Mürşidim Lemeat'ında diyor ki: "Eşyada olan asvat birer savt-ı vücuttur." Devamında da ekliyor: "Ben de varım derler." Yani ses bir bildirgedir. Her neyden çıkarsa çıksın. Aslında o şeyin bize/herşeye ulaşma çabasıdır. Neden ulaşmaya çalışıyor peki? Çünkü 'kendiliğini' bildirmek istiyor. Allah'ın sanatıyla dolmuş taşmış. Göğsüne bin hikmet konmuş. Halık-ı Kadîr "Ol!" buyurmuş da oldurmuş. Muştu işitmiş çocuk gibi heyecanlanıyor. Depreşiyor. Titreşiyor. Varlık varolduğuna sevinmez mi? Hem de nasıl sevinir. Aklını başından almadan sırrı, haberinin alınmasını arzuluyor, o da.
Nasıl düdüğünden çıkan buhar tencerenin iç basıncını azaltır. Gerilimini düşürür. İnfilak endişesinden uzaklaştırır onu. Şeyler de sanki sesleriyle rahatlıyorlar arkadaşım. Zira 'ifade etmek üzere yaratıldıkları' hakikatin bilgisini böylece paylaşıyorlar. Paylaşmak rahatlatıcıdır. Her kimden-kime olursa olsun. Tencerenden göremezsen pencerenden bilirsin. 'Duyulmak' da 'duymak' kadar ihtiyaçtandır. "Ya ben öleyim mi söylemeyince!" deyu şakıyan Yunus da şunu söylüyor bize. Belki iletkenlik dediğimiz hâdise de bu sırrın fizikteki karşılığından ibarettir. Yani sıcak bile soğurken etrafına 'sıcaklığın nice birşey olduğunu' anlatır. Soğuk bunu öğrenmekle biraz sıcaklanır. Talebeliğini gösterir. Sıcak meramını anlatmak biraz soluklanır. Aslında soğuklanır. Çünkü o da soğuğun talebesidir.
Fakat böyle söylemem garip geldi sana şimdi. O seslerin çoğunu anlamıyorsun çünkü. "Bu nasıl konuşmak?" diye soruyorsun belki. Arkadaşım, derim ki, diller Allah'ın ayetleridir. Hayat bizim hayatımıza, varlık bizim varlığımıza, mekan bizim mekanımıza sınırlı olmadığı gibi lisan da bizim lisanımıza münhasır değildir. Mesela: Sahilde Kürtçe türküler söyleyen birisine rastlamıştım bir vakitler. Dinleyenlerin belki pek azı ne söylendiğini anlıyordu. Ama dert anlatılmış olmuyor muydu yine? Benim-senin anlamayışımız sözü beyandan düşürür müydü? Evet. Ses yine vazifesini yapıyordu. 'Savt-ı vücud' fonksiyonunu görüyordu. Yaratılmış birşeyin muştusunu çevresine taşıyordu. Ancak kulak sahipleri anlamakta, hatta bazen işitmekte de, aciz kalıyorlardı. Dilencinin altın kesesini tutmaktaki acizliği Sultan'ı cömertlikten düşürmez. Gülün kulakları ilk yaratıldığından beri yok. Lakin bülbülün nağmesinden vazgeçtiği nerede görülmüş?
Sonra bir belgeseli hatırladım. Madencilikte ses teknolojilerini kullanmak üzerine yapılan çalışmaları naklediyorlardı. Nasılmış? Mesela: Madencilerin mahsur kaldıkları bölgeyi dışarıya bildirebilmeleri için ses-titreşim sistemleri kurmuşlar. Yani, cihaz nereden çalıştırılırsa, orada yaşayanların olduğu anlaşılacak. Kayalar buna engel olamayacak. Hatta iletkenliğiyle yardım edecek. İkincisi: Yine benzer teknolojilerle yeni madenler zahmetsiz keşfedilebilecekmiş. Toprak yankısından tanınacakmış. Bunu şöyle misallendireyim: Nasıl ki duvarın içine saklanmış birşeyin varlığı tıklanarak anlaşılabiliyor, boşluğu-doluluğu saptanabiliyor, aynen öyle de, kilometrelerce yerin dibinden gelen yankılarla da orada neler olduğu saptanabilecekmiş. Tabiî bunlar şimdilik sadece 'miş.'
