23 Mart 2012 Cuma

Nasıl bir marifetullah üretmeliyiz?

Yıllar önce bir ağabeyime akademisyenlerin yazım dili hakkında serzenişte bulunmuştum: Tarzlarının çok benzediğini, tamamının aynı kişi tarafından yazılmış gibi bir üsluba sahip olduğunu söylemiştim. O ağabeyim de cahilane sözlerime gülümseyerek akademik bilgide zaten amaçlananın bu olduğunu, insanların ortak bir bilgi aktarım zemini oluşturmak için bunu yaptıklarını ifade etmişti. Hatta anlattıklarını şöyle örneklendirmişti:

“Amerikalı bir uzman Türkiye’deki bir araştırmacının çalışmasını kaynak olarak kullanabilmeli. Türkiye’deki de Amerika’dakini. Başarılmaya çalışılan bu...”

•••

Bilirsiniz, Bediüzzaman pekçok yerde Risalelerin felsefeye diğer ekoller gibi mağlup olmadığını (musırrane) söyler. Hatta tarikat, tasavvuf erbabının ekserisinin geri çekilmek, sönmek zorunda kaldığı bir devirde Nurların galibane mücadele ettiğini ifade eder. Ben bu sözün altında yatan sırrı çok düşünmüşümdür. “Neden o öyle, bu böyle?” diye. Zira gerçekten de, ilim suretine bürünmüş bir dalaletin hücum ettiği bir zamanda insanlar Risale-i Nur’un derslerini sinelerine bastırarak ayakta kalmışlardır.

İşte buraya alıntılamak istediğim mektupta da Bediüzzaman; Risale-i Nur’un bir artısını şöyle ifade ediyor: “Hatta ilm-i mantıkta ‘kaziye-i makbule’ tâbir ettikleri, yani büyük zatların delilsiz sözlerini kabul etmektir; mantıkça yakîn ve kat’iyyeti ifade etmiyor, belki zann-ı galiple kanaat verir. İlm-i mantıkda; burhan-ı yakînî, hüsn-ü zanna ve makbul şahıslara bakmıyor, cerh edilmez delile bakar ki, bütün Risale-i Nur hüccetleri, bu burhan-ı yakinî kısmındandır.”

Emirdağ Lahikası’nda yer alan bu mektup, özünde Risale-i Nur’un bilgi oluşturma ve aktarma tarzını da anlatan şahane bir metin. Yine bu mektupta Bediüzzaman, Risale-i Nur için “bu asrın ha­ki­kat ve tarikat cereyanlarına galebe çalan felsefî dalaletlere galebe ediyor” ifadesini kullanıyor.

Ben şimdi, bu mektubun tamamından hareketle Risale-i Nur öğretisinin keşfettiğim bir özelliğini, girişte anlattıklarımla bağlayarak sizlere sunmaya çalışacağım. Tevfik Allah’tan...

Bildiğiniz gibi dalalet öğretisi, yani bir kısım felsefî ekoller veya akımlar (dış kaynaklı olanları için konuşuyorum) bizden çok daha önce insanlığın ortak dilini geliştirmeye ve bilgi aktarımını bu ortak dil üzerinden gerçekleştirmeyi başaran örgütlenmelere sahiplerdi. Örneğin; materyalizmin veya başka akımların sahip olduğu bilgiler, dünyanın her tarafında genel kabul görmeye müheyya edilmiş; deney/ispat diline sokulmuş metinlerdi. Keza matbaayı da önce onlar kullanmaya başlamış, bugünkü eğitim sistemini de onlar geliştirmişlerdi.

Tabii bu akademik dilden kastım, sadece bugünkü formasyon değil, yukarıda Bediüzzaman’ın ilm-i mantık çerçevesinde kastettiği bürhan-ı yakinî şeklinde sunulan bir ispatlanabilir bilgidir.

Felsefî ekoller Avrupa’nın bizden daha hızlı gelişmesiyle bu ortak dili konuşmaya başlamış ve bu noktada bizi geçmiş idiler. Bu yüzden kendi ürettikleri her argüman, karşı konulmaz bir şekilde İslam coğrafyasına da etki ediyordu. Hatta bazı dindar insanlar Avrupa’yı görür görmez öğrendikleriyle yollarını karıştırıyorlar, döndüklerinde tam bir inkarcı olabiliyorlardı. (Bunun özellikle Osmanlı’nın son döneminde birçok örneği var.) Bu, felsefenin, İslam ulemasını ilzam etme yöntemiydi.

Onların ürettiği bilgi çocukların bile kullanabileceği bir elverişliliğe sahipken (ki buna özellikle dikkat ediyorlardı) bizim marifetullah bilgimiz medreselerde uzun eğitim süzgeçlerinden geçmeye veyahut yukarıdaki alıntıda zikredildiği gibi kaziye-yi makbule türünden kalmaya mahkum oluyordu. İslam coğrafyası bu türden genele hitap eder, her yerde geçer bir enformasyon üretemiyor veya üretse bile bu çok cılız bir ses olarak kalıyordu. Genel kabulü, burhan-ı yakinî (kesin delil) gibi yakalayamıyordu.

İşte bu noktada Bediüzzaman, yeni bir dil geliştirdi veyahut bu dilin öncülerinden oldu. Öyle bir marifetullah ve İslam bilgisi üretti ki, bu bilgi her nereye gitse işlerliği olan, Amerika’da bile sunulsa; “Aslında doğru söylüyor, olabilir” dedirten bir seviyeye erişti. Yani Bediüzzaman, İslam’ın marifetullah eksenini her yerde ve her şartta kabul edilebilir, kullanılabilir ortak dile ulaştırmayı başardı kendi öğretisinde...

Ve bu yüzden aynı silahı kullanan felsefî ekollere karşı mağlup olmadı. Çünkü onlara karşı, onların tarzında bir cevabı vardı. Kanaat-i şahsiyelere bağlı/ibaret olmayan, her yerde geçer burhanlara yaslanıyordu. Belki de bu yüzden müellif-i muhteremi bile “Benim sözlerimi mihenge vurun!” diyebiliyordu, bu cesareti gösterebiliyordu. Taklit yerine tahkiki öneriyordu.

