5 Eylül 2014 Cuma

İçindeki insana dokunmak

"Kendi nefsime hitaben demiştim: Ey gafil Said! Bil ki, şu âlemin fenâsından sonra sana refakat etmeyen ve dünyanın harabıyla senden mufarakat eden bir şeye kalbini bağlamak sana lâyık değildir." 17. Lem'a'dan.

Bana öyle geliyor ki; nübüvvetin ihlası onun yalnız 'vazife' olmasından değil, seçilen zatın kendisine bildirilen hakikatleri başka insanlarla da paylaşabilme arzusuna (ama çoşkun bir arzu bu) sahip olmasındandır. Hz. Musa ve Nuh misali peygamberler, Hz. İsa ve İbrahim gibi peygamberlere nazaran daha farklı tabiatlı/fıtratlı olabilir. (Bu yüzden Allah Resülü; Hz. Ömer'i bazısına, Hz. Ebu Bekir'i diğer bazısına benzetmiştir bir hadisinde.) Ama bir tane bile cimri peygamber bulamazsınız. Peygamberlerin tamamının meziyetidir cömertlik. İrşadın bir vechi de paylaşmaktır çünkü. Cimriden mürşid olmaz. Nübüvvet, bazı fıtrat nüanslarını kaldırsa da cimriliği kaldıramaz. (Sen istersen sadakaya, zekata ve onlara dair iştiyak eken rivayetlere bu gözle bak. Neyi, neyle talim ettiğini öğren.)

Büyük sandığımız şeyler var. İçimizde duramayacak, sadece bizim olamayacak kadar büyük! Anlatamazsak yüreğimizi çatlatacak, deli edecek kadar büyük! Bu büyük şeyleri anlatmak için yazıyoruz. Büyük şeyler anlatabileceğimizi sanarak yazıyoruz. Fakat nihayetinde vardığımız yer, karşımızdaki insanın gitmek istediği (veya gitmeye müsait olduğu) yer oluyor. Her yazarın gücü bu kadardır. Yani karşısındaki insanın değişmek istediği kadardır. Bir gücü daha var bunun arkasında: Kendi samimiyeti. (Onun da gücü, ardındaki Allah inayeti.) Samimiyetiyle içindeki insana dokunduğunda bir yazar; yani başkasına nasihat eder gibi değil, kendisiyle konuşur gibi, içini döker gibi yazdığında bir müellif; o zaman sözlerinin tesiri daha farklı oluyor. İçinizdeki insana dokunduğunuzda, dışınızdaki insanların da içine dokunmuş oluyorsunuz bir şekilde. Pervaneler gibi etrafınızda toplanıyorlar.

Dıştan dışa değil, içten içe bir yolculuk bu. Bu dokunuşlar, dokunmalar, dokundurmalar, hepsi kalbî oyunlar. Hiç akılla, aklın hileleriyle, Firavun sarayının sihirleriyle işi olmadı bunların. İpi, yılan göstermek; cerbeze etmek, demagoji yapmak hüner değildi. Metinlerin samimiyeti aldı götürdü onları başka hayatlara. Hz. Musa'nın dili peltek olmuş, olmamış ne önemi var? Yüreği peltek değildi ki! Yere attığında asâsını hakiki bir yılan sahibi oluyordu. Düzmece değil. "Bir dane sıdk, yakar milyonla yalanı. Bir dane-i hakikat, yıkar kasr-ı hayali..." Musa aleyhisselamın hakikat yılanı da bütün sahte yılanları yutuyordu.

Ses hava ile naklolduğu gibi, sözler de samimiyetle, ihlasla nakloldu. Yoksa hiçbirimizin bir diğerimize sözünü geçirmeye, tesir etmeye gücü yoktu. Allah muhabbetten, hüsnüzandan, güvenden ve samimiyetten bir nakil aracı icad etti. Uzayda esir, denizde su, atmosferde hava gibi. Suya taş attığında dalgalar nasıl yayılır? Güneşin ısısı ve ışığı bize kadar nasıl ulaşır? Sesimiz, seslerimiz havada nasıl seyran eder? Bizim fikrimiz de onun/samimiyetin üstünden yayıldı.

Güzel insanların samimi sözlerinin nasıl bu kadar hızlı yayıldığını, nasıl kalplerine mukabil kalpleri böylesine çabuk bulduklarını merak etmiyor muydun sen? İşte cevabını buradan ara. Belki kalplerin iletişime geçtiği bir deniz daha var. İsmi de hava/su/esir değil, samimiyet. O yüzden belki de: "Nefsini ıslah edemeyen, başkasını ıslah edemez." Ve yine o yüzden En'am 36 böyle: "Ancak (samimiyetle) dinleyenler daveti kabul eder."

O nedenle tasannu edip, kurguya sapıp, onunla baklavana fıstık aramaktan vazgeç arkadaşım. Aşçının ve aşının samimiyetiyle yetinmeyi öğren. Allah, İbrahim aleyhisselama çölün ortasında: "İnsanlar arasında haccı ilan et ki, gerek yaya olarak, gerekse nice uzak yoldan gelen argın develer üzerinde sana gelsinler..." emrettiyse; sesine, sesinin kuvvetine, desibeline güvenerek etmedi. İhlas denizinin iletkenliğini ve İbrahim'in vericisinin kuvvetini biliyordu.

Buradan bir kapı da bulabilirsin Risale-i Nur'a giden. Bediüzzaman gibi bir müfessir, İhtiyarlar Risalesi gibi tefsirlerinde neden kendi hatıralarını da anlatıyor? Neden Kur'an tefsiri dediği eserlerinde kendisiyle ve kendisinden konuşuyor? Hangi başka tefsirde gördün bunu? Bence bunun da samimiyetle ve 'önce içindeki insana dokunmak'la bir ilgisi var. Belki bir gün onu da konuşuruz. İçimizdeki insana dokunmaya hazır olduğumuzda. Ben, 17. Lem'a'yı okurken, refleks gibi "Ey gafil Ahmed!" dediğimde. Yani Said derken bile Said ben olduğumda. Gerçekten said olduğumda.

1 Eylül 2014 Pazartesi

Neler oluyor şu mesture bacılara?

"Bir kısım insanlar, müminlere: 'Düşmanlarınız olan insanlar, size karşı asker topladılar; aman korkun onlardan!' dediklerinde bu, onların imanlarını bir kat daha arttırdı ve 'Allah bize yeter. O ne güzel vekildir!' dediler." (Âl-i İmran sûresi, 173)

Kafanızı mümkün olduğunca az şişirmeye çalışarak anlatacağım derdimi. (Beni düşününce, biraz zor birşey vadettiğim anlaşılır.) Şöyle bir noktadan başlayayım konuşmaya: Bediüzzaman'ın, akaid-i imaniyeden ve namazdan sonra metinlerinde en çok neye temas ettiğini soracak olsanız, duraksamadan: "Ümit!" diye cevap veririm. Hutbe-i Şamiye'de "Yeis (ümitsizlik) en dehşetli bir hastalıktır ki, âlem-i İslâmın kalbine girmiş..." deyişinden tutun, Divan-ı Harb-i Örfî'de "Yeis, mâni-i herkemâldir..." demesine; sonra Lemaat'ta "Bir zâtı gördüm ki yeis ile müptelâ, bedbinlikle hasta idi..." diyerek başlayan kısımdan tutun Hakikat Çekirdekleri'nde "İnsanları canlandıran emeldir, öldüren yeistir..." demesine kadar, Risale-i Nur'da örtülü/açık pek çok şekilde ümit aşılanır, yeis/ümitsizlik kötülenir.

Bediüzzaman, "Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin!" emr-i Kur'anisini, hem ümit kesmemek hem de ümit kestirmemek olarak anlamıştır kanaatimce. Bunlardan en beğendiğimi; okurken, sanki Üstadın ağzından değil, kendi ciğerimden gökyüzüne savuruyormuşum gibi hissettiğimi ise Münazarat'ta bulurum ben.

O eserde, Kürt aşiretleri içinde muhavere ederken, birisi itirazkârane der: "İfrat ediyorsun, hayali hakikat görüyorsun. Bizi de teçhil ile tahkir ediyorsun. Zaman âhirzamandır, gittikçe daha fenalaşacak." Bediüzzaman'ın bu itiraza cevabı işte benim kalbimi de kendisine âşık eden meziyeti saklar içinde: "Neden dünya herkese terakki (yükselme/gelişme/ilerleme) dünyası olsun da, yalnız bizim için tedennî (düşüş/alçalma/gerileme) dünyası olsun?" Biraz cüretkâr konuşayım: Aslında bu cevabın altında bir 'hüsnüzan' da vardır. Allah hakkında bir hüsnüzan. Bu kelimeyi kullanmam ne kadar doğru, bilemiyorum ama; hadis-i kudsîde beyan edilen "Ben kulumun zannı üzereyim" ifadesi ile bir cesaret buluyorum istimaline: Evet, Bediüzzaman'ın bu cümlesinde yalnız ümit değil, bir adım evvelinde, marifetiyle orantılı 'Allah'a dair bir hüsnüzan' da vardır.

