhur sadrazamlarından Mehmed Emin Âli Paşa'nın (1815-1871) Vasiyetname'sine ayırmış. Eserden epeyce alıntı da yapıyor. Fakat sizi yoracak değilim. Sadede geleyim: Bu alıntılardan bir tanesi ayrıca dikkatimi çekti. Çünkü içeriği tanıdık geldi. Önce alıntıyı nakledeyim. Sonra da benzerliği nereyle kurduğuma değineyim:

"(...) Çeşitli cemaatlerin elde ettiği imtiyazlar 'görevler arasındaki farklılıktan' gelmektedir. Büyük bir mahzur. Müslüman teb'anın başlıca işi devlet hizmetidir. Öteki teb'alar para kazanmakla meşgul. Bu sayede üstün durumdadırlar. Üstelik savaşta ölen de yalnız Müslümanlar. Bu yüzden müslüman ahalinin sayısı gün geçtikçe azalmaktadır. Böyle giderse azınlık haline geleceğiz. Tarih 'mağlupların imtisal ettiği' fetihlerin hikâyeleriyle dolu. On yıl kışlalarda ömür tükettikten sonra köyüne dönen bir erkek ne işe yarar? Müslümanlar da hristiyanlar gibi ziraatle, sanatla, ticaretle uğraşmalı. Tek devamlı sermaye emektir. Kurtuluş çalışmakla mümkündür. Müslümanlar hristiyanların inhisarındaki mesleklere el atmalı. Hristiyanlar da nüfusları nisbetinde devlete asker, subay, memur vermelidirler."

Meriç, Mehmed Emin Âli Paşa'nın vefatının ardından, eserinin el altından dağıtıldığını söylüyor. Az sayıda devlet ricalinin eline geçebilmiş. Çünkü matbaaya verilememiş. O zamanki hükümet vesikanın neşredilmesini uygun görmemiş. Aynı nedenle Sultan Abdülaziz'e de takdim edilememiş. Meriç'se bu Vasiyetname'nin iki nüshasını görmüş. İkisi de Fransızca'ymış. Zaten bu satırları da kendisinin tercümesinden okuyoruz. Bu kısım tamam olduğuna göre şimdi 'tanıdıklık' meselesine değinelim:

Bediüzzaman'ın Münazarat'ını okuyanlar bilirler. Mürşidimin Kürt-Arap aşiretleri arasında dolaşarak meşrutiyeti anlattığı kıymetli bir metindir. Yazım tarihi 1911'dir. Yani 'Eski Said dönemi' eserlerindendir. İşte bu eserdeki kimi cevaplar Mehmed Emin Âli Paşa'nın tesbitlerine büyük benzerlikler göstermektedirler:

"Neslen ve serveten tedennîmize ve gayr-ı müslimlerin terakkîsine sebep askerliğin bizde münhasır olması idi. Zira bundan kaç asır evvel şu devletin nüfus-u İslâmiyesi kırk milyondan fazla idi. Ve şimdilik, içimizdeki o gayr-ı müslimler, o vakitte yalnız beş altı milyon idi. Servet ve ticaret elimizde idi. Hâlbuki biz yirmiye yuvarlandık, fakr bataklığına düştük; onlar, fakrın ayağı altından çıkıp servetin başına binerek, on milyona çıktılar. Bunun en mühim sebebi: Meselâ, senin dört oğlun varsa, askerlik mülâhazasıyla evlenmezler. Şâyet evlenseler, memuriyet ilcâsıyla kedi yavrusu gibi her tarafta gezdirerek, mahsül-ü hayatını zâyi edecektir. Delil istersen Van'a git; bir Ermeni kapısını, bir İslâm dergâhını aç, bak. Göreceksin ki, Ermeni evi on sağlam delil gösterecek, İslâmın evi iki zayıf burhanı nazar-ı ibrete arz edecektir."

 Burada söyledikleri "Gayrimüslimin askerliği nasıl caiz olur?" sualine karşılıktır. İlerisinde "Eskiden İslâmlar zengin onlar fakirdiler. Şimdi her yerde kaziye bilâkistir. Hikmeti nedir?" sorusuna yanıt olarak şunları ifade eder: "Maîşet için tarik-ı tabiî ve meşru ve zîhayat, san'attır, ziraattir, ticarettir. Gayr-ı tabiî ise, memuriyet ve her nev'iyle imarettir. Bence imâreti, ne nâm ile olursa olsun, medâr-ı maişet edenler bir nev'i cerrar ve aceze ve seeledir—fakat hilebaz kısmında... Bence memuriyete veya imarete giren, yalnız hamiyet ve hizmet için girmelidir. Yoksa, yalnız maişet ve menfaat için girse, bir nev'i çingenelik eder. İşte, memuriyet filcümle ve askerlik bilcümle bizde olduğu için, servetimizi israf eline verip neslimizi etrafa saçıp zâyi ettik. Eğer öyle gitseydi, biz de elden giderdik. İşte onların asker olması, zarurete yakın bir maslahat-ı mürseledir. Hem de mecburuz. Mesâlih-i mürsele ise İmam-ı Mâlik mezhebinde bir illet-i şer'iye olabilir."

"Şimdi Ermeniler kaymakam ve vali oluyorlar. Nasıl olur?" merakına da şöyle cevap verir mürşidim: "Saatçi ve makineci ve süpürgeci oldukları gibi. Zira meşrutiyet hâkimiyet-i millettir. Hükûmet hizmetkârdır. Meşrutiyet doğru olursa kaymakam ve vâli 'reis' değiller. Belki ücretli hizmetkârlardır. Gayr-ı müslim reis olamaz fakat hizmetkâr olur. Farz ediniz ki: Memuriyet bir nev'i riyaset ve bir ağalıktır. Gayr-ı müslimlerden üç bin adamı ağalığımıza, riyasetimize şerik ettiğimiz vakitte, millet-i İslâmiyeden aktâr-ı âlemde üç yüz bin adamın riyasetine yol açılıyor. Biri zayi edip bini kazanan, zarar etmez."

Elbette Bediüzzaman'ın Vasiyetname'yi okuyup okumadığına dair elimizde bir kayıt yok. Kat'i birşey söyleyemeyiz. Fakat mümkündür ki bu mevzular o dönemde ulema-aydın sınıfı arasında tartışılıyor olsun.  Belki Mehmed Emin Âli Paşa'nın görüşleri 'meşrutiyetin de argümanları olarak' dillerde dolaşmaktır. Belki bu tarz analizlerin Mehmed Emin Âli Paşa'dan önceye uzanan yanları da vardır. Nihayetinde benzerlik dikkat çekicidir. Ben de dikkatim çekildiği için paylaşmayı arzu ettim. Herşeyin en doğrusunu Allah bilir.

26 Aralık 2021 Pazar

Pirenin derdi Ahmed'i niye gerdi?

