"Algıladığımız ancak yüzeydir." Jan-Philipp Sendker, Her Kalp Kendi Şarkısını Söyler
Allan Rex Sandage bir kozmolog. Fakat sıradan bir kozmolog değil. Sebebi: 'Galaksiler arası uzaklıkları' veya 'evrenin genişleme hızını' bulabilecek kadar başarılı olması. Mesleğinde parmakla gösterilen tiplerden yani. Bir röpotajında diyor ki: "Benim bilimden öğrendiğim şudur: Dünya bilimle açıklanamayacak kadar karmaşık. Varlık sırrını ancak tabiatüstü birşeylerle anlayabiliyorum." Bunu okuduğum an nedense aklıma Bakara sûresinin 3. ayeti geldi. Duymuşsunuzdur sıkça: "Onlar ki gayba iman ederler." Ne demek gayb? Gayb, beş duyu ile bilinmeyen, yani bir yönüyle tabiatüstü...
Lee Strobel'ın hem kendi hakikat yolculuğunu hem de kendisi gibi birçok bilimadamının Allahın varlığına dair buldukları kanıtlarını anlattığı "Hani Tanrı Ölmüştü?" kitabını okuyorum bu sıralar. (Bu ifade 2014 yılına aittir.) Yukarıda yaptığım alıntı da o kitaptan. Lee Strobel kitap boyunca birçok söyleşi yapıyor ve muteriz edasıyla ateizmin argümanlarını savunuyor. Söyleştiklerinin açıklarını bulmaya çalışıyor. Fakat bir süre sonra Allahın varlığına dair delillerin karşıkonulmazlığını da kabul ediyor. Kitap bu nedenle hem sürükleyici hem bilgilendirici. Okurken hem yeni sorularınız hem de yeni cevaplarınız oluyor.
Söyleşi yaptığı isimlerden birisi de Stephen Meyer. Onunla yaptığı söyleşide altı çizilen şeyse daha çok şu: "Ona göre bilim, bizi 'İlk Olay'a götürdü, fakat daha da ötesine gidip 'İlk Sebep'e ulaştıramadı." Çünkü 'İlk Sebep' tefekkürü yukarıda Sandage'ın da dediği gibi yalnızca tabiat ile açılamıyordu. Daha üstünde birşeylere (bir gayba) bakmak gerekiyordu. Modern bilimse yapısı gereği bunu reddediyordu. Bu yüzden yine Sandage Newsweek dergisinde şunları söylemişti yıllar önce: "Bilim adamları, evrenin sırlarının derinliklerine ne kadar inerlerse, Tanrı onların kalplerinden ve akıllarından o kadar siliniyor." Yahut Galileo'nin de dediği gibi: "Bilim göklerde işlerin nasıl gittiğini anlatır. İncilse göklere (cennete) nasıl gidileceğini."
Bu iki (gayb'lı ve gayb'sız) dili yahut da ikili düşünme yapısını daha basit bir şekilde aklımıza yerleştirense kitabın daha sonraki bölümlerinde kendisiyle söyleşi yapılan W. Lane Craig oluyor. T. School of Theology'de profesör olan Craig bir çaydanlık örneğiyle bu tefekkür şekillerinin farkını ortaya koyuyor:
"Mutfakta olduğunuzu ve ocakta kaynamakta olan bir çaydanlık olduğunu düşünün. Soruyorsunuz: 'Çaydanlık neden kaynıyor?' Karınız şöyle cevap verirse: 'Ateşin sahip olduğu kinetik enerji çaydanlığın metali vasıtasıyla onun içindeki suya iletilir. Bu nedenle su molekülleri gittikçe daha hızlı hareket etmeye başlar ve sonunda buhar şeklinde çaydanlıktan dışarı çıkar.' Bu, bilimsel bir açıklama olur. Yok, eğer kanırız derse ki; 'Çay yapmak için onu ben koydum.' İşte bu kişisel bir açıklamadır. İkisi de doğrudur. Sadece söz konusu olguyu dile getiriş tarzları farklıdır."
"Gördüğünüz gibi evrenin ilk hali hususunda bilimsel bir açıklama sözkonusu değildir. Çünkü bu ilk haldir ve ondan daha önce bulunan başlangıç koşulları ve doğa kanunları olmadığından o durum bunlar vasıtasıyla açıklanamaz. O nedenle eğer evrenin ilk hali açıklanacaksa bu açıklamanın kişisel olması, yani onu yaratmayı dilemiş bir faille açıklanması kaçınılmazdır."
Söz 'fail'e gelince İkram Arslan abiyle 2014'te TV111'de yapmış olduğumuz Nur Penceresi programına atıf yapmam kaçınılmaz oldu. 33. Söz'ün 18. Penceresini konuştuk ve bu pencere A'râf sûresindeki şu ayet-i kerime ile başlıyordu: "Onlar göklerin ve yerin içyüzüne (özüne) bakmadılar mı?” Sanki içerisinde "Baksalar göreceklerdi" veya "Bakanlar görecekler" manalarını da barındıran bu ifade, 'içyüzü' diye karşılık verdiğimiz şeye 'melekut' diyordu. Ben de tam bu noktada İkram abiye şöyle bir soru yönelttim: "Bu içyüzden/melekuttan kastedilen nedir? Eğer bu içyüz ile kastedilen detaysa, daha derinlere inmekse, daha çok şey bilmekse eşya hakkında, bugün Batılı bilimadamlarından daha çok şey bilenimiz yok. Fakat o bilgiye rağmen yine de en çok ateist onların içinde?"
Bu soruma cevap olarak İkram abi, melekuttan kastedilenin o olmadığını, 18. Pencere'de de okuyacağımız üzere, Bediüzzaman'ın bu ayeti tefsir edişinin eserin derinliğinden ziyade; eserden fiile, fiilden faile, failden isme, isimden sıfata, sıfattan şuunata, şuunattan zata ulaştıran bilgi/düşünme şekli olduğunu belirtti. Yani ona göre melekut eserin kendisinden de aşkın yanıydı. Risale'den o kısmı da alıntılayayım:
"İşte, bütün âlemdeki âsâr-ı san’at ve bütün mahlûkat, herbiri birer eser-i mükemmel olduğundan, herbiri bir fiile; ve fiil ise isme; isim ise vasfa; ve vasıf ise şe’ne; ve şe’n ise zâta şehadet ettikleri için, masnuat adedince, birtek Sâni-i Zülcelâlin vücub-u vücuduna şehadet ve ehadiyetine işaret ettikleri gibi, heyet-i mecmuasıyla, silsile-i mahlûkat kadar kuvvetli bir tarzda bir mirac-ı marifettir."
Bu kısma bakınca da aklıma yine Craig'in çaydanlık örneği geldi. Sanıyorum ayet-i kerimenin 'melekut'tan kastettiği eşyanın derunu değil, üstü idi. Yani bir nevi gayb'tı. Kendisinden ötesiydi. Kendisinde kalınarak açıklanamayacak olandı. Aşkın olandı. Sandage'ın dediği gibi: 'Varlık sırrı ancak tabiatüstü birşeylerle anlaşılabiliyor'du. Bilgi bilginin kapısını açıyor. Yıllardır kavrayamadığım Bediüzzaman'ın bir sözünü de böylelikle birazcık anladım:
"Tefekkür gafleti izale eder. Dikkat, teemmül, evham zulümatını dağıtıyor. Lâkin nefsinde, bâtınında, hususî ahvâlinde tefekkür ettiğin zaman, derinden derine tafsilâtla tetkikat yap. Fakat âfakî, haricî, umumî ahvâlâta teemmül ettiğin vakit, sathî, icmâlî düşün, tafsilâta geçme. Çünkü icmalde, fezlekede olan kıymet ve güzellik tafsilâtında yoktur. Hem de âfakî tefekkür, dipsiz denize benziyor, sahili yoktur. İçine dalma, boğulursun."
Acaba bu metinde kastedilen enfüsî tefekkür 'melekuta dair tefekkür' olabilir miydi? Afakî tefekkürden kastedilen de Craig'in 'bilimsel açıklama' dediği şey? Neden-sonuç ilişkisi bol ama asıl faili eksik derinlik. Acaba o yüzden mi Bediüzzaman; "İçine dalma, boğulursun" derken, Sandage; "(...) derinliklerine ne kadar inerlerse, Tanrı onların kalplerinden ve akıllarından o kadar siliniyor" diyordu? Âlemde ondan aşkın bir fail tasavvur etmeden iz sürmek miydi bizi kör eden? Enfüsî (içsel) tefekkürü daha güvenli kılansa, faille eylem arasında, dış âlemde olduğu kadar neden-sonuç ilişkisi olmaması mıydı? Mutluyum. Bir sürü yeni sorum oldu böylelikle. Ne de olsa öğrenmek, sorularımızı arttırmaktır. Soruların sonuna gelmek cehaletin başına gelmektir.
29 Temmuz 2014 Salı
28 Temmuz 2014 Pazartesi
Kork bayramdan korkmayandan!
"En korkulacak an, zafer anıdır."
Napolyon Bonapart
Ümit Meriç Hocanın kendi seyr-i sülûkunu tarif ettiği İçimdeki Cennete Yolculuk kitabını yıllar önce okumuştum. Hem de bir kez değil iki kez. Yine de her yanını tam bir uyanıklıkla hatırlayamıyorum. Ahirzaman çocuklarının en güvenilmez yanları hafızaları. (Bu konuda her güzel duaya muhtacım.) Fakat kitabın içinden bir sahneyi unutamam. Benzerlerini defalarca hissettiğim için belki. Orası hafızama kazınmıştır. Meriç Hocanın uzun bir süre oruç tuttuktan sonra (iki yıla yakın bir süre diye anımsıyorum) bir piknik esnasında mürşidi tarafından oruç tutmayı bırakmaya teşvik edildiği yerdir orası. Peki, bir mürşid, oruç tutmayı neden bıraktırır?
Kitapta anlatıldığına göre; müridinin, oruç tutma sıklığından dolayı, o ibadete karşı ülfet peyda ettiğini düşünüyordu merhum Muzaffer Ozak. Meriç Hoca, o gün orucunu ısrarlar eşliğinde bozduğunda, nefsinin varlığını yeniden nasıl hissettiğini şuna benzer bir şekilde anlatıyordu: (Kitap elimde olsaydı alıntılayacaktım. Netten de bulamadım. Kendi cümlelerimle yazıyorum.) "Sanki kafeste uzun süredir uyuyan bir aslan (kaplan da olabilir), aniden dışarıya çıkmak için saldırdı."
Ben de aynısını her Ramazan arkasında yaşarım. Ramazan boyunca (bir ölçüde) köşesine sindirdiğim nefsin, bayramın birinci günü kafesine saldırıp ve parmaklıkların sağlamlığını yoklayan aslan kadar istekli olduğunu görürüm. Bu beni korkutur. Kederin fazlalığı gibi neşenin fazlalığı da ürkütücüdür. Yeis, "Allah'tan ümidinizi kesmeyin!" emriyle yasaklandığı gibi, akıbet noktasında endişesiz bir neşe de; "Dikkat edin de şeytan sizi Allah'ın affına güvendirerek ayartmasın!" emriyle yasaklanmıştır. Hadd-i vasatta, yani ortayolda/dengede/adalette, kalmaktır bu ümmetin imtihanı.
Çılgınlıklarla değil çıldırmamakla imtihan oluyoruz. İfrat ve tefritimize değil itidalimize sevap yazılıyor. Gevşekliğimiz uyarıldığı gibi ibadette aşırıya gitmemiz de uyarılıyor. Hem de bizzat Allah Resulü aleyhissalatuvesselam tarafından Osman b. Maz'ûn'a (r.a.) yapılıyor bu uyarı: "Ben senin için güzel bir örnek değil miyim? Gözlerinin, senin üzerinde hakkı var. Bedeninin hakkı var, ailenin hakkı var. Namaz kıl, fakat aynı zamanda yat ve uyu. Oruç tut, ancak bazan da tutma. Ey Osman! Allahu Teâlâ beni ruhbanlıkla değil, tatbiki kolay bir din ile gönderdi.”
Dedim ya. Korkarım bu yüzden bayramlardan. Hem sadece bayramlardan mı? Bayram kokulu zamanlardan da korkarım. Mesela: Nasr sûresinde; "Allah'ın yardımı ve zafer günü gelip, insanların Allah'ın dinine akın akın girdiklerini görünce, Rabbini överek tesbih et; O'ndan bağışlama dile, çünkü O, tevbeleri daima kabul edendir..." denilmesi endişelendirir beni. Fethin ve istiğfarın birbirine bağlanması dokunur yüreğime. Zafer zamanlarının aynı zamanda gaflet ve ifrat zamanları olabileceği düşüncesi sarar her yanımı. Ya "Ramazan'da sırtını yere getirdim!" derken, arkamı döndüğümde, sırtı yere getirilen ben olduysam/olursam?
