12 Şubat 2015 Perşembe

Sanki cennetinden bir parça dilimize koymuş

"Hepimiz ‘Hayatta kalabildik’ diye kendimizi tebrik ediyorsak, hazin bir gurur duyuyorsak ‘Ayakta kalabildim’ diye, yaşamanın manası nedir?" Nilüfer Kuyaş, Serbest Düşüş'ten...

Ne diyebilirim ki sana? Ben de düştüm o çukurlara. Kelimelerle oynayarak. Bence ahenkli sanrıları yanyana getirerek. Bazı bazı uyaklar düşürerek cümle sonlarına. Kenarlık. Tutamaç. Kaçarak uyumsuzluğundan içimin şiiriyetiyle. Daha güzel olacağımı sandım beyaz sayfalarda. Olmadı. Düşerken kalemine tutunan herkesin yaşadığıdır zannederim. Zaman geçtikçe farkediyor insan: Yatsı, yalnız yalancının mumu için değil, mübalağacının abartısı, üslûbperestin üslûbu, kafiyeperestin kafiyesi, teşbihperestin teşbihi, lafızperestin lafzı, hayalperestin hayali için de tat kaçırıcıdır. Lezzetleri acılaştıran bir ölümdür eskimek. Fenayı bekadan ayırır. Baki'ye bakmayan çok kalamaz üzerinde. Tefsiri amansızdır. Benim de tadımı kaçıran zamandı. Zamanı geçtikçe anlamsızlaşıyordu yazdıklarım. Şöyle gördüm halimi arkadaşım en nihayet: Sûrete yaklaştıkça ömrü azalıyor sanatın. Sirete dokundukça artıyor. Manaya yakınlaşan canından can alıyor. Cesetle halvet olan bir parça geberiyor.

Hem mürşidim de diyor: "Lâfızperestlik nasıl bir hastalıktır; öyle de, sûret-perestlik ve üslûb-perestlik ve teşbih-perestlik ve hayal-perestlik ve kafiye-perestlik, şimdi filcümle, ileride ifrat ile, tam bir hastalık ve mânâyı kendine feda edecek derecede bir maraz olacaktır." Yani ki sığlaşmakta maraz vardır. Derinlerin balığı yakamozla meşgul olmaz.

Aleyhissalatuvesselam Efendim “Bir kadının ne asaleti, ne zenginliği, ne de güzelliği tartınızın mihengi olsun!” diyor eş seçerken. Ya ne olmalı merkezde peki? Dindarlığı. Fakat yanlış anlama. Bugünün tanımları bizi yanıltır. Zaman-ı Saadet'te dindarlık, fazilet ve ahlak birbirinden kopuk tarif edilen şeyler değildi. Tebessüm namazdan ayrı, sabır oruçtan uzakta, zekat hayattan ötede, kanaat duadan ayrı değildi. Bunlar birbirini kuşanırdı. Birbirlerini getirirdi. Şimdilerde aralarında mesafe varmış gibi anlatılıyor. Dindarlar da dinsizlere kanıyorlar. Ayrı ayrı tartıyorlar. İdeolojiyle imanı karıştırıyorlar. Yazık. Kimse de kolay kolay bütünlük iddiasına giremiyor. "Namazı olmayanın tebessümü sahtedir!" diyemiyor kimse. Veya “Allah’a inanmayanın merhameti tasannudur!”

Bana sorarsan, dindarlıkla evlenmek arasındaki bağ, hakikatçilik ile yazmak arasında da vardır. Cisme dair bir üstünlüğe tav olup izdivaç yaparsan beyaz kağıtla, Aleyhissalatuvesselamın tavsiyesine uygun hareket etmemiş olursun. Metnin de dindarlığını seçmelisin önce. İçinin ayarlarının düzgünlüğüne bakmalısın. Yazılanın ahlakı zâhirindeki sanatla ölçülmez. Söylediklerinin doğruluğundan/tutarlılığından anlaşılır.

Yine diyor ki mürşidim: "Lâfızların tebeddülüyle mânâ tebeddül etmez, bâki kalır. Kabuk parçalanır, lüb bâki ve sağlam kalır. Libası yırtılır, cesedi sağlam, bâki kalır. Ceset ölüp dağılırsa da ruh bâki kalır. Cisim ihtiyarlanırsa, enâniyet genç kalır. Çokluk, cemaat dağılır, amma vahid-i fert bâki kalır. Kesret bozulur, vahdet bâkidir. Madde kırılır, nur bâkidir." Demek devamlılık bize bir işaret fişeği çakıyor. Çakmalı. Kalanlara bağlanmalı.

Eleştiri bile yazıyor olsan muhatabını haksız incitmekten korkacak merhametin olmalı. Seni aşırılıktan doğruluk kadar merhamet de alıkoyar. Bu yüzden şefkat tefekkürden önce sayılır nur mesleğinde. Doğruluk, merhamet ve (bir adım ötelerinde) adalet birbiriyle bağlantılı şeylerdir. Evet. Hatta adaletin iki yüzü gibidir bence ‘doğruluk’ ve ‘merhamet.’ Ama burada bir dikkat kesilelim: Doğruyu yapmak merhametli gibi görünmeyebilir her zaman. Merhamet de her zeminde doğru seçimi vermez bize. Bunların hikmet oranında karıştırılmasıyla elde edilecek şifadır adalet. Bütünlüklü bakıştan beslenir. Parçalardan kaçılarak kovalanır. Canavara, merhamet de adalet değildir, cezasından gayrı işkence de.

Affı adaletin parçası saymayanlar yanılıyorlar. Allah'ın ‘Gafur’ oluşu ‘Âdil’ oluşundan ayrılabilir mi? İkisi de hikmetten uzak yorumlanabilir mi? Birbirine bakar şe'nler bunlar. Hepsi yine bir Allah’ta toplanacaklar. Allah'ın affedişi asla adaletsiz olmaz. Aksine adaletini tamamlar. Kemale erdirir. Bir ismin sınırı başka bir isimdir. Bir ismin arkasında binbir ismin tecellisi görünür. Hissedilir. Sezilir. Allah'ın affedişi adaletinin bir parçasıdır. Zirvesidir. Çünkü yaratan bilir: Mahlukat, mahlukat olmasından itibaren, kusurdan uzak kalamaz. Kusur arızîliğin imzasıdır. Yaratılmış olmak sınırlı olmaktır. Bütünü kuşatamamak sınırların/hataların başlangıcıdır. Ezel denilen manzar-ı âlâdan uzakta kalan herşey farketmemeye müsaittir. Melek dahi olsa sormadan edemez: "Kan dökecek bir nesil mi yaratacaksın?" Sultan-ı Ezel ve Ebed cevap verir: "Ben sizin bilmediğinizi bilirim."