Bu meseleyi sıkça gündeminize taşıyorum. Fakat ne yaparsınız? O da benim gündemimi meşgul ediyor. Evet. Bugün 'virüs' mevzuuna dokunacağız. Okuduktan sonra ellerinizi falan yıkamanıza gerek yok ama. Sakın. Zahmet buyurmayın. Zira bizim dokunuşumuzla bulaşan virüs yok. En azından biyolojik olarak olay böyle. Biyolojik olmayan virüslerse bahsimizden hariçtir. Onlara yazımızda yer vermeyeceğiz ki size bulaşsınlar. Ancak yine de dikkatli olun. Ben de hastalığının farkında olmayan bir taşıyıcı çıkabilirim. Ahirzamanda fikri/zikri hastalıksız mü'min bulmak kolay iş değildir. Hele ben nefsimi temize hiç çıkarmam.

Şöyle bir yerden alayım: Virüslerin doğasını biyoloji derslerinde öğrenmiştik ilk. Lisedeydik. O zaman da çok ilginç gelmişti. Hâlen de ilgim sürüyor. Zaten köftehor da bizi hiç rahat bırakmıyor. Sözgelimi: En son golünü 72 millet bir olduk da kalemizden çıkaramadık hâlâ. Covid 19 canım. Nam-ı diğerle Korona. Ondan bahsediyorum. Kulak misafiri olduğum bir esnafın tabiriyle de 'Cavid abi.' Cavid abi esnafın işlerini mahvetti. Sadece esnafın mı? Aslında bütün devletlere bir şok yaşattı. Hiç hesapta olmayan bir fırtınaydı. Salgından üç ay önce kimse böyle bir sürecin dünyanın başından geçebileceğine inanmazdı. Ama geldi. Hatta yatıya da kaldı. İnşaallah geçecek. Kadîr-i Zülcelalin kudretine küçücük bir ayna oldu kendisi hem de. Hak Teala, nasıl Nemrud'u bir sineğe devirtti, koca koca süpergüçleri de bir Cavid abiyle sarstı. Titretti.

Virüslerin enteresan bir özelliği vardır. Meraklıları bilirler. Onlar biyoloji âleminin 'güdümlü füzeleri'dirler. Rızıkları olarak tayin edilmiş tek bir hücre tipolojisiyle ilgilenirler. Başkasını yemezler. Mesela: Hiv virüsü akyuvarlara saldırır. Zaten biyologlar derler ki: Aslında öldüren AIDS değildir. AIDS sadece ortam hazırlar. Bağışıklık sistemini çökertir. Ondan sonra basit bir soğuk algınlığı dahi hastayı defnedebilir. Zira savunmasız kalmıştır. Evet. Hangi virüsün mahiyetine baksanız benzer bir durum görürsünüz. Bu nedenle bilimadamları da peşlerini bırakmıyor. İyi niyetliler de araştırıyor kötü niyetliler de.

İyi niyetliler ondan bir şifa vesilesi bulmayı amaçlıyorlar. Mesela: Yalnız kanserli dokuyu yiyebilecek şekilde virüsleri ayarlabileceklerini umuyorlar. Onlara göre sorunlu hücrelerin genetiğine güdümlenmiş bir virüs pekala bu işi başarabilir. Çalışmalar sürüyor. Belki yakında bununla ilgili müsbet neticeleri görmeye başlayacağız. Allahu'l-a'lem. Lakin kötü niyetlilerin arzusu pek fena. Onlar da virüslerden bir 'suikast silahı' veya bir 'kitle imha aracı' elde etmeyi diliyorlar. (James Bond serisinin son filminde de bu konu işleniyordu.) Kara umutları şu mantıkta saklı: Eğer sadece bir milleti/coğrafyayı etkileyebilecek bir virüs üretebilirsek kurşun atmadan savaşları kazanabiliriz. Yahut da başka hiçkimseye zarar vermeden birisine kolaylıkla suikast düzenleyebiliriz. Virüsü ayarlamamız yeter. Gerisini yerimize hastalık halleder.

Yalnızca Çinlileri öldüren bir virüs düşünün. Yahut da yalnızca Türkleri. Veyahut yalnızca Arapları. Artık böylesi korkular gerçeklikten çok uzakta değil. Genetik olarak karışık olmamak bir bela. Hitler bu çağı görse 'saf Alman ırkı' gayretinden vazgeçerdi zannederim. Çünkü bu teknoloji başarıya ulaşırsa saf ırkları öldürmek daha kolaylaşacak. Konuyla ilgili birçok Hollywood kehaneti izlemişsinizdir zaten. Belki Youtube'da şöyle bir gezinirken de birçok komplo teorisini gördünüz. Son salgınla birlikte tavan yaptılar artık. Ancak ben sizi karanlıkta oyalamayacağım. Şimdi esas konumuza doğru bir sıçrama yapıyoruz:

Bugünlerde Mektubat'ı okurken bir ayete tekrar tekrar rastladım. Dikkatimi istemsiz kendisine celbetti. Ankebut sûresinin 60. ayeti. Kısa bir mealiyle buyruluyor ki orada: "Rızkını yüklenemeyen nice canlılar (dabbe) vardır ki, onları da, sizi de Allah rızıklandırır. O herşeyi işiten, herşeyi bilendir." Elmalılı Hamdi Yazır merhum 'debb' kelimesini izah sadedinde şöyle söyler: "Hafif yürüme 'debelenme' demektir. Hayvanlarda ve çoğunlukla haşerelerde, yani böceklerde, kullanılır. İçkinin vücuda yayılması ve bir çürüklüğün etrafına bulaşması gibi 'hareketi gözle tespit olunamayan şeyler'de de kullanılır." Bediüzzaman merhum da 'dabbetü'l-arz'la ilgili suali yanıtlarken buna yakın bir noktaya gelir:

"Kur'ân'da, gayet mücmel bir işaret ve lisan-ı halinden kısacık bir ifade, bir tekellüm var. Tafsili ise, ben şimdilik, başka mes'eleler gibi kat'î bir kanaatle bilemiyorum. Yalnız bu kadar diyebilirim: 'La ya'lemü'l-gaybe illallah/Gaybı Allah'tan başkası bilmez.' Nasıl ki kavm-i Firavuna çekirge âfâtı ve bit belâsı ve Kâbe tahribine çalışan kavm-i Ebrehe'ye ebâbil kuşları musallat olmuşlar. Öyle de, süfyanın ve deccalların fitneleriyle bilerek, severek isyan ve tuğyana ve Ye'cüc ve Me'cüc'ün anarşistliği ile fesada ve canavarlığa giden ve dinsizliğe, küfür ve küfrana düşen insanların akıllarını başlarına getirmek hikmetiyle arzdan bir hayvan çıkıp musallat olacak, zîr ü zeber edecek. Allahu'l-a'lem, o dâbbe bir nevidir. Çünkü, gayet büyük bir tek şahıs olsa, her yerde herkese yetişmez. Demek dehşetli bir taife-i hayvaniye olacak."