Bu noktadan hareketle Lemaat’ta geçen “Âlim-i mürşid koyun olmalı, kuş olmamalı” sözünü de biraz daha zengin anlamak taraftarıyım. Koyun ve kuş arasındaki fark sadece yavrularına sundukları besinin daha lezzetli olmasından, daha kolay sindirilir olmasından ibaret değildir. Koyunun ürettiği sütü sadece kendi yavrusu değil, herkes kullanabilir. Yani insan da süt içebilir, başka bir hayvan da o sütü içerek hayatta kalabilir. Süt genel kullanıma müsait, hatta çiğ bile içilebilen bir besindir. Ama kuşun yavrusuna verdiği kay, en fazla kendi türü içinde faydalı olacak bir gıda çeşididir. Bu yönüyle kuş ve koyun örneklemesinin Nur talebelerinin ürettiği marifetullah bilgisinin hedef kitlesini tasavvur etme anlamında önemli olduğunu düşünüyorum.

Bu noktadan hareketle kendi içimizde de bir eleştiri geliştirmeliyiz. Derslerimizde, seminerlerimizde veyahut yazdıklarımızda nasıl bir bilgi üretiyoruz? Her yerde geçer, her yerde kullanılabilir bir bilgi mi? Yoksa sadece kendi aramızda, Nur talebeleri arasında kullanılabilir bir bilgi mi? Acaba Bediüzzaman’ın hedeflediği eksende kalabiliyor muyuz?

Mesela benim çoğu derste gördüğüm “hatıralar” üzerine kurgulanmış bir ders üslubu var ki, bence Bediüzzaman’ın yukarıda kastettiği burhan-ı yakinî kısmına hiç girmiyor. Hatta bence eleştirdiği “kaziye-yi makbule” sınıfından şeyler anlatılıyor kimi ortamlarda. Böylesi bir bilgi üretim ve ders tarzının Nur öğretisinin hedef kitlesini genişletmek yerine daraltacağı açıktır. Zira orada kullanılan bilgi herkesin sahip olduğu veya kabul edebileceği bir bilgi değildir. Ancak o ağabeyleri tanıyanların ve “kanaat-i kalbiyeleri” olanların kabul edebileceği bir öğretimdir.

Bu yönüyle Nur talebelerinin de kendi içinde bir eleştiri üreterek bilgi eksenlerini ortak dile yaklaştırmaları gerektiğini düşünüyorum. Müellif-i muhterem bile Mucizat-ı Ahmediye Risalesi’nin sonunda kale-kıle (dedi-denildi) usulüyle gitmenin meşrebine pek uygun olmadığını söylerken, bizim hale bu usulle ders yapmamız pek de uygun değildir. Bize dünyanın kabul edebileceği bir zeminde marifetullah bilgisi üretmek düşüyor. Tıpkı Bediüzzaman gibi... Felsefeye mağlub olmayacak bilgi o. Kanaat-i kalbiyeler o meydanda çok dayanamaz.

13 Mart 2012 Salı

Are you ready mehdi?

Adnan Oktar Hoca üzerine birşey yazmam çok gerekli mi? Değil elbette... Hele bu blogta. Yani zaten genelde onu görmezden gelmeye çalıştığımız için benim de görmezden gelmeye çalışmam mantıklı olabilirdi. Fakat yapamadım. Günlerdir, hatta aylardır internette izlenme rekorları kıran(!) danslı, coşkulu videoları; o videolardaki kızlar hakkında ilginç, orijinal iltifatları ve hakkında konuşulanlar en nihayet beni bu yazıyı yazmaya sevk etti. Doğru yaptığımı hâlâ iddia etmiyorum. Ama nihayetinde hiçkimsenin yazmadığı, belki yazmaktan çekindiği bir konuda bir iki cümle kelam etmek de gerekli. Yoksa insanlar sükûtunuzu ikrardan sanıyorlar, aldanıyorlar...

Tamam, ekolü ve ekolünün esasları kendine ait birşeydir. Hatta bu noktada kendince Risale-i Nurlardan istifade de edebilir, birşey demiyorum. Ama şu mehdiyet meselesi ki, yani bu noktada Adnan Oktar beni çok güldürüyor. Sahiden güldürüyor.

Ne bileyim? Kafamızdaki mehdi şablonuna hiç oturmadığını fark etmiyor mu acaba? Mesela ben kendi adıma konuşayım; küfürlü disko şarkılarında bile dans eden, şarkının sözlerindeki çirkin manayı ise yanındaki kızların (Allah onlardan razı olsun, mehdiyi rezil olmaktan kurtardılar) uyarmasıyla ancak fark eden bir mehdiyi önümde, alem-i İslam’ın başında görmek istemiyorum. (Öyle ya, böyle bir mehdi alem-i İslam’ı cennetimsi zamanlara değil, en fazla diskoya götürebilir.)

İyi, peki... Hepten reddetmeyelim. Elbette kendisinin de hizmetleri olmuştur. Belki insanların hidayetine de vesile olmuştur. Ama bu, bu kadardır yani... Bizden daha fazlasını beklemesin, zira kaldırabilecek gibi durmuyor. Kendisine de yük etmesin, bizi de boş boş düşündürmesin.

Bir de şuna bitiyorum, çevresindekiler dönüp dönüp meseleyi Bediüzzaman’ın “bir asır sonra gelecek” ifadesini içeren metinlere getiriyorlar. Oradan pişirip pişirip benim gibi farklı düşünenlerin önüne servis ediyorlar, vurmaya gayret ediyorlar. Videolar falan yapıyorlar...

Yahu bir asır sonra birisi gelecek bile olsa (ki kendi adıma ben kimseyi beklemiyorum) bu Adnan Oktar olabilir mi? Yani eğer bir asır sonra gelecek olan 21. yüzyılın en büyük talk showcusu falan olsa, Adnan Oktar elbette olabilir. Hatta bu zamana kadar neden o kızlarla birlikte büyük bir kanala transfer olmadı, onu da anlayabilmiş değilim. Pekala bu yaz Star’a, Kanal D’ye falan geçebilir. Ki bu başarıyı bence hakediyor. Bugün bir insan Hayrettin’in, Okan Bayülgen’in geyiği haline gelebiliyorsa bence o büyük kanallarda tutunabilir kardeşlerim. Küçük görmeyelim.

