Taraf tutmadığımızın ilk delili, ben'imizi tezkiye etmemek. Hatamıza 'hata' deyip oradan başlamak. Yalom'un Bugünü Yaşama Arzusu'nda dediği gibi: "Tedavi; suçlamanın bitip sorumluluğun kabul edildiği noktada başlar." Belki tevbenin tedavi ediciliği de buradan kaynaklanıyor. Tevbe ediyorsan, tarafını tutmuyorsun demektir. Gezi'nin ilk günleri içimde hep bir pişmanlık olarak kalacak galiba. Gerçi ne yaptım birkaç twit yazmaktan, birkaç kelam etmekten başka? Ama olsun, yine de hatırlayınca hayıflanıyor insan. Saflığına, hamlığına kızıyor. Fakat hüsnüzan etmek günah mı?
Bazı zamanlar olmalı. Aptallıkla arasında ince bir sınır var, gözetmeli. Güven, körebe oynamak demek değildir. Kiminle hareket ettiğine bakmalı. Sağında solunda kimin olduğuna, karşısında kimin kaldığına dikkat etmeli. Bazen haklılık böyle sınanır.
Ben ilk üç günü Gezi'yi böyle okuyamadım. Bir 'sivil itaatsizlik' eylemi olduğunu düşündüm. Kararında kalacağını tahmin ettim. "Oh, ne güzel, halkımız hakkını savunmayı öğreniyor!" diye sevindim. Meşru hükümete karşı bir kalkışma olduğu aklımın ucundan bile geçmedi. Lokal ve çabuk biticek birşeydi zannıma göre. Uyanmamı sağlayan ise, ikinci gününün akşamında, bir gezizekalının metrobüste havalı havalı söylendiği şu cümle oldu:
"Bu iş Tayyib'i asmadan bitmez."
Jeton düştü. Anladım kime, kimi teslim ettiğimi. Kimin hakkında hüsnüzan edip, kime güvensizlik beslediğimi. Ve birden "Artık mazide kaldı" diye düşündüğüm korkularım tastamam uyanıverdi. Nasıl bir uyanış? Tüm kökenleriyle! Bu ülkede 'beyaz' olmayanlara yıllar yılı yaşatılanlar geldi aklıma. Sonraki günler korkumu destekledi. Meğer hüsnüzan ettiklerimde hiçbir şey değişmemişti. Onlar yine enseköküme binmek için hazırdılar. Fakat ben gafildim: "Artık yapmazlar!" diyordum kendime. Yaparlardı, yapıyorlardı, eğer Erdoğan biraz gerilese yapacaklardı.
Süreç boyunca karşı taraftan neredeyse bütün arkadaşlarımı yitirdim. Neden? Üç günden sonra hak vermediğim için. O kadar amansızlardı ki, kendileri dizboyu hakaret ederken benim irademe; ben onların yıkımına kızınca büyük bir cürm üzre yakalamış gibi saldırıyorlardı. Karşı tarafta görüyorlarsa sizi etmedikleri itham kalmıyordu; ama siz onlara ederseniz düşman oluveriyordunuz. Üstelik seviyeniz, onların seviyesizliği yanında devede kulak bile değildi. Tahripçilerdi. Ve her tahripçi harekette olduğu gibi artık durdurulamıyorlardı. Birikmiş kini farkettim. Biz hâlâ en az 28 Şubat'taki kadar iki parçaydık. Hüsnüzan yerini itimatsızlığa bıraktı. Ölene kadar böyle kalacağımı tahmin ederim.
Severek okuduğum pekçok insan, düşünür, aydın kafayı yedi adeta. Ya ben deliriyordum ya onlar! Yazdıklarını, o yazıların arkasındaki kafayı tanıyamaz oldum. Birden şeytan olmuştuk onların gözünde. (Benzerisi Gülen Örgütü-AK Parti geriliminde tekrar yaşandı.) Erdoğan ve onun yanında duranlar, ona oy verenler; hepimiz şeytanlaşmıştık. Aşağılıktık. Haddimiz bildirilmeliydi. Sonra baktım ki; pekçokları da benim gibi düşünüyor. Onlar da enteresan bir Türkiye'ye uyandıklarını farketmişler, şaşırmışlar. "Bunlar bildiğimiz gibi değilmiş" diyorlar. "Hüsnüzan ettiğimiz kadar değişmemiş hiçbir şey." Şimdi, hepimizin, 've tevasav bilhakkı ve tevasav bissabr' mealinde tekrar ettiği cümle şu bir senedir: "Dik dur, eğilme!"
Bu yüzden Metin Karabaşoğlu abinin şu satırları okuduğumda içimde bozulan yapbozun parçaları yerlerini buldu gibi geldi bana:
"İtiraf edilsin: Birilerinin asıl problemi, dindar insanları kendisinden aşağıda görmek. Onları savunuyor haldeyken de bu böyleydi. Üstelik kendisi dindar değilken zayıf haldeki dindarı savunuyor olmak, onlara müthiş bir 'moral üstünlük' algısı ve duygusu veriyordu. Eyvallah etmeyen, kendi meselesini halletme becerisi geliştiren bu dindarlık, bu 'üstünlük' algısını berhava ediyor ve sinir bozuyor! Sekülerlerin seksen senede yapamadıklarını on senede yapabilen dindar görüntüsü de. Oysa 'dindarlar beceremez' diye görüyordu vasilerimiz. Nilüfer Göle gibi isimlerin dahi yaşıyor oldukları savrulma, bu bakımdan, zihinsel değil, duygusal bir temele sahiptir."