Devamında Sebe sûresinin 14. ayetinden hareketle onu 'ağaç kurdu'na benzetir: "(...) ayetinin işaretiyle o hayvan, dâbbetü'l-arz denilen ağaç kurtlarıdır ki; insanların kemiklerini ağaç gibi kemirecek, insanın cisminde dişinden tırnağına kadar yerleşecek. Mü'minler iman bereketiyle ve sefahet ve su-i istimalâttan tecennübleriyle kurtulmasına işareten, âyet, iman hususunda o hayvanı konuşturmuş." Yaşları müsaitler hatırlayacaktır. AIDS'in çok yayıldığı dönemlerde onun da dabbetü'l-arz olduğuna dair tahminler dile getirilmişti. Çünkü yayılma şekli cidden ahlak ayrımı gözetiyordu. Ekseriya insanların sefihlerine bulaşıyordu. Cinsel sapkınlıkların arttığı toplumlarda/coğrafyalarda çok daha yaygındı.

Veba, İspanyol Gribi, AIDS veya Korona... Bence hepsinin bu kanundan bir hissesi var. Hepsi bu külliyetli hükmün bir parçası. Yani durum 20. Söz'de denildiği gibi: "Kur'an-ı Hakîm'de çok hâdisat-ı cüz'iye vardır ki herbirisinin arkasında bir düstur-u küllî saklanmış ve bir kanun-u umumînin ucu olarak gösteriliyor." Ancak yanısıra birşey daha öğretiliyor bize sanki: Dabbe karşımıza virüs olarak da çıkabilir. Nihayetinde o da bir canlıdır. Hatta canlıların en küçüğüdür. Görünüşte en acizidir. Debelenir. Lakin o acziyetinin içinde muazzam bir güç de saklanmıştır. Saklı olan bu güç de rızkını bulduğunda ortaya çıkar.

Bakınız. Rızık konusuna geri döndük. Dolayısıyla hâlâ Ankebut sûresinin 60. ayetini anlamaya çalışmaktayız. Hatta şaşırmaktayız: Kur'an-ı Hakîm neden böyle bir konuyu mü'minlerin gündemine taşıdı? Sadece dabbenin aczini anlatmak için mi? Elbette hikmetlerden birisi de bu. Ama sadece bu değil. Rızık hususunda da uyarıldığımızı hissediyorum ben o ayete baktığımda. Yahut da bize ikinci birşey öğretiliyor: Açlıkla rızık arasındaki ilişki 'anahtar' ve 'kilit' arasındaki ilişkiye benziyor. Bir 'indirgenemez komplekslik' durumu sözkonusu sanki. Evet. Sözgelimi: Bir virüs kendi rızkını yüklenemiyor. Yani rızkını üretemiyor. Yaratamıyor. Ya ne yapacak peki? Çaresiz kendisi için yaratılmış olanı bekleyecek. İnsanlarda çok etkili olan bir hastalık olabilir. Lakin hayvanlar arasında dolaştığı sürece ölümcül olmuyor. Yahut da hiç etkilemiyor. Bazı hastalıklar da bazı milletleri/kavimleri rahatsız edemiyor. Ama diğer bazı milletlerde büyük kayıplara sebep olabiliyor. (Sömürge döneminde Afrika'da-Amerika'da birçok yerli halk beyazların taşıdığı 'yeni virüsler' sebebiyle ölmüşlerdir. Çünkü bünyeleri bu virüslere karşı beyazlarınki kadar dayanıklı değildir.)

Rızkını yaratamayan virüsün de mutlaka bir rızkı var. Varoluşu kadar kesin bu. Yoksa varolamazdı. 'Anahtar' ve 'kilit' ilişkisi derken bu noktaya dikkat çekmek istiyorum. Uyumun kokusunu almamız gerek. O dabbe başka bir rızkı tüketemiyor. Güdümlü. Onu kendisi de yaratamıyor. Aciz. O halde bir Usta hem onu hem de rızkını yaratmış olmalı. Tıpkı anahtarın kilide uyumu gibi. Kilitle anahtarı yapan Usta aynı olmazsa anahtar kilide uymaz. Çünkü içerisinde onlarca detay vardır. Diş vardır. İş vardır. Kırtiş vardır. Birisi kilidin kalıbına göre anahtarı dökmezse tesadüfen hiçbir demir anahtara dönüşmez. Hiçbir anahtara tesadüfen kilit oluşmaz. Virüsün rızkına ulaşması da böyle değil mi? Ta kaderde alnına yazılmış bir 'adrese teslim' durumu yok mu? Biraz dikkatle bakınca böyle bir durumun sezilebileceğini düşünüyorum arkadaşım.

Oradan yukarıya çıktıkça da hepimiz için benzer bir durumun sözkonusu olduğu kanaatindeyim. Evet. Biz virüs kadar sıkışık durumda değiliz. Çünkü önümüzdeki sofra daha zengin. Daha çeşitli. Daha alternatifli. Fakat nihayetinde bu alternatiflerin bir sınırı var. Bir aralığı var. Bir 'sindirebileceklerimiz dairesi' var. O listenin dışına çıktığımızda bizim da beslenmemiz mümkün değil. Taş yiyerek hayatta kalamayız. Bitkiler gibi ışığı tutamayız. Balıklar gibi sudan oksijen çekemeyiz. Hayvanlarda da durum aynen böyle. Et yiyenler ot yiyemez. Ot yiyenler et yiyemez. Yani biz de esasında 'rızkını taşıyamayanlar' sınıfındayız. Kendimiz yaratamıyoruz. Hâşâ. İçinde varoluyoruz. Etrafımız onlarla sarılı oluyor. Füze güdümlendiğiyle yaratılıyor. Beraber takdir edilmemiş olsak hangimizin gücü bir narı yaratmaya yeterdi?

Neyse. Daha fazla uzatıp seni yormayayım. Meramımı anlamışsındır. Elhasıl: Rızkımıza daha dikkatli bakmamızda fayda var bence arkadaşım. Zira bizde de bir 'anahtar' ve 'kilit' durumu var. Bir tevhidî ayarlanışın kokusu var. Daha da yukarılarda evrenin başından sonuna kurulmuş tıkır tıkır işleyen kocaman bir 'rızık sistemi' var. Ne anahtarın gücü kilidi yaratmaya yetiyor ne de kilidin gücü anahtarı yaratmaya. Ancak ikisi de beraber yaratılmış. İşte, işliyor, arıyor, yiyor, kavuşuyor, seviyor. Beslenme piramidinin en üstündeki pire parazitinin midesini tanzim eden Hak Teala, piramidin en altındaki bitkinin rızıklanması için manzume-i şemsiyeyi de o takdir ediyor. Güneşten başlayan düzen ta pirenin midesine kadar uzanıyor. O yüzden mürşidim diyor: "Pirenin midesini tanzim eden, manzume-i şemsiyeyi de o tanzim etmiştir."

23 Aralık 2021 Perşembe

Matematik ilhamdan anlar mı hiç?