O bu değil de bu kızların cazibesiyle kendi cemaatini terk edip onun tarafına geçmek isteyen gençlerle karşılaşmaya başladık. :) Ahaha, tabii bu işin şakası. Ama hakikaten bekar erkeklerin izdivaç programlarından sonra en çok katılmak istediği programlardan birisi haline geldi Adnan Hoca’nın programları...

İyi, güzel. Herkesin bir meşrebi var, eyvallah. Çok da sıkmak istemiyoruz. Tek ses, tek fikir, tek renk olalım demiyoruz. O da güzel şeyler yapmaya çalışıyor, takdir ediyoruz. Evrim hakkında Harun Yahya müstearı ile habire kitap yazıyor mesela... (Gerçi onları da Adnan Oktar’ın bizzat yazdığı tartışılır.) Onlara destek de oluyoruz. Ben de okudum, arkadaşlarıma verdim örneğin o kitaplardan. Ama yani bizim Adnan Oktar sevgimiz buraya kadar... Böyle “Ben mehdiyim!” falan demeye başlarsanız, iş arızaya bağlar. Orada biz de size bir; “Ne oluyor ya?” deriz. Ancak insanları güldürürsünüz bu iddialarla. Yerim kedi canınızı sizin...

8 Mart 2012 Perşembe

Arap Baharı'nda müsbet harekete ne oldu?

Geçtiğimiz salı Nur Vakfı’nın Yenibosna’daki binasında farklı bir seminer vardı. Doç. Dr. Ensar Nişancı, o akşam, Hutbe-i Şamiye ekseninde Arap Baharı’nı yorumladı. Seminerde konuşulanların tamamını bir yazıya sığdırmam elbette mümkün değil. O yüzden buna hiç girişmeyeceğim. Fakat bu yazıda, o seminerde bir sual olarak Ensar Nişancı Hoca’ya yönelttiğim, aslında Arap Baharı’nın başından beri zihnimi kurcalayan bir meseleyi sizinle müzakere edeceğim: Arap Baharı ve Nur talebelerinin ona bakışı meselesini...

Biliyorum, yazının daha başlarında olmama rağmen yine garip garip şeyler söylemeye başladım. Belki bir çoğunuz, daha bu noktada bana; “Nur talebelerinin Arap Baharı’na bakışı nasıl olabilir ki? Elbette destekliyoruz” diyeceksiniz. Haklısınız, hepimiz Arap Baharı’nı ve yaşananları destekliyoruz. Coğrafyamızın özgürleşmesini istiyoruz. Lakin acaba bu noktada, bu desteği verirken ne kadar çizgimizden ödün veriyor, ne kadar olayların heyecanına kapılıyoruz? Ben asıl bu noktayı, Nur talebeleri mabeyninde istişare etmemiz gerektiğini düşünüyorum.

Bediüzzaman’ın, Arap coğrafyasında hakim olan istibdatlardan daha beter bir istibdatın Türkiye’de kol gezdiği zamanlarda iki duruşunu hiç bozmadığını görüyoruz: Birincisi 16. Lem’a’daki 3. Meraklı Sual’e verdiği cevapta olduğu gibi Türkiye kemalini ararken dışarıdan bir müdahaleyi kesinlikle kabul etmiyor. Tıpkı Irak’ta, Amerikan müdahalesine karşı çıktığımız gibi...

En azından biz şimdiye kadar o kısımları yorumlarken hep böyle yorumladık. Bu işin dışarıdan dış güçlerin müdahalesiyle değil, içeriden kendi dinamiklerimizle olabileceğini söyledik. İkincisi; Bediüzzaman en sıkıntılı zamanlarında bile asayişi bozabilecek girişimlere asla müsaade etmiyor. Mesela Nur talebeleri Bediüzzaman’ın sağlığında da, vefatından sonra da hiçbir gösteri, eylem, direniş hareketine karışmıyorlar. Ki buna da Nur terminolojisinde “müsbet hareket” deniyor.

Bu iki kırmızı çizgiyi aklınızda tutun ve şimdi Arap Baharı’na tekrar bakın. Biz Nur talebeleri, Arap Baharı yaşanırken her iki çizgide de yerimizden birazcık oynamadık mı? Birincisi; Suriye ve Libya gibi iktidarın silahlı direnişçilere silahla karşılık verdiği yerlerde dış güçlerin müdahale etmesini arzulamadık mı?

İkincisi; müsbet hareket meselesi... Kendi ülkemizde bu istibdatın belki daha beteri yaşanırken, darbeler olurken, insanlar tutuklanırken sokaklara asla çıkmayan ve belki bu yüzden herkes tarafından pasiflikle suçlanan bizler; Arap Baharı boyunca halkların bu eylemlere girişmesini saygıyla ve tebrikle karşılamadık mı? Yani menfî hareketi öğütleme noktasında da bizde bir kayma olmadı mı?

Şimdi ben bu iki meseleyi çok düşünüyorum. Kendi kendime de çok soruyorum: “Müsbet hareket mi eskidi, yoksa zamanın değişmesiyle şartlar da mı değişti? Neden kendi ülkemizde taraftar olmadığımız şeylere Arap coğrafyasında razı olduk?”

Ya da...

Ya da acaba müsbet hareketi şimdiye kadar biz mi yanlış anladık? Bediüzzaman’ın gayrın müdahalesine karşı oluşunu, bu müdahalenin şartlarıyla birlikte ele almayarak şimdiye kadar biz mi yanlış yorumladık? Ben şimdi hakikaten ikisini de ciddi ciddi kendi dünyamda muhasebe etmekteyim. Ki bu yüzden size bahsetmekteyim.