Mürşidim yine hakikati kulağımıza söyler: "Musibet ve şerler ise, saltanat-ı rubûbiyetin, âdetullah namı altında ve küllî iradelerin mümessilleri olan umumî ve küllî kanunlarının çok neticelerinden tek tük cüz'î neticeleri olmasından, o kanunlar cereyanının cüz'î muktezaları olduğundan, elbette küllî maslahatlara medar olan o kanunları muhafaza ve riayet etmek için, o şerli, cüz'î neticeleri dahi halk eder. Fakat o cüz'î ve elîm neticelere karşı, imdâdât-ı hassa-i Rahmâniye ve ihsanat-ı hususiye-i Rabbâniye ile, musibete düşen efradın feryatlarına ve beliyyelere giriftâr olan eşhasın istiğaselerine yetişir."

Kelimelerle oynamak diyordum. Evet. Hepimiz mağlup olduk o parçalara. Onlarla oynadık, başka dizilimler elde ettik, çok hoş mısralarımız/cümlelerimiz de oldu böylece. Fakat bütüne, mananın bütünlüğüne ve hikmetin tüm kainatı kuşatan bütünlüğüne dokunmadığımız sürece eskimeye, çirkinleşmeye, solmaya, çürümeye, gözden düşmeye mahkumduk. Öyle de oldu. Bütünün ahengine, sen buna tevhid de diyebilirsin, dokunamadıkça yaşlandı metinlerimiz. Yıprandı. Sakatlandı. Esmaü'l-Hüsna'dan ışık almayan tüm renklerimiz kirlendi. Birinciliği hiçbirisi kazanamadan hem de...

Çocuklar okuduklarına güldüler. Zaman onlardan yanaydı. Bütünün bir yüzü daha açılmıştı onlara. Daha fazlasını biliyorlardı. Daha fazlasını görecekleri için parçalarımıza güldüler. Kendi parçaları daha büyüktü. Fakat öyle kelamlar daha vardı ki! Bütüne dair konuşmuş kelamlar. Kelam olmak dışında bizim kelamlarımıza hiç benzemeyen kelamlar. Onların sözleri bir türlü eskimiyordu. Onlara dokunanlar, dokundukları miktarca, eskimekten kurtuluyorlardı. Hatta bir tanesi var, bilirsin, bütünün sahibinin, manzar-ı âlâyı görenin kelamıdır. Onun hakkında mürşidim şöyle söylüyor: "İhtiyarlandıkça zaman Kur'an da gençleşiyor." Ne büyük müjde var bunun içinde. Yaaa. Evet. Eskimeyen cümlelerin varlığı insanların da eskimediği bir yerin/cennetin müjdecisi sayılmazlar mı? Eskimeyen, başka eskimeyeceklere, delil olmaz mı? Bu bir umuttur arkadaşım. Sonsuzluğun sahibince bağışlanmış bir umut. İslam cennetin şöyle bir misalidir işte.

11 Şubat 2015 Çarşamba

Belki depresyonun da bir hikmeti vardır?

“Biz, bir ayetin hükmünü yürürlükten kaldırır veya onu unutturursak mutlaka daha iyisini veya benzerini getiririz. Bilmez misin ki Allah herşeye kadirdir.” Bakara sûresi, 106.

Belirtilerinden birisinin de ‘unutkanlık’ olduğunu okumuştum arkadaşım. Evet. Depresyona girenler unutmaya yatkınlaşırlarmış. Bunu sürecin ‘acılarda sabitlenme’ durumuyla ilişkilendirince gerekçesini bir parça anlıyorum. Acılar mâziyle ilintili şeylerdir. Unutmaksa geçmişten kurtulmanın aracı. Anlamını bulamamış yara hep sancır. Mevsimlik sızılar hikmetle sarıp yerlerine kaldıramayınca kronik rahatsızlıklara dönüşür. Bir giden hep gider. Yani derim ki arkadaşım: Bilmek acıların da ilacıdır. Abestir en çok kalbe eziyet eden. Boşunalıktır. Yolculuklarına başlarken Hızır aleyhisselam da, sanki bu sırrı sezdirir gibi, Musa aleyhisselama der: “İçyüzünü bilmediğin şeye nasıl sabredeceksin?”

Doğrudur. ‘İçine atmak’ tabirini genelde ‘duygularını belli etmemek’ bağlamında kullanıyoruz. Lakin bizdeki hissesi bu kadarcık değildir. Nasıl? Açayım: İçine attığın; yani anlamlandıramadığın, dosyasını kapatamadığın, arkanda bırakamadığın, rafına kaldıramadığın, ‘ne’liğini tayin edemediğin, ismini söyleyip geçemediğin… Evet. Bırakmak için ait olduğu yere karar vermen lazım. Bu koordinat tayini bir yönüyle ‘hikmetini bilmek’tir. Hikmeti bilinemeyenler hareket ettikçe daha derine batan kıymıklar gibidirler. Ardındaki soru işareti kaldırılmamış her cümle bir ‘içe atış’tan haber verir. “Neden böyle söyledi? Neden beni kandırdı? Neden öyle öfkelendi? Neden arkamdan konuştu? Neden yüzünü astı? Neden selamımı almıyor? Neden, neden, neden…” Bu birikmiş ‘neden’lerin sonucu depresyon olur. Arşivci masasındaki dosyalarda boğulur. Ve arkadaşım insanın dosyalardan kurtulmak için denediği şeylerden birisi de unutkanlıktır.

Mürşidim bu sadedde diyor ki: “Hafıza bir nimettir. Fakat ahlâksız bir adamda musibet zamanında nisyan ona râcihtir. Nisyan da bir nimettir. Yalnız her günün âlâmını çektirir. Müterâkim olmuş âlâmı unutturur.” Demek unutkanlığın da hikmeti var. Kullanılması gereken yerler var. Yaratılmış hiçbirşey abes değil.

Bir de dalgınlık. Depresyonun bir eseri de dalgınlık. Bu da anlaşılır birşey. Yukarıdaki perspektiften bunu da çözebiliriz. İkisinde de ‘ilgisizlik’ var ne de olsa. Daha doğrusu her dokunanın acı verdiği ‘dokunaklı bir insan’ın (bunu ‘kolay etkilenir’ anlamında kullandım) kabuğudur dalgınlık. Ve unutkanlık. İkincisi geçmişe yönelik bir kabuktur. Birincisi bugüne kuşanılmış bir zırhtır. Bu kalkanları indirmeyerek ayakta kalmaya çalışır sabitlenmiş acıların sahibi. Fakat bence depresyonun ‘yeni bir doğuşa’ yaklaştığı eşik de tam burasıdır. Unutkanlık ve dalgınlık, bir yönüyle mevcudun yitimi iken, bir yönüyle de yeninin keşfidir. Açlığın yeniden uyanışıdır. Mürşidim bu sadedde de der ki:

“Eğer sair teellümât-ı ruhaniye ise, sabra, mücahedeye alıştırmak için Rabbanî bir kamçıdır. Çünkü, emn ve ye’sin vartasına düşmemek hikmetiyle, havf ve reca müvazenesinde sabır ve şükürde bulunmak için kabz—bast hâletleri celâl ve cemal tecellîsinden intibah ehline gelmesi, ehl-i hakikatçe medâr-ı terakki bir düstur-u meşhurdur.”