Nilüfer Kuyaş Başka Hayatlar'da diyor ki: 

"Felsefeyi de edebiyat merakım sayesinde keşfettim. Edebiyatı farklı açılardan kuşatmayı öğrendim böylece. Felsefeyle edebiyat arasındaki ilişki özellikle heyecanlandırıyordu beni. (...) Metin nedir? Yaratılma koşullarıyla algılama koşulları nasıl değişir? Felsefe giderek daha çok içine çekiyordu beni. Uzaktan akademik bir hayatın silueti belirmeye başlamıştı. Ama o hayatın bana göre olmadığını çabuk anladım. Akademik dil edebiyat dili kadar geniş nefes alamıyordu."

Bu satırları okuduğumda son cümleye epeyce takıldım: "Akademik dil edebiyat dili kadar geniş nefes alamıyordu." Kalbimde hakikatini doğrulayan bir şahit buldum. Tecrübenin biberi de katıktı içinde birazcık. Şöyle ki: Geçmişte sunum yapmam istenen etkinliklere yazılar gönderdiğim olmuştu. Fakat emeklerim 'akademik üslûpta olmadıkları için' iade ediliyordu hep. Daha insaflılarsa 'düzeltip göndermemi' rica ediyorlardı. Eh. Evet. Anladınız. Ricaları boşa çıkardım. Gönlüm elvermedi. Başlarına bu niyetle her oturuşumda boğazımı sıkıyorlardı sanki. Dağlarda başınabuyruk yürümeye alışmıştım. Akışımı sırrım belirlerdi. Onların bekledikleriyse dümdüz bir cadde üzerinde yürümek gibiydi. Renksizdi. Mucizesizdi. Hayretsizdi. Beceremedim. Becermeyi istemedim. İstemeyi beceremedim. "İncinir düz caddede dağda gezen ayaklar!" demiş ya Faruk Nafız Çamlıbel. Ne güzel söylemiş. Yakalamış saçlarından. Cidden hakverdim.

Bundan fazlası da var arkadaşım. Ne zaman birisi neyi/nasıl yazmam gerektiğini söylese düşmanı olurum. Çocukluğumdan beri böyle. Sanki herşeyi en başından biliyormuşum gibi. Bu aptalca bir yanılgıdır. Elbette hiçbirşeyi en başından biliyor değilim. İçimde sadece bir sezgi var. Yok. Sezgi de denmemeli belki ona. Bir tanıdıklık. Aşinalık. Edebiyattan bana bahşedilen ilk şey başkalarının güzel cümlelerini farketmekti. Onların güzel olduğunu sanki doğuştan biliyordum. Öğrenmiyordum. Tanıyordum. Matematikle gelen birşey değildi bu. Formülü yoktu. Şablonu yoktu. Fiziği, kimyası, biyolojisi yoktu. Düzensizlik gibi görünen bir düzendi. Kaderce bir aşinalıktı. Bütünlenme hissiydi. O cümleleri güzel yapan anahtar neyse bendeki kilide uyuyordu. Kalbim seviniyordu. Tevhide bir delilim de budur sahi. Ben onları tanıyorum. Onlar da beni. Bu ferah anahtarla kilidin ustasının aynı olduğunu gösterir. Başkaları yapsaydı elbette birbirlerine böyle yakışmazlardı. Evet, arkadaşım, altını iyice çiz bu satırın: Uyum tevhidin bir delilidir.

"İntizamsızlık içinde kemâl-i intizam." Mürşidim bu ifadeyi Kur'an'ın 'cahile dağınık gibi görünen' uslûbu için söylüyor bir. Ayetlerin herbirini yıldıza benzetirken 13. Söz'de, Kur'an'ı da, o yıldızlarla bezeli uzaya bakmak gibi resmediyor. Bir de Hakkın evrendeki tasarrufunda çözemediğimiz hikmetlere bakmamız için kullanıyor benzer tâbiri: "İntizamsızlık içinde zahirî nazara görünmeyen bir intizam-ı hakîmâne!" diyor mesela dağlardan yuvarlanıp düşen taşların sırrını anlatmak için 20. Söz'de. Zaten onun tedrisinde Kur'an kainatı okuyor. Kainat Kur'an'ı tefsir ediyor. İnsanlık da hem okuyor hem okutuyor. Yani okunuyor. Nasıl hem okuyor hem de okunuyor? Taaccüb ettiysen Aleyhissalatuvesselamın sünnetine bak sen. Farketmiyor musun? "Yaratan Rabbinin adıyla oku!" emrini alan oydu. Ama aynı adla en okunuşlu olan da yine odur.

Madem 20. Söz'ün kapısını çaldık, durmayalım, buradan şuraya da geçelim: Bediüzzaman orada peygamber mucizelerinin de beşer için 'ufuk açıcı' bir mahiyeti olduğundan bahseder. Yani bugün teknoloji diye övündüğümüz ne varsa aslında bir peygamberin mucizesinden ilhamını almıştır. İnsanlığın ufkuna arzusunu o düşürmüştür. Rüyasını o gördürmüştür. Gemiciler Nuh aleyhisselamın öğrencileridir. Demirciler Davud aleyhisselamın çıraklarıdır. Hekimler İsa aleyhisselamın talebeleridir. Saatçiler Yusuf aleyhisselama teşekkür etmelidirler. Uçak mühendisleri Süleyman aleyhisselamın rüzgârı teshir eden mübarek ellerini öperler. Denizaltılarda da Yunus aleyhisselamın balıkla fırtınalı macerasının hatırası-hissesi vardır.

'Edebiyatın geniş nefesini' bilenler söylenene hayret etmezler. Zira duymuşlardır: Jules Verne henüz keşfedilmemiş çok sayıda teknolojik aygıttan bahseder hikâyelerinde. Bunlardan birçoğu ölümünden sonraki yıllarda başarılmıştır. Einstein'ın çağdaşları da onun matematik-geometri gibi konularda çok zayıf olduğundan yakınırlar. Ancak fiziğin topyekün rengini değiştirebilecek hayalgücü ondadır. (Bunlardan matematikçi David Hilbert hatta şunları söylemiştir bir keresinde: "Göttingen sokaklarındaki herhangi bir çocuk bile kuram için gerekli olan dört boyutlu geometriyi Einstein'dan daha iyi anlar. Buna karşın, çalışmayı sonuca ulaştıran matematikçiler değil, Einstein olmuştur.") Lemeat'ta geçen 'zihindeki meratip' meselesi kavrandığında bu müşkülün düğümü de açılır. Evet. Yolun başı 'tahayyül'dür. Herşey önce bir hayaldir. Sonra 'tasavvur' olur. Sonra 'taakkul'a geçer. Sonra 'tasdik' edilir. İz'an, iltizam, itikad hepsinin ilerisindedir. Demek ki: Hayale düşmemiş olana itikad edilmez. İhtimali içimize 'acaba' ile ilham edilmezse keşfin perdeleri büsbütün çekilidir. Çünkü varlık sahası tanıtılmamıştır.