Öyle ya, bütün güzel isimlerin sahibi olan Allah, müminleri bu dünyaya 'kaybetmeleri' için mi getirmiştir sadece? Hep acı çeksinler, hep ezilsinler, hep zulme uğrasınlar, hep güçsüz olsunlar diye mi dünyaya atmıştır? 'Neden dünya herkese terakki dünyası olsun da, yalnız bizim için tedennî dünyası olsun'dur? Bu cevapla Bediüzzaman aslında kevn ile vahyin uyumu da koyar ortaya. Kevnin, kainatın, kanunların, fiziğin, kimyanın, biyolojinin, bilimin sahibi, aynı zamanda vahyin de sahibidir. Elbette vahye tutunanlara kevnin içinde tuzaklar kurmamış; iki kitap arasındaki çelişkilerle, başarısız olmalarını kaçınılmaz hale getirecek bir kainat yaratmamıştır. Sorun kevnin ve vahyin uyumsuzluğunda değil, müminin vahye ve kevne uyumsuzluğundadır. Başarısızlık, kalpteki imanın hayata yüklediği, mecbur ettiği bir kader değildir.

Buna benzer bir düşüncemi, yıllar önce, "Çürümüş Kalpleri Kim Diriltecek?" isimli yazımda şöyle dile getirmiştim:

"Bazen 'Kur’an’daki ayetleri çok mu kendimden ötekileştirerek okuyorum?' diye soruyorum kendime. Mesela; Yasin sûresinde geçen 'Çürümüş kemikleri kim diriltecek?' sorusunu, nüzul sebebine bağlayarak yalnız Übey b. Halef’in üzerine yıkmak o baki kelama haksızlık mı, diye soruyorum. Bazen cevabım; 'Evet, haksızlık' şeklinde oluyor. Çünkü ben de umutsuzluğa düştüğüm anlarda, özellikle kendimden umudu kestiğim anlarda, günahlarımdan artık iyice daraldığım anlarda soruyorum: 'Çürümüş kalpleri kim diriltecek?' Kalbimi kim diriltecek? O zaman Yasin sûresi bana da cevap veriyor: 'De ki; kim onları ilk başta yaratmış ise, o diriltecek. O yaratmanın her türlüsünü bilir.'"

Kur'an da pek çok ayetinde örtük/açık ümit ekiyor yüreklerimize. Yalnız "Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin!" emr-i nuranîsi değil; biraz o gözle baksanız, bütün vahiy ümit çiçeğidir gönüllerimize ekilen. Hatta "Bismillah..." bile, Birinci Söz'deki ifadeleri bu gözle okuduğunuzda görürsünüz ki, bir cesaret/ümit dersidir: "Herbir nebat ve ağaç ve otların ipek gibi yumuşak kök ve damarları 'Bismillâh' der, sert taş ve toprağı deler, geçer. 'Allah namına, Rahmân namına' der; herşey ona musahhar olur." Bu ve benzeri ifadeleri içeren Birinci Söz'ün; yazıldığı dönemin salabeti, harareti hesaba katılırsa, her yanı ümitsizlikle, korkuyla, acizlikle sarılmış mümin kalplerine; "Bismillah deyin, başlayın; karşınızdaki taş olsa deler geçersiniz!" dediği, cesaret ve ümit aşıladığı apaçık anlaşılır: "En güvendiğin salâbet ve hararet dahi emir tahtında hareket ediyorlar..."

Sizin de dikkatinizi çeker mi bilmem: Teknolojik her gelişmenin veya atılımın, ülkemize önce 'korkusu' ithal edilir. Örneğin: Nükleer santral yapımı gündeme gelir gelmez, önce muhtemel felaket senaryoları tartışılmaya başlar medyada. Ceptelefonları 'önce' kanser yapar. Hızlı tren 'önce' kazaya çok müsait bir taşıma aracıdır ve Türkiye coğrafyasına uygun değildir. İnternet, 'önce' ahlakımızı bozar. Facebook, twitter vesaire 'önce' kimlik bilgilerinizi sürekli birilerinin çalmaya, sizi dolandırmaya çalıştığı bir platformdur, öcüdür. Takip ederim teknolojiyle ilgili haberleri. İletişim ve ulaşımla ilgili neredeyse her yeni buluşun veya ürünün ülkemize gelişi öncesinde böyle korkutucu haberler duymuşumdur. Belki bu felaket senaryolarının gerçekleşebilme ihtimali, Bediüzzaman'ın, kayığa binmeye korkan dostuna çıkardığı ihtimal hesabından daha da zor ihtimallidir; ama yine de korkulur, korkutulur.

Tek bu da değil: Yine örneğin yeraltından, hatta denizaltından metro veya tüpgeçit yapılacaksa, önce korkuları ekilir yüreklere. "Başarılması zordur, mümkün değildir, kesin kaza olur..." vesaire. Küresel dengelere rağmen mazlumları savunacak bir siyaseti yürütecek olsanız bile korkusu hazırdır: Yalnızlaşmaktasınızdır ve bunun bedeli ülkenin karışması olacaktır. Bu da tutmazsa; üçüncü köprü veya havaalanı inşaatlarına girdiğinizde bir başka korku salınır yüreklerinize: O kadar yeşillik yok olmaktadır ve bu yeşilliklerin yok olması çok büyük bir çevresel felakettir. Bir noktada doğru, bu bir çevresel felakettir, fakat İstanbul şartlarında üçüncü bir köprünün olmayışı nasıl bir felakettir, bu pek masaya yatırılmaz. İlaveten; yokedilmeye mecbur olunan bu alan yerine başka bir bölgenin yeşillendirilmesi tezini bile düşünmeden çöpe atar muhatabınız. O bunu asla telafi edemez. İyi de ağaç bir hayır olduğu kadar müminleri birbirine kavuşturan yol da, köprü de, havaalanı da, tüpgeçit de bir hayır türü değil midir?

Geçenlerde Metin Karabaşoğlu abi, bir sohbet esnasında iki dalda yaşanan her gelişmenin ister istemez müslümanların yararına olacağını söyledi: 1) Ulaşım 2) İletişim. Öyle ya; Lemaat'ta da haccın ehemmiyetine dikkat çeken Bediüzzaman, zaten onun bir müminler arası iletişim platformu olduğunu söylemiyor muydu? Ulaşımın da aynı şekilde (tıpkı iletişim gibi) birbirimizden haberdar ve daha sıkı bağlara sahip bir müminler duvarı haline gelmemize katkısı yok muydu? Hatta Cemil Ertem, Markar Esayan'la birlikte kaleme aldığı Dünyayı Durduran 60 Gün kitabında double yolların dahi bugün devam etmekte olan barış sürecinin zeminine büyük katkı yaptığına dikkat çekiyordu. Eğer o yollar vasıtasıyla ulaşım ve dolayısıyla etkileşim artmasa, bugün bir barış süreci devam ediyor olamazdı. Belki Bediüzzaman'ın yine Lemaat'ta yer alan; "Müslümanlar bil’ihtiyar elbet evvel girecek..." ifadesi de iletişim ve ulaşım imkanlarının bu artışıyla ilgiliydi. Evvel girecek olanlar, zaten etkileşim içinde uygun zamanın gelmesini bekliyor olanlar olacaktı. Mısır, Filistin, Gazze gibi meselelerde özellikle sosyalmedya sayesinde sıkı bir etkileşim içine giren ve başlarındaki iktidarlardan bağımsız bir bütün oluşturabilen halklar bu baharın habercisiydi.

Metin abinin o sözünü hatırlayınca, bu tarz korkuların da ekilmesini boşuna bulmuyorum. Herhalde bizim gördüğümüz kadar onlar da görüyor olacakları. Fakat engel olamıyorlar. Bilgi öyle bir hale geldi ki, elde tutulmaz; hava gibi, su gibi, nur gibi; zaptedilmez. Amerika dün üretilen, bugün Türkiye'de veya Çin'de. Geride kalmak artık güçleşiyor ve sanki dünya bilgi konusunda da homojen bir zemine yürüyor. İletişim ve ulaşımda homojenleşen bir dünyada hakikaten neden dünya bizler için tedenni dünyası olsun? Neden yeis ekilsin yüreklere? Kalbindeki imandan emin olan, önündeki yoldan telaş etmemeli.

