23 Ağustos 2014 Cumartesi

Ayetlerin katli

“Duyuyor musunuz? Diliniz öldü. Yasaklandı. Dağlı dilinizi burada kullanamazsınız. Kendi dilinizi kocalarınızla konuşamazsınız. Yasak. Anladınız mı? Konuşamazsınız! Kanuna aykırı. Sadece başkentin dilini konuşabilirsiniz. Burada izin verilen tek dil o. Dağlı dilinizi burada konuşmaya kalkarsanız çok fena cezalandırılırsınız. Bu askeri bir emir. Kanun bu. Diliniz yasak. Ölü. Kimsenin sizin dilinizi konuşmasına izin yok. Sizin diliniz artık yok.” (Harold Pinter, Dağlı Dili Oyunu'ndan.)

TRT’de yayınlanan Misafir Yerliler belgeselinin bir bölümünde, şimdi ismini anımsayamadığım (Google’daki aramalarımla da bir sonuca ulaşamadım) Fransız bir görsel yönetmen (öyle hatırımda kalmış) Türkçeyi konuşmakta yaşadığı güçlük için şöyle bir benzetmede bulunuyordu: “Fransızca ve Türkçe iki farklı dil değil, iki farklı düşünme biçimi.” İlk işittiğimde beni sadece gülümseten bu tesbit, yakın zamanda okuduğum Dillerin Katli: Bir Dilin Ölümü Bir Milletin Ölümüdür isimli eserle üzerinde düşünülesi bir hal aldı. Kitabın yazarı dilbilimci Prof. David Crystal, önsözüne de alıntıladığı, aslı Guardian’da yayınlanan bir makalesinde dillerin hızlı yokoluş sürecinin bizi götüreceği karanlık nokta için şöyle bir öngörüde bulunuyordu: “Belki de bir gün öğrenilecek dil olarak sadece İngilizce kalır. (…) Eğer bu gerçekleşirse, bu gezegenin yaşadığı en büyük entelektüel felaket olur.”

Peki, dillerin yokoluşu, daha doğrusu; asimilasyon neticesinde katledilmesi neden bir kayıp olsun? Bunu kitapta Amerikan Dilbilim Cemiyeti’nin 1994 yılında yayınlandığı ilke raporundan bir alıntıyla izah ediyor Crystal: “İnsan dilinin yapısının insanın entelektüel başarısının önemli bir şahidi olduğu gözönüne alınırsa, dilbilim dünyasındaki genetik çeşitliliğin kaybı (…) muhtemelen biyolojik dünyadaki genetik çeşitliliğin kaybından bile önemlidir." Benzer bir izah yine genetik ile bağlanarak yapılıyor: "Biyolojik çeşitliliğe olan ihtiyacı destekleyen görüşler dil için de geçerlidir. (…) Artan tekdüzeleşme bir türün uzun vadede hayatta kalmasına yönelik tehditler içerir. Ekoloji dilinde en güçlü ekosistemler en çeşitli olanlardır. (…) Dil çeşitliliğinde herhangi bir azalma, türümüzün uyum sağlama gücünü azaltır, çünkü faydalanabileceğimiz bilgi havuzunu küçültür.”

Rus yazar Vyaceslav Ivanov’un dil zenginliğinin entelektüel gücü hakkındaki düşüncesi ise şöyle: “Her dil, belli bir evren modeli, dünyanın anlaşılmasına yarayan bir gösterge sistemi oluşturur ve dünyayı tanımlamak için 4000 farklı yolumuz varsa bu bizi zengin kılar. Ekoloji konusunda olduğu kadar dillerin korunması konusuna da eğilmeliyiz.”

Peki, bu kadar zenginleştirici olmasına rağmen diller neden ölüyor? Bunun iki nedeni var: Birincisi kültür asimilasyonu. Bu, biraz da baskın genlerin diğer genleri minder dışına atması süreci. Teknolojiyi, bilimi, edebiyatı ve bunlarla bağlantılı olarak iletişim/ulaşım kanallarını elinde tutan dil sahipleri diğer dilleri ister istemez baskılıyorlar. Onları öğrenmeye yönelik iştiyak ve ihtiyaç, daha sonraki nesillerde (eğer anadilin kıymetini bilecek bir şuur oluşmamışsa) işini gören dille yetinme ve eskisini terketme sonucunu ortaya çıkarabiliyor.

Bunlar öyle küçük tehditler de değil üstelik. Şu an dünyada 100 milyonun üzerinde konuşmacısı olan 8 dil var: Mandarin, İspanyolca, İngilizce, Bengalce, Hintçe, Portekizce, Rusça ve Japonca. Bunun diğer anlamı şu: Dünya dillerinin %96’sı nüfusun yalnızca %4’ü tarafından konuşulmakta. %4’ünün dili ise %96’sı tarafından konuşuluyor. Michael Krauss’un dillerin yokoloşu hakkındaki tahmini şu: “Herşey bu hızda giderse gelecek yüzyılın insanoğlu dillerinin %90’ının ölümünü veya yokoluşunu göreceği, bence gerçeğe yakın bir tahmindir." Meselenin vahametini anlatmak için bir örnek daha alıntılayacağım kitaptan: "1500’lü yıllarda Brezilya’da 1175 dilin konuşulduğu tahmin edilmektedir. Bugün rakam 200’ün altındadır.”

Asimilasyonun arka planında, teknolojik üstünlüğün aynı zamanda dil üstünlüğünün de kanıtı olduğuna dair bir argüman var. Halbuki Crystal, teknolojik gelişmişliğin dillerin üstünlüğünün delili olamayacağını söylüyor: “Yerli toplulukların İngilizce ve Fransızca kadar tam ve karmaşık dillere sahip olduğu pek bilinmemekte ve geleneksel Batı inancı aksini farzetmektedir. Boyunduruk altındaki halklara karşı gösterilen küçümseme otomatik olarak onların dillerine de taşınmış, bu diller basit ve hayvanca diye tasvir edilmiştir." Ancak yine bir Kuzey Amerika dilleri uzmanı olan Marianne Mithun buna şiddetle karşı çıkıyor: "Kuzey Amerika’da nefes kesici güzellikte inceliklere sahip olmayan dil yoktur." Kitapta buna dair verilen birçok örnek de var. Fakat sanıyorum kültür asimilasyonunun arkasındaki ‘üstün kültür’ tezine en sağlam yumruğu indiren Ezra Pound: "İnsan erdeminin bütünü herhangi bir dilde değildir ve hiçbir dil tek başına insan irfanının tüm şekil ve derecelerini ifade edemez.”

Bu kısımları okurken kitapta benim aklıma gelen ilk şey, Rum sûresinde geçen; “Gökleri ve yeri yaratması, dillerinizin ve renklerinizin değişik olması, O’nun varlığının belgelerindendir. Doğrusu bunlarda, bilenler için dersler vardır" ayet-i kerimesi oldu. Kur’an’da ‘dillerin farklılığının’ ayet olarak zikredilmesi, ayet kelimesinin içeriğini de düşününce daha bir anlamlı geldi. Belki de Allah, farklı dillerle bize dünyayı daha farklı açılardan ve daha farklı esma pencerelerinden okumayı öğretiyordu. Her dil, farklı bir söylemeden önce farklı düşünme biçimiydi ve her dilde biz farklı bir renkte düşünüyorduk. Bu da Ezra Pound’un ‘insan irfanının tüm şekil ve dereceleri’ dediği o çok sesliliği ve renkliliği oluşturuyordu. Yani vahiy, dillerin çok renkliliğiyle barışıktı. Onu ayeti/delili sayıyordu. (Tam burada Bediüzzaman’ın Medresetü’z-Zehra hayalini; ‘lisân-ı Arabî vâcip, Kürdî câiz, Türkî lâzım kılmak’ gibi bir ‘çok dillilik’ zemininde düşlendiğini anımsayalım. Bir tek dil hayali yok.)

Bu sırada kitapta dikkat çekilen birşey daha hatırıma geldi: Tevrat’ta geçen Babil kulesi hikayesi ele alınırken, bu hikayenin ‘dillerin çokluğunun’ Allahın bir cezası olarak algılanmasına neden olduğunu söylüyordu yazar: “Dil sayısındaki herhangi bir azalmanın bir trajedi olması bir kenara, insanlığın yararına olduğuna dair (her ne kadar yanlış olsa da) yaygın ve rağbet gören bir görüş vardır. Birkaç düşünce bu inancı beslemektedir. Bunlardan biri bazı mitolojilerde yer bulan ama en ünlüsünün Tevrat’taki Babil kulesi hikayesine dayandığı eski gelenektir. Buna göre dünyadaki dillerin çoğalması insanlığa verilen bir cezaydı ve bu cezanın kaldırılması başlangıçtaki mükemmelliğinin bir kısmını geri getirebilirdi." Sanıyorum Hristiyanlıktaki ‘ilk günah’ algısı gibi bu ‘Babil kulesi’ meselesi de Kur’an’ın ışığında analiz edilmeli ve sınanmalı. Çünkü karşımızda dilleri ceza değil, ayet sayan bir Kur’an var.