Kelamullahın insanlık için önemi de buradan parıldıyor arkadaşım. Hatta bir güneş gibi ışıldıyor. Eğer Alîm-i Mutlak olan Allah, yani ki herşeyin bilgisinin sahibi Zat-ı Ehad, o bilginin gölgesinin gölgesini hayalimize düşürmeseydi biz nasıl yürüyeceğimiz yolu seçebilecektik? Nereye basılacağını, hatta basılacağını, nasıl bilecektik? Onun bildirdiğinden başka bilgi mi vardı? Bilmenin başka bir yolu mu olabilirdi? Hayalden öncesinin formülü yok ki elimizde. Bir fikir yokluktan varlığa nasıl çıkıyor bilmiyoruz ki! Meleklerin Âdem aleyhisselamın üstünlüğünü kabul ederken ettikleri dua hepimize ders. Bize açılan yollar üzerinde yürüyoruz hepimiz. Nasıl açıldığını bilmiyoruz. Neyle açıldığını biliyoruz. Bir dilenci uyanıklığıyla açılacağı sezdirilen kapıda bekliyoruz yalnızca. Açılması için de hayale ihtiyacımız var. Duaya ihtiyacımız var. Dilenmeye ihtiyacımız var. Yazmaya ihtiyacımız var. Evet. Çünkü yazmak da bir duadır. İnsana 'kalemle öğreten' Odur. Öyle ya. Kalemi elimize aldığımızda daha önce aklımıza gelmeyen birçok şey misafir olur fikirhanemize. Kelamullahla meşgul olduğumuzda gönlümüze yepyeni evrenler açılır.

Kur'an'ın mucizeliğini buradan da düşün arkadaşım. Yahut da şöyle diyeyim: Bize Kur'an gibi bir mucizenin bahşedilmesindeki hikmeti buradan da okumaya çalış lütfen: Edebiyatın imkanları eğer insanların aklını/kalbini açıyorsa 'belagatı mucize seviyesinde' bir Allah kelamının açtıkları-açacakları kimbilir ne yüksek boyutlarda olabilir-olacaktır. Bize neler katabilir-katacaktır. Neler değiştirebilir-değiştirecektir. Arada sadece bir perde var: Bizim cahilliğimiz. Hatta daha kötüsü: Cehl-i mürekkebimiz. Bilmediğimiz halde bildiğimizi sanmamız. Kibirli inadımız. Bunu aşmamız da Ehl-i Sünnet ulemanın müstakim eserleriyle mümkündür. Bana sakın meallerden bahsetme. İnsan çevirisinin sınırlılığı içinde Allah kelamının genişliği kavranmaz. Çamurdaki parıltı da güneştendir amma Everest'in başındaki müneccim sana onu çok başka anlatacaktır. Neden topraktan olana bakıp duruyorsun? Hünerliysen rasathane ehline talebe olmaya çalış.

12 Aralık 2021 Pazar

Risale-i Nur okumak sadece 'okumak' mıdır?

Atlayanlar bilirler. İp atlamanın sırrı ritmi yakalamaktır. Kenardan izlediğiniz harekete bedeninizle (ve de kalbinizle) uyum sağlamaya çalışırsınız. Ahengi yakaladığınızdan emin olduğunuzda sisteme dahil olursunuz. Tutturmuşsanız gerisi sadece tekrarlamaktır. Bir-iki zıpla. Bir-iki zıpla. Ritim bir tekrardır. Ama ipi tutanlar ritmi değiştirdiğinde dikkat oyuna tekrar dahil olur. Yani 'yeni bir ayarlama' yapar. Dikkatin buradaki fonksiyonu ritim değişikliklerini yakalamaktır. Yeni ahengi keşfetmektir. Ritmin terki dikkatin tekrarıdır. Dikkatin terkiyse ritmin. Yahut da şöyle söylemeli: Ritim tekrar etmezse dikkat tekrar eder.

Bir de bahtımızı radyo misalinde deneyelim: Bir radyonun yakalayabileceği yüzlerce-binlerce frekans vardır. Ve herbir frekans aslında bir ritimdir. Ritmini yakaladığınız yayın duyulur hale gelir. Bu nedenle istasyon değişikliği istediğinizde düğmeyle oynarsınız. Düğme bir tür dikkat timsalidir. Frekanslarsa iplerin ritmi. Doğru frekansı yakaladığınızda yayına dahil olmak kolaydır. Belki biraz da bu sırrı sezdiğimizden anlaşamadıklarımız hakkında 'frekansımız tutmadı' ifadesini kullanırız. Anlatmak istediğimiz o kişiyle aramızdaki ritim farklılığıdır denilebilir. Fıtratımız, kültürümüz, dinimiz, yaşam şeklimiz, hatta herbir seçimimiz ritmimize birşeyler katar/eksiltir. Ortak paydalar çoğaldıkça kalpler birbirine yaklaşır. Bir müslüman "Selamün aleyküm!" dediğinde aynı mütebessim "Aleyküm selam!" duasını duyar dünyanın her yerinde. Bunu da bir 'istasyon kontrolü' sayarsam alınma arkadaşım. Nihayetinde her iletişim frekans kontrolüyle başlar. Sünnet-i seniyyeyse ümmetin ortak dikkatidir.

Ursula K. Le Guin 'Zihinde Bir Dalga'sında yazmayı bu zeminde açıklar. Hatta bir yerinde der ki: "(...) Vizyonlarla falan dopdolu oturuyorum ama bir türlü çıkartamıyorum onları ortaya. Çünkü doğru ritmi yakalayamıyorum. Bak, ritmin ne olduğu son derece derinlikli bir mesele, sözcüklerlerden çok daha derine gidiyor. Bir görüntü, bir duygu, zihinde henüz kendisine uygun sözcükleri yaratmazdan çok önce bir dalga yaratıyor. Yazarken de bu dalgayı yeniden yakalayıp işe koşmak gerekiyor. Görünüşte bunun sözcüklerle en ufak bir alakası yok. Sonra dalga zihinde kıyıya çarpıp kırıldığında kendisine uyacak sözcükleri oluşturuyor." Başka bir yerde ekliyor: "Her romanın karakteristik ritmi vardır. Yazar o ritme kulak vermiş ve uymuş olmasa cümleler aksar. Karakterler kukla olur. Hikâye sahte dururdu. Yazar ritme tutunmuşsa kitabın belli bir güzelliği olur."

Başarısızlık da yine ritimle ilgilidir Le Guin'e göre: "Ben bir yazarın sözcükleri bulmasını engelleyen şeyin çoğu zaman fazla erken ulaşmaya çalışması, acele edip kapmaya çalışması olduğunu düşünüyorum. Dalganın geri gelip kırılmasını beklememesi. Yazar olduğu için yazmak istiyor. Falanı söylemek ya da insanlara filanı anlatmak. (...) Ama dalganın gelip de onu bütün fikirlerin ve kanaatlerin ötesine, yanlış kelimeyi kullanmasının mümkün olmadığı yere, taşımasını beklemiyor." Tıpkı mürşidimin 'vakt-i merhun' ifadesinde kastettiği gibi. Yahut da "Senin üstünden geçen, kalbine gelen ve aklına görünen herbir nuru tenkit parmaklarıyla yoklama ve tereddüt eliyle tenkit etme. Sana ışıklanan bir nuru tutmak için elini uzatma. Belki gaflet esbabından tecerrüd et, onlara müteveccih ol, dur..." bahsinin devamında hava, su, nur temsilleriyle anlattığı gibi.