Öyle ya, Risale-i Nur eğer bütün dünyaya saadeti getirecek bir sistemi içinde barındırıyorsa, bu sistem, neden daha ilk bahar tecrübesinde en sağlam prensiplerinden böylesine kolay vazgeçti? Türkiye için şart koştuğu müsbet hareketi, sokaklardaki eylemsizliği Arap Baharı için neden terk etti? O insanlar sokaklara çıkıp eylemler yaptılar, polisle çatıştılar, hatta bazıları hâlâ silahla direniyorlar, çarpışıyorlar. Can alıp canlar kaybediyorlar. Bu noktada Nur talebelerinin duruşu koşulsuz bir destek mi olmalıydı, yoksa hareketin sınırlarını daha iyi tayin etme yönünde mi yorumlar yapmalıydılar?

Bir de en hazini: Acaba bu bahar hamleleri başarısız olsaydı, biz Nur talebeleri bir kenara geçip şöyle demeyecek miydik: “Ah, ah... Bediüzzaman’ın müsbet hareketini anlamadılar. İçlerinde dahili karmaşaya sebebiyet verdiler. Dahilde kılıç çektiler. Ondan başlarına bu belalar geldi.”

Evet, ben inanıyorum ki, biz bunu diyecektik. Onların başarısızlığını kendi ekolümüz açısından izah edecektik. Ama şimdi bu direniş başarılı oldu. Üstelik bizim tarz-ı cihadımız gibi olmadan oldu. Yahut da olmadı, ama biz yine de onları başarılı bulup desteğimizi verdik. Arap Baharı’nı destekledik. Şimdi sormak gerekiyor o zaman kendimize: “Bizim müsbet hareketimize o topraklarda ne oldu?” Yanlış anlamayın, bu yazıda cevaplar yok. Bu yazı, sadece sorularımın yazısıdır.

7 Mart 2012 Çarşamba

Hangisi kabuk, hangisi öz?

Bu yazı, aslında gecikmiş bir yazı... Bundan aylar evvel yazılmış olması gerekiyordu. Fakat bekledi. Aklım niyet ettikçe yazmaya, kader bir hikmete binaen vaktini tehir etti. Anladım ki; “vakt-i merhunu” gelmemiş. Vakti gelmeyince de cemresi gönle düşmemiş...

Nur Vakfı’nın Yenibosna’daki binasında düzenlediği seminerlere 2011’in Kasım ayında Doç. Dr. Mehmet Çelik konuk olmuştu. Seminerin konusu “Risale-i Nur ve Tasavvuf” idi.

O seminer boyunca Doç. Dr. Mehmet Çelik; tasavvuf ekolünün hala geçerliliği olan bir ekol olduğunu, asıl zenginliğin onda saklandığını (cadde-i kübranın o olduğunu) ancak bazı Nur talebelerinin her nedense tasavvuf hakkında olumsuz çağrışım yapan Bediüzzaman sözlerini cımbızlayarak (evet, seminerde kullandığı kelime tam da buydu) ona karşı önyargılar oluşturduklarını söyledi. Hatta külliyat içinde tasavvufa böyle değinen metin miktarının birkaç cümleyi geçmeyeceğini ve Nur talebelerininse hep o cümlelerde takıldıklarını beyan etti.

Seminerin ardından başta Cemal Uşak ağabey olmak üzere bazı ağabeyler bu kanaate itiraz ettiler ki, bence de nihayetsiz hakları vardı. Bir kere özellikle Telvihat-ı Tis’a gibi bölümlerin bulunduğu bir külliyatta tasavvufa dair bahislerin birkaç cümleden ibaret olduğunu söylemek, bir akademisyen için, büyük bir hataydı. Ve Nur talebelerinin sadece bunları cımbızlayarak bir tasavvuf eleştirisi geliştirdiklerini söylemek de insafsızlıktı. Zira Nur talebelerinin sinesinde her zaman tasavvuf ekolüne saygı vardı. Fakat Bediüzzaman’ın mesleğinin farklarını ortaya koyma, kendi çizgilerini belirleme anlamında tasavvufî yorumlarında bir derece hassas idiler. Belki o cümlelerin çoklukla tekrarı, bu ayrımın sağlıklı algılanması açısından yapılıyordu. Yoksa tasavvuf ekolünü kötülemek amacıyla kullanılmıyordu.

Öncelikle Doç. Dr. Mehmet Çelik, tasavvufu ifade ederken Hz. Hızır’ın ekolünü ve ilm-i ledününü Hz. Musa’nın ekolüne kıyaslayarak ve Hz. Musa’nın (a.s.) Kur’an’da da geçtiği şekilde, bilmediği çok şeyi Hz. Hızır’dan (a.s.) öğrendiğini, bunun da tasavvuf ekolünün diğer ekollerden üstünlüğüne bir örnek oluşturduğunu söyledi. Yani Mehmet Çelik’e göre tasavvuf ekolünün ekseni Hz. Hızır’ın ilm-i ledünü üzerine kurgulanmıştı. Fakat bu örneklemenin kendi içinde şöyle bir açmazı vardı ki; rivayetlerden de bilindiği gibi peygamberler içinde ulu’l-azm sayılan Hz. Hızır (a.s.) değil, Hz. Musa (a.s.) idi. Yani ehl-i sünnet akaidine göre makam-ı Musa, makam-ı Hızır’dan yüksekte idi. Bu yönüyle eğer ilm-i ledün, Hz. Musa’nın şeriat bilgisinden yüksek birşey olsaydı, ulu’l-azmın içerisinde yer alması gereken Hz. Hızır olmalı değil miydi?

Bu örnekleme hafızanızda kalarak Od kitabına yönelelim şimdi. Orada da İskender Pala, bir tasavvuf büyüğü olan Derviş Yunus’un (Allah şefaatine nail eylesin) mesleğini, yani ilm-i ledünü, zahirî(!) şeriattan daha çok önemsiyordu.

Hatta orada sayfalar boyunca Derviş Yunus’un eşyaya bakışı anlatılırken belki sünnet dairesindeki namazına, orucuna, tesbihatına yapılan atıf miktarı birkaç cümleyi, haydi en fazla paragrafı geçmiyordu. Yani kitap boyunca karşımızdaki Derviş Yunus, namazı nasıl kıldığı bilinmeyen, orucu nasıl tuttuğu ve neler duyumsadığı anlaşılmayan, zikri sadece “Bilmiyorum” olan bir mistik ekolün mensubuydu. Zahirî(!) şeriatla çok da meşgul değil gibiydi. Onun makamını asıl kıymetli kılan ibadetleri romanın içerisinde çok az vardı ya da yoktu. Genelde bu gelişim zihninde yaşanıyordu.