Ki benzeri bir tesbiti, geniş bir perspektifle Etyen Mahçupyan, Yüzyıllık Parantez isimli eserinde 'bir tür sosyal Darwinizm' diyerek yapıyordu. Ona göre de sekülerler kendilerini bilime daha müsait gördükleri ve geri bırakanı da dindarlık olarak kabul ettikleri için, doğal olarak kendilerini 'yönetmeye müsait olan' diğerlerini de 'tâbi olmaya mecbur olan' olarak görüyorlardı:
"Çünkü eğer sırf bilimle gerçeklik yakalanabiliyorsa, hakikate ulaşılabiliyorsa, bilime sahip olanların bilime sahip olmayanlara kıyasla doğal bir üstünlüğü var demektir. Laiklikle bunu birleştirdiğinizde de bilime sahip olmayanların kim olduğu belli; dindarlar. Dolayısıyla sekülerlerin dindarları yönetmesinin meşru olduğu bir anlayışı netice veriyor bu yaklaşım."
Bütün bunları böylesi tecrübeler ışığında okuyunca Bediüzzaman'ın, şu metinlerle bizde neyi inşa etmeye çalıştığını daha farklı bir boyutta anlamaya başladım:
"Ehl-i bid'a diyorlar ki: 'Bu taassub-u dinî bizi geri bıraktı. Bu asırda yaşamak, taassubu bırakmakla olur. Avrupa taassubu bıraktıktan sonra terakki etti.'"
Elcevap: Yanlışsınız ve aldanmışsınız. (...) Acaba, bu ehl-i bid'a ve doğrusu ehl-i ilhad, bu dinsizlikte hangi menfaati buluyorlar? (...) Eğer terakkiyi düşünüyorlarsa, öyle dinsizler idare-i hükümete muzır oldukları gibi, terakkiye dahi mânidirler; terakki ve ticaretin esası olan emniyet ve âsâyişi kırıyorlar. Doğrusu, onlar meslekçe tahribatçıdırlar. Dünyada en büyük ahmak odur ki, böyle dinsiz serserilerden terakki ve saadet-i hayatiyeyi beklesin."
Biraz geç oluyor belki Üstadım ama, hayat sözlerinin altına takliden değil, tahkiken imza atmaya mecbur ediyor bizi. Bu bir sene de hep bunun dersleriyle geçti. Neticede biz de senin Kur'anî haykırışına geldik: "Allah nurunu tamamlayacaktır, zalimler istemese de..." Artık 'istemelerini' aramıyoruz.
"İtiraf edilsin: Birilerinin asıl problemi, dindar insanları kendisinden aşağıda görmek. Onları savunuyor haldeyken de bu böyleydi. Üstelik kendisi dindar değilken zayıf haldeki dindarı savunuyor olmak, onlara müthiş bir 'moral üstünlük' algısı ve duygusu veriyordu. Eyvallah etmeyen, kendi meselesini halletme becerisi geliştiren bu dindarlık, bu 'üstünlük' algısını berhava ediyor ve sinir bozuyor! Sekülerlerin seksen senede yapamadıklarını on senede yapabilen dindar görüntüsü de. Oysa 'dindarlar beceremez' diye görüyordu vasilerimiz. Nilüfer Göle gibi isimlerin dahi yaşıyor oldukları savrulma, bu bakımdan, zihinsel değil, duygusal bir temele sahiptir."
Ki benzeri bir tesbiti, geniş bir perspektifle Etyen Mahçupyan, Yüzyıllık Parantez isimli eserinde 'bir tür sosyal Darwinizm' diyerek yapıyordu. Ona göre de sekülerler kendilerini bilime daha müsait gördükleri ve geri bırakanı da dindarlık olarak kabul ettikleri için, doğal olarak kendilerini 'yönetmeye müsait olan' diğerlerini de 'tâbi olmaya mecbur olan' olarak görüyorlardı:
"Çünkü eğer sırf bilimle gerçeklik yakalanabiliyorsa, hakikate ulaşılabiliyorsa, bilime sahip olanların bilime sahip olmayanlara kıyasla doğal bir üstünlüğü var demektir. Laiklikle bunu birleştirdiğinizde de bilime sahip olmayanların kim olduğu belli; dindarlar. Dolayısıyla sekülerlerin dindarları yönetmesinin meşru olduğu bir anlayışı netice veriyor bu yaklaşım."
Bütün bunları böylesi tecrübeler ışığında okuyunca Bediüzzaman'ın, şu metinlerle bizde neyi inşa etmeye çalıştığını daha farklı bir boyutta anlamaya başladım:
"Ehl-i bid'a diyorlar ki: 'Bu taassub-u dinî bizi geri bıraktı. Bu asırda yaşamak, taassubu bırakmakla olur. Avrupa taassubu bıraktıktan sonra terakki etti.'"
Elcevap: Yanlışsınız ve aldanmışsınız. (...) Acaba, bu ehl-i bid'a ve doğrusu ehl-i ilhad, bu dinsizlikte hangi menfaati buluyorlar? (...) Eğer terakkiyi düşünüyorlarsa, öyle dinsizler idare-i hükümete muzır oldukları gibi, terakkiye dahi mânidirler; terakki ve ticaretin esası olan emniyet ve âsâyişi kırıyorlar. Doğrusu, onlar meslekçe tahribatçıdırlar. Dünyada en büyük ahmak odur ki, böyle dinsiz serserilerden terakki ve saadet-i hayatiyeyi beklesin."
Biraz geç oluyor belki Üstadım ama, hayat sözlerinin altına takliden değil, tahkiken imza atmaya mecbur ediyor bizi. Bu bir sene de hep bunun dersleriyle geçti. Neticede biz de senin Kur'anî haykırışına geldik: "Allah nurunu tamamlayacaktır, zalimler istemese de..." Artık 'istemelerini' aramıyoruz.