Fakat ben Le Guin'in söylediklerine ek olarak 'anlamanın da' bir ritim meselesi olduğunu düşünüyorum. Evet. Bir insanı/kitabı anlamak da, tıpkı yazmak gibi, bir ritim meselesidir. Bence Bediüzzaman'ın da "Kâmilîn insanların zevk-i maâlîsini hoşnud eden bir hâlet, çocukça bir hevese, sefihçe bir tabiat sahibine hoş gelmez. Onları eğlendirmez. Bu hikmete binaen, bir zevk-i süflî, sefih, hem nefsî ve şehvânî içinde tam beslenmiş, zevk-i ruhîyi bilmez. Avrupa'dan tereşşuh etmiş şu hazır edebiyat romanvâri nazarla, Kur'ân'da olan letâif-i ulviyet, mezâyâ-yı haşmeti göremez, hem tadamaz. Kendindeki mihengi ona ayar edemez..." derken dikkat çektiği birşeydir bu. Fehmi zorlaştıran ritim farklılaşmasıdır. 10. Söz'ün başında da şöyle özetlenir bu arıza: "Sen, anlaşılıyor ki, bir parça firengî okumuşsun. Bu İslâm yazılarını okuyamıyorsun!"

Hepimiz birşeyler okuyoruz. Birşeyler dinliyoruz. Birşeyler izliyoruz. Çoğusu yabancı kaynaklı bunların. Bu okumalar, dinlemeler, izlemeler elbette ritimlerini bizde inşa ediyorlar. Üzerimizden geçe geçe bayırlarımızı patikalara çeviriyorlar. Bizi yeni dikkatlere sahip kılıyorlar. Alışkanlık ikinci bir fıtrattır. Sunî fıtrattır. İptila fıtratıdır. Bir uyuşturucu müptelası da en az susayan kadar alıştığı şeyi ister. Halbuki suyun ihtiyacı gerçektir. Doğuştandır. Uyuşturucu ihtiyacı sahtedir. Sonradan edinilmiştir. İşte muhatap olduklarımız da ritimlerine alıştırarak bizde bir sunî fıtrat oluşturuyorlar. Elbette ahirzamanın yoğun iletişiminde maruz kaldıklarımız fehmimizi ruh-u Kur'an'dan uzaklaştırıyor. Dili yabancı geliyor. Dikkat çekişleri yabancı geliyor. Uslûbu yabancı geliyor. Mürşidimin "Avrupa'dan tereşşuh etmiş şu hazır edebiyat romanvâri nazarla, Kur'ân'da olan letâif-i ulviyet, mezâyâ-yı haşmeti göremez, hem tadamaz. Kendindeki mihengi ona ayar edemez..." dediği gibi oluyoruz. O kadar senedir gafletle yoğrulduk ki.

İslamî metinlerle ünsiyetimizde de bu tipte problemler yaşanıyor. Başka hiçbir sebep olmasa sıkılmaktan okuyamıyoruz. Sebebi bence yine ritimle ilgili bir mesele. Biz onların frekansına ayarlı değiliz. Çocukluğumuzdan bugüne maruz kaldığımız şeyler o kadar Kur'an'dan uzaktı ki. Onlara o kadar mükerrer muhatap olduk ki. Tekrar fabrika ayarlarımıza dönmek için bize epeyce dikkatli mesai gerek. Benzer birşeyi Risale-i Nur okuyanlar da yaşıyorlar. İlk başladıklarında çok değişik bir üslûp görüyorlar. Çok geçişken. Sadece Arapça-Farsça kelimelerin çokluğundan değil. Cümleleri de uzun. Konu edindiği şeyleri birinden diğerine hızlı geçişlerle anlatıyor. Sebat olan mehrini verirseniz güzeller duvaklarını elbette açıyorlar. Ama bunsuz bir muvaffakiyet dileyenlerin sonuca ulaşması kolay değil. Çünkü yaptığınız şey sadece bir kitabı okumak değil. İçinizdeki ritmi değiştirmek. Peki bu ritmi değiştirdiğinizde ne olacak?

Risale-i Nur'un ritmine alıştığınızda İslamî metinlerin ritimlerini yakalamak da kolaylaşıyor. Dilleri aşina geliyor. Yüzleri tanıdıklaşıyor. Dahası da var: Kur'an'la muhatabiyetinizde de seviye arttırdığınızı hissediyorsunuz. Onun mucize başkalığı uzağınıza düşmüyor artık. İdmanlısınız. Çalıştınız. Aşinası olanların dillerini takip ettiniz. Bu tedris sizi yetiştirdi. Merdivene çıkardı. Yeni ritmi yakaladığınız için hakikate dahil olabilirsiniz. Bütün bu süreç yaşanmadan mı istiyorsunuz herşeyi? O zaman gözlerinizi kapatıp da hızla çevrilen iplere dahil olmaya çalışın bakalım. Ne kadar başarabiliyorsunuz? Çocukken bizde başaran yoktu. O halde çocukluk etmemek lazım. Herşeyin hemen ve de emeksiz olmasını isteyen ancak çocuklardır.

30 Kasım 2021 Salı

Mehmet Özhaseki'nin değil Ali Erbaş'ın yanındayım

Muhammed Said Bilal Hoca, 2018'de İİKV'da verdiği, "İnsan Haklarının Fıkhî Temelleri" seminerinin bir yerinde diyor ki: "Komünizmin yıkılmasıyla kapitalist-liberal anlayış insan hakları yaklaşımlarına tamamen hâkim olmuş durumda. Ve bu kapitalist-liberal anlayışın günümüzde kendisine antitez olarak İslam'ı seçtiğini görüyoruz." İlerleyen kısımda da ekliyor: "Müslüman devletlere-milletlere kendi insan hakları yaklaşımlarını kabul ettirmeye dönük-dönüştürücü bir çalışma var." (Merak edenler için linkini de paylaşayım: https://youtu.be/BTtMPGl21Go) Bu cümlelerle özetlediğim kısımda Muhammed Said Hoca ayrıca İslam coğrafyasında karşılaştığımız kimi sorunların da 'yola gelelim' diye aynı kesimler tarafından 'kurgulandığını' ifade ediyor. Savunmanın zemini olarak da, bazıları şaşıracaktır ama, 'fıkhı' işaret ediyor.

Bunu bir ehl-i sünnet âlimi söylese elbette sosyalmedya lincini çoktan haketmiş(!) olurdu. Hem de sadece solcular tarafından değil İslamcı geçinen kimi isimler tarafından da. Ama Muhammed Said Bilal Hoca eğitimini yurtdışında almış birisi. O nedenle hem solcular hem de yeni nesil İslamcılar için etini dişlemek kolay değil. Zira, onlar için kendi topraklarının değil fakat, Batı'dan gelen seslerin kudsiyeti var. Einstein'ın itibarı İmam-ı Âzam rahmetullahi aleyhten fazla. Ayarlar bu derece şaşmış-şaşırılmış durumda. Şu yüzden Muhammed Said Hoca'nın tesbitlerini ayrıca önemsedim. Onunla sizi yazıma hoşamedî ettim.