Unutkanlığı önceleri bir hastalık gibi görürdüm. Nefsimden misallendireyim: Özellikle tarihler, kişiler ve mekanlar konusundaki unutkanlığım hayatımı zorlaştırıyordu. Ama sonları farkettim: Unutkanlık bende güzel işler de yapıyor. Bereketli bir misafir kimi zaman. Peki nasıl? Onu da açayım: Mesela unutkanlığım yüzünden hayretim artıyor. Daha sık şaşırıyorum. Daha sık heyecanlanıyorum.

Bir çocuk dünyaya neden şaşırır? Bir bebeğin gözünde ebeveyninin yaptığı en sıradan şakalar/sürprizler bile neden bu kadar gülünesidir? Bir bebek (hepsinde denedim hep de işe yaradı) bir yere saklanıp “Ciiiğğğ!” diye ortaya çıktığınızda neden sevinir? Bence bunların altında tazeliğin hayreti var. Bir bebek elbette büyükleri kadar dünyayı bilmiyor. Daha hiçbir şeyi ezberine almamış ve almadığı için de sıradanlaştırmamış. Bu ‘sıfır sıradanlık’ dünyasında gördüğü herşey hayret verici. Herşey harika. Herşey kendisiyle ilk kez karşılaşılan bir mucize.

“Her çocuk İslam fıtratı üzerine doğar…” şeklinde çevrilen ama aslı “Her çocuk fıtrat üzerine doğar…” şeklinde olan hadis-i şerifin bir vechi de bu belki. Kevnî olarak fıtrat, dinî olarak İslam, ikisi de hayret mesleği üzerinedir. Yani hayreti kadar tefekkürü olur insanın. “Allahım hayretimi arttır!” diye dualayan Aleyhissalatuvesselamın da ihtar ettiği sır belki bu. Fıtratına dönüş çağrısı birnevi. Herşeye hayret ettiğin o güzel döneme. Miden kadar gözünün, aklının ve kalbinin de aç olduğu zamanlara. Belki Nilüfer Kuyaş’ın Serbest Düşüş’te tasvir ettiği o açlığa: “En son, annem ölünce, kırılganlık iyice arttı. Yalnız ve ölümlü olduğum duygusu tekrar önplana geçti. Sonra da bu açlık geldi işte, derin açlık. Hiçbir şeyin doyurmayacağını bildiğim açlık. Hiç kimsenin karşılayamayacağı, bu insanüstü sevilme ihtiyacı.”

İnsan çocukluğunu neden özler? Allahu’l-a’lem: İnsan çocukluğunu önce ayrıldığı hayretinden dolayı özler. Yaşlandıkça şaşılacak şeylerin sayısı azalır çünkü. Çocuklukta hiçbir şey monoton değildir. Anlar dahi sıradışıdır. Çocuk mutludur hep. Mutluluk dediğimiz şeyin büyük bir kısmı hayrettir zira. Yeni varlıklar ve onlarla beraber hisler/etkiler dünyamıza katıldıkça mutlu oluruz. Yeniden yeniden canlanırız. Heyecanlanırız. Faniliğimizi onlarla unuturuz.

Neyi görünce mutlu oluyoruz? Neyi duymak sevindiriyor? Nerede varolsak gönlümüz ferahlar? Karıştırsanız bu külün altından hayretin koru çıkar. Bizi mutlu eden, sevindiren, hayatımıza lezzet katan, yeni olandır ve yeniye hayretimizdir. Hayret ettiklerimizin sayısı azaldıkça sıkılmamız; bazı israf, bazı sefahet, bazı zahmet ile yeni hayretler peşinde koşmamız da bundandır. Sıkıntıysa hayretin yitimidir. Hayretini yitirdiğinde insan ölümüne yaklaştığını düşünür. Korkar.

Yine mürşidim diyor ki: “İşte, iktisat ve kanaat, hikmet-i İlâhiyeye tevfik-i harekettir; kuvve-i zâikayı kapıcı hükmünde tutup, ona göre bahşiş verir. İsraf ise, o hikmete zıt hareket ettiği için çabuk tokat yer, mideyi karıştırır, iştihâ-yı hakikîyi kaybeder. Tenevvü-ü et’imeden gelen sun’î bir iştihâ-yı kâzibe ile yedirir, hazımsızlığa sebebiyet verir, hasta eder.”

‘Yenileceklerin sayısını arttırarak’ hayretini diriltmeye çalışmak israftır. Açlığını koruyarak lezzete olan hayretini diri tutmak oruçtur, iktisattır, kanaattir, riyazettir. İstikamettir. Unutkanlığım da bende böyle bir açlık artımına neden oluyor. Sanki yorum yapabilme gücümün kaynağı bizzat bu unutkanlığım. Hiçbir şeyi ezber edip arkamda bırakamıyorum. Bazen öyle oluyor ki yazdıklarım hatırlatıldığında şaşırıyorum. Veya bazen ben okuyup şaşırıyorum. Önce bu huyumla savaştım. Kendisinden sıkıldım. Mutsuz oldum. Ama şimdi barışığım. Onun da bir hikmeti olduğunu düşünüyorum. Elbette Allah’tan hayırda kullanmak üzere daha güçlü bir hafıza dilerim. Daha güzeli istemek kulluğumun bir parçası. Fakat vermiş olduğu şeyden de razıyım. Belki de benim görevim tutmak değildir? Yorumlayıp gitmek üzere yaratılmışımdır? Zaten insanın şu dünya ile misali bir misafir hali değil midir? Misafir ikramdan ne kadarını elinde tutabilir? Evliya Çelebi’nin gezdiği onca yerde, elinde, Seyahatname’sinden gayrı ne kaldı?

10 Şubat 2015 Salı

Yabancımız cennetimizdir

“Onların işleri aralarında istişare iledir. Kendilerine verdiğimiz rızıktan da infak ederler.” Şûra sûresi, 38.

Okumayı seviyorum. Bir saniye. Düzeltmeliyim: Okumaya muhtacım. Özellikle başkam olanları. Bana bir başkalık katanları. Zenginleştirenleri. “Her okuduğum böyledir!” diyemiyorum ama elimden gelse öyle yapardım arkadaşım. Ne de olsa başkamız olana danışılır ancak. Farklımızdır bize sigaya çekilme imkânı veren. Aynıların meclisinde fikre saykal vurulmaz. Öyle deme lütfen. En kötüsü bile bir sinek vızıltısı oluyor. Kimseyi duymak istemediğim o sağır odaya bir ses katıyor. Başımın Nemrutluğunu alıyor yani. Firavunluğumu kırıyor bir nevi. Çünkü onlar başka. Ve düşünmediğim şeyler söylüyorlar. Duvarlarımın kibrinden kurtarıyorlar. Kendilerine verilen rızıktan avucuma infak ediyorlar. Öyle ya. İstişare de açlığım değil mi?