Kitabın içinde Derviş Yunus Hazretleri’nin bu yaşam çizgisini özetlemek amaçlı kullanılan şiir de şu idi: “Şeriat tarikat yoldur varana/Hakikat marifet andan içeri...”

Evet, tasavvuf ekolünün takipçilerinin bir kısmının avam-ı müsliminden farklarını ortaya koyma adına kullandıkları şu iki mısra, Od kitabında da Derviş Yunus’un düşünce dünyasını, gönül dünyasını aktarma adına kullanılıyordu. Belki Derviş Yunus’un, abdalların yanına sığınıp sonra onlardan daha yüksek makamda olduğunu anlamasıyla tekrar dergaha dönmesi yine bu iki mısrayla değerlendiriliyordu.

(Bu noktada kitapta geçen Şeyh Abdürrezak’ın öyküsü, hakikaten ilm-i ledün adına vazgeçilebilecek şeylerin sınırlarını tayinde pek endişe verici bir örneklemeydi. Orada Şeyh Abdürrezzak isimli şahıs, sevdiği kız için pekçok mukaddesatını feda edebiliyordu. Halbuki kendisi koskoca bir şeyhti.)

Kitaptan bahisleri az tutarak şimdi yukarıda bahsi geçen Yunus şiiri ile Bediüzzaman’ın telif eylediği Telvihat-ı Tis’a’dan bir bölüm alıntılamak istiyorum. Bakınız Bediüzzaman o kısımda bu şeriat, tarikat, hakikat bahsi hakkında neler söylüyor:

“Şeriat, doğrudan doğruya, gölgesiz, perdesiz, sırr-ı ehadiyet ile rububiyet-i mutlaka noktasında, hitab-ı İlâhînin neticesidir. Tarikatin ve hakikatin en yüksek mertebeleri, şeriatın cüzleri hükmüne geçer; yoksa daima vesile ve mukaddime ve hâdim hükmündedirler. Neticeleri, şeriatın muhkemâtıdır. Yani, hakaik-i şeriata yetişmek için, tarikat ve hakikat meslekleri, vesile ve hâdim ve basamaklar hükmündedir. Git gide, en yüksek mertebede, nefs-i şeriatta bulunan mânâ-yı hakikat ve sırr-ı tarikate inkılâp ederler. O vakit şeriat-ı kübrânın cüzleri oluyorlar. Yoksa, bazı ehl-i tasavvufun zannettikleri gibi, şeriatı zâhirî bir kışır, hakikati onun içi ve neticesi ve gayesi tasavvur etmek doğru değildir.”

Görüldüğü gibi sırf buradaki metinden bile hareketle Bediüzzaman’ın mesleğinin tasavvufun içinde sadece bir şubeden ibaret olmadığı, aslında Bediüzzaman’ın tasavvufu reddetmeden, ama onun dengesi bozulan kısımlarını da kabullenmeyerek kendi Kur’anî mesleğini inşa ettiğini söyleyebiliriz.

Bu yönüyle Nur talebelerinin yapmaya çalıştığı da budur veya bu olmalıdır. Yani Nur talebeleri külliyatın içinden tasavvuf eleştirilerini cımbızlayan insanlar değil, kendi ekollerinin çizgisini ortaya koyma adına bazı hususları belirginleştiren insanlardır. Tıpkı yukarıdaki şeriat, hakikat bahsinde olduğu gibi...

Tasavvuf yolcusu kardeşlerimizin bizi anlaması gereken bir nokta varsa, o nokta işte bu noktadır. Şeriat kışır, tasavvuf öz değildir. Aksine tasavvuf bir vesile, şeriat özdür. Hz. Hızır’ın makamı da işte bu yüzden Hz. Musa’dan (a.s.) geridir. Çünkü Hz. Musa daha kapsamlı bir şeriatın emanetçisidir. Belki biz böyle noktalarda Derviş Yunus’un o mübarek elini öpüyor, ama fikrine katılmıyoruz. Başka bir kem niyetimiz yok...

5 Mart 2012 Pazartesi

Risale-i Nur'u yalnızca Risale-i Nur mu anlatır?

Bir önceki yazımızda dersi yapanlar noktasında Risale derslerimizin geliştirilmesine muhtaç olduğumuzu beyan etmiştik... Elhamdülillah, bu beyanın ardından iki türlü tepkiler aldık: Bir kısmı insaflıydı ki; bize hak vermekle beraber ıslah konusunun sadece dersi yapanla değil, dersi dinleyenle de ilgili olduğunu söyledi; amenna! Buna biz de katıldık. O noktada eksikliğimizi itiraf ettik. İkinci kısım insafsız idi ki; onlar da bu yaptığımızı farklı olmaya çalışmak, kendince hava atmak olarak yorumladılar. Belki bizi kale dahi almadılar. Onlara dair birşey söylemiyoruz, yalnız selametle diyoruz.

Risale derslerinin metamorfoz geçirmeye ihtiyacı olduğu yeni birşey değil. Fakat bu ihtiyacın karışısında cemaat içinde geliştirilmiş, üretilmiş pekçok tabunun, engelin kaya gibi sert, müsaadesiz duruşu var. Mesela bunların içinde bir tanesi; “Risale-i Nur yeter” cümlesi ki, hakikaten pek yanlış anlaşılmış bir ifadedir. Diğeri ise şu; “Risale-i Nur’u yine Risale-i Nur anlatır.”

“Risale-i Nur’u yine Risale-i Nur anlatır” söylemi, aynı metni izah eden başka bir metnin sadece yüzünden okunması olarak anlaşılmamalı. Hem “Risale-i Nur’u yine sadece Risale-i Nur izah eder” şeklinde düşünmek, Kur’an tefsir metotlarında klasik usüllere bağlı kalmayarak kainatı bir harita gibi tefsirlerine yayan bir Üstadın talebelerine cidden yakışmıyor. Bu şekilde Risale-i Nur’dan gayrısına kapanmak, tefsir metodunu bütün modern bilimlere alabildiğine açan bir ekolün sahiplerinin kabullenebileceği birşey değildir, olmamalıdır.