"Ayarlar şaşmış!" dedim de aklıma geldi arkadaşlar. Buradan bir sıçrama yapalım. Mehmet Özhaseki'nin Siyasetin Ev Hali programında LGBT'liler hakkında sarfettiği şu cümleleri alıntılayalım: "Madem ki Allah yaratmış, hepsinin başımızın üstünde yeri var. Onu Allah'ın yarattığı bir emanet gibi görmek her kulun vazifesi diye düşünüyorum. Her inançlı insanın işi diye düşünüyorum. Onun dışında tercihlerine sonuna kadar saygı duymaktan başka elimizden birşey gelmez bana göre." 

Özhaseki'ye bu ifadeleri söylettiren neydi? Kalbini Allah bilir. Ben kanaatimi arzedeyim: Ona bu cümleleri söylettiren Muhammed Said Hoca'dan aktardığım 'dönüştürme çalışmalarının' etkisiydi. Evet. Bu 'dönüştürme çalışmaları'  bugünlerde en çok 'fıtrîlik' üzerinden yapılıyor. Daha doğrusu: Liberal endoktrinasyon 'fıtrîlik' üzerinden kendisine İslamî bir argüman (müslümanlar için de geçerli bir argüman) elde ettiğini sanrılıyor. Halbuki bilmiyor: Müslüman için fıtrî olanın tayini vahyin/sünnetin emrine tâbidir. Vahye, sünnete, kısacası 'şeriata' aykırı bir şekilde fıtrîlik olmaz-olamaz. "Onu da Allah öyle yaratmış. Ne yapsın canım. İçinden geleni tutarak mı yaşasın?" denilmez. Zira standart müslüman bilir ki: Sırr-ı imtihan zaten bizzat bunun üzerine dönmektedir. Bediüzzaman'ın tabiriyle 'vücudî görünen ademîlikler' ve 'ademî görünen vücudîlikler' insaniyeti gaybî bir yardıma, Allâmu'l-Guyûb'un vahy u hidayetine, muhtaç eder.

 Hepimizin içinde kötülük işlemeye meyyal yanlar vardır. Fakat Allah 'nehyettiği' için korunmaya çalışırız. (Bunu daha önce irdelediğimden yazının linkini bırakıp kaçmak istiyorum: https://cemaatsiznurcu.blogspot.com/2017/01/ftrat-aksna-brakmak-degildir.html) Yani Özhaseki'nin sandığı gibi yaratılmış herşeye başımızın üstünde yer aramayız. Ya? Cenab-ı Hakkın ona nasıl muamele etmemizi dilediğine bakarız. İblis'i de Allah yaratmıştır ama baştacı edilmez. Firavun da Allah'ın kuludur ama sevilmez. Karun da sonuçta bir mahluktur ama beğenilmez. Zina-hırsızlık da birer dürtüdür ama eylenmez. Tırnak da sakal gibi fıtrattandır ama birisini kesmek diğerini kesmemek sünnettir. Faiz zekattan daha mal arttırıcı görünür ama buyrulan tam aksidir. Zekat emredilir. Faiz reddedilir. Domuz da geyik gibi dağlarda gezer ama yenilmez. Yani ki arkadaşlar: Bir Bektaşî kolaycılığıyla haramlar-helaller aynı torbaya toplanmazlar. En azından beyni bulanmamış normal-istikametli müslüman mevzua böyle yaklaşır.

'Beyni bulanmamış' dedim de yine aklıma birşey geldi. Bir sıçrama daha yapalım. Geçenlerde Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş Hoca'nın "Her çocuk İslam fıtratı üzerine doğar!" hâdisini zikretmesi solcularca linç edilmesini sonuç verdi. Neden? İçerdeki derdi şöyle sezinliyorum: Beyanın nereye gittiğini anlamada solcular daha ferasetliler. Evet. Onlar bu sözden gayet alındılar. Çünkü liberal söylemin İslamlaştırılmasını engelleyecek bir duvara çarptılar. Öyle ya. Kendileri diyorlar: "Doğduğu zaman cinsiyeti dahi belli değildir çocuğun. Sonradan kendisi karar verir. Dünyaya nötr olarak gelir. Erkek olan kadın olmayı, kadın olan erkek olmayı, seçebilir."

Aleyhissalatuvesselam Efendimiz ne diyor peki: "Her çocuk İslam fıtratı üzerine doğar!" Hadi bakalım. Ne yapsın tatlısu solcusu şimdi? Yutamaz da tutamaz da. Düpedüz liberalizme reddiyedir bu. Onca biyo-psikolojik LGBT lansesini boşa çıkaran bir hükümdür. Her çocuk 'İslam fıtratı' üzerine doğuyorsa, bu böyle kabullenilirse, o zaman gayrısı 'sonradan aşılanıyor' demektir. Özhaseki Bey'in dediği gibi "Onu da Allah öyle yaratmış!" durumu yoktur. Çünkü Allah onu İslam fıtratı üzerine yaratmıştır. Ayarları sonradan bozulmuştur. Elbette bu bozulmada ailenin, çevrenin ve medyanın payı büyüktür. Cinsel sapkınlıkları karizmatik hale getirmek, saygı duyulası Allah eseri olarak tasvir etmek, doğallığını savunmak, elbette maneviyatı zayıf çocukları-gençleri imrendirir. Merak ettirir. Çünkü zaten o yaşlar çocukların mütereddit yaşlarıdır. Batı'da cinsiyetini çocukken değiştirip sonra pişman olmuş bir yığın insan vardır. (Bunlarla ilgili bir yapımın linki de şurada: Cinsiyet değişiminin görünmeyen yüzü... https://youtu.be/CbbBxSsWaGE)

Hülasa: Kabul etmek gerekir ki arkadaşlar; Ali Erbaş Hoca'nın linci solcu-seküler kesim için büyük bir 'feraset' barındırıyor; Özhaseki'nin gafıysa adımıza acıklı bir durumu ortaya koyuyor. Evet. Onlar nereden-nereye varmak istediklerinin gayet farkındalar. Bizse neye/kime karşı konuştuğumuzun farkında değiliz. Yoksa Kur'an'da Lut kıssasıyla durumu apaçık ortaya konmuş bir arıza hakkında, hem de AK Parti gibi muhafazakâr bir fırkanın yetkilisi, böyle bir açıklama yapabilir miydi? İnsan Ankara'nın kaybedilmesinin arkasındaki hikmetini böyle vesilelerle teşhis ediyor. Kurt gövdeye girmiş. Fakat, öyle bir girmiş ki, kurdun bile kurtluğundan haberi yok. Hele gövdenin kurttan hiç haberi yok. Ne diyelim? Cenab-ı Hak rüşdümüzü yeniden ilham etsin. Siyasetçilerimize istikamet versin. Çocuklarımızı böylesi tuzaklardan korusun. Âmin.