Anlıyorum: Bu dünyadaki tek ses benimki değil. Tuttuğum parça bütünün kendisi değil. Okudukça danışıyorum. Katılmam da şart değil. Hakvermemek bile birşeyler öğretiyor. Karşı çıkmak cevabı geliştiriyor. Durduğum yeri bozmadan hizama bakıyorum. Halim tıpkı Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar’da dediğine benziyor: “Okumak bana uygun tek dış etkiydi.” Böylece etkileniyorum. Hem etkiliyorum da.

Çünkü insan böyledir. İçindeki ışığın rengini derisi gizleyemez: “Eğer nur-u iman içine girse üstündeki bütün mânidar nakışlar o ışıkla okunur. O mü’min şuurla okur ve o intisapla okutur. Yani ‘Sâni-i Zülcelâlin masnuuyum, mahlûkuyum, rahmet ve keremine mazharım...’ gibi mânâlarla, insandaki san’at-ı Rabbâniye tezahür eder.”

Düşümde bile duymadığım şeyler. Aklıma kalsam aramayacağım şeyler. Kalb-i beşerime hutûr etmemiş şeyler. Her insan diğerinin cenneti gibi arkadaşım. Evet. Böyle düşünüyorum. Yabancımız dağarcığımıza bağışladıklarıyla da cennetimizdir. Hem nasıl ki cennet dünyadan ötesidir. Okumak da ötekine öyle bir yolculuktur.

Okudukça uyanıyorum: Âlem kafamın içinden ibaret değil. Sesler var daha kulaklarıma değmemiş. Sözler var benden dile gelmemiş. Öyle gözler var ki tahayyülümün ötesini seyretmiş. Nasıl? Ama? Fakat? Subhanallah! Biricikliğimden edildikçe galaksiler kazanıyorum. İşte, kibrimin karnına yumruk, Nemrutluğumun beynine sinek, başımda gümbürdeyen tokmak. Firavunluğumun üzerine kapanan deniz. Ey deniz, beni boğdukça cesedime necat veren deniz, Firavun olarak öldürüp ibret olarak yaşatan deniz. Yere batıyor kafamdaki Karun hazinesi. Okudukça Rabbime ‘Rabbü’l-âlemin’ olarak daha geniş iman ediyorum. Uzayı gezsem bu kadar farklılık görmem belki de. Evet, doğru anladın arkadaşım, Rabbü’l-âlemini tefekkürün bir yolu da bence okumaktır. Çünkü okumak başka âlemlere yol bulmaktır.

Okumak dengedir. Başkalarıyla dengelenmektir. Eneyi nahnüye çevirmenin kapılarından birisidir. İşte bu yüzden ‘Rabbim’den ‘Rabbü’l-âlemin’e doğru lazım bir seyr u sülûk okumaktır. Başkalarını okudukça, yani öteni bildikçe, onlarda yansıyan Allah’ın marifetine yaklaşmış olursun. Başka isimlerin gölgesi altına da girersin. Çünkü sen aynalıkta yalnız değilsin. Bu bahçede papatyadan başka binler çiçek var.

‘Okur’ dediğin ister istemez bir empati canavarıdır. Her okuduğumuz da bir yönüyle büründüğümüzdür. Evet. Kitaplar sayısınca insanlar tanıdık. Tanıdıklarımızın bazılarını okuduklarımız kadar bilmedik. Okumak farklı bir biliş. Bir içe giriş. Nilüfer Kuyaş’ın Başka Hayatlar’da dediği şekilde belki: “Belki de bu yüzden teselli ediyordu bizi edebiyat, başka hayatları hiç değilse hayalimizde, dolaylı yaşayabildiğimiz için...”

“Bana öyle geliyor ki edebiyat başka hayatlara meraklanarak başlıyor. Eskilerin tecessüs dediği kötü meraktan değil, başka bir kadere dertlenmekten söz ediyorum, tıpkı dünyaya, doğaya meraklanmak gibi. Tekil olmak öyle bir yalnızlıktır ki, başka insanlara, onların hayatlarını biraz olsun düşleyerek yaklaşabiliriz ancak. Bunu yapamazsak birlikte olmak kalabalık bir yalnızlıktır sadece. Varoluşsal bir meraklanıştır başka hayatları düşlemek. İnsanı yalnızlıktan korur, biraz içini ısıtır.”

Hepsi seni yetiştirir. Katılmadıkların itirazlarınla katıldıkların öğrendiklerinle. Hepsi âleminde bir boşluğu doldurur. Âlem sayısını çoğaltır âlemindeki. Güneş sayısını çoğaltır aynandaki. Çiçek sayısını arttırır bahçendeki. Başka başka insanlar olursun. Hikmetsiz hiçbir şeyin vücuda gelmediği âlemde hangi metin boşuna yazılmış olabilir? İblis bile hikmetinin peşinde koşuyor. Bazen okuduğum kitapların Allah tarafından gönderilmiş mektuplar olabileceğini düşünürüm. Tıpkı kainat kitabının parçaları gibi. Hayatım gibi. Yaşamak gibi. Ancak elbette dersin kemali niyet ile nazarın kemalinde.

Kainatta tesadüf yok. Yalnız sırrını kuşatamadığımız hikmetler var. Bu kuşatamamışlığa ‘tesadüf’ diyoruz. O kitap, neden şimdi, neden bugünde elime geçti? Bu yüzü neden şimdi gördüm? Bu sözü neden şimdi işittim? Mustafa Kutlu’nun bir öyküsünden esinlenerek yazdığın (karakterlerinden birisi de ‘mendil satan kör bir kız’ olan) hikayeden iki gün sonra nasıl oldu da hakikaten mendil satan kör bir kıza rastladın? Hem de hergün yürüdüğün üstgeçitte? Nasıl içinin tuhaf olduğunu hatırlıyor musun? Tesadüfü inkâr etmeden Allah’a layıkınca inanmak mümkün değil.

Demem o ki arkadaşım: Ne kadar tesadüf inkâr edersen Hakîm olan Rabbine o kadar yaklaşırsın. Öylesine sandıklarını “Niye böyle?” diye görmeye başlarsın. Zaten üzerine alınman için gönderilmiş olan ayetleri, inşaallah, sahiden üzerine alınarak incelemeye yönelirsin. İşte belki buna kitaplardan başlayabilirsin. Ne dersin? Yahu “Ey örtüsüne bürünen!” diye buyurduğunda Kur’an üzerine de alın biraz. Senin de saklanmaya çalıştığın endişelerin yok mu? “İkra!” denildiğinde zorlandığın şeyler. “Ben okuma bilmem!” dediğin şeyler. Dikkat olan mehirlerini ver onların. Belki okuduklarından öğrendiklerinle onların da üstlerindeki örtüyü kaldırırsın?