Kültür asimilasyonu ve teolojik gerekçeler dışında dillerin yokoluşunu hızlandıran en önemli etken; önce sömürü düzeni ve ikinci olarak da ulus-devlet sistemleri. Hâkim kavmin kullandığı dil dışındaki dilleri yasaklayan, yasaklamasa da aşağılayan ve kamusal alanlardan dışlayan bu süreç, dilbilimcilerin cangüvenliğini bile tehdit eden boyutlarda yaşanmış. Bazı dilbilimciler yerel diller hakkında yaptıkları araştırmalar sırasında ‘ayrılıkçılık/ajanlık’ yapmakla bile suçlanmışlar. Kan dökme hadiselerinin de olduğu coğrafyalarda da maalesef azınlıkların seçimi ‘dillerini unutmak’ yönünde olmuş ve dilbilimciler onlarda bu dil şuurunu uyandırmakta zorlanıyorlar.

Fakat yine de Crystal hepten umutsuz değil. Dillerin önemi anlaşıldığında tekrar bir uyanışın ve eski dillere dönüşün olabileceğini söylüyor. Dilbilimcilere düşen: İnsanlar geri dönmeye karar verdiklerinde onlara dillerini tekrar konuşabilmelerini sağlayacak kadar materyal biriktirmek ve sunmak. Dilbiliminin öncelikli amacı bu. Yazımızı kitabın son cümleleriyle bitirelim: “Diller, eşi görülmemiş bir hızda ölüyorlar. Eğer birinci bölümde yer verdiğim tahminler doğruysa, ben bu kitabı yazmaya başladığımdan bu yana altı tane kadarı daha yok oldu." Altı dil! Altı ayet demek. Ayetler katlolunuyor modern zamanlarda ve biz bazen izliyor, bazen de ulusal çıkarlarımıza uygun bulup seviniyoruz.

17 Ağustos 2014 Pazar

Ayet: ‘Şimdi bak!’ Bediüzzaman: ‘Bir de şöyle bak!’

Bu yazı, bir yazı sayılmaz, belki ders notu sayılmalı. Malumunuz: 10. Söz, nam-ı diğeriyle Haşir Risalesi, Rûm sûresinde geçen şu ayet-i celile ile başlıyor: “Şimdi bak Allah’ın rahmet eserlerine: Yeryüzünü ölümünün ardından nasıl diriltiyor? Bunu yapan, elbette ölüleri de öylece diriltecektir. O herşeye hakkıyla kàdirdir.” İşte, Kenan Demirtaş abi, Haşir Risalesi’nin tamamının bu ayetin ders verdiği metodla yazıldığını düşünüyor. Kendisinin bunu formülize edişi (eğer doğru anladıysam) şöyle (Madde sayısını arttırmış olabilirim):
1) Yeryüzü her baharda diriliyor, bunu apaçık görüyorsunuz. 2) Her bahar yeniden dirildiğine göre, önce ölü bir halde olduğunu da kabul ediyorsunuz.  3) O halde her bahar yeryüzünde ölüler diriliyor. Dirilme fiili var. 4) Eserdeki bu fiil, failsiz mümkün olamaz. Her eser fiili, her fiil de faili gösterir. 5) O halde bu dirilmelerin arkasında bir dirilten (Muhyi) var. 6) Bu Muhyi (dirilten) o kadar güçlü/kâdir ki, bahardaki kompleks dirilişi bile hiç şaşırmadan her sene yapabiliyor. O zaman kabul etmek zorundayız ki, bu hayat veriş/diriltiş herşeye gücü yeten birinin (Kadîr) kudret elinde. 7) Herşeye gücü yeten (Kadîr) bir diriltici (Muhyi) otlar/ağaçlar gibi size göre daha az sanatlı şeyleri bile tekrar diriltiyorsa, sizin gibi harikalarını niye dirilmemek üzere hiçliğe göndersin? 8) O halde siz de diriltileceksiniz.
Bu kısmı zaten biliyordunuz. O halde asıl dersimize gelelim: Haşir Risalesi’nde bir de “Bu hakikate on iki kapıyla girilir…” diye başlayan hakikatler bölümü var. Ve o hakikatlerin her biri şöyle bir başlık içeriyor: “Bâb-ı Rububiyet ve Saltanattır ki, ism-i Rabbin cilvesidir…” veya “Bâb-ı Kerem ve Rahmettir ki, Kerîm ve Rahîm isminin cilvesidir…” veya “Bâb-ı Hikmet ve Adalet olup ism-i Hakîm ve Âdilin cilvesidir.” Böyle devam edip gidiyor.
Şimdi derste farkettiğim şeyi, üçüncü hakikat üzerinden izah edeyim. Fakat önce kısmen alıntılamalıyım:
Hiç mümkün müdür ki, zerrelerden güneşlere kadar cereyan eden hikmet ve intizam, adalet ve mizanla Rububiyetin saltanatını gösteren Zât-ı Zülcelâl, Rububiyetin cenah-ı himayesine iltica eden ve o hikmet ve adalete iman ve ubûdiyetle tevfik-i hareket eden mü’minleri taltif etmesin? Ve o hikmet ve adalete küfür ve tuğyan ile isyan eden edepsizleri te’dip etmesin? Halbuki bu muvakkat dünyada o hikmet, o adalete lâyık binden biri, insanda icra edilmiyor, tehir ediliyor. Ehl-i dalâletin çoğu ceza almadan, ehl-i hidayetin de çoğu mükâfat görmeden buradan göçüp gidiyorlar. Demek bir Mahkeme-i Kübrâya, bir saadet-i uzmâya bırakılıyor.
Farkettiniz mi, Bediüzzaman Hazretlerinin baştaki ayetin şablonunu kullanarak burada ne yaptığını? Resmen cümleyi sabit tutup isimleri ve fiileri değiştirdi! Daha iyi tarif edebilmem için, gelin, bu hakikatte yapılanı ayetin mealine taşımaya çalışalım: “Şimdi bak Allah’ın adalet ve hikmet eserlerine: Yeryüzünü intizam ve mizanla nasıl yönetiyor? Bunu yapan, elbette (ceza almadan veya mükâfat görmeden göçüp giden) ölüleri de öylece diriltecektir. O herşeye hakkıyla kàdirdir.
1) Dirilme hakikatinde olduğu gibi, önce intizamı ve mizanı varlıkta kabul ediyoruz. 2) Bu intizamı va mizanı gördükten sonra, elbette, intizam ve mizan verme (Rububiyet) fiilini farkediyoruz. Eser, fiilsiz olmaz. 3) Fiile bir fail (Zat-ı Zülcelal) atfını kabul ediyoruz. Fiil, failsiz olmaz. 4) O failin sıfatı/ismi noktasında adalet ve hikmetin varlığını benimsiyoruz. Yani o neyi yapsa, adalet ve hikmetle yapıyor. Âdil ve Hakîm. 5) O herşeyi adalet ve hikmetle yaptığına göre, yani kainatın en basit kanunlarında bile bu adalet ve hikmetin izleri görüldüğüne göre, adaletsizlik ve hikmetsizlik gibi görünen şeylere müsaade eder mi? Mesela zalimlerin ceza almadan gitmelerine? 6) Kaçınılmaz bir şekilde: “Elbette etmez, niye etsin ki?” diyoruz. 7) “O halde ölüleri diriltecek; adaletin ve hikmetin tam sağlanması için bir mahkeme kuracaktır” diye böylece kabul ediyoruz.
Bu hakikatler boyunca yapılan: Ayetteki şablon aynı tutulup; isimlerin, fiilerin değişmesi ve o yeni isimler ve fiillerle hakikatin yeniden bize izah edilmesi. Bediüzzaman, bütün hakikatleri o ayetin şablonundan aldığı ilhamla izah ediyor. Ancak bize bu izah sırasında bir tefsir dersi daha veriyor: “İsimleri ve fiileri değiştirerek ayetin metodunu kullanmaya devam etme. Yeni bilgiler üretme. Marifeti genişletme.”
Bence bu yazının ardından Haşir Risalesi’nin hakikatler bölümüne tekrar bir bakın. O zaman şu üst başlıklardaki: ‘Bâb-ı Hikmet ve Adalet olup ism-i Hakîm ve Âdilin cilvesidir’lerin niye konduğunu daha iyi anlarsınız. Tıpkı şunun gibi: “Şimdi bu ayeti, şu şu isimleri ve yansımalarını/fiilleri yerleştirerek tekrar yorumlayacağım.” 