28. Lem'a'ya gider aklım: "Nev-i beşerin ağlanacak gülmelerine, endişe-i istikbal ve âkıbetbînlik adesesiyle, gayet şâşaalı bir gece bayramında, hapishane penceresinden bakarken, nazar-ı hayalime inkişaf eden bir vaziyeti beyan ediyorum. (...) Bunun içindir ki, bayramlarda gaflet istilâ edip gayr-ı meşru daireye sapmamak için, rivayetlerde, zikrullaha ve şükre çok azîm tergibat vardır. Tâ ki, bayramlarda o sevinç ve sürur nimetlerini şükre çevirip, o nimeti idame ve ziyadeleştirsin. Çünkü şükür nimeti ziyadeleştirir, gaflet ise kaçırır."
Sizce çok mu vehimliyim? Fazla mı abartıyorum herşeyi? Peki o zaman Tabiat Risalesi'nin başındaki şu ifade neyin nesi: "1338'de Ankara'ya gittim. İslam Ordusunun Yunan'a galebesinden neş'e alan ehl-i imanın kuvvetli efkârı içinde, gayet müthiş bir zındıka fikri, içine girmek ve bozmak ve zehirlendirmek için dessâsâne çalıştığını gördüm." Bir zındıka fikri? İçine girmek? Bozmak? Zehirlendirmek? Dessasane çalışmak?
Hadi hepsi tamam da, peki bu 'neşe alan'ı nasıl açıklayacağız? Niye söylüyor bunu Bediüzzaman Hazretleri? Neşe zamanlarının arkayı dolaşanlara kör olduğumuz vakitler olduğuna dikkat çekmek için olabilir mi? Böylesi vakitlerde akla karayı ayırma teennisini yitirme durumları yaşamamızdan mı? Her neyse... Asıl ben şey diyecektim size: Ramazan'dan sonra Şevval'in altı günü oruç tutmakla ilgili konuşacaktım.
Hani hadis-i şerifle övülen ve teşvik edilen Şevval'in altı gün orucu. Sakın o da Ramazan'dan birden çıkmamak için olmasın? Kafese saldıran aslana karşı kapıyı hemen bırakmamak? Ramazan'a iki mübarek ayla kontrollü bir şekilde girdiğimiz gibi yine kontrollü bir şekilde ayrılmak? Kazandım sanarken kaybetmemek? Hikmeti böyle birşey olabilir mi? Kur'an'dan, sünnetten ve mübarek mürşidlerden aldığımız dersler bize hep 'kıymetli bir temkin' öğütlüyor. Bu kıymetli temkini yitirmekten korkmalı. Bayramları hem sevmeli hem onlardan korkmalı.
Napolyon Bonapart
Ümit Meriç Hocanın kendi seyr-i sülûkunu tarif ettiği İçimdeki Cennete Yolculuk kitabını yıllar önce okumuştum. Hem de bir kez değil iki kez. Yine de her yanını tam bir uyanıklıkla hatırlayamıyorum. Ahirzaman çocuklarının en güvenilmez yanları hafızaları. (Bu konuda her güzel duaya muhtacım.) Fakat kitabın içinden bir sahneyi unutamam. Benzerlerini defalarca hissettiğim için belki. Orası hafızama kazınmıştır. Meriç Hocanın uzun bir süre oruç tuttuktan sonra (iki yıla yakın bir süre diye anımsıyorum) bir piknik esnasında mürşidi tarafından oruç tutmayı bırakmaya teşvik edildiği yerdir orası. Peki, bir mürşid, oruç tutmayı neden bıraktırır?
Kitapta anlatıldığına göre; müridinin, oruç tutma sıklığından dolayı, o ibadete karşı ülfet peyda ettiğini düşünüyordu merhum Muzaffer Ozak. Meriç Hoca, o gün orucunu ısrarlar eşliğinde bozduğunda, nefsinin varlığını yeniden nasıl hissettiğini şuna benzer bir şekilde anlatıyordu: (Kitap elimde olsaydı alıntılayacaktım. Netten de bulamadım. Kendi cümlelerimle yazıyorum.) "Sanki kafeste uzun süredir uyuyan bir aslan (kaplan da olabilir), aniden dışarıya çıkmak için saldırdı."
Ben de aynısını her Ramazan arkasında yaşarım. Ramazan boyunca (bir ölçüde) köşesine sindirdiğim nefsin, bayramın birinci günü kafesine saldırıp ve parmaklıkların sağlamlığını yoklayan aslan kadar istekli olduğunu görürüm. Bu beni korkutur. Kederin fazlalığı gibi neşenin fazlalığı da ürkütücüdür. Yeis, "Allah'tan ümidinizi kesmeyin!" emriyle yasaklandığı gibi, akıbet noktasında endişesiz bir neşe de; "Dikkat edin de şeytan sizi Allah'ın affına güvendirerek ayartmasın!" emriyle yasaklanmıştır. Hadd-i vasatta, yani ortayolda/dengede/adalette, kalmaktır bu ümmetin imtihanı.
Çılgınlıklarla değil çıldırmamakla imtihan oluyoruz. İfrat ve tefritimize değil itidalimize sevap yazılıyor. Gevşekliğimiz uyarıldığı gibi ibadette aşırıya gitmemiz de uyarılıyor. Hem de bizzat Allah Resulü aleyhissalatuvesselam tarafından Osman b. Maz'ûn'a (r.a.) yapılıyor bu uyarı: "Ben senin için güzel bir örnek değil miyim? Gözlerinin, senin üzerinde hakkı var. Bedeninin hakkı var, ailenin hakkı var. Namaz kıl, fakat aynı zamanda yat ve uyu. Oruç tut, ancak bazan da tutma. Ey Osman! Allahu Teâlâ beni ruhbanlıkla değil, tatbiki kolay bir din ile gönderdi.”
Dedim ya. Korkarım bu yüzden bayramlardan. Hem sadece bayramlardan mı? Bayram kokulu zamanlardan da korkarım. Mesela: Nasr sûresinde; "Allah'ın yardımı ve zafer günü gelip, insanların Allah'ın dinine akın akın girdiklerini görünce, Rabbini överek tesbih et; O'ndan bağışlama dile, çünkü O, tevbeleri daima kabul edendir..." denilmesi endişelendirir beni. Fethin ve istiğfarın birbirine bağlanması dokunur yüreğime. Zafer zamanlarının aynı zamanda gaflet ve ifrat zamanları olabileceği düşüncesi sarar her yanımı. Ya "Ramazan'da sırtını yere getirdim!" derken, arkamı döndüğümde, sırtı yere getirilen ben olduysam/olursam?
28. Lem'a'ya gider aklım: "Nev-i beşerin ağlanacak gülmelerine, endişe-i istikbal ve âkıbetbînlik adesesiyle, gayet şâşaalı bir gece bayramında, hapishane penceresinden bakarken, nazar-ı hayalime inkişaf eden bir vaziyeti beyan ediyorum. (...) Bunun içindir ki, bayramlarda gaflet istilâ edip gayr-ı meşru daireye sapmamak için, rivayetlerde, zikrullaha ve şükre çok azîm tergibat vardır. Tâ ki, bayramlarda o sevinç ve sürur nimetlerini şükre çevirip, o nimeti idame ve ziyadeleştirsin. Çünkü şükür nimeti ziyadeleştirir, gaflet ise kaçırır."
Sizce çok mu vehimliyim? Fazla mı abartıyorum herşeyi? Peki o zaman Tabiat Risalesi'nin başındaki şu ifade neyin nesi: "1338'de Ankara'ya gittim. İslam Ordusunun Yunan'a galebesinden neş'e alan ehl-i imanın kuvvetli efkârı içinde, gayet müthiş bir zındıka fikri, içine girmek ve bozmak ve zehirlendirmek için dessâsâne çalıştığını gördüm." Bir zındıka fikri? İçine girmek? Bozmak? Zehirlendirmek? Dessasane çalışmak?
Hadi hepsi tamam da, peki bu 'neşe alan'ı nasıl açıklayacağız? Niye söylüyor bunu Bediüzzaman Hazretleri? Neşe zamanlarının arkayı dolaşanlara kör olduğumuz vakitler olduğuna dikkat çekmek için olabilir mi? Böylesi vakitlerde akla karayı ayırma teennisini yitirme durumları yaşamamızdan mı? Her neyse... Asıl ben şey diyecektim size: Ramazan'dan sonra Şevval'in altı günü oruç tutmakla ilgili konuşacaktım.
Hani hadis-i şerifle övülen ve teşvik edilen Şevval'in altı gün orucu. Sakın o da Ramazan'dan birden çıkmamak için olmasın? Kafese saldıran aslana karşı kapıyı hemen bırakmamak? Ramazan'a iki mübarek ayla kontrollü bir şekilde girdiğimiz gibi yine kontrollü bir şekilde ayrılmak? Kazandım sanarken kaybetmemek? Hikmeti böyle birşey olabilir mi? Kur'an'dan, sünnetten ve mübarek mürşidlerden aldığımız dersler bize hep 'kıymetli bir temkin' öğütlüyor. Bu kıymetli temkini yitirmekten korkmalı. Bayramları hem sevmeli hem onlardan korkmalı.
27 Temmuz 2014 Pazar
Tarafsızlık mümkün mü?
"Hattâ, bazı defa Evrâd-ı Şah-ı Nakşibendîde şehadet getirdiğim vakit, 'Bu iman üzere yaşar, bu imanla ölür, bu imanla diriliriz!' (Mecmûatü'l-Ahzâb, el-Gümüşhânevî; Nakşibendî, Evrâd-ı Nakşibend: 7) dediğim zaman nihayetsiz bir tarafgirlik hissediyorum. Eğer bütün dünya bana verilse bir hakikat-i imaniyeyi feda edemiyorum. Bir hakikatin bir dakika aksini farz etmek bana gayet elîm geliyor. Bütün dünya benim olsa birtek hakaik-i imaniyenin vücut bulmasına bilâ tereddüt vermesine nefsim itaat ediyor." 9. Mektup'tan.
'Tarafsızlık' ahirzamanın pek sevilen mottolarından birisi. 'Hakkaniyetin' veya 'insaf'ın yerine sessizce alarak adalet tahtını ele geçirdi. Öyle bir güce sahip ki, anıldığı her meselede, meşruiyeti bir anda tekeline alıyor. Taraf olduğunu söyleyen 'yuha'lanıyor. Gözden düşüyor. Dinlenmez oluyor. Sanılıyor ki: Doğru birşey söyleyeceksen mutlaka tarafsız olacaksın. Taraflı adam doğru konuşamaz. Fakat, bir saniye, durun bakalım: Doğruyu konuşan da ona taraf olmalı değil midir? Veya en azından onun doğru olduğuna inandığı için onu söylüyor olmalı değil midir?
Bir müslüman hangi konularda tarafsız olabilir? Veya olabilir mi? Buna cevap ararken külliyat içerisinde karşılaşacağımız en kritik metinlerden birisinin 15. Söz'ün Zeyli olduğunu düşünüyorum. Mürşidimin 'bitarafane muhakeme'nin bazı durumlarda 'taraf-ı muhalifi iltizam' anlamına gelebileceğini beyan ettiği yerdir 15. Söz'ün Zeyli:
"Ramazan-ı Şerifte İstanbul Bayezid Câmi-i Şerifinde hâfızları dinliyordum. Birden, şahsını görmedim, fakat manevî bir ses işittim gibi bana geldi. Zihnimi kendine çevirdi; hayalen dinledim. Baktım ki, bana der: 'Sen, Kur'ânı pek âlî, çok parlak görüyorsun. Bîtarafâne muhâkeme et, öyle bak. Yani bir beşer kelâmı farz et bak; acaba o meziyetleri, o zînetleri görecek misin?' dedi. Hakikaten ben de ona aldandım, beşer kelâmı farz edip, öyle baktım. Gördüm ki, nasıl Bayezid'in elektrik düğmesi çevrilip söndürülünce ortalık karanlığa düşer; öyle de, o farz ile, Kur'ân'ın parlak ışıkları gizlenmeye başladı. O vakit anladım ki, benim ile konuşan şeytandır; beni vartaya yuvarlandırıyor."
Metinde biraz ilerleyince de der ki: "İşte Kur'ân, kıymettar bir maldır. Beşer kelâmı Cenâb-ı Hakkın kelâmından ne kadar uzaksa, o iki taraf, o kadar, belki hadsiz birbirinden uzaktır. İşte, serâdan Süreyyâ'ya kadar birbirinden uzak o iki taraf ortasında bırakmak mümkün değildir. Hem, ortası yoktur; çünkü, vücud ve adem gibi ve iki nâkızeyn gibi, iki zıddırlar. Ortası olamaz. Öyle ise, Kur'ân için sahibü'l-yed, taraf-ı İlâhîdir. Öyle ise, Onun elinde kabul edilip, öylece delâil-i ispata bakılacak."