9 Şubat 2015 Pazartesi

Ancak yarışmayan kazanmıştır

“Kim kendisiyle Allah arasındaki işleri ıslah ederse insanlarla arasındaki işler konusunda Allah ona yeter.” (el-Câmi’ li-Ahkami’l-Kur’ân)

Yazdıklarımız, bir yönüyle dışarıya açılan kapılarımız, bir yönüyle esir alıcı duvarlar. Özellikle özümüze dokunan şeyler yazıyorsak kendimizi de bir parça esir alıyoruz demektir arkadaşım. Evet. Öyle. Nefsinden bahsetmek daha bir dikkatli olmaya mecbur eder insanı. Neden? Zira, öteki hakkında yazdığımız şeyler yalansa, mutlaka bir yerlerde yakalanırız. Mihenge vuruluruz. Sınanırız. Sıbğalanırız. Ötemizi bilmekte yalnız değiliz çünkü. Yani tek bilen değiliz. Dünya bilgisi az-çok herkese açıktır. Sır tutulmaz kolay kolay âfâkta. Tasannu yapılmaz. Yapılamaz. Yapanın da yüreğinde bir yakalanma endişesi herdaim asılı durur.

Fakat, dikkatini çekti mi, hakkında konuştuğumuz şey kendimizsek imtihan çetinleşiyor. Çünkü yakalanmamız daha zormuş gibi geliyor. “Yalan söylesek bile kimse anlamaz(!) İçimizin şahidi yalnız biziz(!)” sanıyoruz. Sanrılıyoruz. Şaşırıyoruz. O yüzden kalemin ucunu en çok böylesi metinlerde kaçırmaya yatkınız. Mübalağaya meyyaliz. Tasannuya eğilimliyiz. Eh, hayat da böyle yalın yalın çekilmez, kahvemizi birazcık köpürtmek isteriz. Hatta bazen daha iyi birisi olma arzusu gibi masum birşey dahi beyanın samimiyetine taarruz eder.

Halbuki ‘ben’i hakkında yalan söyleyenin yakalanması daha fenadır. Perişanlığı daha bir perişanlıktır. Bu neden böyledir? Belki şundan: Ötesi hakkında yalan söyleyenin cehaleti (veya hatasını elverir başka bir özrü) onu kurtarabilir. Affedilmesini sağlayabilir. Fakat kendisi hakkında yalan söyleyen yakalandığında hatası bilişsel değil ahlakî bulunur. Alnına hemen 'kezzap' damgası vurulur. Çünkü kendini bilmeme şansı yoktur. Özrü yoktur. Sığınacağı bir dam yoktur.

Böyle birisini tanımıştım. O kadar çok kendisi hakkında yalan söylüyordu ki yüzüne çarpmak hiçkimsenin içinden gelmiyordu. Konuşması, tartmak için çaba sarfetmeye değmez, bir gürültüydü bizim için. İçerdiği hükümlere de inanılmıyordu. Ve kendisi de, bu kadar sık söylediği halde, farkedildiğinin farkında değildi. Kurnazlık yapıyordu güya. Ve inanın başardığını sanıyordu. Fakat hakkın kurnazlığa ihtiyacı olur mu? Kurnazlık, daha kullanıldığı anda, sahibinin üzerine soru işareti koyar.

Ne hakkın ne de sâlim aklın kurnazlığa ihtiyacı yok. "En büyük hile hilesizliktir..." derken mürşidimin de altını çizdiği bu sanırım. Doğru, yarışmaya, kazanmaya ve kıvırmaya mecbur olmayandır. Çünkü zaten muhatabının tasdikine muhtaç olduğunu düşünmez. Yanlış ile arasındaki kategorisel farklılığa dikkat çekmesi yeterlidir onun için. "Ben doğruyum, o yanlış, bitti." Güzelliğini kendi üzerinden tarif eder. Ötesi üzerinden değil.

Yanlışa baskın gelmek, kalabalıkları peşinde sürüklemek, her zaman rağbet edilir olmak, bunlar hakikatin görevi değildir. Doğru ‘doğru kalmakla’ görevlidir yalnız. Bu açıdan "Hasbunallah!/Allah bize yeter!" ifadesi, sırf bir teselli olmaktan öte, bir düstur-u istiğnadır da. Tıpkı Âl-i İmran sûresinde kısa bir mealiyle buyrulduğu gibi: "Bir kısım insanlar mü’minlere: 'Düşmanlarınız size karşı asker topladılar, sakının onlardan!' dediklerinde, bu onların imanlarını bir kat daha arttırdı ve 'Allah bize yeter. O ne güzel vekildir!' dediler."

‘Mış gibi’ olana hakkın yanında duranların ihtiyacı yok. Olmamalı. Hak ‘hak’ olduğunu ispat etmek için varlığından başka birşeye muhtaç değildir. Anımsayalım: "Şahit olarak Allah yeter!" meali Kur'an'da pek sık geçen bir manadır. Bu manadaki ihtar şahitlikler konusunda bir istiğna da öğütler. Evet. Hakikat Allah'tan başkasının şahitliğine ihtiyaç duymayandır.

Arkadaşım, bana öyle geliyor ki, en çok yarışırken kaybediyoruz. Yarışmayı kaybetmesek bile masumiyetin kaybını yaşıyoruz. Hatta ilk olarak yarışmanın kendisi ihlasımızı incitiyor. Haksa haklılığında yarışmayan birşey. ‘Allah’ derken de kastettiğimiz başkasına yaslanmaya ihtiyaç duymayan bir ilah değil mi? Yaslanan birşeye ‘Allah’ denilebilir mi? Delilleri biz, Onun hak oluşuna birşeyler katmak için değil, nefsimizi ikna etmek için kullanıyoruz. Biz yaslanıyoruz yani delile. Kayyum olan Allah'ı yaslamıyoruz. Hâşâ. Demem o ki arkadaşım: Bu yönüyle delil de bizim ihtiyacımız. Samed olan Rabbimiz delile muhtaç değil. Tefekkürümüze yeni mârifetler bahşedildiğinde böbürlenmeye hakkımız yok. Ona birşey bağışlamış olmadık ki. Bilakis. Bağışlanan yine biziz. Elhamdülillah.

8 Şubat 2015 Pazar

Düş ama düşkünleşme yalnızlığına...

“Tek bir solucan bile, sırf varlığıyla, nasıl da sıfırlıyor tüm kibirli iddiaları...” Yiğit Bener, Öteki Kâbuslar’dan.

Güneşin yeryüzünü kaplayıp kuşatması ‘Vahid’in tecellisine misaldir. Herbir şeffaf parçada aksinin bulunması da ‘Ehad’in tecellisine. Başlarken bir itiraf: Nurcular olarak ‘Ehadiyet’e dair konuşmayı ayrıca severiz. Neden? Çünkü Ehadiyet tefekküründen marifete ulaşmanın ‘Vahidiyet’ tefekkürüne kıyasla daha ‘kolay/suhuletli’ olduğunu düşünürüz. Yani, Vahidî yol ‘küllü kuşatabilecek kadar güçlü bir fikir’ gerektirirken, Ehadî yol ‘küllî olanı sezmeye yeter bir basiret’ ister. Zevkli gelir. Mürşidim bu sadedde diyor ki:

“Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, hadsiz kesret-i mahlûkatta tezahür eden vâhidiyet içinde ukulü boğmamak için, daima o vâhidiyet içinde ehadiyet cilvesini gösteriyor. Yani, meselâ, nasıl ki güneş ziyasıyla hadsiz eşyayı ihata ediyor. Mecmu-u ziyasındaki güneşin zâtını mülâhaza etmek için gayet geniş bir tasavvur ve ihatalı bir nazar lâzım olduğundan, güneşin zâtını unutturmamak için, herbir parlak şeyde güneşin zâtını, aksi vasıtasıyla gösteriyor. Ve her parlak şey kendi kabiliyetince güneşin cilve-i zâtîsiyle beraber, ziyası, harareti gibi hassalarını gösteriyor.”