Bitirirken bir not: Aslında yazıyı bu notta anlatacağımı kaleme almak için yazdım. Ama yazarken koyacak yer bulamadım. Kısacık değineyim bari: Âlâ dergisi veya mesture ablaların yaşadıkları kimi hadiseler üzerinden bize aşılanan bir korku daha var. O korku da şu: "Müslümanlar eğer gücü, iktidarı ve parayı elde ederlerse, kesin bozulurlar! Ne mestureleri ahlaklı olur, ne iktidarları dindar olur, ne de zenginleri adam olur" tarzında (zalim bir genelleştirme de içeren) bir korku bu.

Bu korku çok sinsi. Şeytanın sağdan yaklaşması gibi birşey. Fakat aslında yapmak istediği dindarlar ile güç, para ve iktidarın arasına mesafe koymak. Onları bu üçünden kaçmaya ve onların tamamını sekülerlere devretmeye bir temayül oluşturmak. Bir nevi neo-zahidlik. Ezik, parasız, güçsüz, özenilmez müslümanla sorunları yok. (Hatırlarsanız, dizilerde bile evdeki hizmetçinin başının kapalı olması dokunmaz senaristlere, ama evin hanımı tesettürlü olamaz. Hastabakıcı tesettürlü olabilir, ama doktor olamaz.) Bu yüzden, bana öyle geliyor ki; farzdelim, bir mesturenin yaptığı kötü bir işten, bir dergiden veya bir müstakil olaydan tırnaklamalar yapıp; "Bakınız, müslümanlar giderek dindarlıklarını kaybediyorlar!" korkusu ekmek/üretmek, Bediüzzaman'ın suratına cevabını çarptığı korkuyu uyandırmaya çalışmaktır: "Zaman âhirzamandır, gittikçe daha fenalaşacak." Hayır efendim, hayır! İmtihan elbette devam ediyor ve hatalarımız da olacak. Bunu biliyoruz. Fakat asla 'karamsar cerbezenin' oyununa gelmeyeceğiz. Bizim cevabımız hazır: "Neden dünya herkese terakki dünyası olsun da, yalnız bizim için tedennî dünyası olsun?"



30 Ağustos 2014 Cumartesi

Bir 'yerel dilleri koruma projesi' olarak: Medresetü'z-Zehra

Eğer bizimle aynı dünyada yaşayan ve ona bakışlarını başka büyük bir dille ifade eden yabancı yazarların eserlerini takdir edebilirsek ‘zevk nesnelliği’ geliştirme yolunda önemli mesafe alırız." (T. S. Eliot)

David Crystal’ın ‘Dillerin Katli: Bir Dilin Ölümü Bir Milletin Ölümüdür’ kitabının bende bıraktığı izleri yazdığım Ayetlerin Katli isimli yazıda bir cümlecik ile birşeye dikkat çekip orada bırakmıştım: “Tam burada Bediüzzaman’ın Medresetü’z-Zehra hayalini; ‘lisân-ı Arabî vâcip, Kürdî câiz, Türkî lâzım kılmak’ gibi bir ‘çok dillilik’ zemininde düşlendiğini anımsayalım...” demiştim. Bu yazıda, o bir cümleciğin içini biraz daha sizinle konuşmak istiyorum. Öncelikle; bu medrese tasavvuruna dair birkaç sorumu paylaşmam gerek: 1) Bediüzzaman’ın Medresetü’z-Zehra’sı sadece Kürdistan bölgesine yönelik bir tasarım mıydı? 2) Bediüzzaman’ın Medresetü’z-Zehra’sı sadece Türkiye’ye yönelik bir tasarım mıydı? 3) Bediüzzaman’ın Medresetü’z-Zehra’sı sadece bu üç dile yönelik bir tasarım mıydı? Bu üç soruyu önemsiyorum. Zira Medresetü’z-Zehra’ya yönelik yapılan yorumların bu üç soruya verilen cevapların etkilediği nazarla yakından alakalı olduğunu düşünüyorum.

Örneğin; Medresetü’z-Zehra’yı sadece Kürdistan bölgesine yönelik bir okul tasavvuru olarak düşünenlerin cevapları elbette bölgesel çözüm odaklı olacaktır. Sadece Türkiye için bir formül olduğunu düşünenlerin de tasavvurları ulus-devlet sınırlarından dışarıya çıkamayacaktır. Ama Bediüzzaman’ın mesajının bütün ümmete yönelik bir eğitim formülü içerdiğini düşünenler, ki onlar hiç de az değildir, o zaman ilk iki soruyu aşıp üçüncü soruya cevap vermek zorunda kalırlar. O halde Medresetü’z-Zehra bu üç dile münhasır bir eğitim metodu mu içermektedir? İlk iki soruda Bediüzzaman’ın ufkunu tam yakalayanlar, üçüncü soruda yeni cevapların arayıcısı olurlar.

Örneğin; Bediüzzaman’ın ‘lisan-ı Arabî vacip’ derken din dilini, ‘Türkî lazım’ derken ülkenin en çok kullanılan hâkim dilini, ‘Kürdî caiz’ derken de yaşatılması gereken yerel dilini hedeflemiş ve bölgesel anlamda bunu ifade etmiş olabileceğini söyleyebilirler. Eğer Bediüzzaman’ın ışığının bütün ümmete, Medresetü’z-Zehra hayalinin de bütün kavimlere ilaç olduğunu düşünüyorsak, bu üçlünün sembolize ettiği anlamı daha derin okumaya ihtiyacımız var gibi. Kafanızı biraz daha kurcalayayım: Mesela; bir Medresetü’z-Zehra da, aynı dönemdeki ismi itibariyle Lazistan’a kurulsa, orada konuşulan caiz dil yine de Kürtçe mi olacaktır? Veya bu okul/üniversite Türkiye’de değil de Pakistan’da açılsa, lazım dili Türkçe mi kalacaktır?

Bu sorular önemlidir, çünkü ben Gülen grubunun, bu analizi yanlış yaptıkları için, Medresetü’z-Zehra’yı (onlar kendi kolejlerini bir anlamda bu hayalin gerçekleşmesi olarak sayarlar) Türk dilini taşıma aracı sandıklarını düşünüyorum. Türkçenin lazım oluşunu, bölgenin hâkim dilinin lazım oluşu gibi değil; her yerde, her coğrafyada yalnız ‘Türkçenin vacip oluşu’ (Gülen’in bir keresinde ‘lazım’ değil, ‘vacip’ şeklinde ifade ettiği ve sıralamada Türkçeyle Kürtçeye yer değiştirttiği bilinir) görüyorum çünkü.

Her okulda, her öğrenciye Türkçe öğretmeye çalışıyorlar. Eğitimlerini ise İngilizce veya o bölgenin hâkim dili ile veriyorlar. Yerel dilleri yaşatmakla ilgili bir kaygıları veya gayretleri ise yok. (Halbuki Crystal, yerel dilleri görmezden gelen bir eğitim sisteminin sömürge düzeninin asimilasyon aracı olduğunu söylüyor.) Onların eğitim formülünde durum şöyle şekilleniyor: Eğitim dili (İngilizce ve bölgenin hâkim dili) farz, Türkçe vacip, yerel dil mekruh (çünkü yaşatmaya dair gayretleri yok).

Gülen okulları açısından Kürtçe konusuna girmeyeyim, çünkü geçtiğimiz yıllarda, Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı Başkanlığı yapmış bir ismin Radikal gazetesine itirafıyla, öğrenci evlerinde bile Kürtçenin konuşulmasına sıcak bakmamışlardır. (Cemal Uşşak ve Kürtçe diye aratma yapsanız netten hemen bulunuyor ilgili ifadeler.)

Şimdi, Crystal’ın, yerel dillerin entelektüel zenginliğinin korunmasının ancak eğitim dili haline getirilmesiyle (veya eğitimin yerel dili de sahiplenmesiyle) mümkün olabileceğini söylemesinin ardından Bediüzzaman’ın Medresetü’z-Zehra’sına daha farklı bir gözle bakıyorum. Crystal’ın, Guardian’daki makalesinde ‘bu gezegenin yaşadığı en büyük entelektüel felaket’ olarak tarif ettiği; kültürel asimilasyonlar nedeniyle yerel dillerin yok oluşu sürecini durdurmak ve onları yaşatmak çabasının da bir parçası olarak görüyorum onu. Kürdistan’da Kürtçeyi, Lazistan’da Lazcayı, Çerkezlerin diyarında Çerkezceyi vesaire...