Örneğin Üstad Hazretleri, Kur’an’ı tefsir ederken “Kur’an’ı sadece Kur’an anlatır” demiyor. Üstelik irşad-ı nebevî olmasa, Hz. Resulullah (a.s.m.) aramıza dahil olmasa o ders kitabının dahi manalarının tam anlaşılamayacağını nübüvvetin gerekliliğini izah ederken kendisi söylüyor.

Hal böyleyken, Kur’an’ın sahibi (c.c.) dahi kelamının manasını insanlara aktarırken kelamıyla yetinmez ve peygamberler gönderirken ve izah eden öğretmenler dahi (Allah, hepsinin şefaatlerine nail eylesin) Kur’an’ı kainatla birlikte bize izah etmeye çalışırken, bizim sadece Risale-i Nur metinleriyle yetinmemiz, daha derinlikli izahlar için (ve metinleri daha iyi kavramak için) farklı okumalara girişmeyişimiz, bence düpedüz taassuptur. Evet, en açık lisanla ifade ediyorum; bu bir taassuptur. Bu söylem yıllar önce kendisine sualler tevcih eden lise talebelerine “Dersleri dinleyin!” diyen Üstadın talebelerine yakışmamaktadır. Üstad farklı Kur’an merkezli farklı okumalara alabildiğine açıkken ve tedris hayatı bununla geçmişken, sonraki nesiller giderek kapanmaktadır.

Bu noktada elbette ders yapanlar kadar dersi dinleyenlerin de yenilenmeye ihtiyacı var. Dersi dinlemeye gelenler, acaba gerçekten birşeyler öğrenmek ve ders almak için mi geliyorlar; yoksa sadece beraber bulunmak ve dostlarla birkaç saat birlikte olmak için mi o mekanlara geliyorlar, bu ciddi analiz edilmeli. Zira herkes de kabul eder ki; dersi yapanı şevklendiren, hareket getiren öğrencilerdeki, dinleyenlerdeki samimiyettir.

Eğer biz dinleyenler olarak içimizdeki heyecanı kaybetmişsek, dersi yapanda bunu bulmak zor olur. Dersi yapanın bu hissi uyandırması zorlukla olur. Pek azına nasip olur. Zira zorlama yoktur, zorlanmayınca da arama yoktur. Bu nazenin ve nazdar hakikatler de mehirleri olan dikkat ödenmedikçe kendilerini açmazlar.

Bu noktada dersi dinlemeye gelenlerin hakikaten öğrenci edasıyla, birşeyler kapmak için orada bulunması çok önemli. En azından bir küçük not defteri, bir kalem, birşeyleri kaydetme telaşı, birkaç soru inanın bu yolda çok faydalı olacaktır. Hem dersi dinleyen adına, hem dersi yapan adına çok faydalı olacaktır.

İnsanların sadece derse gelmesiyle ve sadece orada bulunmalarıyla tatmin olma çağının geçtiğini düşünmekteyim. Giderek çoğalan, ama çoğaldıkça metinlerden uzaklaşan Nur talebeleri zamanındayız. Benim bir üst kuşağım külliyat metinlerine iyi kötü aşinayken, benim bir alt kuşağım kapağını kaldırıp çok nadir okuyor. Okusa da heyecanlanmıyor. Belki pek nadir bir ferdi, merakla eserleri karıştırıyor.

Yeni bir ruh ile dersleri daha yüksek bir seviyeye çekmek, Nur talebelerinin kültür mirasını bir sonraki nesle taşımak açısından elbette çok faydalı olacaktır. Kemiyetin değil, keyfiyetin ehemmiyetli olduğu bu hizmette, dört tane gerçekten öğrenmek için gelmiş talebe yüz tane orada bulunmak için gelmiş insandan elbette hayırlıdır. Risale-i Nur talebeliği; talep eden, talep edilen ve bu talebe karşılık her dem yeni bilgilerin arz edildiği bir platformda yaşanmalı... Yoksa yüz kişi toplanıp dağılsak, ama içimizden bir Said çıkaramasak, o kalabalığın ne anlamı var?

29 Şubat 2012 Çarşamba

Dersi yapanın hiç mi suçu yok?

Bir önceki yazımızda Risale-i Nur deslerindeki derinlik konusuna bir nebze değindik. Bugün de aynı konu üzerinde birazcık sarf-ı kelam etmek niyetindeyim, fakat öncesinde çok sevdiğim bir kardeşimin eleştirisine cevap vermem gerek. Zira eleştirisindeki özen ve incelik cevap verilmeyi hakediyor. Diyor ki o kardeşim; “Tamam, Risale derslerinin geliştirilmesi lazım. Fakat derslerden istifade edemeyişiniz biraz da ihlassızlığınızdan olamaz mı?” Evet, özetle söylediği bu... Gerçi yazımda ağabeylere yaptığım serzenişi de insafsız bulduğunu belirtiyor, belki onda da bir nebze haklı. Eleştiriyi umumileştirmek hata olur, belki de oldu. Lakin bu kanundan hariç kalan fertler o kadar az ki, isimlerini yazsam bile herhalde birkaç satır yeter. Fazlası gerekmez.

Önce ihlassızlık meselesine gelelim isterseniz. Doğrudur, ben kendimi ihlaslı bilmiyorum zaten. Dahası bunun iddiasına da hiçbir zaman girişemem. Zira biliyorum ki, böyle birşeyin iddiası dahi olmadığına delildir. Bir kul, ömrü boyunca onu içinde arar durur. Kavuşur, kavuşamaz onu ancak Allah bilir. Kul asla bundan yana emin olamaz. Hatta emin olmak bir yana, düzenli bir şüphe duymuyorsa içinde ihlasa dair, o bile tehlikelidir.