Fakat bu yazıda, Ehadiyet tefekkürüne duyduğum aşkın rağmına, kendimce bir endişeme dikkat çekmek istiyorum. Belki kendimde de kabuklarını gördüğüm bir yarayı azıcık arzetmek arzuluyorum. “Nedir bu endişe a telaşesi bol çocuk?” derseniz cevaben derim ki: Ehadiyet’in, Allah’ı tanımaktaki pratikliğinin yanında, gölgesindeki seyyahları ‘niyazdan naza geçirmeye’ meyyal bir yapısı var. Nasıl? Açayım. Mesela: Teşhis ettiğin biricikliği yanlış yorumlayabilirsin. Allah’ın ‘sana özel’ tecellileri aramaya kodlandığın bir düzlemde bu ‘sana özel’in aynı zamanda ‘senin özelliğin’ anlamına geldiğini sanabilirsin. Üzerindeki has sanatı ‘seçilmişliğinin kanıtı’ sanrılayabilirsin. İblis gibi “Beni ateşten onu topraktan yarattın!” diyebilirsin. Bu yanlış inanışla Allah’a karşı kem iddialarda, hafazanallah, bulunabilirsin. Meleklere hocayken şeytanlara malzeme olabilirsin.

Hatta diyebilirim ki arkadaşım: Tüm mütekebbir iddialar buradan besleniyor bence. (Allahu’l-a’lem.) İnsan kendisindeki arızî biriciklikle Allah’ın hakiki biricikliğini karıştırıyor. ‘Olmasa da olur’ ile ‘Olmazsa olmaz’ı ayıramıyor. Parıltıyla güneşi farkedemiyor. Yani, Ehadî bir keşfediş Vahidî bir haddini bilmeyle dengelenmezse, vartalara yuvarlanmak mümkünleşiyor. Bütünü unutmak parçayı varlığında sarhoş ediyor.

Evet. Doğru. Sen özelsin. Kendin olmakta biriciksin. Ama biricikliğin seni vazgeçilmez kılmaz. Yaratılış cihetiyle sair mahlukatın üstüne çıkarmaz. Bunu bilmelisin. Kibrinin kulağını çekmelisin. Çünkü Allah’ın yalnızca senin Rabbin değil Rabbü’l-âlemin’dir. Ve yaratılan ‘zorunlu kalınan’ değildir. Ancak yaratan alternatifsizdir. Ancak o ‘Olmazsa olmaz’dır. Ki Vacibü’l-Vücud ve Vücub-u Vücud gibi kavramlar biraz da buna bakıyor. Yani: ‘Olmazsa olmaz olan yalnız O’dur (c.c.).’ Tıpkı 17. Lem’a’da dendiği gibi:

“Ey insan! Kur’ân’ın desâtirindendir ki: Cenâb-ı Hakkın mâsivâsından hiçbirşeyi ona taabbüd edecek bir derecede kendinden büyük zannetme. Hem sen kendini hiçbir şeyden tekebbür edecek derecede büyük tutma. Çünkü mahlûkat mâbûdiyetten uzaklık noktasında müsâvi oldukları gibi mahlûkiyet nisbetinde de birdirler.”

Mü’min dillerinin bal u şekeri Fatiha’nın da bu sırla başlaması ‘dengeyi daha yolun başında ders almak’ açısından ayrıca hikmetli. Evet. İman ‘elitik bir kibir alanı’ değildir. “Velâyetin, şeyhliğin, büyüklüğün şe'ni tevazu ve mahviyettir, tekebbür ve tahakküm değildir.” Çünkü Allah sadece senin Rabbin değildir. O Rabbü’l-alemîndir. Yani âlemler Rabbidir. Sense o âlemler içinde yalnızca bir âlemsin. Dünya senin merkezinde dönmüyor. Tek murad edilen sen değilsin. Sebeplerden bir sebepsin. Nedenlerden bir nedensin. Kullardan bir kulsun. Biriciklik sanrın daha başlarken elinden alınıyor ki haddini bilesin.

“Meselâ: Bir bahçeyi sulayan cetvelin deliğini açmayan adam o bahçenin kurumasına ve o nimetlerin ademine sebep ve illet oluyor. Fakat o bahçenin nimetlerinin vücudu, o adamın hizmetinden başka, yüzer şerâitin vücuduna tevakkufla beraber, illet-i hakikî olan kudret ve irade-i Rabbâniye ile vücuda gelir. (...) Evet, iktiran ayrıdır, illet ayrıdır. Bir nimet sana geliyor. Fakat bir insanın sana karşı ihsan niyeti o nimete mukarin olmuş. Fakat illet olmamış. İllet rahmet-i İlâhiyedir. Evet, o adam ihsan etmeyi niyet etmeseydi o nimet sana gelmezdi, nimetin ademine illet olurdu. Fakat, mezkûr kaideye binaen, o meyl-i ihsan, o nimete illet olamaz. Ancak yüzer şerâitin bir şartı olabilir.”

İkincisi: Yine yalnızlığın elimizden alınışı ile yapılan, ama bu defa had bildirmeyen, aksine duvar kıran bir teselli. Fatiha’nın hatırlatması buna da muvaffak oluyor. Çünkü böylelikle ‘Rabbi Allah olan herşeyle’ bir kardeşlik oluşuyor aramızda. Benim Rabbim, senin de Rabbin, onun da Rabbi, herşeyin Rabbi... O halde çokluk içinde tekliğimizden korkarak yaşamamalı. O çokluğun sahibi bir. Dizginleri hep Onun elinde. Hareketleri hep Onun kontrolünde. Onlar da bizim durumumuzda. Demek biz bu durumda da yalnız değiliz. Her yolun acemisi ‘tek aceminin kendisi olmayışıyla’ teselli bulur. Fatiha yolun başında “Endişelenme, üzülme, daha neler neler bu yolda senle beraber...” demekle de bir mutluluk sağlıyor. Ötekine olan korkumuzu alıyor. Ötekisizlikten gelen korkuyu da...