12 Ağustos 2014 Salı

Bir ayet, iki yedi, iki metin, iki tefekkür

Bu yazının nihayetinde birşey soracağım. Aslında yazıyı yazmaya ilk başladığımda o soru ilk paragrafı oluşturuyordu. Fakat anlaşamadık. Bu yazma işi de Bediüzzaman’ın hava, su, nur benzetmesinde olduğu gibidir biraz. Tutmaya çalışsanız tutamazsınız. “O nur elinizi mesken ittihaz etmez.” Muntazır beklemektir tek deva. Oturarak beklemeniz hoşuna gitmezse, ayağa kalkarsınız. İlk cümlenizi beğenmezse, o cümlenin yerine yenisini denersiniz. Dansa doğru ayakla başlamaktır bütün mesele. Bazen komple bir yazı, adımınızdaki inadınız yüzünden boşuna olur. Bazen de böyle ilk paragrafınız, oraya yakışmaz, sona gelir. Neyse, yeterince lafı dolandırdım sanırım, hâlâ durmadan yazabildiğime göre asıl konumuza girebiliriz: 
Bugün sizinle Bediüzzaman’ın, Kur’an’da sıklıkla geçen ‘yedi gök ve yer’ ifadesini tefsir edişini konuşmak istiyorum. Külliyat içinden iki referans metin kullanacağım bu yolculuk sırasında. Yolun iki yanındaki manzaralar diyelim bunlara isterseniz. Onlardan birisi, 12. Lem’a. Ki bana göre ‘yedi gök ve yer’ ifadesinin afakî tefekkürünü içerir bir metindir. Bediüzzaman orada ‘yedi yer’ ifadesini pekçok farklı şekilde tevil ettikten sonra, yedi gök ifadesinin de bunlara teşbih olduğunu söyler.  “Kur’ân-ı Hakîmin hikmet-i kudsiyesi ise, o ifrat ve tefriti bırakıp, hadd-i vasatı ihtiyar edip der ki: Sâni-i Zülcelâl yedi kat semâvâtı halk etmiştir (…)” dedikten sonra ‘yedi kaide’ sayarak, o kaideler ışığında eşyayı ‘aynı malzemeden yaratılsa da (esir) farklı aşamaları olan bir hilkate maruz’ olarak anlatır. Yani yaratılış aynı Zat’ın tasarrufudur. Fakat Zat’ın aynılığı eşyanın bitamam aynı olmasını gerektirmez. Aksine, araya esmanın çok renkliliği girer ve ‘aşamalar’ veya ‘derinlikler’ veya ‘mertebeler’ oluşur. Uzaydaki farklı galaksi yapıları da o kısımda verilen örneklerdendir.
Hadsen ve hissen ve istikrâen ve tecrübeten sabit olmuştur ki, bir maddede tanzim ve teşkil düşse ve o maddeden başka masnuat yapılsa, elbette muhtelif tabaka ve şekillerde olur (…)
Toparlarsam: 12. Lem’a boyunca farkedersiniz ki; Bediüzzaman, ‘yed gök ve yer’ ifadesini Kur’an’ın bize öğrettiği bir ‘eşyaya bakış açısı’ olarak yorumlar: Madde bir çeşit değildir. Onda aşamalar, derinlikler, mertebeler vardır. Kur’an’ın da bu ifade ile dikkatimizi çekmek istediği şey; bu çoklu yapıya çoklu bakılabilmesidir. Varlık, lahana gibi görülmelidir tabir-i caizse. Her bildim sandığınız yaprak, kaldırıldığında yeni bir bilinecek şey karşınıza çıkacaktır. Katmanlar bitmeyecektir. Belki ‘yedi gök ve yer’ ifadesinin dikkatimizi çekmek istediği şey biraz da Lee Strobel’ın, Hani Tanrı Ölmüştü kitabında, Gulliermo Gonzales ve Jay Wesley Richards ikilisine sorduğu sorunun aldığı cevaptır:
Uzayda bu kadar çok boş mekan var. Bu müsrifçe ve gereksiz değil mi?
Çünkü evren keşif için tasarlandı. Bizlerin keşfedecek birşeylere ihtiyacımız var.
Bunu, burada bırakalım. Şimdi yolculuğumuz 33. Söz’ün 19. Penceresine. (Biraz enfüsî bir yolculuk olduğunu düşünüyorum yapacağımızın.) 19 Pencere şu ayet-i kerime ile başlıyor: “Yedi gök ve yer; ve onların içindekiler Onu tesbih eder. Hiçbir şey yoktur ki Onu övüp, Onu tesbih etmesin.” İsrâ sûresinde geçen bu ayet, başta geçmesinden anlıyoruz ki, 19. Pencere boyunca tefsir edilecek. Fakat durun! Hani 12. Lem’a’daki izahlar? Nereye gitti göğün ve yerin katmanları, farklı galaksiler, hayata menşe olabilecek başka küreler falan? Nerede kozmik âleme dönük tefekkürlerimiz? Bu pencere boyunca hiçbirini bulamıyoruz. Aksine; Bediüzzaman, bu pencere boyunca aynı ‘yedi gök ve yer’ ifadesini tamamen başka bir düzlemde anlıyor. Melekutî bir düzlemde. Enine değil, boyuna bir tefekkürle. Esmaya doğru uzanıyor oradan. Bakalım:
Çünkü, herbir çiçeğin güzel ağzı ile ve muntazam sümbülün lisâniyle ve mevzun tohumların ve muntazam habbelerin kelimâtıyla hikmeti gösteren o nizam, bilmüşâhede, ilmi gösteren bir mîzan içindedir. Ve o mîzan ise, maharet-i san’atı gösteren bir nakş-ı san’at içindedir. Ve o nakş-ı san’at, lûtuf ve keremi gösteren bir zînet içindedir. Ve o zînet dahi, rahmet ve ihsanı gösteren latîf kokular içindedir. Ve birbiri içinde bulunan şu mânidar keyfiyetler, öyle bir lisân-ı şehâdettir ki, hem Sâni-i Zülcemâlini esmâsıyla tarif eder, hem evsafıyla tavsif eder, hem cilve-i esmâsını tefsir eder, hem teveddüd ve taarrüfünü, yani sevdirilmesini ve tanıttırılmasını ifade eder.
Hani bizim yedi gök ve yer? Nerede? Şaşırmayın dostlar, aslında Üstad Hazretleri bu sefer yedi gök ve yeri daha farklı yorumlayacağının sinyalini vermişti: “Evet, herbir nebat, herbir ağaç pekçok lisân ile Sâni’lerini öyle gösteriyorlar ki…" Bana öyle geliyor ki; Bediüzzaman burada 12. Lem’a’nın aksine, yedi gök ve yer’i bir çok dillilik ve çok renkliliğin uyarısı olarak algılıyor. 12. Lem’a’da eşyanın çok mertebeliliğine dikkat çekmişti. Burada ise aynı yedi kelimesi üzerinden eşyanın derinliğine dikkat çekti. 12. Lem’a bir enine yolculuktu. 19. Pencere bir boyuna/derinliğine yolculuk oldu. Tesbih=Nizam, içre ilim, içre mizan, içre dikkat, içre sanat, içre maharet, içre nakış, içre lütuf ve kerem, içre zinet, içre rahmet, içre ihsan. Ve onlardan yürünen esma-yı İlahî. Hatta ‘yani sevdirilmesini ve tanıttırılmasını’naya gidersek, şuunat-ı İlahî.
Gördüğünüz gibi burada da Bediüzzaman Hazretleri ‘yedi’yi kozmik düşünmedi. Aynı nesnede aşılacak, Allah’ı gösterecek katmanlar olarak tefsir etti. 18 Pencerede de bize melekut tefekkürünü böyle öğretmemiş miydi: Eşya, fiil, fail, isim, sıfat, şuunat, zat. Bakınız, bu da yedi ediyor.
Şimdi başta vadettiğim soruya geleyim: Afakî tefekkür ve enfüsî tefekküre dair bir sürü bilgi var kafanızda mutlaka. Tarifini de çoktan öğrenmişsinizdir. Fakat ben yine de ‘yedi gök ve yer’ ifadesinin iki tefekkür şeklini gözlerinizin önüne sererek sormak istedim: Acaba enfüsî ve afakî tefekkür arasındaki fark böyle birşey olabilir mi? Yani birisinde hüner genişlik, diğerinde hüner derinlik? Enfüs içindeki nefs’ten kastedilen ‘melekutî derinlik’ sayılabilir mi? Yukarıdaki gevezeliğim bu soruyu sormak içindi.

8 Ağustos 2014 Cuma

Nuriye Çeleğen nereye koşuyor?

Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şimdi, öyle analizlerden birisini de Nuriye Çeleğen abla adına yapmak istiyorum. Nuriye abla, kendisinin birkaç kitabına editörlük, bazılarına tashih, bazılarına da mizanpaj yaptığım bir isim. Yani tanıdığım birisi. İyiliğini biliyorum, kötü olduğunu düşünmüyorum. Bu yazıyı da onu kötü birisi olarak gördüğüm için yazmayacağım. Kendisini benim beyaz kağıdımda seyretmesi için yazacağım. Mümin müminin aynasıdır, aynalık etmek gerek. O kadar. Bunu hemen yazının başında belirteyim de kimse ifrat beklemesin. İfrat dileyenler de bu yazıyı okuyarak zaman kaybetmesinler. Kendisi hakkında 'abla' ifadesini kullanmaktan da çekinmem. Fakat şu var: Hiçbir abla/abi, bu unvanından dolayı mihenge vurulmaktan kurtulamaz. Ehl-i tahkikin bıçağı 'sorgulanmazlık' tanımaz, tanımamalı.

Kendisi hakkında bu sıralar twitter'da en çok kullanılan ifade; 'Yeniasya camiası, Cemil Tokpınar, Sungur abinin oğlu ve kızıyla birlikte Nurcuların yüzünü ak edenler' içinde sayılması. (Liste biraz kısa değil mi?) Daha ileri giden ifadeler de var. Etka Aslan isminde bir kullanıcı şöyle yazıyor mesela: "Çok şükür ki, AKP'nin gerçek yüzünü görüp hakikatleri savunabilen nice nur talebesi var. Mesela Nuriye Çeleğen!" Devamında Nuriye abladan bizzat görmediğim için onun sözü mü emin olamadığım şöyle birşey paylaşmış: "Risaleleri devletleştirmek Kemalist anlayışın esasıdır. Bediüzzaman sürgün edilmiş (...) fakat bugünkü kadar zincire hiç vurulmamıştı." Bu sözün başında 'Nuriye Çeleğen:' ifadesi bulunuyor. Dediğim gibi: Nette binlerce süprüntü var. Bizzat Nuriye ablanın böyle söyleyip söylemediğini bilmediğim için onu analiz etmeyeceğim. Ancak kendisinin bizzat twitter hesabından paylaştığı, bende ekran resimleri de olan ve zaten Gülen Örgütü mensuplarının çarşaf çarşaf paylaştığı şeyler var ki; bunların bizzat Nuriye Çeleğen ablanın kaleminden çıktığı kesin olduğu için analiz etmeye değer. Kötülük olsun diye değil, altını kazıp hakikatini ortaya çıkaralım diye.

Bir kere şunu söyleyelim: Nuriye Çeleğen, Gülen Örgütü ve AK Parti gerilimi sırasında bir tane bile Gülen Örgütünü ve siyasete karşı değişen tavrını eleştiren twit atmadı. İki tarafa da nasihat olabilir gibi anlaşılacak şeyleri ortaya söylemiş olabilir. Fakat gerilim boyunca bütün suçlamalar, klasik Nurcuların da dahil olduğu AK Parti destekçilerine yapılırken Gülen Örgütü ve mensupları hatadan sürekli tenzih edildi. Mesela Nurcular, kendi düşüncelerini Gülen Örgütünden farklılaştırırken Nuriye abla şu twitleri attı: "Ağabeylerin görüşlerinin kendi görüşleri olmadığını düşünüyorum. Çevresindeki kişilerin görüşleri olarak değerlendiriyorum. Şeytanın her dem aktif olduğunu; kıskançlık, benlik gibi duyguları harekete getirebileceğini düşünüyorum. Bu hizmeti ben neden yapmadım gibi."

Görüldüğü gibi Nuriye Çeleğen, bir telefon kadar yakınında olan abileri aramak yerine Bediüzzaman'ın talebelerinin 'yönlendirildiği' teorisini yazmayı seçti. Daha sonra süreç, abilerin bizzat kendilerinin beyanlarıyla onu yalanlasa da fikrinden vazgeçmedi. İkinci twitteki "Bu hizmeti ben neden yapmadım?" suçlaması ise daha fena. İzninizle buna suçlama diyorum, çünkü Nuriye ablanın burada kastettiği, hepinizin de anladığı gibi, Gülen Örgütünü diğer Nur ekollerinin kıskandığı ve bu kıskançlık yüzünden muhalefet ettikleri aslında. Ki, hatırlarsınız; süreç boyunca Gülen Örgütü de bu tezi işledi, kendi tabanını 'abilere rağmen' kendine bağlı tutabilmek için. Tabii insanın içi cız ediyor. Nuriye abla gibi bütün abileri zaten tanıyan, gelenek olarak klasik Nurculuğa daha yakın bir ismin, Gülengiller için neden saff-ı evvel abileri böylesine itham ettiğin merak ediyoruz. Ben ediyorum en azından.

Neyse, devam edelim: Şimdi Nuriye ablanın başka bir twitini aynen alacağım buraya: "Hizmeti tutmakla düşüncemde hata da yapsam bunun ahiret vebali olmayacağını düşünüyorum. Siyasileri tutmadığımdan hesaba çekilmem." Bakınız, bu twiti çok önemsiyorum, çünkü bu twit benim için itikadî anlamda da korkutucu çağrışımlara sahip. Hata yapan birilerini tuttuğu için (buna olabilme ihtimali de veriyor) ahirette hesaba çekilmeyeceğini emin bir şekilde söyleyen birisi var karşımızda. Ve devamında şunu da ifade ediyor: "Siyasileri tutmadığımdan hesaba çekilmem." Peki, ya siyasiler haklıysa? Mesela diyelim ki; Şeyh Bedreddin ayaklandı, Osmanlı teyakkuzda; böyle şeyler olamaz mı? Bunu tamamiyle ıskalamış, meseleye artık hak/bâtıl düzleminde değil; 'siyasilerle gerilim yaşıyorsa kesinlikle siyasiler haksızdır' tarzında ele alan enteresan bir düşünce dünyası bu. Ve 'hesaba çekilmem, vebali olmaz' gibi net ifadelerle de söyleyebiliyor. Ahiret adına konuşurken bu netlik korkutucu değil mi sizce de? Ben korkuyorum şahsen. Neyse, diğer iki twitine geçelim:

"Hizmete ait konuda hizmeti tutarım. Siyasetle hiç ilgim olmamıştır. Haber bile dinlemem. Üstadımdan öğrendiğim bu. Siyaset kirlenebilir. Ama hizmet kirlenirse kişilerin imanına zarar verir. Bunun vebali yüklenilemez. Bir kişinin imanı bile zarar görürse ahirette kurtulamayız." Şimdi öncelikle şöyle silsile şeklinde bir hata var. Haber bile dinlemeyen birisi gündeme dair bir meselede bu kadar net bir tavrı nasıl gösterebilir? Ne olup bittiğini bile bilmezken? Hizmetle ilgili her konuda hizmeti tutmak, gündemden hiç haberi olmayan birisi için ne kadar sağlıklıdır? Bunun yanısıra mesele hizmete temas ediyor olsa da (ben Gülen Örgütü demeyi tercih ediyorum) bütün Türkiye'yi ilgilendiren bir 'darbe teşebbüsü' hadisesinde nasıl böylesi 'himmet toplantısı' edasıyla "Hizmete dairse, hizmet haklıdır!" denilebilir. Böylesi bir tahkiksizlik Nur talebesine yakışır mı? Nuriye ablaya sormak lazım bunu.

Bir de devamında siyaset kirlenebilir diyor, doğru. Fakat hizmet kirlenemez mi? Boyu kadar siyasete batmışken? CHP'ye oy toplayan ablaları/abileri varken? Muhalefet partisine dönüşmüşken? Bilmem kaç okulu, kursu, bilmem nesi varsa siyasete girse de onu kirletemiyor mu siyaset? Eğer böyleyse, düzeltelim: Bediüzzaman 'siyasetin şerrinden Allah'a sığınmayı' boşuna tavsiye etmiş o zaman. Baksanıza, hizmet girerse kirlenmesi mümkün değilmiş zaten. Neden sığınsın? Hem kirleniyor derseniz hafazanallah imanınız tehlikede. Öyle de büyük manevî istibdatı var. Cehennemi kaldırıyor hemen başınızın üstüne. Neyse, devam edelim:

"Risalenin sadeleştirme ile tahrif edilmeyeceğini, edilemeyeceğini, edilemeyecek kadar muhkem olduğunu idrak edemiyorsak nasıl R.N okuyoruz?" Şimdi çok ilginç birşey diyeceğim. Nuriye abla, Gülen Örgütü sözkonusu olduğunda her meselede harika iyimser. Mümkün değil yani kötü birşey olması. Sadeleştirilsin, cümleleri değiştirilsin, isterse yeniden yazılsın mümkün değil kötü birşey olamaz. Kötü birşey olduğunu söyleyenler suçlu. Onlar Risalelerden anlamıyor. Ama diyelim ki; devlet Risale-i Nur basıyor. Bakınız ona tepkisi nasıl: "R Nur'ları devletin korumasına verdik bugün risalenin bayramı, dediklerinde şoke olmuştum. Bandrol verilmiyormuş, hiç şaşırmadım." Ablam dünyayı takip etmiyor, ama gündeme dair öngörüleri fevkalade isabetli. Bakınız bir tane daha var aynı meseleye dair: "Bediüzzaman, R.Nur'la yer ve göğün alakadar olduğunu ona zarar gelince iki unsurun hiddet ettiğini söyler. Semanın hiddeti tesadüf mü?" Gördüğünüz gibi sadeleştirme süreci boyunca hiçbir doğal afet kötü yorumlanmazken devlet Risaleleri basmaya başladığı andan itibaren bütün doğal afetler Kültür Bakanlığına dönük işlemeye başladı. Oluyor böyle şeyler. Şimdi daha ince bir twit silsilesine bakalım:

"Tepki veren kardeşlere diyorum ki; ben abileri de çok seviyorum. Fakat Hoca Efendiyi sevmeyi Sungur abiden öğrendim. Babam, Bediüzzaman hazretlerinin has talabelerim içine alıyorum dediği ve pek çok mektup gönderdiği birisi. Sungur abiye yıllar önce 'Abi bu H.Efendi yeni bir şey mi çıkartıyor?' diye sorduğunda Sungur abinin nasıl celallendiğini ve 'Kardeşim karışmayın o kardeşimize' demiş. Dersimi Sungur abiden aldım." Bu metinde üzüldüğümüz şey, Nuriye ablanın Sungur abiden aldığı dersleri çocukluğunda bırakması. Zira biraz daha devam etseydi, Sungur abinin sadeleştirme mevzusundaki emeği geçenlere beddua videosuna da ulaşacaktı. Yalnız burada ilginç olan babasının şüphesine hiç hakikat payı vermemesi. Ki bu şüphenin o dönemde birçok Nur talebesinde varolduğu ve şimdi onların hakikat çıktığı da ortada. Sungur abiden alınan bu ders hakkında geri kalan yorumları Meşveret cemaati üyelerine bırakıyorum. En bomba twitleri ise finale sakladım. Bu kısım ayrıca enteresan çünkü Risaleleri bakışınıza takla attırabilecek cinsten:

"Anlama endeksli risale okuması ben anlayacağım demektir ki bu da risalenin perdeleri kaldırma esasına terstir. Zaten bu da enaniyet veriyor. Virdi anlamadan da o neticeyi hasıl eder. Üstad günlük okumayı esas almış. Bu da vird demektir. Risaleyi düzenli okuyan mutlaka ihtiyacını alır."

Bu iki twit Risale-i Nur'un 'tahkike verdiği öneme rağmen' ters takla atması demek. Eğer Risaleleri anlaşılması gerekmeyen metinler olarak görürseniz, elbette sadeleştirme size dokunmaz. Bu noktada artık Nuriye ablanın neden sadeleştirmeye taraf olduğunu idrak edebiliyoruz. Zaten Risale-i Nur'un, onlarca yerde müellifinin dediği gibi, bir tahkik ve idrak dersi olduğunu değil, bir vird olduğunu düşünüyor. Önemli olan vird gibi, zikir gibi tekrar etmek. Anlamaya çalışmak hatta enaniyet sebebi. Tabii bir kitabı anlamaya çalışmak nasıl enaniyet sebebi olabilir? Enaniyet olacaksa niye anlaşılması gereken bu kadar şey yazmıştır bir müellif? Bütün bu soruları bir kalem silin aklınızdan, çünkü karşınızda Gülen Örgütünün kanaatine göre Nurcuların yüzünü ak eden bir Nur talebesi var. Neredeyse bütün Nurcuların rağmına bunu başarmış bir isim. Ondan Nurculuk öğrenmelisiniz, öğretmek haddiniz değil. Biz de ablamızı tebrik ediyor ve hayatta başarılar diliyoruz.

7 Ağustos 2014 Perşembe

Kitab'a bakmak serbest

Neye inanıyorum biliyor musun? Üniversitede bir matematik dersi vardı, hocamız ufak tefek ve yaşlı bir kadındı. Hızlı Fourier dönüşümlerinden bahsediyordu ve bir cümlenin ortasında durup; ‘Bazen evren fark edilmek istiyormuş gibi görünüyor’ dedi. Ben de buna inanıyorum. Bence evren beklenmedik bir şekilde bilince eğilimli ve kısmen de zekayı mükafatlandırıyor. Çünkü zarafetinin gözlemlenmesinden keyif alıyor.John Green, Aynı Yıldızın Altında’dan…
Esma, bilmektir. İsim takmak, bildiğini işaretlemektir. İsmi anmak, bildiğini hatırlamaktır. Allah, bilmekle bitmeyecek olandır. Bu yüzden Cenab-ı Hakkın esması saymakla bitmez. Vahyin ifadesiyle ‘bütün güzel isimler’ onundur. Kur’an’da geçenler, hadis-i şeriflerde nakledilenler ve buna ilaveten Cevşen gibi dualarda zikredilen binlercesi.
Bitiremezsin.
Fakat bu durum, onu, bize açılan manalarla isimlendirmemize de engel olmaz. Hüdhüd kuşunun, Neml sûresinde, Allah hakkında söylediği; ‘göklerde ve yerde gizleneni açığa çıkaran’ tarifi bile, Bediüzzaman’ın ilgili ayeti analiz ederken söylediği gibi; kendi sanatıyla (Hüdhüd’ün sanatı, arzın derinliklerinde ne saklı olduğunu bilebilmesiydi) Allah’ı isimlendirmesidir. O yüzden başta dediğim gibi derim ben: “Allah, bilmekle bitmeyecek olandır.” Ben de Rabbimi böyle isimlendiririm: ‘Bilmesi hiç bitmeyen…’
"Gizli bir hazine idim, bilinmek istedim."
Böyle anlatıyor bir hadis-i kudsî bize yaratılışımızın hikmetini. Peki, neden bilinmek istedi Samed olan? Hiçbirşeye muhtaç olmayan neden bilinmek istedi? 30. Söz’ün 18. Pencere’sindeki şuunat arşına çıkarsam: İhsan etmeye duyduğu muhabbet-i münezzehe şuunatından olduğu için istedi bence. Tıpkı Bediüzzaman’ın ibadetlerin hikmetine dair bir soruya verdiği cevapta olduğu gibi: “Cenab-ı Hak senin ibadetine, belki hiçbir şeye muhtaç değil. Fakat sen ibadete muhtaçsın, mânen hastasın." Yani güzelliğine bir güzellik daha katmıyor bildirmekle, kendini bildirecek olan. Ama sen onu bildikçe daha çok güzelleşiyorsun. İmam-ı Rabbani’nin Hz. Resulullah’a dair söylediği o güzel sözde olduğu gibi: "Ben sözlerimle Muhammed’i (a.s.m.) övmüş, güzel göstermiş olmadım; aksine Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmdan bahsetmekle sözlerim güzelleşti.
Ey nazın değil niyazın, aşk’ın değil acz’in talibi! Bu cümleye kanaat etmelisin, hukukumuz bundan ibarettir. Biz hep âleme ‘alan el’ olarak bakacağız. Allah da bizim için hep ‘veren el’ kalacak. Bize dua istemek değil, dilenmektir.
Şimdi bir de istersen ‘ahsen-i takvim’e uzanalım senle. Sonra, korkarak esfel-i safilin’e. Bak neyi tartışıyor Sokrates, Savunma’sında. “Bilmek, öğrenmek midir, hatırlamak mıdır?” Bunu tartışıyor. Muhatabını ilzam ediyor hatta bildiğin herşeyi aslında hatırladığına. Nasıl tarif etsem? Bir çocuğun kabiliyeti olmasa, asla konuşamayacağına; konuşma kabiliyeti olmayan bir köpeğin bin sene de insanlarla yaşasa konuşamayacağına, çünkü içinde ‘hatırlayacak’ bir kabiliyetin olmadığına ikna ediyor. Kimbilir, belki sen de ‘esfel-i safilin’ dediğin bir unutkanlık mertebesinden ‘ahsen-i takvim’ dediğin bir hatırlama düzeyine çıkmaya çalışıyorsun.
Öyle yaratılmıştın çünkü. Allah’ın “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye sorduğu, seninse “Bela” diye cevap verdiğin o an’a. Cevapların çok net olduğu, talim-i esma sınavını meleklerin huzurunda başarıyla vermiş fıtratına dönmeye çalışıyorsun. İnsan ismi de nisyan’dan geliyor demiyor mu eskiler? Belki böylesi bir hakikati de var.
Hatırlanacak olanlar bütün kainata serpilmiş. Bilinmek isteyen, bilinebilir yaratmış herşeyi. Bakınız, Hani Tanrı Ölmüştü kitabında Lee Strobel’ın söyleşi yaptığı bilimadamlarından Robin Collins bunu nasıl ifade ediyor: “Biz, fizikte esrarengiz denecek derecede uyum, simetri ve orantı görürüz. Ayrıca benim ‘keşfedilebilirlik’ adını verdiğim birşey ile karşılaşıyoruz. ‘Keşfedilebilirlik’ ile kastettiğim şu: Doğa kanunları adeta bizim akıl/zihin düzeyimizde birileri tarafından keşfedilsin diye dikkatle düzenlenmiş gibidirler.”
Aynı şeyin altını, Davies, Superforce adlı eserinde şöyle çiziyor: “Fizik kanunlarını ortaya çıkarmak çeşitli açılardan bir bulmacayı doldurmaya benzer.” Hani Tanrı Ölmüştü’nün  ilerleyen kısımlarda Gulliermo Gonzales ve Jay Wesley Richards ise şunu ekliyorlar bu paralelde:
Evrendeki, galaksimizdeki, güneş sistemindeki yerimizin ve aynı zamanda Dünya’nın boyutları ve dönüşünün, Ay ve Güneş’in kütlesinin ve benzerlerinin—yani bütün faktörler dizisinin—Dünya’yı yaşanabilir bir gezegen yapmak için hayret verici bir tarzda bir araya gelerek işbirliği yaptığını bulduk. Ve bunun da ötesinde, Dünya’da akıllı bir yaşamın var olmasına izin veren aynı şartların, ayrıca evrenin gözlemlenmesi ve analiz edilmesine de tuhaf bir şekilde uygun olduğunu gördük. Ve bunun bir rastlantı olmadığına inanıyoruz. Aslında evrenin keşfedilmek üzere tasarlanıp tasarlanmadığı konusunu gündeme getiriyoruz. (…) Burada vurgulamak istediğim esas nokta, bizim var olmamızı mümkün kılan nadir özelliklerin aynı zamanda etrafımızda olup bitenler hakkında keşifler yapmak için de en iyi ortamı sağladığıdır. Aslında Dünya’da bilimsel keşifler yapma şartları o kadar hassas ayarlanmıştır ki, bunları tamamen şansa atfetmek için kendimizi epeyce zorlamamız lazım.
Devamında güneş tutulmalarından tutun yerçekiminin oranına, gökyüzünün saydamlığından tutun güneşin ışık türüne kadar pekçok delil sırayan ikili, yazarın; “Uzayda bu kadar çok boş mekan var. Bu müsrifçe ve gereksiz değil mi?” sorusuna da şöyle cevap veriyorlar: “Çünkü evren keşif için tasarlandı. Bizlerin keşfedecek birşeylere ihtiyacımız var.”
Buradan istersen şimdi tekrar Bediüzzaman’ın ifadelerine uzanalım. Âlemin ve insanın uyumunu anlattığı o satırlara: “Şundaki san’atı bir kitap olarak tezahür etmiş, bundaki sıbğası ise hitapçiçekleri suretinde açmıştır."  Ve yine diyelim: "Evet, insaniyet imân ile insaniyet olduğunu, insan ile hayvanın dünyaya gelişindeki farkları gösterir. Çünkü hayvan, dünyaya geldiği vakit, âdetâ başka bir âlemde tekemmül etmiş gibi, istidadına göre mükemmel olarak gelir; yani gönderilir. (…) İnsan ise, dünyaya gelişinde, her şeyi öğrenmeye muhtaç ve hayat kanunlarına câhil. (…) Demek, hayvanın vazife-i asliyesi taallümle tekemmül etmek değildir. (…) Demek, insan bu âleme ilim ve duâ vâsıtasıyla tekemmül etmek için gelmiştir. 
Demek, kendini keşşaf olarak bildin, ama âlemdeki keşfedilmeye muntazır duruşu farkedemesinse zarardasın. “Üstlerindeki semaya bakmazlar mı?” diye soranın, aynı zamanda semayı ‘bakılabilir’ şekilde ‘şeffaf’ yarattığını görmezsen, zarardasın. “O, güneş ve ayı (vakitlerin tayini için) birer hesap ölçüsü kılmıştır…” diyenin aynı zamanda tutulmaları antik takvimlerle bugünün takvimlerini orantılama ölçüsü kıldığını bilmezsen, zarardasın. Sana verilen her emrin, o emre uymaya müsait bir yaratılışın ardından sana emredilmiş olduğunu okuyamıyorsan, zarardasın. Önündeki bulmacayı keyifle yanıtlıyorken her gün; önündekinin, sana doğru cevapları buldurmak için yaratılmış olduğunu farketmiyorsan, zarardasın. ‘Bilinmek isteyen hazinenin’ aynı zamanda âlemi ‘onu bilmeye müsait’ yarattığını göremiyorsan, zarardasın. Taktığın isimlerle, kazandığın sınavlarla fazla övünme bence. Nihayetinde; Ali Ural’ın Tek Kelimelik Sözlük’te dediği gibi; ‘Kitab’a bakmak serbest imtihan olunduğunu’ bilmiyorsan, zarardasın.