Bu önemli birşey. Yerel kültürleri hem yaşatmak, hem de hoşgörülü olmak, bir anlamda Batının sömürge düzenine (tüm sömürge düzenlerine) eğitim diliyle bir meydan okuyuş. Halkı müslüman olan Arnavutluğun, orada Türkçenin, İttihat ve Terakki marifetiyle, eğitim dili olarak dayatılmasından kısa bir süre sonra isyan edip bağımsızlığını kazanması tesadüf mü? Nihayetinde durumumuz Crystal’ın, Crow’dan alıntıladığı gibi: “Gün gelir daha küçük kültürleri ve dilleri korumak için savaşmak, tarih sahnesinden çekilmeden önce bizi insan yapan en önemli şeyleri korumak için savaşmak olur.” Bence Medresetü’z-Zehra’nın üçlü dil modeli, böyle bir kahramanlığın ve meydan okuyuşun ifadesi.

29 Ağustos 2014 Cuma

Muvazenesiz vaiz 2

Ölçtüğünüz zaman tastamam ölçün ve doğru terazi ile tartın. Bu, hem daha iyidir hem de neticesi bakımından daha güzeldir." (İsrâ sûresi 35)
Aylar önce, (Muhakemat’taki şu cümleyle başlayan “Evet, muvazenesiz vâizler, çok hakaik-i neyyire-i diniyenin husufuna sebep olmuşlardır.”)  ’Muvazenesiz Vaiz’ başlıklı bir yazı yazmıştım. O yazıda, Bediüzzaman’ın Muhakemat’ta ve başka eserlerde geçen bazı tesbitlerinden hareketle ‘hakikatin dengesi’ (terim için Metin Karabaşoğlu abiye teşekkürler) merkezli analizlerde bulunmuştum Gülen ve avanesi hakkında. Bu yazıda, kaldığım yerden devam ederek, müşahhas bir örnek üzerinden o yazıda söylediğim bazı şeylerin altını tekrar çizeceğim. Müşahhas örneğim, Gülen’in (bu yazının yazıldığı tarih itibariyle) son nağmesi olan ‘411. Nağme: Utanacak İş Yapmadınız; Dimdik Durun ve Âhirete Alacaklı Gidin’in içinden olacak. Fakat ona geçmeden evvel muvazenesiz vaizlikten kastımızın ne olduğunu Bediüzzaman’ın Muhakemat’taki ifadesiyle birlikte tekrar hatırlayalım: “Ben vaizleri dinledim; nasihatleri bana tesir etmedi. Düşündüm. Kasâvet-i kalbimden başka üç sebep buldum: (…) İkincisi: Birşeyi tergib veya terhib etmekle ondan daha mühim şeyi tenzil edeceklerinden, muvazene-i şeriatı muhafaza etmiyorlar.
Peki, Bediüzzaman’ın bu ‘(güya) iyi birşey yapmaya çalışırken kötü birşey yapmaya’ yani şeriatın dengesini bozmaya örnek verdiği şeyler nelerdir dersek, aynı eserde şuraya ulaştırır bizi: “Mübalâğa ihtilâlcidir. Şöyle ki: Beşerin seciyelerindendir, telezzüz ettiği şeyde meylü’t-tezeyyüd ve vasfettiği şeyde meylü’l-mücazefe ve hikâye ettiği şeyde meylü’l-mübalâğa ile, hayali hakikate karıştırmaktır. (…) Nasıl ki, bir ilâcı istihsan edip izdiyad etmek, devayı dâ’e inkılâp etmektir. Öyle de, hiçbir vakit hak ona muhtaç olmayan mübalâğalı tergib ve terhible, gıybeti katle müsavi; veya ayakta bevletmek, zina derecesinde göstermek; veya bir dirhemi tasadduk etmek, hacca mukabil tutmak gibi muvazenesiz sözler, katl ve zinayı tahfif ve haccın kıymetini tenzil ediyorlar. Bu sırra binaen, vaiz hem hakîm, hem muhakemeli olmalıdır.
Kendi anladığımı aktarırsam: İnsanın lezzet aldığı şeyi arttırma, tarif veya hikaye ettiği şeyi ise abartmaya meyli vardır. Fakat ilacın faydasına kapılıp gereğinden fazla kullanmak onu zararlı birşeye dönüştürebilir. Vaizler de bazen, bazı günahlardan insanları caydırmaya çalışırken (veya bir salih ameli sevdirmeye çalışırken) ölçüyü kaçırırlar. “İnsanları onlardan soğutalım” derken, şeriatın dengesini bozarlar. Bunlardan ortaya çıkan şey hayır değildir. Çünkü nihayetinde kıyas ölçüsü olarak kullanılan amellerin/günahların kıymeti/kötülüğü bu şekilde tenzil edilir. İnsanlara ‘gıybetle katl birbirine eşit’ denirse gıybetin büyük görülmesi kâr hanesine yazılamaz, çünkü asıl zararlı sonuç ‘katlin küçük görülmesi’ olur. Özetle benim anladığım bu. (Yukarıdaki metinde haccın anıldığı kısmı da aklınızda tutmanızı istirham edeceğim. Çünkü o da lazım olacak.)
Peki, bu kusurlarına rağmen mübalağalı tergib veya terhib'ler neden yapılır? Bunun Gülen'in ve avanesinin ekseninde kalınarak verilebilecek cevabı, kanaatimce, manevi istibdattır. Yani Gülen, yaşanılan son gerilimde, kendi grubuna yönelik geliştirilen eleştirileri (muhataplarının da dindar olduğunu bildiği için) bu tarz bir 'korku' ile bastırmaya çalışmaktadır. Bunun dışında, bazı dönemlerde Gülen, öncelik verilmesini istediği alanlarda bağlılarının gayretlerini toplayabilmek için yine böylesi 'tergib veya terhib'ler yapabilmektedir. (Son bir yıl için mesela hırsızlığa/muta nikahına yaptıkları vurgu buna bir örnek olabilir.) Kanaatimce; Gülen'in dünyasında böylesi 'tergib ve terhib'ler bir kitle kontrol aracıdır. Mübalağalar eşliğinde her defasında müntesiplerine yeni hedefler gösterir ve onlara delicesine koşturur.
Dediğim gibi; ben bu yazıda esas olarak Gülen’in bir nağmesini incelemek istiyorum. 411. Nağmesinde Gülen, (29. dakikasından itibaren) diyor ki: “Allah Resulü buyuruyor ki; ‘Gıybet, zina etmeden daha şiddetlidir.’ Bir ferdi gıybet etmek zinadan daha şiddetlidir. Bir cemaati gıybet etmek o kadar zinadan daha eşeddir. Bir hareketi bütün efradıyla gıybet etmek o kadar zina etmek demektir.” Gülen’in nağmesinden başından beri yapmaya çalıştığı şey ortada zaten: Cemaatini bir arada tutmaya çalışıyor ve mümkünse dış sesleri de ahiret korkusuyla bastırabilmeyi umuyor. Fakat burada, farkettiğiniz gibi, Bediüzzaman’ın ‘muvazenesiz vaizlik’ dediği şeyin içine dahil ediyor buna çabalarken. Çünkü bir eserinde Bediüzzaman gıybet/zina ilişkisini (belki aynı hadise de bir atıf yaparak) şöyle yorumluyor:
Gıybetin en fena ve en şenîi ve en zâlimâne kısmı, kazf-i muhsanât nev’idir. Yani, gözüyle görmüş dört şahidi gösteremeyen bir insan, bir erkek veya kadın hakkında zinâ isnat etmek, en şenî bir günah-ı kebâir ve en zâlimâne bir cinayettir, hayat-ı içtimâiye-i ehl-i imanı zehirlendirir bir hıyanettir, mesut bir ailenin hayatını mahveden bir gadirdir. Evet, Sûre-i Nur bu hakikati o kadar şiddetle göstermiş ki, vicdan sahibini titretiyor ve tüylerini ürperttiriyor: ‘Onu işittiğinizde, ‘Bunu söylemek bize yakışmaz. Hâşâ, bu büyük bir iftiradır’ demeniz gerekmez miydi?’ şiddetle ferman ediyor ve diyor ki: ‘Gözüyle görmüş dört şahidi gösteremeyen, merdûdü’ş-şahadettir; ebedî şahadetlerini kabul etmeyiniz. Çünkü yalancıdırlar.’ Acaba böyle kazfe cesaret eden hangi adam var ki, gözüyle görmüş dört şahidi gösterebilir? Kur’ân-ı Hakîm bu şartı koşturmakla, ‘Böyle şeylerde şakk-ı şefe etmeyiniz, bu kapıyı kapayınız’ demektir.
Benim buradan anladığım şu: “Gıybet, zinadan daha şiddetlidir!” hadisinin söylenme sebebi gıybetin bütün efradını zinadan daha şiddetli göstermek değil. Gıybetin en fena ve en şenîi ve en zâlimâne kısmı'ndan insanları soğutmak. Yani dört şahidi olmadan zina isnadında bulunmaktan ve gıybetini yapmaktan insanları men etmek. Hatta Bediüzzaman orada gördüğünüz gibi o meseleyi Hz. Aişe annemizin 'ifk' hadisesine ve o hadise üzerine nazil olan ayete de atıfla yorumluyor. Yoksa Gülen gibi mutlak manada 'her gıybet zinadan daha günah' şeklinde anlamıyor. (Bu arada; muta nikahını ağzında sakız edip zina konusunu gıybet malzemesi yapan asıl kimdi, sormak lazım Gülen'e.)
Kaldı ki; Bediüzzaman Hazretleri, 24. Söz’de, bu tarz hadislere nasıl bakılmasını gerektiğini öğrettiği 12 Asıl’da da ‘tergib ve terhib’ meselesini Gülen gibi mutlak manada anlamıyor. Hatta orada, 9. Asıl’da diyor ki: “Amellerin fazilet ve sevabına dair ehâdis-i şerifenin bir kısmı, tergib ve terhîbe münasip bir tesir vermek için belâğatli bir üslûpta geldiğinden, dikkatsiz insanlar onları mübalâğalı zannetmişler. Halbuki, bütün onlar ayn-ı hak ve mahz-ı hakikat olduklarından, mücazefe ve mübalâğa, içlerinde yoktur.” 10. Asıl’da ise tam aradığımız izahı yapıyor bizlere: 
Ekser taife-i mahlûkatta olduğu gibi, ef’al ve a’mâl-i beşeriyede bazı harika fertler bulunur. O fertler, eğer iyilikte ileri gitmişse, o nevilerin medar-ı fahrleridir, yoksa medar-ı şeâmetleridir. Hem gizleniyorlar; adeta birer şahs-ı mânevî, birer gaye-i hayal hükmüne geçerler. Sair fertlerin herbirisi, o olmaya çalışır ve o olmak ihtimali var. Demek, o mükemmel harika fert mutlak, müphembulunup, her yerde bulunması mümkün… Şu ipham itibarıyla, mantıkça kaziye-imümkine suretinde, külliyetine hükmedilebilir. Yani, herbir amel şöyle bir netice verebilmesi mümkündür. Meselâ, ‘Kim iki rekât namazı filân vakitte kılsa, bir hac kadardır.’
İşte, iki rekât namaz bazı vakitte bir hacca mukabil geldiği hakikattir. Herbir iki rekât namazda, bu mânâ külliyetle mümkündür. Demek, şu nevideki rivâyetler, vukuu bilfiil daimî ve küllî değil. Zira kabulün madem şartları vardır; külliyet ve daimîlikten çıkar. Belki, ya bilfiil muvakkattir, mutlaktır; veyahut mümkinedir, külliyedir. Demek şu nevi ehâdisteki külliyet ise, imkân itibarıyladır.
Meselâ; ‘Gıybet, katl gibidir.’ Demek gıybette öyle bir fert bulunur ki, katl gibi bir zehr-i kàtilden daha muzırdır. Meselâ, ‘Bir güzel söz, bir abdi âzâd etmek gibi birsadaka-i azîmenin yerine geçer.’ Şimdi, tergib veya teşvik için, o müphem ferd-i mükemmel, mutlak bir surette her yerde bulunmasının imkânını vaki bir surette göstermekle, hayra şevki ve şerden nefreti tahrik etmektir." Devamında ise bir hadis-i şerifi bu nazarla analiz ediyor: “Kim bunu okursa, Mûsâ ile Hârun’un sevaplarının misli ona verilir.”
Bu bahisten benim anladığım yine yukarıda konuştuklarımızla paralel: Hadislerin, özellikle böylesi belagatli hadislerin işaret ettiği şey o kötü amelin veya iyi amelin bütün efradının aynı kapsamda olduğu değil. O kapsama girmeye dair ümidi (veya tersi şekilde korkusu) olduğudur. Allah Resulü, hem men ederken hem teşvik ederken, o kapsamın harika ferdine işaret ederek, bizi oraya doğru şevklendirmek veya ona göre caydırmak istemiştir. Söylediği ne abartıdır ne de şeriatın muvazenesini bozmaya çalışmaktır.
İslam ulemasınca kebair günahlar zaten bellidir. Bediüzzaman da Barla Lahikası’nda yedi madde sayar.  Zina onlardan birisidir, fakat (bütün sınıflarıyla) gıybet ne Bediüzzaman’ın ne de başka ulemanın eserinde büyük günahlara girmez. Ki girmiş olsa, zaten hepimizin yandığının resmidir. O sebepten diyorum işte: Gülen’in yaptığı bir muvazenesiz vaizliktir. Şeriatın dengesini bozmaktır. Hac meselesine ise, söz verdiğim halde, tam istediğim gibi değinemeyeceğim. Şu kadar dikkat çekeyim: Aynı nağmede Halid b. Velid’den başlayarak (onun o meselede farz haccını değil, nafile haccını Hz. Ömer’in kastettiği hiç irdelenmeden) Osmanlı Padişahlarına götürülen “Bazen daha büyük farzlar uğruna hac gibi farzlardan vazgeçilebilir” tesbiti çok korkutucudur. Zira bu daha büyüğün tayinini Gülen ulus-devlet ekseninde yapmaktadır.
Bitirirken not: Bu konuyla ilgili yakın zamanda yaşadığım komik bir hatıram da var. Gülencilerden birisiyle taksiye bindim geçenlerde. Daha Davudoğlu’nun başbakanlığı kesinleşmemişti. Taksiye biner binmez şoförü işlemeye başladı: “Davudoğlu başbakan olursa çok kan dökülür. Suriye, Mısır, Irak karışmaya devam eder. O çok radikal bir adam. Onun başbakan olmaması lazım…” Taksici de (Erdoğan hakkındaki tezyif edici ifadelerinden anladığım kadarıyla) AK Partili değildi. Fakat Gülenci de değildi. Ve sohbetin bir yerinde şöyle atarlandı: “O Fetullah’ın da ne mal olduğu ortaya çıktı. Hükümetle danışıklı dövüş ediyorlar. Ben inanmıyorum kavgalarına. Şimdiye kadar değirmenine su taşıdılar bir sürü.” Gülencinin tepkisi şu oldu: “Neyse, insanların gıybetini etmeyelim.” Hey mübarek! Gıybetin günah olduğu yeni mi aklına geldi? Taksiye bindiğimizden beri Davudoğlu’na döşerken gıybet günah değil miydi? Beni de en çok Gülengillerin bu huyu ifrit ediyor. Kendileri saldırırken birşey yok, ama eleştirilirken ahireti kalkan gibi kaldırıyorlar. Gülen’in de yapmaya çalıştığı bu aslında.