Üçüncüsü: Bir de bundan ötede, Rabbü’l-âlemin hakikatinin ihtarı içinde, bir diğer had bildiriş var ‘bilme’ yönüyle. Elhamdülillah. Yani, âleminde yansıyanlardan hareketle tanıdığın Allah’ın sırf marifetinden ibaret olmadığını, daha yarattığı âlemler sayısınca aynaları, delilleri ve şahitleri bulunduğunu, bu yönüyle ‘bilme’ noktasında da bir nihayet kibri duymaman gerektiğini görmen dersi var. Şöyle özetleyeyim bunu da: Hakikat asla ‘benbenciler’in malı olamayacak! Şimdi baştan beri söylemeye çalıştıklarımı toparlayayım arkadaşım: Allah Rabbü’l-âlemin: Yani yalnızca ‘senin’ değil. Allah Rabbü’l-âlemin: Yani sen ‘yalnız’ değilsin. Allah Rabbü’l-âlemin: Yani yalnız senin ‘bildiğin kadar’ değil. Bu da benim Rabbü’l-âlemin tefekkürüm. Ama bitirirken birşeyi daha kulağına küpe etmeliyim arkadaşım: “Rabbü’l-âlemin” tefekkür ettiğimden ibaret de değil. Payını aramayı unutma.

7 Şubat 2015 Cumartesi

Ben neden Nihat Hatipoğlu’cu değil de Ebubekir Sifil’ci oldum

“Nitekim içinizden size ayetlerimizi okuyan, kötülüklerden arındıran, Kitab’ı ve hikmeti tâlim edip bilmediklerinizi öğreten bir Resul gönderdik.” (Bakara sûresi, 151)

Nakilciliği kötülemek bir ‘ahirzaman hastalığı’ olarak müslümanlara sirayet etti. O hastalıkla malûl görünmek istemem. İslamî ilimlerin başı nakildir. Kur’an nakildir. Hadis nakildir. Diğer ilimler hep bunlardan doğar. Ancak usûl görüşüne sahip olmak, sahiplerinde şahit olduğum kadarıyla, naklî bilgiye ayrı bir zenginlik katıyor. İstikametli tefekkür buradan çıkıyor.

Mucizat-ı Ahmediye Risalesi’nin beni en çok cezbeden yönlerinden birisi de sırf nakil eseri olmaması. Öyle olmak kötü değil elbette. Ama fazlası olmak, yukarıda arzetmeye çalıştığım vechile, daha güzel. Peki Mucizat-ı Ahmediye (müellifin de ahirinde dediği gibi) telifatında pek kullanmadığı ‘kale-kîle’ usûlüne göre gitmesine rağmen ‘sırf bir nakil eseri olmamayı’ nasıl başarıyor? Allahu’l-a’lem, zannımca, buna aralarda verdiği hadis usûlüne dair bilgilerle muvaffak oluyor. Tevatür, manevi tevatür, haber-i vahid vs... gibi pekçok kavramın ele alındığı, hadis nakli ile hadis usûlü arasında bağ da kurmayı öğreten bir eser Mucizat-ı Ahmediye.

Yalnız bu kadar mı? Değil. Kur’anî hakikatlerle hadisler ve Asr-ı Saadet hâdiseleri arasında da ilgiler kuruyor Bediüzzaman eserinde. Hem mucizelere dair itirazları cevaplamaktan da çekinmiyor. Mutezile gibi ekollerin (günümüzde de modernist emsallerinin) saldırılarına karşı Hanîn-i Ciz’ gibi nice mevzuun müdafaasını yapıyor. İşte, Mucizat-ı Ahmediye okuması, tam da bu yönüyle sırf bir kıssa/hadis nakli okuması gibi değil. Hem bakılanı hem de ‘nasıl bakılması gerektiğini’ ders veren bir tedris.

Bu açıdan diyebilirim ki: Nihat Hatipoğlu Hoca gibi isimlerde eksik bulduğum şey naklettikleri mübarek hâdiseler değil. Hâşâ. Asr-ı Saadet sahneleri veya peygamber kıssaları her mü’minin ağzının tadıdır, balıdır, şekeridir. Onlardan rahatsız olanın bu dinde kalmaması lazım. Allah bu emeklerinden ötürü razı olsun dilerim. Fakat bence, yukarıda zikrettiğim, bu kıssalara katık edilmesi gereken ikinci şeyi ihmal ediyorlar. Sırf bir duygu salınımını, birazcık gözyaşını, birkaç dakikalık hüznü-heyecanı yeterli görüyorlar marifet için ve insanlara da yeterli gösteriyorlar. Halbuki ahirzaman fitnesine karşı bu çaba yetmiyor. Biz gençler şahidiyiz.

Nakilleri anlamada lazım olacak ‘bakış açısı eğitimi’ni göremiyoruz bu sohbetlerde pek. Halbuki hakikate dair olanın bir ucunun mutlaka nazara değmesi lazım. İstikametin ‘abc’sini öğretmesi lazım. Mizanının hep yanımızda kalması lazım. Evet. Öyle olmalı. Sohbet hakkında verebildiğimiz tek malumat “Ama ne ağlattı hoca yahu!” tarzında kalmamalı. Görüşünü de yetiştirmeli o ders. Dışarı çıktığında kulağında dolaşmalı. Tefekkürüne tesir etmeli. Mevzuya dair şüphelere cevap vermeli. Bunu ancak usûl eğitimi sağlar ki Ebubekir Sifil Hoca’nın yaptığı okumalarda bir nümunesi sergileniyor. İtiraf ederim: Beni onlara meftun eden en çok bu yanlarıdır. Taş taş üstüne koyarak nazarımı yetiştirmesidir.

Mürşidim, 20. Söz’ünde özellikle kıssa-yı Kur’aniyenin bu yönüne, yani ‘umumî kanunların uçları’ oluşuna (her zaman ve zemindeki mü’minlerin hayatlarına ışık tutabilecek ‘düstur-u küllîler’ saklayan yapısına) dikkatimizi çekiyor. Onlara bakarken bu nazarla bakmamızı, aksi takdirde ‘sıradan bir vaka-yı tarihiye sanmakla’ Kur’an’ın ezelî ve ebedî ders oluşundan istifademizin azalacağına vurgu yapıyor. Yani bir nevi ‘tarihselcilik belasına’ şifa sunuyor. Bence hem Mucizat-ı Ahmediye hem Birinci ve İkinci Lem’alar Bediüzzaman’ın 20. Söz’deki bu dersinin pratiğidir. Evet. Hiçbir hadiseye kuru bir “Vay be!” dedirtmek için baktırmıyor mürşidim. Hissemizi kollayarak tefekkür ediyor. Sadece bizi o zamana götürmekle kalmıyor. O zamanı da alıp bize getiriyor. Mesela:

“İşte, Hazret-i Yunus aleyhisselâmın birinci vaziyetinden yüz derece daha müthiş bir vaziyetteyiz. Gecemiz istikbaldir. İstikbalimiz, nazar-ı gafletle, onun gecesinden yüz derece daha karanlık ve dehşetlidir. Denizimiz, şu sergerdan küre-i zeminimizdir. Bu denizin her mevcinde binler cenaze bulunuyor; onun denizinden bin derece daha korkuludur. Bizim hevâ-yı nefsimiz, hûtumuzdur; hayat-ı ebediyemizi sıkıp mahv1ına çalışıyor. Bu hut, onun hûtundan bin derece daha muzırdır. Çünkü onun hûtu yüz senelik bir hayatı mahveder. Bizim hûtumuz ise, yüz milyon seneler hayatın mahvına çalışıyor.”