Bu izahlardan bencileyin anladığım şudur: İmanın bulunduğu bir kalple hak-bâtıl düzleminde bir tarafsızlık mümkün olamaz. İman, bizatihi varlığıyla, bu düzlemde bir tarafın seçildiğini gösterir. Bunun için vardır. Buna sahip olabilmek için kalbe alınır. Bu yüzden, mü'min kişiden hak-bâtıl zemininde tarafsız kalmasının istenmesi, ona "Objektif ol!" çağrısının yapıldığı anlamına gelmez. Bilakis, yine Bediüzzaman'ın ifadesiyle, 'taraf-ı muhalifi iltizam'dır bu. Karşı tarafa geçmesinin istenmesidir. İslam'da akaidî konuların ortası yoktur. 'Öyle de güzel. Böyle de güzel!' olmaz. Buralarda ortayol aranmaz. Yine mezkûr eserde der ki mürşidim:
"Dedim: Ey şeytan! Bîtarafâne muhâkeme, iki taraf ortasında bir vaziyettir. Halbuki, hem senin, hem insandaki senin şâkirdlerin, dediğiniz bîtarafâne muhâkeme ise, taraf-ı muhâlifi iltizamdır. Bîtaraflık değildir, muvakkaten bir dinsizliktir. Çünkü, Kur'ân'a kelâm-ı beşer diye bakmak ve öyle muhâkeme etmek, şıkk-ı muhâlifi esas tutmaktır, bâtılı iltizamdır. Bîtarafâne muhâkeme değildir, belki bâtıla tarafgirliktir."
Peki bir müslüman hiç mi tarafsız olmaz? Hak-bâtıl düzleminden uzaklaşıldığında tarafsızlık bir derece mevzubahis olabilir. Hatta gereklidir. Yine Bediüzzaman'ın; "Mü'minlerde nifak ve şikak, kin ve adâvete sebebiyet veren tarafgirlik ve inat ve haset, hakikatçe ve hikmetçe ve insaniyet-i kübrâ olan İslâmiyetçe ve hayat-ı şahsiyece ve hayat-ı içtimaiyece ve hayat-ı mâneviyece çirkin ve merduttur, muzır ve zulümdür ve hayat-ı beşeriye için zehirdir..." diyerek başladığı 22. Mektup isimli metinde; "Sen mesleğini ve efkârını hak bildiğin vakit, 'Mesleğim haktır veya daha güzeldir' demeye hakkın var. Fakat 'Yalnız hak benim mesleğimdir' demeye hakkın yoktur..." denmesi buna işaret eder.
Kıyas zeminin değiştiği, yani hak-bâtıl düzleminden hak-ehak (doğru-daha doğru), hasen-ahsen (güzel-daha güzel) zeminine geçildiği yerlerde tarafgirliğin şiddetlisi bir maraz olmaya başlar. İşte tam bu noktada, Bediüzzaman, bir müslüman davranışı olarak tavsiye ettiği 'hakta tarafgirliği' ehakkı aramakta hoş bulmaz. Bence bu durum şöyle bir cümlede özetlenebilir: "Hakta taraf ol. Fakat ehakta tarafgir olma. Hak-bâtıl düzleminde ısrarcı ol. Fakat hak-ehak düzleminde ısrarcı olma!"
Ben, Bediüzzaman'ın bu izahlarının sahabe mesleğinin Kur'an'da tarif edildiği Fetih sûresindeki şu ayetle de irtibatlı olduğunu düşünüyorum: "Muhammed Allah'ın elçisidir. Beraberinde bulunanlar da kâfirlere karşı izzetli, kendi aralarında merhametlidirler." 'Kendi aramız' elbette ehak dairesidir. 'Kafirlere karşı duruşumuz' hak-bâtıl meselesidir.
15. Söz'ün Zeyli'nde giriş kısmında yazan ayetin kısa bir meali şöyle: "Şeytandan vesvese geldiğinde Allah'a sığın. Şüphesiz ki, O, herşeyi hakkıyla işiten, herşeyi hakkıyla bilendir." Bildiğiniz gibi, Bediüzzaman Hazretleri genelde, metnine girizgâh kıldığı ayetin tefsirini yapar ilerisinde. (Başka ayetlere de dokunur ama ana tema sanki baştaki ayetle şekillenmiştir.) Peki 'bitarafane muhakeme' bahsinde şu ayetin tefsiri nerede?
Bence işte tam da 'bitarafane muhakeme' ifadesinin içinde. "Şeytandan vesvese geldiğinde Allah'a sığın" ifadesi, bir açıdan dil ile yaptığımız istiazeyi/euzüyü içerirken; diğer yandan da Bediüzzaman'ın tefsir ettiği şekliyle 'fikrini, duruşunu, kalbini, iradeni, tefekkürünü, gayretini imanının sana hak olarak gösterdiği şeyi ispatta kullanmayı kapsıyor.
"Allah'a sığın!" içinde "Tarafsız kalma! İnandığın tarafa koş! Allah'ın tarafına koş!" manası da gizli. Ki bakınız Bediüzzaman ne demişti: "Öyle ise, Onun elinde kabul edilip, öylece delâil-i ispata bakılacak." Onun elinde kabul et, Allah'a sığın, bunlar birbirini çağrıştırmıyor mu sizce de?
Bu nokta çok önemli bir nokta zira hak-bâtıl düzleminde bir duruşsuzluk ile hak-ehak düzleminde bir tarafsızlık (veya ısrarsızlık) birbirine çok karıştırılıyor. Hak-ehak düzleminde şefkat ehl-i sünnetin ahlakı iken (ki bu sayede birçok mezhep, meslek, meşrep, ekol vs. var) diğerindeki yumuşaklık/zayıflık Kur'an'da da tehdit ediliyor. Buna şahidim de Bakara sûresinin 14-15. ayetleridir: "Mü'minlere rastlayınca; inandık, derler. Şeytanları ile başbaşa kalınca da; biz sizinle beraberiz, onlarla sadece istihza etmekteyiz, derler. Gerçekte, Allah onlarla istihza (alay) eder de azgınlıklarında onlara fırsat verir, bu yüzden onlar bir müddet başıboş dolaşırlar."
Hasılıkelam: İmanî bir meselenin inkârının konu olduğu yerde bizim için tarafsız bir duruş mümkün değildir. Çünkü böyle şeylerin ortası olduğuna imanımız yoktur. Hakkın dairesi ehl-i sünnet ve'l-cemaatin dairesidir. Fakat bunu söylerken şunu da ihmal etmeyiz: Güzel ve daha güzel seçimlerinde veya düzleminde tüm güzelleri sevmek de mü'minane şefkatin gereğidir. Ehl-i sünnet içinde kaldıktan sonra her mü'mine kalbimizde yer vardır. Hatta, kâfire ve küfrüne değil amma, kâfirin taşıdığı mü'minane bir sıfata dahi muhabbet duyabiliriz. Çünkü "Hikmet mü'minin yitiğidir." O meziyet de aslında müslümanların malıdır.
'Tarafsızlık' ahirzamanın pek sevilen mottolarından birisi. 'Hakkaniyetin' veya 'insaf'ın yerine sessizce alarak adalet tahtını ele geçirdi. Öyle bir güce sahip ki, anıldığı her meselede, meşruiyeti bir anda tekeline alıyor. Taraf olduğunu söyleyen 'yuha'lanıyor. Gözden düşüyor. Dinlenmez oluyor. Sanılıyor ki: Doğru birşey söyleyeceksen mutlaka tarafsız olacaksın. Taraflı adam doğru konuşamaz. Fakat, bir saniye, durun bakalım: Doğruyu konuşan da ona taraf olmalı değil midir? Veya en azından onun doğru olduğuna inandığı için onu söylüyor olmalı değil midir?
Bir müslüman hangi konularda tarafsız olabilir? Veya olabilir mi? Buna cevap ararken külliyat içerisinde karşılaşacağımız en kritik metinlerden birisinin 15. Söz'ün Zeyli olduğunu düşünüyorum. Mürşidimin 'bitarafane muhakeme'nin bazı durumlarda 'taraf-ı muhalifi iltizam' anlamına gelebileceğini beyan ettiği yerdir 15. Söz'ün Zeyli:
"Ramazan-ı Şerifte İstanbul Bayezid Câmi-i Şerifinde hâfızları dinliyordum. Birden, şahsını görmedim, fakat manevî bir ses işittim gibi bana geldi. Zihnimi kendine çevirdi; hayalen dinledim. Baktım ki, bana der: 'Sen, Kur'ânı pek âlî, çok parlak görüyorsun. Bîtarafâne muhâkeme et, öyle bak. Yani bir beşer kelâmı farz et bak; acaba o meziyetleri, o zînetleri görecek misin?' dedi. Hakikaten ben de ona aldandım, beşer kelâmı farz edip, öyle baktım. Gördüm ki, nasıl Bayezid'in elektrik düğmesi çevrilip söndürülünce ortalık karanlığa düşer; öyle de, o farz ile, Kur'ân'ın parlak ışıkları gizlenmeye başladı. O vakit anladım ki, benim ile konuşan şeytandır; beni vartaya yuvarlandırıyor."
Metinde biraz ilerleyince de der ki: "İşte Kur'ân, kıymettar bir maldır. Beşer kelâmı Cenâb-ı Hakkın kelâmından ne kadar uzaksa, o iki taraf, o kadar, belki hadsiz birbirinden uzaktır. İşte, serâdan Süreyyâ'ya kadar birbirinden uzak o iki taraf ortasında bırakmak mümkün değildir. Hem, ortası yoktur; çünkü, vücud ve adem gibi ve iki nâkızeyn gibi, iki zıddırlar. Ortası olamaz. Öyle ise, Kur'ân için sahibü'l-yed, taraf-ı İlâhîdir. Öyle ise, Onun elinde kabul edilip, öylece delâil-i ispata bakılacak."
Bu izahlardan bencileyin anladığım şudur: İmanın bulunduğu bir kalple hak-bâtıl düzleminde bir tarafsızlık mümkün olamaz. İman, bizatihi varlığıyla, bu düzlemde bir tarafın seçildiğini gösterir. Bunun için vardır. Buna sahip olabilmek için kalbe alınır. Bu yüzden, mü'min kişiden hak-bâtıl zemininde tarafsız kalmasının istenmesi, ona "Objektif ol!" çağrısının yapıldığı anlamına gelmez. Bilakis, yine Bediüzzaman'ın ifadesiyle, 'taraf-ı muhalifi iltizam'dır bu. Karşı tarafa geçmesinin istenmesidir. İslam'da akaidî konuların ortası yoktur. 'Öyle de güzel. Böyle de güzel!' olmaz. Buralarda ortayol aranmaz. Yine mezkûr eserde der ki mürşidim:
"Dedim: Ey şeytan! Bîtarafâne muhâkeme, iki taraf ortasında bir vaziyettir. Halbuki, hem senin, hem insandaki senin şâkirdlerin, dediğiniz bîtarafâne muhâkeme ise, taraf-ı muhâlifi iltizamdır. Bîtaraflık değildir, muvakkaten bir dinsizliktir. Çünkü, Kur'ân'a kelâm-ı beşer diye bakmak ve öyle muhâkeme etmek, şıkk-ı muhâlifi esas tutmaktır, bâtılı iltizamdır. Bîtarafâne muhâkeme değildir, belki bâtıla tarafgirliktir."
Peki bir müslüman hiç mi tarafsız olmaz? Hak-bâtıl düzleminden uzaklaşıldığında tarafsızlık bir derece mevzubahis olabilir. Hatta gereklidir. Yine Bediüzzaman'ın; "Mü'minlerde nifak ve şikak, kin ve adâvete sebebiyet veren tarafgirlik ve inat ve haset, hakikatçe ve hikmetçe ve insaniyet-i kübrâ olan İslâmiyetçe ve hayat-ı şahsiyece ve hayat-ı içtimaiyece ve hayat-ı mâneviyece çirkin ve merduttur, muzır ve zulümdür ve hayat-ı beşeriye için zehirdir..." diyerek başladığı 22. Mektup isimli metinde; "Sen mesleğini ve efkârını hak bildiğin vakit, 'Mesleğim haktır veya daha güzeldir' demeye hakkın var. Fakat 'Yalnız hak benim mesleğimdir' demeye hakkın yoktur..." denmesi buna işaret eder.
Kıyas zeminin değiştiği, yani hak-bâtıl düzleminden hak-ehak (doğru-daha doğru), hasen-ahsen (güzel-daha güzel) zeminine geçildiği yerlerde tarafgirliğin şiddetlisi bir maraz olmaya başlar. İşte tam bu noktada, Bediüzzaman, bir müslüman davranışı olarak tavsiye ettiği 'hakta tarafgirliği' ehakkı aramakta hoş bulmaz. Bence bu durum şöyle bir cümlede özetlenebilir: "Hakta taraf ol. Fakat ehakta tarafgir olma. Hak-bâtıl düzleminde ısrarcı ol. Fakat hak-ehak düzleminde ısrarcı olma!"