25 Ağustos 2014 Pazartesi

Gönülçelen ayetler...

İlk kez Cemalnur Sargut’tan duymadım elbette. Ama bardağı taşıran son damla oldu diyeyim. Şöyle söylüyor Ferda Yıldırım ile söyleşilerinden oluşan Kur’an ile Var Olmak kitabında: “Onun için Arapça okuduğumuz şeylerin de manasını bilmek lazım. Ben, Tebbet sûresinde Allah diyerek hüngür hüngür ağlayan insan gördüm. Tebbet sûresi, Ebu Leheb’in yanışını anlatan bir sûredir. Orada ağlanacak birşey yok. Sadece ibret almak gerekir. Şunu demek istiyorum: O sûrede aşk yok. İdrâksiz olanların sıkıntısı anlatılıyor. Manayı bilmezsek yanlış yerde ağlayıp yanlış yerde gülüyoruz.
İnsanın âlemi ‘bildiğinden ibaret’ sanması kötü. Halbuki son cümlesinden alırsak; Cemalnur Sargut’un da Kur’an’ın manasının sonuna geldiğini, o hiçbiri bir diğerinin üstünü kapatmayan yetmiş libaslı hurinin bütün güzelliklerini keşfettiğini, yani sonsuzu bitirdiğini söyleyemeyiz. (Arapça bilse bile.) O halde Cemalnur Sargut’un da bu ağlanacak/gülünecek tesbiti kendi malumatına tâbidir. Bir üst mertebeye geçildiğinde neye ağlandığını veya neye gülündüğü o üst perdedeki bilişe ve duyuşa bağlıdır.
Buna, Babam ve Oğlum filminden çok kusurlu bir örnek vereceğim. Çetin Tekindor’un “Kollarımı açaydım. ‘Gitme!’ diyeydim!” dediği o sahnede burnunun direği sızlamayan yoktur herhalde. Fakat filme o sahneden başlamış bir başkasının ağlayabileceği birşey yoktur. Hatta nakletseniz, naklettiğiniz insanlar eğer filmi bilmiyorlarsa, size gülebilirler: “Adam çıktı arabadan, üstünü başını yırttı, açtı kollarını: ‘Kollarımı açaydım. ‘Gitme’ diyeydim’ dedi. Hepimiz ağladık.” O cümleye ağlamak, o filmi bilmeye bağlıdır. Baba ve oğlun aralarındaki acı ilişkiyi, pişmanlıklarını, filmin sergüzeştisi içinde öğrenmemiş birisine cümlenin nakli hiçbir anlam ifade etmeyebilir.
Hadi, o örnek çok kusurlu idi, bir tane daha vereyim. Mesela; Newton’un başına elma düşme hadisesi. Bu olay, eğer onun yerçekiminin keşfi ile ilgisini bilmiyorsanız, alelade bir hadisedir. Fakat yerçekiminin keşfini bilenler, o olayı anlattığınız anda yerçekimi kanununu hatırlarlar. Cümle/hadise aynıdır, fakat bilişin düzeyine göre tepki farklı olur.
Bediüzzaman, 20. Söz’de kıssa-yı Kur’aniyeler için de böyle bir tesbitte bulunur: “Kur’ân-ı Hakîmde çok hâdisât-ı cüz’iye vardır ki, herbirisinin arkasında bir düstur-u küllî saklanmış ve bir kanun-u umuminin ucu olarak gösteriliyor." O eserde bu konuya dair verdiği birçok örnek de var. Bakara sûresinin ismini aldığı İsrailoğullarının inek kesme kıssası, tâlim-i esma kıssası vs. (Lem’alar’a uzanırsak: 1. Lem’a ve 2. Lem’a da Hz. Yunus ve Hz. Eyyub kıssalarıyla örneğe dahil olur.) Fakat 25. Söz’de bu kıssa-ı Kur’aniye’ye kıssa-yı Musa üzerinden bir zengin bakış daha katıyor:
Hem meselâ, kasas-ı Kur’âniyeden kıssa-i Mûsâ Aleyhisselâm, âdeta asâ-i Mûsâ Aleyhisselâm gibi binler faydaları var. O kıssada, hem Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâmı teskin ve teselli, hem küffârı tehdit, hem münâfıkları takbih, hem Yahudîleri tevbih gibi çok makâsıdı, pekçok vücûhu vardır. Onun için, sûrelerde tekrar edilmiştir. Her yerde bütün maksadları ifade ile beraber, yalnız birisi maksûd-u bizzat olur, diğerleri ona tâbi kalırlar." Demek kıssa aynı kalmakla birlikte, verdiği ders başka başka olabilir. Tekrarat-ı Kur’aniyenin bir yönü de budur zaten. Her tekrar, zâhire bakanın gözünde tekrar, tefekkür edenin gözünde yeni bir farkındalıktır.
Yalnız Sargut’un günahını almamalıyım. Başkalarından da duydum bu itirazı. Kur’an’a verilen tepkinin (mesela gözyaşının) doğrudan mealiyle ilgili olduğuna ilişkin yaygın bir kanaat var. Yani ‘mealinin hüzünlendirici bir manası varsa ağlanmalı bir tilavete’ diyorlar. Böylesi itirazları işittiğimde ben de diyorum ki: O mananın mealden ibaret olduğunu nereden biliyorsunuz? Veyahut o mealden yalnız sizin düşündüğünüz tepkinin doğacağından, ötesinin manasız veya cahillik eseri olduğundan nasıl emin oluyorsunuz? Ya ağlayan sizden daha farklı bir mana çıkarıyorsa?
Örneğin; Hz. Ebu Bekir’in (r.a.) gözyaşlarına boğulduğu “Bugün dininizi tamamladım!” ayet-i celilesi, bir müjdeyi haber vermiyor mu? Ama hayır, Hz. Ebu Bekir’in tepkisi böyle olmuyor, çünkü o ‘dinin tamamlanması’ müjdesi içinde Allah Resulünün görevinin tamamlandığı ve artık gideceği haberini de işitiyor. Bu bir meal bilgisi değildir dikkatinizi çekerim. Üst bir farkındalıktır, tefekkür ve feraset işidir. Sargut Hanımefendinin ‘ağlanmaz’ dediği Tebbet sûresinde bir üst farkındalık yaşamışsa birisi ve ağlamışsa ona, bu bilmezlik/cahillik eseri midir? Yoksa aksine daha büyük bir farkındalığın ürünü müdür?
Buna dair 25. Söz’de, yani nam-ı diğerle Mucizat-ı Kur’aniye Risalesi’nde Bediüzzaman’ın çok ince tesbitleri var. Örneğin; bir miras ayetinde veya faizin yasaklanışında veya taaddüd-ü zevcat bahsinde ayetin koyduğu hükmün nasıl bir denge unsuru olduğunu öyle bir zikrediyor ki; eğer içtimaî hayatın sağlıkla devamını bir büyük nimet bilenlerdenseniz ‘Elhamdülillah’ deyip gözleriniz yaşarmadan edemiyorsunuz. Hepsi birbirine bağlı çünkü. Rububiyet hikmetle, hikmet adaletle, adalet rahmetle… Hatta bu açıdan bakarsanız Tebbet sûresinde altı çizilen Ebu Leheb’in azabı meselesi dahi Ebu Leheb misallerin ettiklerinin karşılığını bulacağı müjdesiyle bugün azap çeken binlerce mazluma bir tesellidir. Gözyaşlarına boğduracak bir mesajdır. Bir umuttur. Bir kurtuluş ve intikam müjdesidir. Nasıl mealine bakıp yalnız, ağlanmasını yanlış görebilirsiniz?
Hatta hatırlıyorum, 6. Söz’ün başında geçen “Allah, müminlerden canlarını ve mallarını, karşılığında onlara cennet vermek sûretiyle satın almıştır…” ayet-i kerimesini, yine o söz ışığında şöyle bir rahmet tecellisi olarak konuşmuştuk geçenlerde: “Malik-i Hakiki’nin zaten kendisinin olan mülkü senden satın almaya ihtiyacı mı var? Fakat öyle latif söylüyor ki, emrini; emir gibi değil, teklif gibi. Zaten senin kârına olan ve yapmazsan da canın yanacak bu alışverişi gönülçelen bir üslûpla süslüyor. ‘Zaten hepsi benim. Yapma da göreyim!’ demiyor. Bir çocuğun gönlünü eğler gibi, tenezzülat-ı ilahiye ile diyor ki: ‘Hadi, bana sat elindekileri ki, daha çok şeyler kazanasın!’ Şimdi bu ayete bakıp, insan, onun arkasındaki rahmet elini görmezse, hata etmez mi?”
Böyle kat kat rahmete sarılı bir vahyin mesajını dinlerken, senin havas aklın almamış, ama onun avam kalbi bir köşesinden farketmiş, ağlamış, olabilir. Buna nasıl bilmezlik veya hata diyebilirsin? İnsan malumatına bu kadar köle olmamalı. Bu kadar ‘bildim’ dememeli ki, bilinmezlerin âlemi lütf-u ilahî ile ona açılmalı. Ferasetini kuşanıp baksan, “O sûrede aşk yok!” demezsin. Tebbet’i dinleyip ağlayanın da, sevinenin de sana verecek bir dersi var. Yeter ki; bildiğini bilmenin sonu zannetme. İlmi, malumundan ibaret görme. (Bitirirken son bir not: Kur'an'ın tefekkürünü, ona ağlamaktan daha çok önemseyen bir insanım, arz ederim.)

23 Ağustos 2014 Cumartesi

Ayetlerin katli

“Duyuyor musunuz? Diliniz öldü. Yasaklandı. Dağlı dilinizi burada kullanamazsınız. Kendi dilinizi kocalarınızla konuşamazsınız. Yasak. Anladınız mı? Konuşamazsınız! Kanuna aykırı. Sadece başkentin dilini konuşabilirsiniz. Burada izin verilen tek dil o. Dağlı dilinizi burada konuşmaya kalkarsanız çok fena cezalandırılırsınız. Bu askeri bir emir. Kanun bu. Diliniz yasak. Ölü. Kimsenin sizin dilinizi konuşmasına izin yok. Sizin diliniz artık yok.” (Harold Pinter, Dağlı Dili Oyunu'ndan.)