3 Ağustos 2014 Pazar

Bir kendini kandırma yöntemi olarak: Herkesleşme

"Hem deme, 'Ben de herkes gibiyim.' Çünkü herkes sana kabir kapısına kadar arkadaşlık eder. Herkesle musibette beraber olmak demek olan teselli ise, kabrin öbür tarafında pek esassızdır." Sözler'den.

Günahkârlık vicdan azabıdır. Ve insan içindeki bu baskıyı yenebilmek için demagojiye sapar. Aklını nefsi yoluyla iknaya çalışır. Markar Esayan’ın İyi Şeyler kitabında dediği gibi: '(...) bilimsel açıklamanın vicdanî itirazları gideren bir gücü vardı'r. Bediüzzaman da benzer bir meseleye Lem'alar'da temas eder: "Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var. O günah, istiğfarla çabuk imha edilmezse, kurt değil, belki küçük bir mânevî yılan olarak kalbi ısırıyor. Mesela, utandıracak bir günahı gizli işleyen bir adam, başkasının ıttılaından çok hicap ettiği zaman, melâike ve ruhaniyâtın vücudu ona çok ağır geliyor. Küçük bir emâre ile onları inkâr etmek arzu ediyor."

Vicdanın azabı 'hatırlatma' nevindendir ve insan en çok hareketin sarhoşluğu ile onu bastırmayı dener. (Meşgul olmak da bir sarhoşluktur.) Hareketin sarhoşluğundan sonra gafletin en etkili araçlarından birisi ise 'herkesleşme'dir. Yani; herkesin yaptığını yapma, söylediğini söyleme, yürüdüğü yöne yürümektir. Herkesleşme kurtuluş değil kaçıştır. Başını benzerleriyle dolu bir kitlenin içine sokmaktır. Meşrulaştırma aracı olarak kullanılır çoğu zaman. İncil'de bile denir: "Kötülük için kalabalığı takip etme..." Kur'an-ı Kerim de defalarca bu noktada uyarır insanları. Atalarının yaptıklarını yapmaya devam edenlere; "Ya onlar yanlıştaysa?" diye sorar. Hatta yine Bediüzzaman, insandaki bu hastalığa temas eder bir metninde:

"Deme: 'Zaman değişmiş, asır başkalaşmış; herkes dünyaya dalmış, hayata perestiş eder, derd-i maîşetle sarhoştur.' Çünkü ölüm değişmiyor; firâk bekâya kalbolup, başkalaşmıyor. Acz-i beşerî, fakr-ı insanî değişmiyor; ziyadeleşiyor. Beşer yolculuğu kesilmiyor, sürat peyda ediyor. Hem deme: 'Ben de herkes gibiyim.' Çünkü, herkes sana kabir kapısına kadar arkadaşlık eder. Herkesle musibette beraber olmak demek olan teselli ise, kabrin öbür tarafında pek esassızdır."

Lee Strobel, Hani Tanrı Ölmüştü isimli eserinde modern bilimin 'üç herkesleştirme çabasını' masaya yatırıyor. Birincisi: Evrim. Kitabın evrimi analiz ettiği bölümlerde görüyorsunuz ki; evrimin felsefesi sadece bilimle ilgilenmiyor, teolojik zeminde insanın tasarım ürünü olduğunu inkâr etmek istiyor. Öyle ya! Özellikle yaratılmazsanız özel sorumluluklarınız da olmaz. Özellikle yaratmamışsa Allah sizinle neden ilgilensin? Neden sizin hayvanlardan daha fazlasını yapmak gibi bir sorumluluğunuz olsun? Evrim tam da bu maksatla insanın hilkatteki biricikliğini yitirmesini murad ediyor. Eğer insan gelişgüzelse, tesadüflerin ürünüyse, yani 'özel bir dokunuş' yoksa hilkatinde, o halde neden herkesleşemesin? Bir ayrıcalığı yok ki.

Kitapta analiz edilen ikinci 'herkesleştirme' taktiği ise şu: Çoklu/Paralel Evrenler Teorisi. Peki ne demek bu? Paralel evrenler düşüncesi, yine yaratılışın (ama bu sefer kozmik/makro âlemde yaratılışın) 'özelliğini' yitirmesini istiyor. Bakıyor ki: evrende çok hassas kanunlar ve o kanunlar işlemezse varolamayacak bir hilkat var. Allahın varlığını ve iradesini, bütün bu nizamın özel bir seçimle olduğunu kabullenmek istemiyor.