Ben, Bediüzzaman'ın bu izahlarının sahabe mesleğinin Kur'an'da tarif edildiği Fetih sûresindeki şu ayetle de irtibatlı olduğunu düşünüyorum: "Muhammed Allah'ın elçisidir. Beraberinde bulunanlar da kâfirlere karşı izzetli, kendi aralarında merhametlidirler." 'Kendi aramız' elbette ehak dairesidir. 'Kafirlere karşı duruşumuz' hak-bâtıl meselesidir.
15. Söz'ün Zeyli'nde giriş kısmında yazan ayetin kısa bir meali şöyle: "Şeytandan vesvese geldiğinde Allah'a sığın. Şüphesiz ki, O, herşeyi hakkıyla işiten, herşeyi hakkıyla bilendir." Bildiğiniz gibi, Bediüzzaman Hazretleri genelde, metnine girizgâh kıldığı ayetin tefsirini yapar ilerisinde. (Başka ayetlere de dokunur ama ana tema sanki baştaki ayetle şekillenmiştir.) Peki 'bitarafane muhakeme' bahsinde şu ayetin tefsiri nerede?
Bence işte tam da 'bitarafane muhakeme' ifadesinin içinde. "Şeytandan vesvese geldiğinde Allah'a sığın" ifadesi, bir açıdan dil ile yaptığımız istiazeyi/euzüyü içerirken; diğer yandan da Bediüzzaman'ın tefsir ettiği şekliyle 'fikrini, duruşunu, kalbini, iradeni, tefekkürünü, gayretini imanının sana hak olarak gösterdiği şeyi ispatta kullanmayı kapsıyor.
"Allah'a sığın!" içinde "Tarafsız kalma! İnandığın tarafa koş! Allah'ın tarafına koş!" manası da gizli. Ki bakınız Bediüzzaman ne demişti: "Öyle ise, Onun elinde kabul edilip, öylece delâil-i ispata bakılacak." Onun elinde kabul et, Allah'a sığın, bunlar birbirini çağrıştırmıyor mu sizce de?
Bu nokta çok önemli bir nokta zira hak-bâtıl düzleminde bir duruşsuzluk ile hak-ehak düzleminde bir tarafsızlık (veya ısrarsızlık) birbirine çok karıştırılıyor. Hak-ehak düzleminde şefkat ehl-i sünnetin ahlakı iken (ki bu sayede birçok mezhep, meslek, meşrep, ekol vs. var) diğerindeki yumuşaklık/zayıflık Kur'an'da da tehdit ediliyor. Buna şahidim de Bakara sûresinin 14-15. ayetleridir: "Mü'minlere rastlayınca; inandık, derler. Şeytanları ile başbaşa kalınca da; biz sizinle beraberiz, onlarla sadece istihza etmekteyiz, derler. Gerçekte, Allah onlarla istihza (alay) eder de azgınlıklarında onlara fırsat verir, bu yüzden onlar bir müddet başıboş dolaşırlar."
Hasılıkelam: İmanî bir meselenin inkârının konu olduğu yerde bizim için tarafsız bir duruş mümkün değildir. Çünkü böyle şeylerin ortası olduğuna imanımız yoktur. Hakkın dairesi ehl-i sünnet ve'l-cemaatin dairesidir. Fakat bunu söylerken şunu da ihmal etmeyiz: Güzel ve daha güzel seçimlerinde veya düzleminde tüm güzelleri sevmek de mü'minane şefkatin gereğidir. Ehl-i sünnet içinde kaldıktan sonra her mü'mine kalbimizde yer vardır. Hatta, kâfire ve küfrüne değil amma, kâfirin taşıdığı mü'minane bir sıfata dahi muhabbet duyabiliriz. Çünkü "Hikmet mü'minin yitiğidir." O meziyet de aslında müslümanların malıdır.
26 Temmuz 2014 Cumartesi
Caner Taslaman nerede hata yapıyor?
"Siz de Allah'a ve Resulüne iman edin ki; o ümmî peygamber de Allah'a ve Onun sözlerine iman etmiştir. Ve ona uyun, ta ki, doğru yolu bulmuş olasınız." (A'raf sûresi, 158.)
Caner Taslaman'ın da çok sevdiği bir argümandır şu 'kişisel sünnet' meselesi. Bir usûl çerçevesinde sınırlandıramasa da (zaten modernistlerin en temel sorunu budur) o, Efendimiz aleyhissalatuvesselamın 'insanî yanıyla' yaptıklarını 'peygamber yanıyla' yaptıklarından ayırabileceğini düşünür. Hatta 'ayrılması gerektiğini' söyler. ("Peygamber yanıyla yaptıkları bizi de bağlar. İnsanî yanıyla yaptıkları ise bağlamaz!" demeye getirir.) Ancak her modernistteki sorun onda da vardır: Bu ayrım için her şekilde uygulanabilir bir belirteci/kıstası yoktur. Usûl bağlamında söylediği herşey verdiğiniz bir örnekte gümler.
Derinleşince farkedersiniz. Zannına göre 'önemli/önemsiz' saydığı şeyleri vardır sadece. Tesbit ve tayinlerinin bütün ilmî(!) mihengi bundan ibarettir. Fakat bu 'keyfe göre' metod elbette birşeyi kaçırır: Ya senin önemsiz gördüklerinin ardında da büyük bir hikmet varsa? Ya insanî gördüğünde de peygamberî bir sır saklanıyorsa? Ya yalnızca sen ona kör olduysan? Öyle ya! Selef-i salihîn onun hayatının hiçbir kesitini 'önemsiz' veya 'insanî' saymamıştır. Siyer kaynakları saymamıştır. Hadis ilmi saymamıştır. Fıkıh saymamıştır. Kelam saymamıştır. Tasavvuf saymamıştır. Zaten Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın hayatından herhangi bir kesite önemli-önemsiz tayini yapabilmek, ancak onun üstü bir konumdan hayatına bakabilmekle mümkündür. O zaman sorulmalıdır: Modernist kendini nerede konumlandırmaktadır? Belki de Farabî gibi filozofu peygamberden üstün görmektedir.
Bence sünnet-i seniyye hakkında modernistlerin/ehl-i bid'anın en çok düştüğü hata bu: Onu sadece 'bizim gibi bir insan olduğu' tarafıyla görüyorlar. Aynaya camı için bakıyorlar. Tavus kuşunun meziyetlerini kabuğunda arıyorlar. Ondan yansıyanın/çıkanın muhteşemliğini kaçırıyorlar. 'Dolayısıyla gelen güzelliğini' yitiriyorlar. Çevrelerine de sünneti bu yanlış/eksik vurguyla okutmaya çalışıyorlar. Halbuki ehl-i sünnet mirasıyla bize gelen hak nazar bu değildir. Biz ona 'ondan ötesini görmek için' bakarız. Ötesinin varlığını bilerek bakarız. Onun yaptıklarını da, yine bu nedenle, sadece 'insanî yanıyla yaptıkları' olarak görmeyiz. Aynayı kirli bulmayız. Gözümüz hep arkasını, hep anlatmak için yaşatıldığı hakikati, hep şahs-ı manevîsini arar.
Ben, mürşidimin, Efendimiz aleyhissalatuvesselama 'gül' değil de 'bülbül' değişinde de böyle bir sır okuyorum. Evet, dikkatimi çekti, bunu külliyat içinde taradım. Tam dört yerde Efendimizin andelib/bülbül unvanına atıf var. Tabii sağlamasını da yaptım. Yani "Gül ile var mı?" diye de baktım. Bulamadım. "Eğer gözden kaçırmadıysam ve Bediüzzaman, zannım gibi, Efendimiz aleyhissalatuvesselama gül değil de bülbül unvanını yakıştırmayı seçiyorsa, bunda bir hikmet olsa gerek!" diye düşündüm. Şimdi bu arayışımın hikayesini dinleyeceksiniz.
Öncelikle Mesnevî-i Nuriye'ye gidelim. Orada, bakış açısının, 'bilginin aranışı, okunuşu ve işlenişiyle' ne denli alakadar olduğunun izah edildiği yere bir dokunalım: "Kırk sene ömrümde, otuz sene tahsilimde yalnız dört kelimeyle dört kelâm öğrendim; tafsilen beyan edilecektir. Burada, yalnız icmalen işaret edilecektir. Kelimelerden maksat; mânâ-yı harfî, mânâ-yı ismî, niyet, nazar'dır." Metnin devamında ise bu kavramların karşılıkları izah ediliyor. Fakat ben, oradaki izahı değil, 16. Lem'a'daki izahı sizlere nakledeceğim:
"Sen ayineye baksan, eğer ayineye şişe için bakarsan, şişeyi kasten görürsün. İçinde Refet tebeî, dolayısıyla nazar ilişir. Eğer maksat, mübarek simanıza bakmak için ayineye baksan; sevimli Refet'i kasten görürsün. "Fetebarek Allahu ahsenu'l-halıkîn" dersin. Ayna şişesi tebeî, dolayısıyla nazarın ilişir. İşte birinci surette ayna şişesi mânâ-yı ismîdir; Refet mânâ-yı harfî oluyor. İkinci surette ayna şişesi mânâ-yı harfîdir, yani kendi için ona bakılmıyor, başka mânâ için bakılır ki, akistir. Akis mânâ-yı ismîdir."
Yani mana-yı ismî ve mana-yı harfî kavramları, neye-niçin (neyi görmek için) baktığınızla yakından ilgili. Neyi arıyorsanız, o, kendisinden gayrısını mana-yı harfî kılar. Ondan sonra herşey tebeî/dolayısla'dır. Bu bakış açısı eğitimi yahut da 'ötesine/gaybına bakma eğitimi' aslında külliyatın tamamına sinmiştir. Sünuhat'ta rastladığınızda mesela şöyle konuşur sizinle:
"Meselâ, bir adam İbni Hacer'e nazar ettiği vakit, Kur'ân'ı anlamak ve Kur'ân'ın ne dediğini öğrenmek maksadıyla nazar etmeli. Yoksa İbni Hacer'in ne dediğini anlamak maksadıyla değil."
Daha başka örnekler de var. Alıntılarla vaktinizi almayı terkederek sadede geleyim. Bana öyle geliyor ki: Bediüzzaman'ın Allah Resulü aleyhissalatuvesselama bakışında da, tüm ehl-i sünnet ulemasında olduğu gibi, bu incelik var. Yani ona bile 'ders verdiği hakikati görmek kastıyla' bakıyor ve ancak böyle bakılması gerektiğini öğütlüyor:
"Evet, o burhanın şahs-ı mânevîsine bak: Sath-ı arz bir mescid, Mekke bir mihrap, Medine bir minber; o burhan-ı bâhir olan Peygamberimiz aleyhissalâtü vesselâm bütün ehl-i imana imam, bütün insanlara hatip, bütün enbiyaya reis, bütün evliyaya seyyid, bütün enbiya ve evliyadan mürekkep bir halka-i zikrin serzâkiri; bütün enbiya hayattar kökleri, bütün evliya tarâvettar semereleri bir şecere-i nuraniyedir ki, herbir dâvâsını, mu'cizatlarına istinat eden bütün enbiya ve kerametlerine itimat eden bütün evliya tasdik edip imza ediyorlar."
Yani o mübarek bülbül, bizzat da güzel olup, güzel güzel şakımakla birlikte; aslında birşeye dikkat çekmek için şakıyor. Bir mananın harfi veya mana-i harfî olmak için şakıyor. Ümmet de ona insanî/şahsî yanından daha başka birşeyi, insanî/şahsî olandan daha büyük bir resmi, görmek için bakıyor. Bu bakış onun ifade ettiği şahs-ı manevînin ne denli kıymetli-önemli-büyük olduğunu da anlatıyor ve gösteriyor:
"Demek, herbir nevi mevcudâtın, hattâ yıldızların bir serzakiri ve nurefşân bir bülbülü var. Fakat, bütün bülbüllerin en efdali, en eşrefi ve en münevveri ve en bâhiri ve en azîmi ve en kerîmi ve sesçe en yüksek ve vasıfça en parlak ve zikirce en etemm ve şükürce en eâmm ve mahiyetçe en ekmel ve sûretçe en ecmel, kâinat bostanında arz ve semâvâtın bütün mevcudâtını latîf secaâtıyla, leziz nağamâtıyla, ulvî tesbihâtıyla vecde ve cezbeye getiren, nev-i beşerin andelîb-i zîşânı ve benîâdem'in bülbül-ü zü'l-Kur'ân'ı, Muhammed-i Arabîdir."