TRT’de yayınlanan Misafir Yerliler belgeselinin bir bölümünde, şimdi ismini anımsayamadığım (Google’daki aramalarımla da bir sonuca ulaşamadım) Fransız bir görsel yönetmen (öyle hatırımda kalmış) Türkçeyi konuşmakta yaşadığı güçlük için şöyle bir benzetmede bulunuyordu: “Fransızca ve Türkçe iki farklı dil değil, iki farklı düşünme biçimi.” İlk işittiğimde beni sadece gülümseten bu tesbit, yakın zamanda okuduğum Dillerin Katli: Bir Dilin Ölümü Bir Milletin Ölümüdür isimli eserle üzerinde düşünülesi bir hal aldı. Kitabın yazarı dilbilimci Prof. David Crystal, önsözüne de alıntıladığı, aslı Guardian’da yayınlanan bir makalesinde dillerin hızlı yokoluş sürecinin bizi götüreceği karanlık nokta için şöyle bir öngörüde bulunuyordu: “Belki de bir gün öğrenilecek dil olarak sadece İngilizce kalır. (…) Eğer bu gerçekleşirse, bu gezegenin yaşadığı en büyük entelektüel felaket olur.”

Peki, dillerin yokoluşu, daha doğrusu; asimilasyon neticesinde katledilmesi neden bir kayıp olsun? Bunu kitapta Amerikan Dilbilim Cemiyeti’nin 1994 yılında yayınlandığı ilke raporundan bir alıntıyla izah ediyor Crystal: “İnsan dilinin yapısının insanın entelektüel başarısının önemli bir şahidi olduğu gözönüne alınırsa, dilbilim dünyasındaki genetik çeşitliliğin kaybı (…) muhtemelen biyolojik dünyadaki genetik çeşitliliğin kaybından bile önemlidir." Benzer bir izah yine genetik ile bağlanarak yapılıyor: "Biyolojik çeşitliliğe olan ihtiyacı destekleyen görüşler dil için de geçerlidir. (…) Artan tekdüzeleşme bir türün uzun vadede hayatta kalmasına yönelik tehditler içerir. Ekoloji dilinde en güçlü ekosistemler en çeşitli olanlardır. (…) Dil çeşitliliğinde herhangi bir azalma, türümüzün uyum sağlama gücünü azaltır, çünkü faydalanabileceğimiz bilgi havuzunu küçültür.”

Rus yazar Vyaceslav Ivanov’un dil zenginliğinin entelektüel gücü hakkındaki düşüncesi ise şöyle: “Her dil, belli bir evren modeli, dünyanın anlaşılmasına yarayan bir gösterge sistemi oluşturur ve dünyayı tanımlamak için 4000 farklı yolumuz varsa bu bizi zengin kılar. Ekoloji konusunda olduğu kadar dillerin korunması konusuna da eğilmeliyiz.”

Peki, bu kadar zenginleştirici olmasına rağmen diller neden ölüyor? Bunun iki nedeni var: Birincisi kültür asimilasyonu. Bu, biraz da baskın genlerin diğer genleri minder dışına atması süreci. Teknolojiyi, bilimi, edebiyatı ve bunlarla bağlantılı olarak iletişim/ulaşım kanallarını elinde tutan dil sahipleri diğer dilleri ister istemez baskılıyorlar. Onları öğrenmeye yönelik iştiyak ve ihtiyaç, daha sonraki nesillerde (eğer anadilin kıymetini bilecek bir şuur oluşmamışsa) işini gören dille yetinme ve eskisini terketme sonucunu ortaya çıkarabiliyor.

Bunlar öyle küçük tehditler de değil üstelik. Şu an dünyada 100 milyonun üzerinde konuşmacısı olan 8 dil var: Mandarin, İspanyolca, İngilizce, Bengalce, Hintçe, Portekizce, Rusça ve Japonca. Bunun diğer anlamı şu: Dünya dillerinin %96’sı nüfusun yalnızca %4’ü tarafından konuşulmakta. %4’ünün dili ise %96’sı tarafından konuşuluyor. Michael Krauss’un dillerin yokoloşu hakkındaki tahmini şu: “Herşey bu hızda giderse gelecek yüzyılın insanoğlu dillerinin %90’ının ölümünü veya yokoluşunu göreceği, bence gerçeğe yakın bir tahmindir." Meselenin vahametini anlatmak için bir örnek daha alıntılayacağım kitaptan: "1500’lü yıllarda Brezilya’da 1175 dilin konuşulduğu tahmin edilmektedir. Bugün rakam 200’ün altındadır.”

Asimilasyonun arka planında, teknolojik üstünlüğün aynı zamanda dil üstünlüğünün de kanıtı olduğuna dair bir argüman var. Halbuki Crystal, teknolojik gelişmişliğin dillerin üstünlüğünün delili olamayacağını söylüyor: “Yerli toplulukların İngilizce ve Fransızca kadar tam ve karmaşık dillere sahip olduğu pek bilinmemekte ve geleneksel Batı inancı aksini farzetmektedir. Boyunduruk altındaki halklara karşı gösterilen küçümseme otomatik olarak onların dillerine de taşınmış, bu diller basit ve hayvanca diye tasvir edilmiştir." Ancak yine bir Kuzey Amerika dilleri uzmanı olan Marianne Mithun buna şiddetle karşı çıkıyor: "Kuzey Amerika’da nefes kesici güzellikte inceliklere sahip olmayan dil yoktur." Kitapta buna dair verilen birçok örnek de var. Fakat sanıyorum kültür asimilasyonunun arkasındaki ‘üstün kültür’ tezine en sağlam yumruğu indiren Ezra Pound: "İnsan erdeminin bütünü herhangi bir dilde değildir ve hiçbir dil tek başına insan irfanının tüm şekil ve derecelerini ifade edemez.”

Bu kısımları okurken kitapta benim aklıma gelen ilk şey, Rum sûresinde geçen; “Gökleri ve yeri yaratması, dillerinizin ve renklerinizin değişik olması, O’nun varlığının belgelerindendir. Doğrusu bunlarda, bilenler için dersler vardır" ayet-i kerimesi oldu. Kur’an’da ‘dillerin farklılığının’ ayet olarak zikredilmesi, ayet kelimesinin içeriğini de düşününce daha bir anlamlı geldi. Belki de Allah, farklı dillerle bize dünyayı daha farklı açılardan ve daha farklı esma pencerelerinden okumayı öğretiyordu. Her dil, farklı bir söylemeden önce farklı düşünme biçimiydi ve her dilde biz farklı bir renkte düşünüyorduk. Bu da Ezra Pound’un ‘insan irfanının tüm şekil ve dereceleri’ dediği o çok sesliliği ve renkliliği oluşturuyordu. Yani vahiy, dillerin çok renkliliğiyle barışıktı. Onu ayeti/delili sayıyordu. (Tam burada Bediüzzaman’ın Medresetü’z-Zehra hayalini; ‘lisân-ı Arabî vâcip, Kürdî câiz, Türkî lâzım kılmak’ gibi bir ‘çok dillilik’ zemininde düşlendiğini anımsayalım. Bir tek dil hayali yok.)

Bu sırada kitapta dikkat çekilen birşey daha hatırıma geldi: Tevrat’ta geçen Babil kulesi hikayesi ele alınırken, bu hikayenin ‘dillerin çokluğunun’ Allahın bir cezası olarak algılanmasına neden olduğunu söylüyordu yazar: “Dil sayısındaki herhangi bir azalmanın bir trajedi olması bir kenara, insanlığın yararına olduğuna dair (her ne kadar yanlış olsa da) yaygın ve rağbet gören bir görüş vardır. Birkaç düşünce bu inancı beslemektedir. Bunlardan biri bazı mitolojilerde yer bulan ama en ünlüsünün Tevrat’taki Babil kulesi hikayesine dayandığı eski gelenektir. Buna göre dünyadaki dillerin çoğalması insanlığa verilen bir cezaydı ve bu cezanın kaldırılması başlangıçtaki mükemmelliğinin bir kısmını geri getirebilirdi." Sanıyorum Hristiyanlıktaki ‘ilk günah’ algısı gibi bu ‘Babil kulesi’ meselesi de Kur’an’ın ışığında analiz edilmeli ve sınanmalı. Çünkü karşımızda dilleri ceza değil, ayet sayan bir Kur’an var.