Peki, ne yapacak? Âlemin tevhidine/birliğine engel olmaya bakacak. Diyor ki o zaman: "Belki de ihtimal âlemlerinin hepsi oluştu. Ama bir tanesi, içlerinden yalnız biri, bütün şartları uygun olduğu için varlığını devam ettirebildi." Yani tabir-i caizse diyor ki: "Varlık için trilyonlarca kez zar atıldı. Artık bir tanesi de mutlaka doğru şıkka denk gelmiştir canım. Özel bir tasarım olduğumuzu düşünmeye gerek yok. Biricik değiliz." Fakat kitapta kendisiyle söyleşi yapılan bilimadamlarından William Lane Craig bu zandaki hatayı şöyle ortaya koyuyor:

"Bu sadece metafizik. Hiçbir bilimsel dayanağı yok. Teorinin öne sürdüğü şekilde paralel evrenler olmasına inanmak için elde ne bir delil ne de bir sebep var. Şüphecilerin böylesine tuhaf bir teoriyle ortaya çıkmalarının amacı, temelde, evrendeki hassas ayarın çok kuvvetli bir şekilde ve doğrudan doğruya şuurlu bir tasarımcıya işaret ediyor oluşu ve bazıları böyle bir sonuçtan kaçmak için herşeyi öne sürebilir."

Kitapta 'herkesleştirme'nin üçüncü yöntemi olarak anlatılan şeyse, modern bilimin, dünyanın özel kozmografik durumunu (ve dolayısıyla hayatı) evrenin her yerinde bulunabilir birşey olarak göstermesi. Kitapta bu düşüncenin özetleşinişi şöyle: "Onlara göre yaşam hazır çorba gibidir: Yalnızca su eklemek yeter. (...) Kısacası, yeryüzünün hiçbir ayrıcalıklı özelliği yoktur." Lee Strobel, devamında ise şu gerçeği haykırıyor: "Evrenin, gelişmiş medeniyetlerin çiçek açtığı bir sera olduğu fikri, yeni bilimsel keşifler tarafından bir kenara atılıyor."

Kopernik'le başlayan, hayatı ve dünyayı sıradanlaştırma, yani evrenin merkezinde değil, sıradan bir yerinde ve sıradan bir şekilde varolmuş görme meyli, giderek yok oluyor. Bilimin Yeni Hikâyesi isimli eserlerinde Robert Augros ve George Stanciu bu durumu şöyle özetliyorlar: "İnsanın fiziksel olarak evrenin merkezinde olmasa bile, onun (evrenin) amacının merkezinde olduğu aşikâr." Fizikçi Freeman Dyson'ın New York Times'ta yayınlanan kanaati ise şöyle: "Evren bir şekilde bizim geliyor olduğumuzu bilmiş olmalı."

Evrenin başka köşelerinde hayatın varolmasının güçlüğü, dünyanın evrende bulunduğu uygun yer, güneşimizin özellikleri, diğer gezegenlerin, özellikle jüpiterin, bize sağladığı koruma; konumumuz ve ayın buna kattığı denge... Daha bunun gibi yüzlerce delille kitapta anlatılıyor ki, insan/dünya hakikaten biricik. Ve hakikaten bütün bu düzen onun hilkatini bekler yaratılmış. Ve bu biriciklik: "O zaman beni böyle ince ince tasarlayan benden ne istiyor?" sorusunu sormaya mecbur ediyor onu. Ve bu soru gafletin dağılma sürecinin başı oluyor. Bediüzzaman'ın pekçok yerde (özellikle hayattaki) bu merkeziyete temas eden izahları dikkat edilesi:

"Demek, 'Bismillahirrahmanirrahim' sahife-i âlemde bir satır-ı nurânî teşkil eden üç sikke-i ehadiyetin kudsî ünvânıdır ve kuvvetli bir haytıdır ve parlak bir hattıdır. Yani, 'Bismillahirrahmanirrahim' yukarıdan nüzûl ile, semere-i kâinat ve âlemin nüsha-i musağğarası olan insana ucu dayanıyor. Ferşi Arşa bağlar. İnsanî arşa çıkmaya bir yol olur."

Kainatın meyvesi olmak, yani biriciklik, insanî arşa nasıl çıkarıyor bizi? Durduğun yerin sorumluluğunu kabul ederek mi? Peki insanî arş nedir? Acaba bir farkındalık mertebesi midir? Allah'la arandaki ilişkinin diğer varlıklardan daha üst ve daha biricik olduğuna uyanmak mıdır insanî arşa çıkmak?

Buradan bakarsan; "Sen olmasaydın, âlemleri yaratmazdım!" sırrı ne düzeyde görünür? Belki de Allah Resulü aleyhissalatuvesselama verilen önem, bu değer bildirimi, onun sembolize ettiği varlık sırrına verilen önem, insanın evrendeki biricikliğine çekilen dikkat ve onun arkasından gelen karşıkonulmaz sorumluluktur. Öyle ya! Özellikle yaratıldıysan özellikle sorumlu tutulduğun şeyler de olmalı.

Allahu'l-A'lem. Bütün bunlar birbirine bağlı galiba. Eğer biricik olduğunuzu farkederseniz, hatta ne kadar çok farkederseniz, o kadar çok kulsunuz. "Ben de herkes gibiyim" dedikçe de kesrette kayboluyorsunuz. İsterseniz buradan da Nur sûresi 63'e gidelim: "Allah arkadaşlarını siper ederek gizlice Peygamberin yanından sıvışanları iyi bilir..." Herkesleşme arkadaşım. Başkasının omuzlarının ardına saklanmaya çalışma. Çünkü herkesleştikçe kaybediyorsun.

2 Ağustos 2014 Cumartesi

Bir Gülen Örgütü sendromu olarak: Tokpınar çelişkisi

Kıssa-yı Musa'da (a.s.), Hz. Musa'nın asâsını yere attığında yılan olması ve o hakiki yılanın, sihirbazların bütün sahte yılanlarını yutması, ayrıca manidar gelir. Üstadından ders aldığı şekilde hakikat mesleğinde kalmaya çalışan birisi olarak, bunu, Musa aleyhisselamın hakikat mesleğinin bir vechini izah eder görürüm: "Elinizdeki hakikati ortaya koyduğunuzda ehl-i cerbezenin oyunlarının kıymeti kalmaz. Yutar, bitirir hepsini. Cerbezenin ömrü hakikat karşısında kısadır." Zaten bize nakledildiği şekilde, Firavun'un büyücülerinin en çok şaşırdığı da budur: "Bir sihir başka bir sihri yutamaz!" derler. "Şüphesiz sen Allahın Resulüsün." İman ederler. Firavun, onların bu imanının cezası olarak kollarını ve bacaklarını çaprazlama kestirir. Neden çaprazlama? Bir fikrim var, ama bunun tefekkürünü başka yazıya bırakayım. Hakikat ve cerbezeden devam edelim.

Peki, ben bu sihir ve cerbeze arasındaki bağı nereden kuruyorum? 1. Üstadın Nâs sûresi tefsirinden. 2. Otuzuncu Söz'deki şu haşiyeden: "Evet, Nemrudları, Firavunları yetiştiren ve dâyelik edip emziren eski Mısır ve Babil'in, ya sihir derecesine çıkmış, veyahut hususi olduğu için etrafında sihir telâkkî edilen eski felsefeleri olduğu gibi, âliheleri eski Yunan kafasında yerleştiren ve esnâmı tevlid eden felsefe-i tabiiye bataklığıdır." Peki, cerbezenin ömrünün kısalığıyla sahte yılanların yutulması arasındaki bağ nereden? Zahirinin göstericiliği dışında şuradan: "Millet uyanmış; mugalâta ve cerbeze ile iğfal olunsa da devam etmeyecektir. Hakikat telâkki olunan hayalin ömrü kısadır. (...) Feveran eden efkâr-ı umumiye ile o aldatmalar ve mugalâtalar dağılacaktır. Ve hakikat meydana çıkacaktır, inşaallah."

Peki, bu mesele ile neden bu kadar ilgileniyorum? Onu izah edersem: Hz. Musa aleyhisselamın asâsıyla (bunun hakikat mesleğini sembolize ettiğini düşünüyorum) sınanmamış hiçbir muğalata/cerbeze/demagoji/felsefe hakikat sınıfından sayılamaz, sayılamamalı. Burhan ile kazıye arasındaki fark bu. Burhan sınanabilir ve bu sınanma sonucu inanılabilir bilgidir, yani delildir. Kazıye ise, ancak söyleyenin makbuliyetine dair bir önkabulünüz varsa sizde tesir eder. Ama ancak sizde tesir eder. Genele açık değildir burhan kadar. Bunun da izahı Emirdağ Lahikasında, şurada:

Hatta ilm-i mantıkta ‘kaziye-i makbule’ tâbir ettikleri, yani büyük zatların delilsiz sözlerini kabul etmektir; mantıkça yakîn ve kat’iyyeti ifade etmiyor, belki zann-ı galiple kanaat verir. İlm-i mantıkta; burhan-ı yakînî, hüsn-ü zanna ve makbul şahıslara bakmıyor, cerh edilmez delile bakar ki, bütün Risale-i Nur hüccetleri, bu burhan-ı yakinî kısmındandır.