O ayna, öyle bir aynadır ki, bizzat ona bakmak zaten hakikate bakmak gibidir. Şakıdığı şeyi yansıtmaya adamıştır her anını. Bu nedenle reşha-katre-zühre bahsindeki reşhalık en çok ona yakışır. Fakat yine de aklınıza bu merakımı düşürmek istiyorum:
'Gül' mü mana-yı ismî'ye yakın duruyor? Yoksa 'bülbül' mü? Bir de şuna dair düşünmenizi isteyeceğim ardından: Allah Resulü aleyhissalatuvesselama 'bülbül' nazarıyla bakanlar mı daha çok hakikat devşiriyor sünnet-i seniyyeden, yoksa 'gül' mü? Neye, ne için baktığınız, ne bulduğunuzla çok ilintili.[1] Şahs-ı manevîyi biliş ve bakış şahsa bakışı da aşkınlaştırıyor. Aleyhissalatuvesselamın hayatı da ötesinin varlığına iman eden ve kendi hayatında da bunun izdüşümlerini arayanlar için kıymetli. Hem yine mürşidim şahs-ı manevîyi aramayan bakışın tehlikelerine şöyle dikkat çekmez mi:
"İ'lem eyyühe'l-aziz! Tavus kuşu gibi pek güzel bir kuş, yumurtadan çıkar, tekâmül eder, semâlarda tayarana başlar. Âfak-ı âlemde şöhret kazandıktan sonra, yerde kalan yumurtasının kabuğu içerisinde o kuşun güzelliğini, kemâlâtını, terakkiyatını arayıp bulmak isteyen adamın ahmak olduğunda şüphe yoktur. Binaenaleyh, tarihlerin naklettikleri Peygamberimizin (a.s.m.) bidâyet-i hayatına maddî, sathî, surî bir nazarla bakan bir adam, şahsiyet-i mâneviyesini idrak edemez. Ve derece-i kıymetine vasıl olamaz. Ancak bidâyet-i hayatına ve levâzım-ı beşeriyetine ve ahvâl-i zahiriyesine ince bir kışır, nazik bir kabuk nazarıyla bakılmalıdır ki, o kışır içerisinden, iki âlemin güneşi ve tûbâ gibi şecere-i Muhammediye (a.s.m.) çıkmıştır. Ve feyz-i İlâhi ile sulanmış ve fazl-ı Rabbâni ile tekâmül etmiştir. Binaenaleyh, Nebiy-yi Zîşanın (a.s.m.) mebde-i hayatına ait ahvâl-i suriyesinden zayıf birşey işitildiği zaman üstünde durmamalı; derhal başını kaldırıp etraf-ı âleme neşrettiği nurlara bakmalı."
[1] Bitirirken, A&M Üniversitesinden Walter Bradley'in, Mystery of Life's Orgin isimli eserinden Lee Strobel'ın Hani Tanrı Ölmüştü? isimli kitabına yaptığı bir alıntıya dikkat çekelim. Bakış açısının bilgiyi ne denli etkilediğine dair: "Sanırım hayatın natüralist bir biçimde ortaya çıktığına inananlar, mantıken bir akıllı tasarımcı olduğunu çıkarsayanlara nazaran, çok daha fazla imanlarıyla hareket ediyorlar."
Caner Taslaman'ın da çok sevdiği bir argümandır şu 'kişisel sünnet' meselesi. Bir usûl çerçevesinde sınırlandıramasa da (zaten modernistlerin en temel sorunu budur) o, Efendimiz aleyhissalatuvesselamın 'insanî yanıyla' yaptıklarını 'peygamber yanıyla' yaptıklarından ayırabileceğini düşünür. Hatta 'ayrılması gerektiğini' söyler. ("Peygamber yanıyla yaptıkları bizi de bağlar. İnsanî yanıyla yaptıkları ise bağlamaz!" demeye getirir.) Ancak her modernistteki sorun onda da vardır: Bu ayrım için her şekilde uygulanabilir bir belirteci/kıstası yoktur. Usûl bağlamında söylediği herşey verdiğiniz bir örnekte gümler.
Derinleşince farkedersiniz. Zannına göre 'önemli/önemsiz' saydığı şeyleri vardır sadece. Tesbit ve tayinlerinin bütün ilmî(!) mihengi bundan ibarettir. Fakat bu 'keyfe göre' metod elbette birşeyi kaçırır: Ya senin önemsiz gördüklerinin ardında da büyük bir hikmet varsa? Ya insanî gördüğünde de peygamberî bir sır saklanıyorsa? Ya yalnızca sen ona kör olduysan? Öyle ya! Selef-i salihîn onun hayatının hiçbir kesitini 'önemsiz' veya 'insanî' saymamıştır. Siyer kaynakları saymamıştır. Hadis ilmi saymamıştır. Fıkıh saymamıştır. Kelam saymamıştır. Tasavvuf saymamıştır. Zaten Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın hayatından herhangi bir kesite önemli-önemsiz tayini yapabilmek, ancak onun üstü bir konumdan hayatına bakabilmekle mümkündür. O zaman sorulmalıdır: Modernist kendini nerede konumlandırmaktadır? Belki de Farabî gibi filozofu peygamberden üstün görmektedir.
Bence sünnet-i seniyye hakkında modernistlerin/ehl-i bid'anın en çok düştüğü hata bu: Onu sadece 'bizim gibi bir insan olduğu' tarafıyla görüyorlar. Aynaya camı için bakıyorlar. Tavus kuşunun meziyetlerini kabuğunda arıyorlar. Ondan yansıyanın/çıkanın muhteşemliğini kaçırıyorlar. 'Dolayısıyla gelen güzelliğini' yitiriyorlar. Çevrelerine de sünneti bu yanlış/eksik vurguyla okutmaya çalışıyorlar. Halbuki ehl-i sünnet mirasıyla bize gelen hak nazar bu değildir. Biz ona 'ondan ötesini görmek için' bakarız. Ötesinin varlığını bilerek bakarız. Onun yaptıklarını da, yine bu nedenle, sadece 'insanî yanıyla yaptıkları' olarak görmeyiz. Aynayı kirli bulmayız. Gözümüz hep arkasını, hep anlatmak için yaşatıldığı hakikati, hep şahs-ı manevîsini arar.
Ben, mürşidimin, Efendimiz aleyhissalatuvesselama 'gül' değil de 'bülbül' değişinde de böyle bir sır okuyorum. Evet, dikkatimi çekti, bunu külliyat içinde taradım. Tam dört yerde Efendimizin andelib/bülbül unvanına atıf var. Tabii sağlamasını da yaptım. Yani "Gül ile var mı?" diye de baktım. Bulamadım. "Eğer gözden kaçırmadıysam ve Bediüzzaman, zannım gibi, Efendimiz aleyhissalatuvesselama gül değil de bülbül unvanını yakıştırmayı seçiyorsa, bunda bir hikmet olsa gerek!" diye düşündüm. Şimdi bu arayışımın hikayesini dinleyeceksiniz.
Öncelikle Mesnevî-i Nuriye'ye gidelim. Orada, bakış açısının, 'bilginin aranışı, okunuşu ve işlenişiyle' ne denli alakadar olduğunun izah edildiği yere bir dokunalım: "Kırk sene ömrümde, otuz sene tahsilimde yalnız dört kelimeyle dört kelâm öğrendim; tafsilen beyan edilecektir. Burada, yalnız icmalen işaret edilecektir. Kelimelerden maksat; mânâ-yı harfî, mânâ-yı ismî, niyet, nazar'dır." Metnin devamında ise bu kavramların karşılıkları izah ediliyor. Fakat ben, oradaki izahı değil, 16. Lem'a'daki izahı sizlere nakledeceğim:
"Sen ayineye baksan, eğer ayineye şişe için bakarsan, şişeyi kasten görürsün. İçinde Refet tebeî, dolayısıyla nazar ilişir. Eğer maksat, mübarek simanıza bakmak için ayineye baksan; sevimli Refet'i kasten görürsün. "Fetebarek Allahu ahsenu'l-halıkîn" dersin. Ayna şişesi tebeî, dolayısıyla nazarın ilişir. İşte birinci surette ayna şişesi mânâ-yı ismîdir; Refet mânâ-yı harfî oluyor. İkinci surette ayna şişesi mânâ-yı harfîdir, yani kendi için ona bakılmıyor, başka mânâ için bakılır ki, akistir. Akis mânâ-yı ismîdir."
Yani mana-yı ismî ve mana-yı harfî kavramları, neye-niçin (neyi görmek için) baktığınızla yakından ilgili. Neyi arıyorsanız, o, kendisinden gayrısını mana-yı harfî kılar. Ondan sonra herşey tebeî/dolayısla'dır. Bu bakış açısı eğitimi yahut da 'ötesine/gaybına bakma eğitimi' aslında külliyatın tamamına sinmiştir. Sünuhat'ta rastladığınızda mesela şöyle konuşur sizinle:
"Meselâ, bir adam İbni Hacer'e nazar ettiği vakit, Kur'ân'ı anlamak ve Kur'ân'ın ne dediğini öğrenmek maksadıyla nazar etmeli. Yoksa İbni Hacer'in ne dediğini anlamak maksadıyla değil."
Daha başka örnekler de var. Alıntılarla vaktinizi almayı terkederek sadede geleyim. Bana öyle geliyor ki: Bediüzzaman'ın Allah Resulü aleyhissalatuvesselama bakışında da, tüm ehl-i sünnet ulemasında olduğu gibi, bu incelik var. Yani ona bile 'ders verdiği hakikati görmek kastıyla' bakıyor ve ancak böyle bakılması gerektiğini öğütlüyor:
"Evet, o burhanın şahs-ı mânevîsine bak: Sath-ı arz bir mescid, Mekke bir mihrap, Medine bir minber; o burhan-ı bâhir olan Peygamberimiz aleyhissalâtü vesselâm bütün ehl-i imana imam, bütün insanlara hatip, bütün enbiyaya reis, bütün evliyaya seyyid, bütün enbiya ve evliyadan mürekkep bir halka-i zikrin serzâkiri; bütün enbiya hayattar kökleri, bütün evliya tarâvettar semereleri bir şecere-i nuraniyedir ki, herbir dâvâsını, mu'cizatlarına istinat eden bütün enbiya ve kerametlerine itimat eden bütün evliya tasdik edip imza ediyorlar."
Yani o mübarek bülbül, bizzat da güzel olup, güzel güzel şakımakla birlikte; aslında birşeye dikkat çekmek için şakıyor. Bir mananın harfi veya mana-i harfî olmak için şakıyor. Ümmet de ona insanî/şahsî yanından daha başka birşeyi, insanî/şahsî olandan daha büyük bir resmi, görmek için bakıyor. Bu bakış onun ifade ettiği şahs-ı manevînin ne denli kıymetli-önemli-büyük olduğunu da anlatıyor ve gösteriyor:
"Demek, herbir nevi mevcudâtın, hattâ yıldızların bir serzakiri ve nurefşân bir bülbülü var. Fakat, bütün bülbüllerin en efdali, en eşrefi ve en münevveri ve en bâhiri ve en azîmi ve en kerîmi ve sesçe en yüksek ve vasıfça en parlak ve zikirce en etemm ve şükürce en eâmm ve mahiyetçe en ekmel ve sûretçe en ecmel, kâinat bostanında arz ve semâvâtın bütün mevcudâtını latîf secaâtıyla, leziz nağamâtıyla, ulvî tesbihâtıyla vecde ve cezbeye getiren, nev-i beşerin andelîb-i zîşânı ve benîâdem'in bülbül-ü zü'l-Kur'ân'ı, Muhammed-i Arabîdir."