Kültür asimilasyonu ve teolojik gerekçeler dışında dillerin yokoluşunu hızlandıran en önemli etken; önce sömürü düzeni ve ikinci olarak da ulus-devlet sistemleri. Hâkim kavmin kullandığı dil dışındaki dilleri yasaklayan, yasaklamasa da aşağılayan ve kamusal alanlardan dışlayan bu süreç, dilbilimcilerin cangüvenliğini bile tehdit eden boyutlarda yaşanmış. Bazı dilbilimciler yerel diller hakkında yaptıkları araştırmalar sırasında ‘ayrılıkçılık/ajanlık’ yapmakla bile suçlanmışlar. Kan dökme hadiselerinin de olduğu coğrafyalarda da maalesef azınlıkların seçimi ‘dillerini unutmak’ yönünde olmuş ve dilbilimciler onlarda bu dil şuurunu uyandırmakta zorlanıyorlar.

Fakat yine de Crystal hepten umutsuz değil. Dillerin önemi anlaşıldığında tekrar bir uyanışın ve eski dillere dönüşün olabileceğini söylüyor. Dilbilimcilere düşen: İnsanlar geri dönmeye karar verdiklerinde onlara dillerini tekrar konuşabilmelerini sağlayacak kadar materyal biriktirmek ve sunmak. Dilbiliminin öncelikli amacı bu. Yazımızı kitabın son cümleleriyle bitirelim: “Diller, eşi görülmemiş bir hızda ölüyorlar. Eğer birinci bölümde yer verdiğim tahminler doğruysa, ben bu kitabı yazmaya başladığımdan bu yana altı tane kadarı daha yok oldu." Altı dil! Altı ayet demek. Ayetler katlolunuyor modern zamanlarda ve biz bazen izliyor, bazen de ulusal çıkarlarımıza uygun bulup seviniyoruz.

17 Ağustos 2014 Pazar

Ayet: ‘Şimdi bak!’ Bediüzzaman: ‘Bir de şöyle bak!’

Bu yazı, bir yazı sayılmaz, belki ders notu sayılmalı. Malumunuz: 10. Söz, nam-ı diğeriyle Haşir Risalesi, Rûm sûresinde geçen şu ayet-i celile ile başlıyor: “Şimdi bak Allah’ın rahmet eserlerine: Yeryüzünü ölümünün ardından nasıl diriltiyor? Bunu yapan, elbette ölüleri de öylece diriltecektir. O herşeye hakkıyla kàdirdir.” İşte, Kenan Demirtaş abi, Haşir Risalesi’nin tamamının bu ayetin ders verdiği metodla yazıldığını düşünüyor. Kendisinin bunu formülize edişi (eğer doğru anladıysam) şöyle (Madde sayısını arttırmış olabilirim):
1) Yeryüzü her baharda diriliyor, bunu apaçık görüyorsunuz. 2) Her bahar yeniden dirildiğine göre, önce ölü bir halde olduğunu da kabul ediyorsunuz.  3) O halde her bahar yeryüzünde ölüler diriliyor. Dirilme fiili var. 4) Eserdeki bu fiil, failsiz mümkün olamaz. Her eser fiili, her fiil de faili gösterir. 5) O halde bu dirilmelerin arkasında bir dirilten (Muhyi) var. 6) Bu Muhyi (dirilten) o kadar güçlü/kâdir ki, bahardaki kompleks dirilişi bile hiç şaşırmadan her sene yapabiliyor. O zaman kabul etmek zorundayız ki, bu hayat veriş/diriltiş herşeye gücü yeten birinin (Kadîr) kudret elinde. 7) Herşeye gücü yeten (Kadîr) bir diriltici (Muhyi) otlar/ağaçlar gibi size göre daha az sanatlı şeyleri bile tekrar diriltiyorsa, sizin gibi harikalarını niye dirilmemek üzere hiçliğe göndersin? 8) O halde siz de diriltileceksiniz.
Bu kısmı zaten biliyordunuz. O halde asıl dersimize gelelim: Haşir Risalesi’nde bir de “Bu hakikate on iki kapıyla girilir…” diye başlayan hakikatler bölümü var. Ve o hakikatlerin her biri şöyle bir başlık içeriyor: “Bâb-ı Rububiyet ve Saltanattır ki, ism-i Rabbin cilvesidir…” veya “Bâb-ı Kerem ve Rahmettir ki, Kerîm ve Rahîm isminin cilvesidir…” veya “Bâb-ı Hikmet ve Adalet olup ism-i Hakîm ve Âdilin cilvesidir.” Böyle devam edip gidiyor.
Şimdi derste farkettiğim şeyi, üçüncü hakikat üzerinden izah edeyim. Fakat önce kısmen alıntılamalıyım:
Hiç mümkün müdür ki, zerrelerden güneşlere kadar cereyan eden hikmet ve intizam, adalet ve mizanla Rububiyetin saltanatını gösteren Zât-ı Zülcelâl, Rububiyetin cenah-ı himayesine iltica eden ve o hikmet ve adalete iman ve ubûdiyetle tevfik-i hareket eden mü’minleri taltif etmesin? Ve o hikmet ve adalete küfür ve tuğyan ile isyan eden edepsizleri te’dip etmesin? Halbuki bu muvakkat dünyada o hikmet, o adalete lâyık binden biri, insanda icra edilmiyor, tehir ediliyor. Ehl-i dalâletin çoğu ceza almadan, ehl-i hidayetin de çoğu mükâfat görmeden buradan göçüp gidiyorlar. Demek bir Mahkeme-i Kübrâya, bir saadet-i uzmâya bırakılıyor.
Farkettiniz mi, Bediüzzaman Hazretlerinin baştaki ayetin şablonunu kullanarak burada ne yaptığını? Resmen cümleyi sabit tutup isimleri ve fiileri değiştirdi! Daha iyi tarif edebilmem için, gelin, bu hakikatte yapılanı ayetin mealine taşımaya çalışalım: “Şimdi bak Allah’ın adalet ve hikmet eserlerine: Yeryüzünü intizam ve mizanla nasıl yönetiyor? Bunu yapan, elbette (ceza almadan veya mükâfat görmeden göçüp giden) ölüleri de öylece diriltecektir. O herşeye hakkıyla kàdirdir.
1) Dirilme hakikatinde olduğu gibi, önce intizamı ve mizanı varlıkta kabul ediyoruz. 2) Bu intizamı va mizanı gördükten sonra, elbette, intizam ve mizan verme (Rububiyet) fiilini farkediyoruz. Eser, fiilsiz olmaz. 3) Fiile bir fail (Zat-ı Zülcelal) atfını kabul ediyoruz. Fiil, failsiz olmaz. 4) O failin sıfatı/ismi noktasında adalet ve hikmetin varlığını benimsiyoruz. Yani o neyi yapsa, adalet ve hikmetle yapıyor. Âdil ve Hakîm. 5) O herşeyi adalet ve hikmetle yaptığına göre, yani kainatın en basit kanunlarında bile bu adalet ve hikmetin izleri görüldüğüne göre, adaletsizlik ve hikmetsizlik gibi görünen şeylere müsaade eder mi? Mesela zalimlerin ceza almadan gitmelerine? 6) Kaçınılmaz bir şekilde: “Elbette etmez, niye etsin ki?” diyoruz. 7) “O halde ölüleri diriltecek; adaletin ve hikmetin tam sağlanması için bir mahkeme kuracaktır” diye böylece kabul ediyoruz.
Bu hakikatler boyunca yapılan: Ayetteki şablon aynı tutulup; isimlerin, fiilerin değişmesi ve o yeni isimler ve fiillerle hakikatin yeniden bize izah edilmesi. Bediüzzaman, bütün hakikatleri o ayetin şablonundan aldığı ilhamla izah ediyor. Ancak bize bu izah sırasında bir tefsir dersi daha veriyor: “İsimleri ve fiileri değiştirerek ayetin metodunu kullanmaya devam etme. Yeni bilgiler üretme. Marifeti genişletme.”
Bence bu yazının ardından Haşir Risalesi’nin hakikatler bölümüne tekrar bir bakın. O zaman şu üst başlıklardaki: ‘Bâb-ı Hikmet ve Adalet olup ism-i Hakîm ve Âdilin cilvesidir’lerin niye konduğunu daha iyi anlarsınız. Tıpkı şunun gibi: “Şimdi bu ayeti, şu şu isimleri ve yansımalarını/fiilleri yerleştirerek tekrar yorumlayacağım.” 

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...