Ben de ihlassızlık tehlikesini her zaman ensemde hissediyorum ve kesinlikle iddiasında değilim. Zaten bahis mevzuu sadece kendim olsam hiç bu yazıları da yazmayacağım. Fakat gittiğim derslerde gençlerde hissettiğim bezginlik beni korkutuyor. Bu gençler, yirmi yıl evvelinin çocukları değil. Yeni bir dil, yeni bir derunî okuma beklentisi içindeler. Eğitim seviyeleri bir önceki nesil Nur talebelerine göre çok yüksek. Pekçoğu üniversite öğrencisi veya mezunu. Ve takdir edersiniz ki, bilgiye ulaşım eskisine göre çok daha kolay. Bu gençler kendi zamanlarının çocukları ve ulaşabildikleri tüm kaynakları birbirleriyle kıyaslayabiliyorlar. Birisinin usulü kendilerine yavan gelirse çok çabuk başka ekollere kayabiliyorlar. Ve en önemlisi; mehazdaki kudsiyetten uzaklaşmışlar.

Hal böyle olunca yalnız kendim bahis mevzuu olmadığım için ihlassızlığı geçer akçe kabul edemiyorum. Öyle ki, bir umumi sohbette uyuyan sayısının çokluğu beni ayrıca korkutuyor. Dahası, ders usullerinin yavanlığına yalnız ben değil, benden çok daha ileride bulduğum, hatta bazıları Risale-i Nur konulu büyük araştırma çalışmalarına emek vermiş ağabeylerim dahi eleştiri sunuyorlar. Hatta bazısı; “Derslerde geçen zaman bana kayıp geliyor. Ben evde kendim Risale okusam daha çok şey öğreniyorum” diyor. Şimdi bu kardeşler, bu gençler böyle şeyler söylerken yine de ihlassızlığımıza yorup suçu cemaatte mi bileceğiz? Yoksa nefsimize bakıp “Biz bu gençleri neden tatmin edemiyoruz? Neden istifade edemiyorlar?” deyip yöntemlerimizi geliştireceğiz? Ben ikincisini daha doğru buluyorum.

Kaldı ki, Lemaat isimli eserinde; “Aşiret-i galipte hasıl olan şerefse, ‘Hasan Ağa, aferin!’ Hasıl olan şer ise, efrada olur nefrin. Beşerde şerr-i hazin!” diyerek bu tarz yargılamaların önünü önce Bediüzzaman (Allah ondan razı olsun) kesmiştir. Dersler noktasında geliştirilen ve dillendirilen bir eleştiriye bu tarz bir cevapla mukabele etmek, aynen yukarıda bahsedildiği gibi şerri cemaate dağıtmaktır. Dersi yapanın veya yapanların Hasan Ağa konumunda olduğu ve kendilerini sorgulamaları gerektiği bir düzlemde aşirete günahı pay etmek hiç mantıklı değildir. Bence bu algı da ciddi sorunlar içermektedir.

Ki bu arkadaşım kıyas ölçüsü değil, kendim de birkaç kez böyle bir eleştiriyi yumuşak bir dille ağabeylerime karşı dillendirdiğimde aldığım cevap hep “kalbimin bozulmuş olabileceği” şeklinde olmuştu. Elbette ben nefsimi temize çıkarmam, kalbim bozulmuş olabilir. Lakin bu kadar insanın birden bozulmuş olması da mantıksız değil mi?

Derse gelenlerden yarısından fazlası ders çıkışında ne anlatıldığını hatırlamıyorsa veya gelenlerin büyük kısmı uyuyorsa bunda bizim de özümüze alabileceğimiz dersler olmalı...  Neyse, yazı yine uzadı. Hasılı; demek istiyorum ki, dilimizi geliştirirsek ayakta kalacağız, yoksa bu emaneti hak eden bir başkaları gelip omuzlayacak. Şaşırmayalım, Mektubat’ta da geçen Maide suresinin ellidördüncü ayeti öyle demiyor mu? Hakkı verilmeyen emanetlerin elimizden çekilip alınacağını söylemiyor mu? Benim eleştirim sadece bu kadardır, yoksa kimsenin hizmetini kıymetsiz buluyor değilim. Ama eleştirimin gelişime bir damla katkısı olursa, bahtiyar olurum, olacağım. Niyetim Risale-i Nur’u değiştirmek değil, kendimizi geliştirmek...

26 Şubat 2012 Pazar

Risale-i Nur'u okuyalım, ama ne garnitür, ne vird olsun!

Risale-i Nur derslerindeki yenilenme ihtiyacı üzerine yazdığım yazının ardından birkaç itiraza, birkaç uyarıya, birkaç da “Hadi oradan, dünkü çocuk!” muamelesine maruz kaldım. Sağlık olsun; bunlardan alınacak, gocunacak değilim. Zaten pişkin bir adamım. Fakat ne yalan söyleyeyim, beklediğimden daha azıyla karşılaştım diyebilirim. Hatta birkaç Nur talebesi kardeşimden öyle şevklendirici mesajlar da aldım ki, onların hatırına, diğerlerinin söylediklerinin yüz katına daha göğüs gerebilirdim. Öyle motive ettiler beni, öyle sevindirdiler, geleceğimiz adına umut vericiydiler. Demek, müşterek bir duaya amin demişiz, demek müşterek bir arzuya isabet etmişiz ki; muhataplarım da aminleriyle aminlerime katıldılar. Beni bahtiyar ettiler, ebeden bahtiyar olsunlar.

Evet, hakikaten Risale-i Nur’un ciddi ve müdakkik okumalara ihtiyacı var. Müellifinin vefatının üzerinden elli yıldan fazla bir zaman geçmiş olmasına rağmen henüz ciddi bir şerh çalışmasının yapılmamış olması da bu tezimizi kuvvetlendiriyor. Halihazırda yazılmış olan ve bunu amaçladıklarını söyleyen kitaplarınsa tamamını bir avucunuzun içine alıp sıksanız, ondan ancak ve ancak birkaç damla Risale-i Nur hakikati damlıyor. Gerisi gıl u gışla, başka başka malumatlarla, hatta hatalı süprüntülerle dolu oluyor. Onlardan tam bir Risale-i Nur, tam bir Kur’an nefesi alınmıyor; zira onlarda bu eserler garnitür nevinden okura sunuluyor...