O ayna, öyle bir aynadır ki, bizzat ona bakmak zaten hakikate bakmak gibidir. Şakıdığı şeyi yansıtmaya adamıştır her anını. Bu nedenle reşha-katre-zühre bahsindeki reşhalık en çok ona yakışır. Fakat yine de aklınıza bu merakımı düşürmek istiyorum:
'Gül' mü mana-yı ismî'ye yakın duruyor? Yoksa 'bülbül' mü? Bir de şuna dair düşünmenizi isteyeceğim ardından: Allah Resulü aleyhissalatuvesselama 'bülbül' nazarıyla bakanlar mı daha çok hakikat devşiriyor sünnet-i seniyyeden, yoksa 'gül' mü? Neye, ne için baktığınız, ne bulduğunuzla çok ilintili.[1] Şahs-ı manevîyi biliş ve bakış şahsa bakışı da aşkınlaştırıyor. Aleyhissalatuvesselamın hayatı da ötesinin varlığına iman eden ve kendi hayatında da bunun izdüşümlerini arayanlar için kıymetli. Hem yine mürşidim şahs-ı manevîyi aramayan bakışın tehlikelerine şöyle dikkat çekmez mi:
"İ'lem eyyühe'l-aziz! Tavus kuşu gibi pek güzel bir kuş, yumurtadan çıkar, tekâmül eder, semâlarda tayarana başlar. Âfak-ı âlemde şöhret kazandıktan sonra, yerde kalan yumurtasının kabuğu içerisinde o kuşun güzelliğini, kemâlâtını, terakkiyatını arayıp bulmak isteyen adamın ahmak olduğunda şüphe yoktur. Binaenaleyh, tarihlerin naklettikleri Peygamberimizin (a.s.m.) bidâyet-i hayatına maddî, sathî, surî bir nazarla bakan bir adam, şahsiyet-i mâneviyesini idrak edemez. Ve derece-i kıymetine vasıl olamaz. Ancak bidâyet-i hayatına ve levâzım-ı beşeriyetine ve ahvâl-i zahiriyesine ince bir kışır, nazik bir kabuk nazarıyla bakılmalıdır ki, o kışır içerisinden, iki âlemin güneşi ve tûbâ gibi şecere-i Muhammediye (a.s.m.) çıkmıştır. Ve feyz-i İlâhi ile sulanmış ve fazl-ı Rabbâni ile tekâmül etmiştir. Binaenaleyh, Nebiy-yi Zîşanın (a.s.m.) mebde-i hayatına ait ahvâl-i suriyesinden zayıf birşey işitildiği zaman üstünde durmamalı; derhal başını kaldırıp etraf-ı âleme neşrettiği nurlara bakmalı."
[1] Bitirirken, A&M Üniversitesinden Walter Bradley'in, Mystery of Life's Orgin isimli eserinden Lee Strobel'ın Hani Tanrı Ölmüştü? isimli kitabına yaptığı bir alıntıya dikkat çekelim. Bakış açısının bilgiyi ne denli etkilediğine dair: "Sanırım hayatın natüralist bir biçimde ortaya çıktığına inananlar, mantıken bir akıllı tasarımcı olduğunu çıkarsayanlara nazaran, çok daha fazla imanlarıyla hareket ediyorlar."
24 Temmuz 2014 Perşembe
Neden Allah?
"Oysa sizin mevlanız Allah’tır ve O, yardımcıların en hayırlısıdır." (Âl-i İmran sûresi, 150)
Bismillah’tan bir kapı açılır ki, ta “Bütün güzel isimler Allah’ındır” arşına kadar gider. Besmeleyle başlayıp o ayette soluklanmayan hissetmez bunu. Hem de anlamaz, Bediüzzaman neden öyle demiştir: “Bismillah her hayrın başıdır. Biz dahi başta ona başlarız.” Bunu sığ/slogan bir cümle sanır. Öyle değildir halbuki. Ne besmele ne de Birinci Söz’ün girizgâhı bir okuyuşta tüm derinliğiyle anlaşılacak şeyler değildir. Hem Allah’ı bilmek de İbn-i Arabî’nin dikkatleri çektiği gibi ‘varlığını bilmekten’ ibaret değildir. Varlık bilinci, marifetin yalnızca kapısıdır.
Ancak herşeye rağmen bize bir girizgâh lazım. Kolay bir girizgâh. Kulu avam iken sinesine basacak, havas olduğunda da kendisinden soğutmayacak bir girizgâh olmalıdır bu. Başlarken onunla başlamalı, biterken de yine ona varılmalıdır. Sıkılmamalıdır kul. Hiçbir şeyi ardında bırakmamalıdır. Dairesel bir yolculuktur iman. Hayy’dan başlanır Hu’ya varılır. Tıpkı bir tesbihte başlangıçta yola çıkılan imamenin bitişte varılan yer olması gibi. Fakat bu aynılık içinde de bir gayrılık vardır. Varılan yer yine imame olsa da varılan yüz diğer yanıdır. Ve bence Esma sarayının imamesi de, kapısı da, girizgâhı da, besmelesi de, sultanı da Allah’tır. Yola oradan çıkılır, en nihayet—bambaşka bir bilinç seviyesinde—yine ona varılır.
Esma ilminde Allah bütün isimleri içeren bir manaya işaret eder. Aslında o müstakil bir manaya sahip olmanın yanında bütün güzel isimlerin de toplamıdır. Bu yönüyle Bediüzzaman’ın Birinci Söz’de çok veciz ifade ettiği ‘her hayrın başı olma’ meselesi, Allah lafzının derinliğinde düşünülünce kolay anlaşılır. Esma’da yolculuk (ve dahi iman yolculuğu) önce onun zikri ve kabulüyle başlar.
Kelime-i tevhit veyahut kelime-i şahadet, ikisinden birisi içinde Allah’ın Allah olarak anılması ve kabul edilmesiyle başlar iman etmiş aklın/kalbin hayır yolculuğu. Eline geçen/geçecek ‘her hayrın başı’ Allah’a imanı olur. Sonra vahyi soluklayarak öğrenir diğer isimleri. “Bütün güzel isimler Allah’ındır” arşına varınca soluklanır uzunca. Esmanın miracına varmıştır artık. Sonra tekrar toplar hepsini Allah lafzı içinde. Vardığı yer yine imamedir belki, fakat zikrettiğimiz gibi, yüz aynı yüz değildir. Avamın imanından havasın imanına geçilmiştir artık. Hurma çekirdeği kıvamında başlayan yolculuk, ulu bir hurma ağacına varmıştır. Ama en nihayet varılan şey yine hurmadır.
Allah ile başlamada bir güzellik var. Fikre bir güzellik, kalbe bir güzellik, hayata bir güzellik ve bir pratiklik var. Allah ismi dimağı hiç zorlamıyor. Çocuğa da, ihtiyara da, dertliye de, mutluya da, cahile de, âlime de aynı rahatlamayı sağlıyor. Esma’ya dair her manayı ve her hayrı içeren bu güzellik bir kere hafızaya nakşoldu mu, geri kalan isimlere de kapılar aralanıyor. Sanki bir sıfır anahtar, bir maymuncuk mübarek. Ona bir kere yapışan, onu elde eden derinliği içinde tekliğini soluyor.
Buna benzer bir şekilde; külliyatı tanımaya Birinci Söz’le başlayan niceleri de en nihayet tamamına vakıf olup Birinci Söz’e döndüklerinde “Ne kadar az anlamışım!” diyorlar. “İlk okuduğumda ne kadar az anlamışım. Meğer herşeyin düğümü buymuş. Bu düğüm, hem avam için ne kolay ve sadeymiş. Hem havas için ne zengin ve giriftmiş. Hem bir başlangıçmış, hem de bitişmiş. Demek Bediüzzaman, Sözler’e bu yüzden onla başlamış. Ve hakikaten de Bismillah, içerdiği Allah lafzıyla tüm hayırların kaynağı olan Esma’nın anahtarıymış, başıymış. Nasıl fark etmemişiz? Nasıl?” Bunu benim gibi çokları söylüyor.
Bismillah’tan bir kapı açılır ki, ta “Bütün güzel isimler Allah’ındır” arşına kadar gider. Besmeleyle başlayıp o ayette soluklanmayan hissetmez bunu. Hem de anlamaz, Bediüzzaman neden öyle demiştir: “Bismillah her hayrın başıdır. Biz dahi başta ona başlarız.” Bunu sığ/slogan bir cümle sanır. Öyle değildir halbuki. Ne besmele ne de Birinci Söz’ün girizgâhı bir okuyuşta tüm derinliğiyle anlaşılacak şeyler değildir. Hem Allah’ı bilmek de İbn-i Arabî’nin dikkatleri çektiği gibi ‘varlığını bilmekten’ ibaret değildir. Varlık bilinci, marifetin yalnızca kapısıdır.
Ancak herşeye rağmen bize bir girizgâh lazım. Kolay bir girizgâh. Kulu avam iken sinesine basacak, havas olduğunda da kendisinden soğutmayacak bir girizgâh olmalıdır bu. Başlarken onunla başlamalı, biterken de yine ona varılmalıdır. Sıkılmamalıdır kul. Hiçbir şeyi ardında bırakmamalıdır. Dairesel bir yolculuktur iman. Hayy’dan başlanır Hu’ya varılır. Tıpkı bir tesbihte başlangıçta yola çıkılan imamenin bitişte varılan yer olması gibi. Fakat bu aynılık içinde de bir gayrılık vardır. Varılan yer yine imame olsa da varılan yüz diğer yanıdır. Ve bence Esma sarayının imamesi de, kapısı da, girizgâhı da, besmelesi de, sultanı da Allah’tır. Yola oradan çıkılır, en nihayet—bambaşka bir bilinç seviyesinde—yine ona varılır.
Esma ilminde Allah bütün isimleri içeren bir manaya işaret eder. Aslında o müstakil bir manaya sahip olmanın yanında bütün güzel isimlerin de toplamıdır. Bu yönüyle Bediüzzaman’ın Birinci Söz’de çok veciz ifade ettiği ‘her hayrın başı olma’ meselesi, Allah lafzının derinliğinde düşünülünce kolay anlaşılır. Esma’da yolculuk (ve dahi iman yolculuğu) önce onun zikri ve kabulüyle başlar.
Kelime-i tevhit veyahut kelime-i şahadet, ikisinden birisi içinde Allah’ın Allah olarak anılması ve kabul edilmesiyle başlar iman etmiş aklın/kalbin hayır yolculuğu. Eline geçen/geçecek ‘her hayrın başı’ Allah’a imanı olur. Sonra vahyi soluklayarak öğrenir diğer isimleri. “Bütün güzel isimler Allah’ındır” arşına varınca soluklanır uzunca. Esmanın miracına varmıştır artık. Sonra tekrar toplar hepsini Allah lafzı içinde. Vardığı yer yine imamedir belki, fakat zikrettiğimiz gibi, yüz aynı yüz değildir. Avamın imanından havasın imanına geçilmiştir artık. Hurma çekirdeği kıvamında başlayan yolculuk, ulu bir hurma ağacına varmıştır. Ama en nihayet varılan şey yine hurmadır.
Allah ile başlamada bir güzellik var. Fikre bir güzellik, kalbe bir güzellik, hayata bir güzellik ve bir pratiklik var. Allah ismi dimağı hiç zorlamıyor. Çocuğa da, ihtiyara da, dertliye de, mutluya da, cahile de, âlime de aynı rahatlamayı sağlıyor. Esma’ya dair her manayı ve her hayrı içeren bu güzellik bir kere hafızaya nakşoldu mu, geri kalan isimlere de kapılar aralanıyor. Sanki bir sıfır anahtar, bir maymuncuk mübarek. Ona bir kere yapışan, onu elde eden derinliği içinde tekliğini soluyor.
Buna benzer bir şekilde; külliyatı tanımaya Birinci Söz’le başlayan niceleri de en nihayet tamamına vakıf olup Birinci Söz’e döndüklerinde “Ne kadar az anlamışım!” diyorlar. “İlk okuduğumda ne kadar az anlamışım. Meğer herşeyin düğümü buymuş. Bu düğüm, hem avam için ne kolay ve sadeymiş. Hem havas için ne zengin ve giriftmiş. Hem bir başlangıçmış, hem de bitişmiş. Demek Bediüzzaman, Sözler’e bu yüzden onla başlamış. Ve hakikaten de Bismillah, içerdiği Allah lafzıyla tüm hayırların kaynağı olan Esma’nın anahtarıymış, başıymış. Nasıl fark etmemişiz? Nasıl?” Bunu benim gibi çokları söylüyor.
Herkesin cennete bir gitmişliği vardır
Zerre Risalesi hakkındaki bazı düşüncelerimi (veya Zerre Risalesi'nin tetiklediği bazı düşünceleri) karaladığım "Ya hepimiz dönüşüyorsak?" başlıklı yazımda şunu anlatmaya çalışmıştım: Belki de hepimiz, 'her an cennete ve cehenneme dönüşen' bir âlemin içinde, 'dönüştürücüler' olarak istihdam ediliyoruz. Varlığımızın bir hikmeti de bu: Dönüştürmek.
Ciğerlerimizin oksijen alıp karbondioksit vermesi gibi, biz de nesneleri alıp, tadıp, yaşayıp, hissedip, duyup, koklayıp, görüp, düşünüp, kullanıp ahirete dönüştürüyoruz. "Zulmette, karanlıkta, anlamsızlıkta, saçmalıkta, hiçlikte, fanilikte, amaçsızlıkta bıraktıklarımız, bizi, dönüştürdüğümüz o kötü halleriyle cehennemimizde bulacak. İmanla aydınlattıklarımız ise, sonsuza kadar bizimle olmak ve bizi mutlu etmek üzere, cennetimize dönüşecek. Bugünümüzün yarınımızı her ânıyla böyle meyve verecek.." gibi bir hal halimizden okunuyor. Çünkü yaşadıklarımızla ilişkimiz kopmuyor. Bir giden hep gidiyor. Bir yaralayan hep yaralıyor. Bir sevindiren hep sevindiriyor. Hatırladıkça, düşündükçe, deştikçe zamanı aşkın bağlar kuruyor bizimle.