Sonra birden aklıma Davud aleyhisselamın mucizeleri geldi arkadaşım. Kur'an'da musırrane ikisi de anılıyordu. 1) Davud aleyhisselam demiri eliyle şekillendirecek kadar mahir-mucizevî bir ustaydı. Demirci ustasıydı. O bilgiyle zırh (ve belki daha nice şey) üretebiliyordu. 2) Dağlar onunla beraber zikrediyordu. İşte, 'dağların onunla beraber zikretmesi' ile 'demircilik' yani dolayısıyla 'madencilik' birbirine ilişince, "Acaba" dedim. "Davud aleyhisselamın bu mucizesiyle farkettirilmek istenen başka şeyler de var mı?"
"Allahu'l-a'lem!" kaydıyla konuşuyorum. Sen de hatırında tutarak dinle lütfen: Ya Davud aleyhisselam da madenleri dağların zikrinden tanıyarak buluyorsa? Yani nasıl ki: Şimdinin mühendisleri arza bir çağrı gönderip, o çağrının yankılanışıyla, mahiyetinin haritasını çözebileceklerini düşünüyorlar, aynen öyle de, Davud aleyhisselam da, bir nebevî mucize ve irşad olarak, dağlara zikrettiriyor. Yani zikrini tekrar ettiriyor. Onlara ses verip karşılığını işitiyor. Belki de tesbihlerinden kendisine lazım olan nesneleri buluyor. Olamaz mı? Yeri-göğü ayakta tutan Allah'a bunu yaratmanın nesi güç gelir?
Mürşidim de 20. Söz'ünde şu mucizeyi aksiseda üzerinden anlatmaya çalışıyor:
"Ayetler delâlet ediyor ki: Cenâb-ı Hak, Hazret-i Dâvud aleyhisselâmın tesbihatına öyle bir kuvvet ve yüksek bir ses ve hoş bir eda vermiştir ki, dağları vecde getirip, birer muazzam fonoğraf misillü ve birer insan gibi, bir serzâkirin ertafında ufkî halka tutup bir daire olarak tesbihat ediyorlardı. Acaba bu mümkün müdür? Hakikat midir? Evet, hakikattir. Mağaralı her dağ, her insanla ve insanın diliyle, papağan gibi konuşabilir. Çünkü, aksisada vasıtasıyla, dağın önünde sen 'Elhamdülillah' de; dağ da aynen senin gibi 'Elhamdülillah' diyecek. Madem bu kabiliyeti Cenâb-ı Hak dağlara ihsan etmiştir. Elbette, o kabiliyet inkişaf ettirilebilir ve o çekirdek sünbüllenir."
Hani anlatılır ya: Lokman aleyhisselama bitkiler 'neye şifa olduklarını' söylerlermiş. Onun mucizesi de böyle birşeymiş. Belki Davud aleyhisselama da dağlar benzerini yapıyorlar. "Benden şu madeni çıkarabilirsin!" diye lisan-ı halleriyle, tesbihlerinin rengiyle, bildiriyorlar. Bunlar bana hep 'olabilir' geliyor. Fakat, yine başa dönelim, en doğrusunu Allah bilir. Biz sadece tefekkür ediyoruz. Hakikate ya isabet ediyor yahut da ıskalıyoruz. Kesin konuşmuyoruz. Konuşamıyoruz. Çünkü daha kendi hakikatimizin sesini bile işitebilmiş değiliz. Ne diyelim arkadaşım? Alîm-i Hakîm bize hidayetinden çokça lütfetsin. Hem o yolları ararken düştüğümüz hataları rahmetiyle affetsin. Âmin.