24 Kasım 2021 Çarşamba

Kadir Mısıroğlu neden "Keşke Yunan galip gelseydi!" dedi?

Kadir Mısıroğlu merhumun çokça suistimal edilen bir cümlesi var: "Keşke Yunan galip gelseydi!" İfadeyle böyle 'bağlamından kopuk' muhatap olmadığınızda, yani konuşmasının önünü-sonunu da dinlediğinizde, ne demek istediğini gayet net anlıyorsunuz. Fakat kemalist-ulusalcı taife 'hakikati ortaya çıkarmaya' değil 'linç etmeye' malzeme aradığı için işin o kısmıyla ilgilenmiyor. "Nihayet cerbeze yapacak bir sermaye elime geçti!" diye yamyam tamtamına başlıyor. Onları geçelim. Enerjimizi israf etmeyelim. Biz hâlâ şifası mümkün olanlara bakalım. Evet. Merhum Mısıroğlu manaca demek istiyor ki orada: Tek Parti döneminde bu ülkenin müslüman kimliğinde öyle tahribatlar yapıldı. Öyle zararlar verildi. Öyle yaralar açıldı ki... Yunan galip gelse bu kadarını yapamazdı. Hem bir işgal gücü olarak yapmaya cesaret edemezdi. Hem de zaten müslüman halkın cihad ateşi mağlubiyetle sönmeyeceği için yine hürriyetini ellerinden kurtarırdı. Böylesine gafil avlanmazdı.

İşte bugünlerde Mustafa Armağan'ın İnsan Yüzlü Şehirler'ini okurken mevzuya mâsadak olabilecek bir bilgiye rastladım. "Hatay'ın Sosyolojisi" başlıklı makalesinde diyor ki Armağan: "Hatay'da harf inkılabı ne zaman olmuştur biliyor musunuz? Türkiye'den tam 10 yıl sonra, yani 1938'de. Şapka inkılabı ise 13 yıl sonra. Sizin anlayacağınız, Türkiye toplumunun 15 yıla yayılan değişim süreci, Hatay'da 1 yıl gibi kısa bir süre içerisinde tekrarlanacaktır. O zamana kadar Fransızlar Hatay'da, ufak tefek değişikliklerle Osmanlı kanunlarını, belki inanmayacaksınız ama Mecelle'yi tatbik ediyorlardı." İnternette bulduğum başka bir söyleşisinde de Armağan, Hatay'a giren birliklerimizin ilk işinin ezanı susturmak olduğunu, halkın da “Yahu Fransızlar varken ezan okunuyordu. Türkler gelince neden susturdular? Hani biz işgalden kurtulmuştuk?” diye tepki gösterdiğini anlatıyor. Yani inkılaplar sonucunda Türkiye'de yaşanan bütün sıkıntılar Türkiye'ye katılınca Hatay'da da yaşanmaya başlıyor.

Ümit Meriç'in kaleme aldığı Babam Cemil Meriç eserinde ise şu satırlarla anlatılıyor Hatay'daki değişim: "Cemil Bey'in bir avantajı vardı. O, Antakya'da, Türkiye'de kemalist devrim sonucunda yaşanan yoksullaşmayı yaşamadı. (...) Türk ordusu Antakya'ya girdikten sonra Asi Nehri'nin üzerinde eski yazı kitaplar uzun zaman yüzmüş. Bir korku dönemi yaşadı Hatay." Hal böyle olunca insan hem Kadir Mısıroğlu'na hak verip hem de Bediüzzaman'ın benzer bir serzenişini hatırlamadan edemiyor:

"Üç sene Rusya'da, esaretimde çektiğim zahmet ve sıkıntıyı, burada bu dostlarım bana üç ayda çektirdiler. Halbuki, Ruslar beni Kürt gönüllü kumandanı suretinde, Kazakları ve esirleri kesen gaddar adam nazarıyla bana baktıkları halde, beni dersten men etmediler. Arkadaşım olan doksan esir zabitlerin kısm-ı ekserisine ders veriyordum. Bir defa Rus kumandanı geldi, dinledi. Türkçe bilmediği için, siyasî ders zannetti, bir defa beni men etti; sonra yine izin verdi. Hem aynı kışlada bir odayı cami yaptık. Ben imamlık yapıyordum. Hiç müdahale etmediler, ihtilâttan men etmediler, beni muhabereden kesmediler.

Halbuki, bu dostlarım, güya vatandaşlarım ve dindaşlarım ve onların menfaat-i imaniyelerine uğraştığım adamlar, hiçbir sebep yokken, siyasetten ve dünyadan alâkamı kestiğimi bilirlerken, üç sene değil, belki beni altı sene sıkıntılı bir esaret altına aldılar, ihtilâttan men ettiler. Vesikam olduğu halde, dersten, hattâ odamda hususî dersimi de men ettiler, muhabereye sed çektiler. Hattâ, vesikam olduğu halde, kendim tamir ettiğim ve dört sene imamlık ettiğim mescidimden beni men ettiler. Şimdi dahi cemaat sevabından beni mahrum etmek için—daimî cemaatim ve âhiret kardeşlerim—mahsus üç adama dahi imamet etmemi kabul etmiyorlar. Hem, istemediğim halde birisi bana iyi dese, bana nezaret eden memur kıskanarak kızıyor, nüfuzunu kırayım diye vicdansızcasına tedbirler yapıyor, âmirlerinden iltifat görmek için beni tâciz ediyor.

İşte, böyle vaziyette bir adam, Cenâb-ı Haktan başka kime müracaat eder? Hâkim, kendi müddei olsa, elbette ona şekvâ edilmez. Gel, sen söyle, bu hale ne diyeceğiz? Sen ne dersen de, ben derim ki: Bu dostlarım içinde çok münafıklar var. Münafık kâfirden eşeddir. Onun için, kâfir Rus'un bana çektirmediğini çektiriyorlar."


Evet. Meselenin düğümlendiği yer burası: "Münafık kâfirden eşeddir!" Ve Kadir Mısıroğlu merhumun söylemek istediği de budur. Yoksa 'Yunan Mandası' veya 'İngiliz Sömürgesi' olmak talebi değildir. Öyle izzetli bir adam zaten böyle bir zilleti rüyasında görmez. Hayaline bile uğratmaz. Ama işte devir öyle bir devir oldu ki, dün Latin alfabesini Türk alfabesi diye yutturan, bugün İzmir'deki yüzer iskeleye Yunan kralı Agamemnon'un ismini veren bir siyasi ekolün temsilcileri, utanmadan Kadir Mısıroğlu gibi kalbi/beyni işgal görmemiş kişileri "İşgal yanlısı!" olmakla yaftalıyorlar. Ne utanıyorlar ne sıkılıyorlar. Ne diyelim? İyi ki ahiret var. Mizanda bu tür manipülasyonlar sökmeyecek. Cerbezeyle zebaniler kandırılamayacak. Hakkın şaşırtılmaz adaletine güvenerek teselli bulalım kardeşlerim.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...