Böyle birşeyler anlamıştım, kendimce, Zerre Risalesi'nde mürşidimin söylediklerinden. Şimdi, onun bir adım ötesinde, ama yine onunla ilgili birşeyi 6. Söz'de farkediyorum. Görüyorum ki: Bediüzzaman ayet-i kerimede geçen 'cennet' ifadesini sadece 'gelecekte yaratılacak bir âlem' veya 'daha sonra bağışlanacak olan bir mükafat' gibi yorumlamıyor. Adeta her an ve her defasında bir alışverişimiz oluyor Hak Teala ile bizim. Her an canlarımızı/mallarımızı satıyoruz. Allah da karşılığında bize her an bir başka cennet bağışlıyor. Ahiretin cenneti kadar hakikat bir "an'ların cenneti."
6. Söz'de tefsir edilen ayetin kısa bir mealini alıntılayalım başlarken: "Allah, müminlerden canlarını ve mallarını, karşılığında onlara cennet vermek sûretiyle satın almıştır." Tevbe sûresinin 111. ayeti olan bu müjde bir kesinliğin altını çiziyor. Yani: "Müminler bu alışverişi yapmışlardır ve cennetlerini de almışlardır." Sanki ardımızda kalmış bir alışveriş gibi. Çoktan bitmiş. Fakat bu hakikati sınırlarımız itibariyle anlamak güçleşiyor.
Zamanın içinde olduğumuz ve ahiret âlemi geleceğin ucunda, henüz varamadığımız/erişemediğimiz bir mesafede göründüğü için, Allah'ın böylesi bir alışverişin bittiğini ve cennetin verildiğini söylemesi 'zor anlaşılır' gelebilir. O nedenle biz bu ayeti biraz daha şuna yakın anlamayı tercih ederiz: "Allah, müminlerden canlarını ve mallarını, karşılığında cennet vermek sûretiyle satın 'alacak'tır." Yani; daha ileriye, geleceğe, olacaklara dair bir ümit gibi. Öyle ya! Cennet bizler için henüz dokunulabilir birşey değildir. Biz bu karşılığı henüz alabilmiş veya alabilir değiliz. O halde kullukla yaptığımız alışverişe bitmiş gözüyle nasıl bakabiliriz?
Fakat Cenab-ı Hak, bizim mahkûmu ve mecburu olduğumuz kayıtlardan müberra ve münezzeh olduğu için, yani Ezelî ve Ebedî olduğu için (buna bir tür zaman-dışı'lık veya zaman-üstü'lük de diyebiliriz) gelecekte olacak birşeyin onun nazarında şu an olandan farkı yoktur. Bu nedenle bize göre gelecekte olacak birşeyin, Kur'an'da, olmuş veya şu an oluyor gibi buyrulmasında yadırganacak birşey olamaz.
Bu perspektiften güzel bir cevap aldık. Elhamdülillah. Fakat hemen pes etmeyelim. Bu balı kaşıklamaya devam edelim. Birkaç sual daha soralım hemen mesela: "Acaba bu ayette 'alacağım' diyemez miydi? Neden dememiş? Neden böyle bir ifade yolunu seçmiş? Neden salt geleceği değil de yaşadığımız hazır zamanı da içine alacak şekilde buyurmuş?"
6. Söz'ü okurken, Bediüzzaman'ın, bu tarz sorulara da bir cevap verdiğini farkettim kendimce. Mürşidimin, o ayetten 'sadece ahiretteki cenneti' anlamadığını, cennetlerin sayısını "İşte, beş mertebe, kâr içinde kâr..." ifadesinde olduğu gibi 'beş çeşit' şeklinde tefsir ettiğini gördüm. Hatta bu noktada 'satın almıştır' ifadesini de böylesi bir 'beş mertebe cennet' içinde tevil edebildiğini farkettim. Zira burada ifade buyrulan cennet, yalnız ahirette kavuşulacak bir cennetten ibaret değilse, yani dünyadaki hazır karşılıkları da içine alıyorsa, o halde 'satın almıştır' ifadesini geçmiş ve şimdiki zaman için kullanabilmek çokça hikmetliydi. Hemen 6. Söz'deki kâr tariflerine sığınayım burada:
"Birinci kâr: Fânî mal bekâ bulur..." Yani yaptığın fiillerin yok olup gidici olmadığını, Bakî-i Zülcelal yolunda işlenen amellerin hem kaydedildiği, hem unutulmadığını, hem ziyan olmayacağını, hem de cennet sûretinde sonsuza dönüştürüldüğünü bilmen sana verilen birinci cennettir. Eylemlerinin sonsuzluk sahibi için olması, onları da, dair oldukları şey üzerinden sonsuzlaştırır. Yoksa 'batıp gidenlerin' ardından çok ağlayacaktın.
"İkinci kâr: Cennet gibi bir fiat veriliyor..." Burada konsantre olunması gereken cennet değil, 'fiyat' bence. Bir fiyat veriliyor yani insana. Hemen o güzel işi yaptığı anda. Bunu ben 'Satmaya bakacağız' yazımda yeğenimle oynamaktan aldığım lezzet üzerinden örneklendirmeye çalışmıştım. Yaptığınız her iyi şeyin içinde lezzet türünden size bağışlanmış bir küçük cennet var. Ki o cennettir çoğu zaman sizi o iyi işi yapmaya sevk eden.
"Üçüncü kâr: Her âzâ ve hasselerin kıymeti, birden bine çıkar..." Kullanılış amacı, kullandığımız şeyin değerini arttırdığına göre; yani amacın yüksekliği ve kıymeti, yapılan fiile de artı değer olarak yansıdığına göre Allah rızası için yapılan bir fiilden, kullanılan bir yetenekten, sarfedilen her emekten daha yüksek değeri bulabilecek bir iş, bir âzâ, bir hasse, bir kabiliyet, bir yetenek yoktur. Niyet amellere içirilmiş bir iksir gibidir. "Meselâ, göz, bir hassedir ki, ruh bu âlemi o pencere ile seyreder. Eğer Cenâb-ı Hakka satmayıp, belki nefis hesâbına çalıştırsan, geçici, devamsız bâzı güzellikleri, manzaraları seyr ile şehvet ve heves-i nefsâniyeye bir kavvat derekesinde bir hizmetkâr olur." İşte, bu değerleniş, yani 'hayatını yaşamaya değer kılan anlam' üçüncü cennetim.
"Dördüncü kâr: İnsan zayıftır, belâları çok; fakirdir, ihtiyacı pek ziyâde; âcizdir, hayat yükü pek ağır. Eğer Kadîr-i Zülcelâle dayanıp tevekkül etmezse ve itimad edip teslim olmazsa, vicdânı dâim azab içinde kalır. Semeresiz meşakkatler, elemler, teessüfler onu boğar; ya sarhoş veya canavar eder." İşte, dördüncü cennetin de seni, yaptığın şeyi Allah'ın rızası için, dolayısıyla ona dayanarak ve güçlükle karşılaştığında ona sığınarak yaptığın için buluyor. Kendinden ötesi birşey için yaptıklarında öte olanın da desteğini almış oluyorsun. Böylesi bir dayanak bulan daha dünyada iken bir cennet almış değil midir? "Mevlam görelim neyler, neylerse güzel eyler!" tesellisinde bir cennet saklı. Umut aynı cennettir.
"Beşinci kâr: Bütün o âzâ ve âletlerin ibâdeti ve tesbihâtı ve o yüksek ücretleri en muhtaç olduğun bir zamanda Cennet yemişleri sûretinde sana verileceğine, ehl-i zevk ve keşif ve ehl-i ihtisas ve müşâhede, ittifak etmişler." İşte, bu da, ayetin manasından hemen anladığın, ahirette sana verilecek olan cennet. En muhtaç olduğun zaman o çünkü. Kıyametin dehşetinden yokluğa düşmeye korktuğun an. Dilerim, Allah bizi seninle orada da buluşturur, esması hakkında sonsuza dek konuşturur.
Özetlersem: Cennet aslında sadece bir değil, beş değil, yedi değil, Allah rızası için ve şeriatı dairesinde yaptığımız her güzel şeyde birçok cennet var hemen bizi bulan. Bir küçüğün başını okşamakla onun yüzünden aldığınız tebessüm bile bir cennet. Bir annenin ellerini öpmekle ondan aldığınız dua bile bir cennet. Bir kedi yavrusunun karnını doyurmakla ondan aldığınız 'miyav' bile bir cennet. İyi olan herşeyin içinde bir sürü cennet var. Ve bu küçük cennetler onların ahirette daha büyük bir cennete dönüştüğünün delili oluyor. Dünya dönüşüyor arkadaşım. Dünya onu nasıl yaşarsan ona doğru dönüşüyor. Sonra seni tekrar bulmak üzere...
Ciğerlerimizin oksijen alıp karbondioksit vermesi gibi, biz de nesneleri alıp, tadıp, yaşayıp, hissedip, duyup, koklayıp, görüp, düşünüp, kullanıp ahirete dönüştürüyoruz. "Zulmette, karanlıkta, anlamsızlıkta, saçmalıkta, hiçlikte, fanilikte, amaçsızlıkta bıraktıklarımız, bizi, dönüştürdüğümüz o kötü halleriyle cehennemimizde bulacak. İmanla aydınlattıklarımız ise, sonsuza kadar bizimle olmak ve bizi mutlu etmek üzere, cennetimize dönüşecek. Bugünümüzün yarınımızı her ânıyla böyle meyve verecek.." gibi bir hal halimizden okunuyor. Çünkü yaşadıklarımızla ilişkimiz kopmuyor. Bir giden hep gidiyor. Bir yaralayan hep yaralıyor. Bir sevindiren hep sevindiriyor. Hatırladıkça, düşündükçe, deştikçe zamanı aşkın bağlar kuruyor bizimle.
Böyle birşeyler anlamıştım, kendimce, Zerre Risalesi'nde mürşidimin söylediklerinden. Şimdi, onun bir adım ötesinde, ama yine onunla ilgili birşeyi 6. Söz'de farkediyorum. Görüyorum ki: Bediüzzaman ayet-i kerimede geçen 'cennet' ifadesini sadece 'gelecekte yaratılacak bir âlem' veya 'daha sonra bağışlanacak olan bir mükafat' gibi yorumlamıyor. Adeta her an ve her defasında bir alışverişimiz oluyor Hak Teala ile bizim. Her an canlarımızı/mallarımızı satıyoruz. Allah da karşılığında bize her an bir başka cennet bağışlıyor. Ahiretin cenneti kadar hakikat bir "an'ların cenneti."
6. Söz'de tefsir edilen ayetin kısa bir mealini alıntılayalım başlarken: "Allah, müminlerden canlarını ve mallarını, karşılığında onlara cennet vermek sûretiyle satın almıştır." Tevbe sûresinin 111. ayeti olan bu müjde bir kesinliğin altını çiziyor. Yani: "Müminler bu alışverişi yapmışlardır ve cennetlerini de almışlardır." Sanki ardımızda kalmış bir alışveriş gibi. Çoktan bitmiş. Fakat bu hakikati sınırlarımız itibariyle anlamak güçleşiyor.
Zamanın içinde olduğumuz ve ahiret âlemi geleceğin ucunda, henüz varamadığımız/erişemediğimiz bir mesafede göründüğü için, Allah'ın böylesi bir alışverişin bittiğini ve cennetin verildiğini söylemesi 'zor anlaşılır' gelebilir. O nedenle biz bu ayeti biraz daha şuna yakın anlamayı tercih ederiz: "Allah, müminlerden canlarını ve mallarını, karşılığında cennet vermek sûretiyle satın 'alacak'tır." Yani; daha ileriye, geleceğe, olacaklara dair bir ümit gibi. Öyle ya! Cennet bizler için henüz dokunulabilir birşey değildir. Biz bu karşılığı henüz alabilmiş veya alabilir değiliz. O halde kullukla yaptığımız alışverişe bitmiş gözüyle nasıl bakabiliriz?
Fakat Cenab-ı Hak, bizim mahkûmu ve mecburu olduğumuz kayıtlardan müberra ve münezzeh olduğu için, yani Ezelî ve Ebedî olduğu için (buna bir tür zaman-dışı'lık veya zaman-üstü'lük de diyebiliriz) gelecekte olacak birşeyin onun nazarında şu an olandan farkı yoktur. Bu nedenle bize göre gelecekte olacak birşeyin, Kur'an'da, olmuş veya şu an oluyor gibi buyrulmasında yadırganacak birşey olamaz.