Bu nedenle bir Nur talebesinin, eğer hakikaten talipse hakikate, kuşanması gereken ilk özellik, makbul bildiği şahısların bile sözlerini sınamaktır. Burhansa almak, yalnız kazıyeyse yanına bir acaba bırakıp yoluna devam etmektir. Ben de bunu yaparım. Sevdiğim insanlar sözkonusu olsa bile, yaparım. Bu yazıda da bunu yapacağım. Çünkü at izinin it izine karıştığı zor zamanlardan geçiyoruz. Fitne zamanı durmak/durulmak, bir noktada, 'hareket etmeden önce daha fazla düşünmeye' de işaret eder. Demek fitne zamanı analiz ve tefekkür, hamlenin önüne geçmelidir. Her neyse... Asıl meseleme dönersem:

Gülen Örgütü ve AK Parti arasındaki gerilim sırasında pekçok insan kendisinden beklenen veya beklenmeyen saflara yerleşti. Taraflar kutuplaştı. Öyle ki, benim gibiler, evde özabisiyle bile konuşamaz oldu. Neden? Çünkü çatışma hak/batıl düzlemine hızla taşındı. Siyasi bir mesele olarak konuşmak yerine, taraflar meseleyi iman/küfür düzlemine çektiler. Bunu önce Gülen Örgütü yaptı. Tartışmanın ilk başladığı andan itibaren, kendi hareketini dinî yörüngede konumlandırdığı için, muhatabını da dine saldırıyormuş gibi göstermeye çalıştı. Sonucu: Şimdi muhatapları da onları 'sapkınlıkla' suçluyor. Bazı noktalarda, hassaten rüyalar, bazı fıkhî meseleler ve iradesiz teslimiyet noktasında ben de Gülen Örgütü'nün sapkınlık yaptığını düşünüyorum. Bu ülkenin dindar diye adlanrılılabilecek yüzde ellisi de benimle hemfikir sanıyorum. Kamuoyu yoklamaları bunu gösteriyor.

Bir tarafta Gülen Örgütü, Haydar Baş, CHP vs. Diğer tarafta neredeyse geri kalan bütün dindarlar. Böyle bir saflaşma var şu an. Bunun ufak ufak istisnaları da var. Mesela Nurcular içinde Yeniasya, diğer Nurcuların rağmına Gülen Örgütü'ne yakın. Bazı isimler var ki, asıl ciğer yakan budur, onlar da içlerinde yetiştikleri ortamın aksine Gülen Örgütü safındalar. Kimler mi? Yakınımda oldukları için (her ne kadar altı ay önce Nesil'den ayrılmış olsam da) hemen aklıma gelen üç örnek: İhsan Atasoy, Cemil Tokpınar, Nuriye Çeleğen. (Cemal Uşşak'ı da ekleyecektim, ama onun ne derece cemaatin ne derece diğer Nurcu grupların içinde olduğunu tayin edemiyorum.) Peki, bu insanlar kötü insanlar mı? Hayır, öyle olduklarını hiç düşünmedim ve düşünmem. Hepsiyle dostluğum var(dı). Hatta Cemil Tokpınar abiyi evimde misafir ettim ve evinde misafir oldum. İyiliğini de gördüm, iyilikte de bulundum. İhsan Atasoy Hocayı ise tanıyıp da sevmemek mümkün değildir. Çünkü çok hoşsohbet, alçakgönüllü bir insandır. Nuriye abla, yine öyle biliyorum.

Ama bu Gülen Örgütü-AK Parti gerilimi öyle bir bıçak gibi saplandı ki, ortamıza, tamamen karşı saflardayız şimdi. Örneğin; İhsan Atasoy birkaç yıl önce Erdoğan'la aynı okuldan mezun olmakla iftihar eden (iki sınıf gerisindeymiş galiba) ve onu öven birisiydi. (Bizzat bize anlatırdı bunu.) Fakat bugünlerde hiç öyle düşünmüyor diye duyuyorum. Yine Cemil Tokpınar abi, Erdoğan hakkında pekçok kereler sitayişlerini işittiğim bir isim, şimdi tamamen başka bir noktada. Bir tek Nuriye ablanın evvelden ne düşündüğünü bilmem. Ama onun da bugün Gülen Örgütü yanında olduğu kesin. Benim Erdoğan'ın yanında olduğumun kesinliği kadar kesin hem de. Benimse yazdıklarım ortada. (Herhalde bir darbe daha deneseler ve yapabilseler, beni asarlar.)

Fakat ben, bugün, bütün uzatılmış girizgâhın üzerine, Cemil Tokpınar abinin söylediği (çünkü kendisi de kişisel hesabında, kendisinin böyle söylediğini söyleyen birisini rt'lemiş, bu herhalde onay demektir) bir sözü analiz etmek istiyorum. Bakalım kazıye-i makbulemiz ne kadar burhan-ı yakini'ye yakın, bir görelim istiyorum. Cümle şu: "Ömrü hizmetle geçen Hocaefendi'ye 'hain' diyebilmek için ya din düşmanı ya ahmak ya dünyaperest ya kıskanç ya da aldanmış olmak gerekir." Sanıyorum bu saldırı cümlesiyle kastettiği öncelikle Erdoğan. Sonrasında Gülen'i böyle gören herkese yapılıyor bu taşlama. Gerekçesi ne? Çünkü Gülen 'ömrü hizmetle geçen' birisi. Ama durun! Peki ya Erdoğan?

Kendisini tanıyanlar da bilirler ki; Cemil Tokpınar abi, şu son gerilim olana kadar Erdoğan'ı yere göğe sığdıramayan, dualayan, destekleyen birisiydi. Her Gülen Örgütü mensubu gibi. Bu demektir ki; Cemil Tokpınar, Erdoğan'ın da 'ömrü hizmetle geçen' birisi olduğunu düşünüyor. Bu, kendisine sorulsa, inadı elinden tutmazsa, herhalde aksini söylemez. Çünkü ilk dönemler cemaat ile partinin barışması için dua da ediyordu. O zaman da şöyle bir sorun karşımıza çıkıyor: Bir dönem vatana hizmet edene hain demek bir din düşmanlığı, dünyaperestlik, aldanmışlık vs. ise, Gülen neden Türkiye'ye ve İslam'a hizmetleri gayet ortada/reddedilmez olan bir siyasetçiye 'hain' dedi/diyebildi? Ve ikinci soru: Onun Erdoğan'a hain demesi, Cemil Tokpınar abinin yaptığı tesbite (eğer bu tesbit Gülencil değilse) onu da dahil eder mi? Yani şunu diyebilir miyiz: "Ömrü hizmetle geçen 'Erdoğan'a 'hain' diyebilmek için ya din düşmanı ya ahmak ya dünyaperest ya kıskanç ya da aldanmış olmak gerekir." Bunu da yazabilir miydi Cemil Tokpınar?

Gülen bunu ne zaman mı dedi? Dostlarım, nete düşen ve Gülen Örgütü tarafından da gerçekliği reddedilmeyen bir ses kaydında Melih Gökçek'in Erdoğan'la ilgili yapılan bir belgesele Gülen'den de birkaç sözle katkıda bulunmasını istediği (ki gerilimden çok önce yapılan bir telefon görüşmesi bu) fakat Gülen'in kendisini arayan şahsa önce "O kadar hainlik etti ki, hâlâ da ediyor!" dediği malum. (Sonra yola geliyor, ok veriyor. Ses kaydının devamında bu da var.) Nette bir aratmayla kolayca bulunabilir birşey bu. Zaten dinleyenler anımsamışlardır.

Neyse... O halde biz şunu diyebiliyoruz: Gülen'e hain diyen ya din düşmanıdır ya bla bla. Ama Erdoğan'a hain diyen böyle bir kapsama girmez. Yahut girer mi? Girerse bu bir paradox mu? Sanıyorum Gülenistlerin ilk cevap vermesi gereken çelişki bu: Kendileri her haltı yiyorlar da kendilerine hiçbir şey yapılamıyor, Gayretullaha dokunuyor. Hemen dini bir kalkan gibi giyiyorlar üstlerine. Fakat ne zamana kadar? Ne zamana kadar akkaşık olabileceksiniz? Şu an mızrak o kadar keskin ki, neyi kendinize kalkan etseniz delip geçecek bir gücü var. Devletin başında olduğu için mi? Hayır, öncelikle haklı olduğu için. Zaten bu yüzden kaybediyorsunuz: Haksızsınız.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...