Bu yargımı fazla mı insafsız buldunuz? Haklı olabilirsiniz, genellemelerin tamamı insafsızdır. Elbette bu kanundan hariç fertler, kitaplar olabilir. Fakat siz de kabul edersiniz ki; Nur talebelerinin sahip olduğu yayınevlerinde bile Risale-i Nur’un hedeflerine tam anlamıyla hizmet eden, “İşte budur!” diyebileceğimiz kitap sayısı iki elin parmaklarını geçmez. Yalnız bu durum bile Risale-i Nur’u dünyaya anlatmak için yola çıkan bir cemaatler grubunun en nihayetinde nasıl kendi elindeki esere bigane kaldığını göstermeye yeter.

Konuyu dağıtmayayım, yukarıda bazı itirazlardan bahsetmiştim, onlara geleceğim. Bunlardan bir tanesi de şu tarzda oldu: Bir kardeşimiz sual etti; “Yani” dedi. “Risale-i Nur dersleri, içerisinde yalnız bir iki cümle Risale’nin okunduğu, gerisinde ise yalnızca dersi yapanın birşeyler anlattığı şeyler haline mi gelecek? Bu mudur doğru olan? Bunu mu tavsiye ediyorsunuz?” Güzel bir soruydu, özenli bir cevabı hakediyor. Bu yüzden yeni bir yazıyı bunun üzerine telif etmeyi uygun görüyorum, bu yazıda da esas konumuz bu olacak.

Ben bu tarz itirazlara daha önce de rastlamıştım. Ve ne yalan söyleyeyim (bu arkadaşa cevap verirken düşüncesine karşı bir duruş alsam da), o zamanlar itiraz edenler arasında ben de yer alıyordum. Evet, şaşırmayın. O zamanlar bizzat ben, Risale-i Nur’u, derslerinde garnitür haline getirenlerle mücadele ediyordum. Tıpkı kitaplarında “Risale-i Nur’da (...)” başlıkları atıp içerikte onu garnitür haline getirenlere itiraz ettiğim gibi sohbetlerde bunu yapanlara da itiraz ediyordum.

Fakat o zamanlar benim itirazım, metinlerin hiç okunmuyor oluşuna dair değildi. Hayır, metinler çok okunuyor olsa bile Risale-i Nur üzerinde derin okumaların bırakılmış olmasınaydı. Mesela geçenlerde katıldığım bir derste, bir muhterem ağabeyimiz, derse başladığı konudan o kadar uzaklaştı ki; mesai arkadaşlarımdan bir tanesi haklı olarak bizlere ders sonunda şunu söyledi: “Şimdi bu yapılan vaaz mı, yoksa Risale dersi mi oluyor? Ben Risale dersine hiç benzetemiyorum. Tıpkı vaaz gibi...”

Haklıydı da... Ben de benzetememiştim. Zira zannediyorum derse başlanırken de niyet doğru oturtulmamıştı dersi yapanın dünyasında. Onun kafasında, tahmin ettiğim kadarıyla, Risale-i Nur’u izah etmek, şerh etmek yoktu. Kendi dünyasında çok önemli bulduğu bir şeyi izah etmek için Risale-i Nur’u garnitür olarak kullanıyordu. Risale-i Nur o sohbette hedef değil, araç gibiydi. Bu nedenle de ders soğuk düşmüştü.

Bu noktada yine o muteriz kardeşimle hemfikirim. Risale dersleri böyle Risalelerden uzaklaşılmış şeyler haline gelmemeli. Ancak şu noktada da şöyle düşünüyorum ki; o iki cümleyi tam anlamak, bir saat boyunca Risale okumaktan daha hayırlıdır. Hatta hadisin ifadesiyle “Bir saat tefekkür, bir sene (nafile) ibadetten hayırlıdır” hükmü, bence bu tarz okumalar için de geçerlidir. Ben her zaman tam olarak anladığım bir sayfayı, öylesine okuduğum bir kitaba tercih ederim. Bizim hedefimiz de bu olmalı. O iki cümlenin ekseninden kaymadan, Risale-i Nur’un ve Kur’an’ın eksenide kalarak izahlara girişilmeli. Ve kesinlikle o izahlar araç olmalı, amaç değil. Ama şunu da unutmayalım; Risale-i Nur da bir araç olmalı, ta ki Kur’an daha iyi anlaşılsın.

Bu noktada durduğum yer; Risale-i Nur’u garnitür haline getirmeden, ama onu bir tarikatın virdiymiş gibi de okumadan ders verebilmek ekseninde... Ve özellikle Risale-i Nur’un içindeki metinler arasında çapraz okumalar yaparak yeni keşiflere çıkabilmek noktasında. Hatta daha iddialı birşey söylemek istiyorum; bence Risale-i Nur’dan bir eseri okurken yanında aynı meseleyle ilgili başkalarının da söylediklerini aktarabilsek ve meseleyi muvazeneli bir şekilde sunabilsek muhteşem açılımlar yapabiliriz. Bizim en büyük eksikliğimiz şu cümleyi yanlış anlamamız: “Risale-i Nur yeter!” Evet, Risale-i Nur elbette yeter, ama onu virde veya garnitüre çevirmezseniz yeter. Yoksa hep bir eksiklik hissedersiniz.

Bu yazı da çok uzadı. En iyisi bu meseleyi birkaç yazıda daha ele alıp bir yazı serisi oluşturmak. Benim zihnimin de açılması ve üzerinde konuşacağımız yeni meselelerin de şekillenmesi açısından yorumlarınızı ve görüşlerinizi yenirenkler@gmail.com adresine gönderebilirsiniz. Bu konular üzerine daha çok konuşmak gerek. Zira bence şu soru cevap faslı ki; tıpkı Münazarat’ta olduğu gibi ve tıpkı Lahikalar’da bir ağabeyin dediği gibi “ilim çıkmasına” neden oluyor. Biz her sorumuzda ve her cevap arayışımızda Allah’a ihtiyacımızı açıp ilim talep ediyoruz. Allah dualarımızı tekrar tekrar kabul buyursun, amin.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...