Bu perspektiften güzel bir cevap aldık. Elhamdülillah. Fakat hemen pes etmeyelim. Bu balı kaşıklamaya devam edelim. Birkaç sual daha soralım hemen mesela: "Acaba bu ayette 'alacağım' diyemez miydi? Neden dememiş? Neden böyle bir ifade yolunu seçmiş? Neden salt geleceği değil de yaşadığımız hazır zamanı da içine alacak şekilde buyurmuş?"
6. Söz'ü okurken, Bediüzzaman'ın, bu tarz sorulara da bir cevap verdiğini farkettim kendimce. Mürşidimin, o ayetten 'sadece ahiretteki cenneti' anlamadığını, cennetlerin sayısını "İşte, beş mertebe, kâr içinde kâr..." ifadesinde olduğu gibi 'beş çeşit' şeklinde tefsir ettiğini gördüm. Hatta bu noktada 'satın almıştır' ifadesini de böylesi bir 'beş mertebe cennet' içinde tevil edebildiğini farkettim. Zira burada ifade buyrulan cennet, yalnız ahirette kavuşulacak bir cennetten ibaret değilse, yani dünyadaki hazır karşılıkları da içine alıyorsa, o halde 'satın almıştır' ifadesini geçmiş ve şimdiki zaman için kullanabilmek çokça hikmetliydi. Hemen 6. Söz'deki kâr tariflerine sığınayım burada:
"Birinci kâr: Fânî mal bekâ bulur..." Yani yaptığın fiillerin yok olup gidici olmadığını, Bakî-i Zülcelal yolunda işlenen amellerin hem kaydedildiği, hem unutulmadığını, hem ziyan olmayacağını, hem de cennet sûretinde sonsuza dönüştürüldüğünü bilmen sana verilen birinci cennettir. Eylemlerinin sonsuzluk sahibi için olması, onları da, dair oldukları şey üzerinden sonsuzlaştırır. Yoksa 'batıp gidenlerin' ardından çok ağlayacaktın.
"İkinci kâr: Cennet gibi bir fiat veriliyor..." Burada konsantre olunması gereken cennet değil, 'fiyat' bence. Bir fiyat veriliyor yani insana. Hemen o güzel işi yaptığı anda. Bunu ben 'Satmaya bakacağız' yazımda yeğenimle oynamaktan aldığım lezzet üzerinden örneklendirmeye çalışmıştım. Yaptığınız her iyi şeyin içinde lezzet türünden size bağışlanmış bir küçük cennet var. Ki o cennettir çoğu zaman sizi o iyi işi yapmaya sevk eden.
"Üçüncü kâr: Her âzâ ve hasselerin kıymeti, birden bine çıkar..." Kullanılış amacı, kullandığımız şeyin değerini arttırdığına göre; yani amacın yüksekliği ve kıymeti, yapılan fiile de artı değer olarak yansıdığına göre Allah rızası için yapılan bir fiilden, kullanılan bir yetenekten, sarfedilen her emekten daha yüksek değeri bulabilecek bir iş, bir âzâ, bir hasse, bir kabiliyet, bir yetenek yoktur. Niyet amellere içirilmiş bir iksir gibidir. "Meselâ, göz, bir hassedir ki, ruh bu âlemi o pencere ile seyreder. Eğer Cenâb-ı Hakka satmayıp, belki nefis hesâbına çalıştırsan, geçici, devamsız bâzı güzellikleri, manzaraları seyr ile şehvet ve heves-i nefsâniyeye bir kavvat derekesinde bir hizmetkâr olur." İşte, bu değerleniş, yani 'hayatını yaşamaya değer kılan anlam' üçüncü cennetim.
"Dördüncü kâr: İnsan zayıftır, belâları çok; fakirdir, ihtiyacı pek ziyâde; âcizdir, hayat yükü pek ağır. Eğer Kadîr-i Zülcelâle dayanıp tevekkül etmezse ve itimad edip teslim olmazsa, vicdânı dâim azab içinde kalır. Semeresiz meşakkatler, elemler, teessüfler onu boğar; ya sarhoş veya canavar eder." İşte, dördüncü cennetin de seni, yaptığın şeyi Allah'ın rızası için, dolayısıyla ona dayanarak ve güçlükle karşılaştığında ona sığınarak yaptığın için buluyor. Kendinden ötesi birşey için yaptıklarında öte olanın da desteğini almış oluyorsun. Böylesi bir dayanak bulan daha dünyada iken bir cennet almış değil midir? "Mevlam görelim neyler, neylerse güzel eyler!" tesellisinde bir cennet saklı. Umut aynı cennettir.
"Beşinci kâr: Bütün o âzâ ve âletlerin ibâdeti ve tesbihâtı ve o yüksek ücretleri en muhtaç olduğun bir zamanda Cennet yemişleri sûretinde sana verileceğine, ehl-i zevk ve keşif ve ehl-i ihtisas ve müşâhede, ittifak etmişler." İşte, bu da, ayetin manasından hemen anladığın, ahirette sana verilecek olan cennet. En muhtaç olduğun zaman o çünkü. Kıyametin dehşetinden yokluğa düşmeye korktuğun an. Dilerim, Allah bizi seninle orada da buluşturur, esması hakkında sonsuza dek konuşturur.
Özetlersem: Cennet aslında sadece bir değil, beş değil, yedi değil, Allah rızası için ve şeriatı dairesinde yaptığımız her güzel şeyde birçok cennet var hemen bizi bulan. Bir küçüğün başını okşamakla onun yüzünden aldığınız tebessüm bile bir cennet. Bir annenin ellerini öpmekle ondan aldığınız dua bile bir cennet. Bir kedi yavrusunun karnını doyurmakla ondan aldığınız 'miyav' bile bir cennet. İyi olan herşeyin içinde bir sürü cennet var. Ve bu küçük cennetler onların ahirette daha büyük bir cennete dönüştüğünün delili oluyor. Dünya dönüşüyor arkadaşım. Dünya onu nasıl yaşarsan ona doğru dönüşüyor. Sonra seni tekrar bulmak üzere...
21 Temmuz 2014 Pazartesi
Satmaya bakacağız
İki numaralı yeğenim (sıralamada kıyak yok, dünyaya teşrifi itibariyle) Yusuf Ayaz'la epeyce oynadık bugün. İnanın bana, sizi bırakmak istemeyen bir çocuk bazen hayatı çok daha güzel kılıyor. Bunun bir yönü: Birilerinin sizden vazgeçmek istemediğini hissetmek; sizi önemsediğini, sizinle oynamayı eve gitmeye tercih ettiğini. "Sen de gel!" diye arabanın camından seslendiğini. Böyle şeyleri işitmeye ihtiyacı oluyor insanın. Ezanı işitmeye ihtiyacı olduğu gibi. İkinci yönü: Bir çocuk da olsa birisini mutlu etmek bir işe yaramaktır. İşe yaramak her insanı mutlu eder. Hikmetine dokunmak, mutluluğa dokunmaya benzer. Amaç bizzat mutluluktur bazen. Bugüne ve düne dair anlam. Yarına dair ümittir. Yeğenlerim beni mutlu ediyor. Çocuklarla iletişimi güçlü olan büyüklerin 'önemsenmeye' diğerlerinden daha muhtaç olduğunu düşünmüşümdür hep. Her nimet bir açlığa mukabil.
Şunu da farkediyorsunuz: Birilerine birşeyler verdiğiniz zaman, bir yönüyle birşeyler bağışlanan siz oluyorsunuz. Bedelsiz değil hediyeler. Tebessüm hem size, hem ettiğinize sadaka. Bak şimdi! "Allah, müminlerden canlarını ve mallarını, karşılığında onlara Cennet vermek sûretiyle satın almıştır" ayetine bir kapı buldum buradan. Allah'ın hoşnut olacağı şeyleri yapmak, daha bu dünyada cenneti almak, cennete karşılık an'ınızı/fiillerinizi satmak gibi birşey. Gelecekte değil, burada. Sonra değil, hemen. İyi olmak iyi geliyor. Markar Esayan'ın İyi Şeyler'de dediği gibi: "İyiliği canı istemeli insanın." Zaten iyilik can'ın istediğidir bence. Fıtratın. Fıtrat-ı zişuur olan vicdanın. Yusuf için Allah'a zamanını sat, karşılığında cennet misal bir mutluluk al tebessümünden. Gülücüklere boğsun seni. Yorsun, dinlendirsin. Hem yorsun, hem dinlendirsin. Allah gibi güzel müşteri bulabilir misin? Derviş Yunus bulamamış ki, demiş: "Satarım canımı, alan bulunmaz." Gel şimdi, bir başkasına daha kulak verelim. Bediüzzaman'ın aynı ayeti tefsir ettiği 6. Söz'ün finalinde dediği gibi diyelim:
"Şimdi satmaya bakacağız. Acaba, o kadar ağır bir şey midir ki, çokları satmaktan kaçıyorlar? Yok! Kat'â ve aslâ! Hiç öyle ağırlığı yoktur. Zira, helâl dairesi geniştir, keyfe kâfi gelir. Harama girmeye hiç lüzum yoktur. Ferâiz-i İlâhiye ise hafiftir, azdır. Allah'a abd ve asker olmak, öyle lezzetli bir şereftir ki, tarif edilmez. Vazife ise; yalnız bir asker gibi, Allah nâmına işlemeli, başlamalı. Ve Allah hesâbiyle vermeli ve almalı. Ve izni ve kanunu dairesinde hareket etmeli, sükûnet bulmalı. Kusur etse istiğfar etmeli: 'Yâ Rab, kusurumuzu affet. Bizi Kendine kul kabul et. Emanetini kabzetmek zamanına kadar bizi emanette emîn kıl. Amin!' demeli ve Ona yalvarmalı." Görüyor musun bizim bacaksız Yusuf Ayaz nasıl da bir mektubat-ı Samedaniye oldu. Neler neler öğretti birkaç saatte! Sanıyor musun bunlar hep tesadüftür? Hayır, hayır. Onu Allah gönderdi, zaman önüme getirdi, sevincim sûretini gördü, aklım okudu. Okuyacak şey arayanlar için herşey kitaptır.
Şunu da farkediyorsunuz: Birilerine birşeyler verdiğiniz zaman, bir yönüyle birşeyler bağışlanan siz oluyorsunuz. Bedelsiz değil hediyeler. Tebessüm hem size, hem ettiğinize sadaka. Bak şimdi! "Allah, müminlerden canlarını ve mallarını, karşılığında onlara Cennet vermek sûretiyle satın almıştır" ayetine bir kapı buldum buradan. Allah'ın hoşnut olacağı şeyleri yapmak, daha bu dünyada cenneti almak, cennete karşılık an'ınızı/fiillerinizi satmak gibi birşey. Gelecekte değil, burada. Sonra değil, hemen. İyi olmak iyi geliyor. Markar Esayan'ın İyi Şeyler'de dediği gibi: "İyiliği canı istemeli insanın." Zaten iyilik can'ın istediğidir bence. Fıtratın. Fıtrat-ı zişuur olan vicdanın. Yusuf için Allah'a zamanını sat, karşılığında cennet misal bir mutluluk al tebessümünden. Gülücüklere boğsun seni. Yorsun, dinlendirsin. Hem yorsun, hem dinlendirsin. Allah gibi güzel müşteri bulabilir misin? Derviş Yunus bulamamış ki, demiş: "Satarım canımı, alan bulunmaz." Gel şimdi, bir başkasına daha kulak verelim. Bediüzzaman'ın aynı ayeti tefsir ettiği 6. Söz'ün finalinde dediği gibi diyelim:
"Şimdi satmaya bakacağız. Acaba, o kadar ağır bir şey midir ki, çokları satmaktan kaçıyorlar? Yok! Kat'â ve aslâ! Hiç öyle ağırlığı yoktur. Zira, helâl dairesi geniştir, keyfe kâfi gelir. Harama girmeye hiç lüzum yoktur. Ferâiz-i İlâhiye ise hafiftir, azdır. Allah'a abd ve asker olmak, öyle lezzetli bir şereftir ki, tarif edilmez. Vazife ise; yalnız bir asker gibi, Allah nâmına işlemeli, başlamalı. Ve Allah hesâbiyle vermeli ve almalı. Ve izni ve kanunu dairesinde hareket etmeli, sükûnet bulmalı. Kusur etse istiğfar etmeli: 'Yâ Rab, kusurumuzu affet. Bizi Kendine kul kabul et. Emanetini kabzetmek zamanına kadar bizi emanette emîn kıl. Amin!' demeli ve Ona yalvarmalı." Görüyor musun bizim bacaksız Yusuf Ayaz nasıl da bir mektubat-ı Samedaniye oldu. Neler neler öğretti birkaç saatte! Sanıyor musun bunlar hep tesadüftür? Hayır, hayır. Onu Allah gönderdi, zaman önüme getirdi, sevincim sûretini gördü, aklım okudu. Okuyacak şey arayanlar için herşey kitaptır.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...