Nihayet demem o ki arkadaşım: Her mü’minde bir Hanzala radyallahu anh tedirginliği olmalı. Bir mecliste bulandığı rengin niye hayatının geri kalanına taşınmadığını sorgulamalı. “Neyin var Hanzala?” denildiğinde “Hanzala münafık oldu!” diyecek kadar ileri gitmesek bile “Ne yanlış gidiyor?” diye sorabilmeliyiz kendimize. Hakikat hem mekan, hem zaman, hem insan anlamında umumîdir çünkü. Öğrendiğiniz balık yemek değil de tutmaksa artık her deniz sofraya dönüşür. Tarihselciliğin balonu söner. İnşaallah. Öyle. Dünyanın görüp göreceği en büyük muallim Aleyhissalatuvesselamın hayatını dinliyoruz. Aldığımız duygulanmak kadar az olmamalı. Hele ahirzamanın dehşetli fitneleriyle karşı karşıyayken.

Talebenin öğrendiği gözyaşından anlaşılmaz. Öğrettiğinden-yaşadığından-cevapladığından anlaşılır. Aleyhissalatuvesselamın hayatı tükettiğiniz kağıt mendil sayısıyla ölçülebilen birşey olmamalı asla. Hissiyatın yanına ilim katık edilmeli. Geliştirmeli. Kitab’ı ve hikmeti öğrettiği için o bizim Efendimiz. Yalnızca duygulandırdığı için değil. Hikmetine de talip olmazsak ahirzaman bizi yutar. Ne diyelim: Cenab-ı Hak cümlemizi usûlsüzlüğün vusûlsüzlüğünden muhafaza eylesin. Âmin. Âmin.

6 Şubat 2015 Cuma

Parçalarda boğulmak 8: Şirk parçalamaktır

"Kendisine ortak koşmaksızın Allah'ın hanifleri (O'nun birliğini tanıyan müminler olun). Kim Allah'a ortak koşarsa sanki o, gökten düşüp parçalanmış da kendisini kuşlar kapmış, yahut rüzgar onu uzak bir yere sürüklemiş (bir nesne) gibidir." Hac sûresi, 31.

20. Söz'ü düşünürken farkettiğim birşey. Belki çok matah bir yazı olmayacak, ama bir yerlere not almalıyım. Sonra uçuyor... Hz. Âdem ve İblis kıssasında görülmesi gereken yanlardan birisi bence. (Her farkındalık bir Ramazan başı sayılır, hilali gören görmeyenlere söylesin derim.) Kıssayı hatırlarsak: Hz. Âdem'deki sırra/hikmete bütün melekler secde ettiği halde şeytan etmiyor. Bunun anlamı nedir? Bediüzzaman, 20. Söz'de bu kıssanın ardında da büyük bir düstur-u küllînin, bir kanun-u umumînin ucunun saklı olduğunu söylüyor:

"Kur'ân, şahs-ı Âdem'e melâikelerin itaat ve inkıyadını ve Şeytanın tekebbür ve imtinâını zikretmesiyle, nev-i beşere kâinatın ekser maddî envâları ve o envâın mânevî mümessilleri ve müekkelleri musahhar olduklarını ve nev-i beşer hassalarının bütün istifadelerine müheyyâ ve münkad olduklarını ifham etmekle beraber; o nev'in istidadâtını bozan ve yanlış yollara sevk eden mevadd-ı şerire ile onların mümessilleri ve sekene-i habiseleri o nev-i beşerin tarîk-i kemâlâtında ne büyük bir engel, ne müthiş bir düşman teşkil ettiğini ihtar ederek, Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan, birtek Âdem ile cüz'î hadiseyi konuşurken, bütün kâinatla ve bütün nev-i beşerle bir mükâleme-i ulviye ediyor."

Bir süredir 'parçalarda boğulmak' başlıklı yazılar yazdığım ve parça ile şerrin, bütün ile hayrın arasındaki bağlantıları kolladığım için; bu kıssa da bana başka bir gülümsedi sanki. Her dikkat yeni bir penceredir. Zamanı an'lara böldüğümüz gibi farkındalığımızı da 'dikkat'lere bölebiliriz. Seriyi okuyanlar anımsayacaklar, yolculuğumuz Muhakemat'ta geçen "Hilkatte hayır asıl, şer ise tebeîdir. hayır küllî, şer cüz'îdir..." cümlesinden başlamıştı. Bediüzzaman, Yeni Said döneminde yazdığı eserlerde de bu cümleye yakın şeyler söylüyor:

"Hâşâ, halk-ı şer, şer değil; belki kesb-i şer, şerdir. Çünkü, halk ve icad BÜTÜN netâice bakar. Kesb, hususî bir mübaşeret olduğu için, HUSUSÎ netâice bakar. Meselâ, yağmurun gelmesinin binlerle neticeleri var; BÜTÜNÜ de güzeldir. Sû-i ihtiyarıyla BAZILARI yağmurdan zarar görse, 'Yağmurun icadı rahmet değildir' diyemez, 'Yağmurun halkı şerdir' diye hükmedemez. Belki sû-i ihtiyarıyla ve kesbiyle ONUN HAKKINDA şer oldu."

Yalnız burası değil, daha evvel de alıntıladığım pekçok yerde Bediüzzaman, zihne gelen şüpheleri dağıtmak için bütüne yönlendiriyor bizi. Bütüne baktırmakla rahat ettiriyor fikrimize. Mesela son farkettiklerimden birisi, Vahdetü'l-Vücud meselesi:

"Cenâb-ı Hakkın Vâcibü'l-Vücud ve Mevcud ve Vâhid ve Ehad isimlerinin hakikî cilveleri ve daireleri var. Belki âyineleri, daireleri hakikî olmazsa, hayalî, ademî dahi olsa, onlara zarar etmez. Belki vücud-u hakikînin âyinesinde vücut rengi olmazsa, daha ziyade sâfi ve parlak olur. Fakat, Rahmân, Rezzâk, Kahhâr, Cebbâr, Hallâk gibi isimleri ise, tecellîleri hakikî olmuyor, itibarî oluyor. Halbuki, o esmâlar, mevcut ismi gibi hakikattirler, gölge olamazlar; aslîdirler, tebeî olamazlar."

Bazı isimlerde garkolup diğerlerine bakmazsan yine bundan ortaya çıkan bir dengesizlik oluyor demek ki. Şimdi başa dönelim, ben Hz. Âdem efendim ile İblis kıssasında yeni ne gördüm, onu diyeyim: Dikkat ediyor musun? Hz. Âdem'e bütün melekler secde etti. Yani 'meleklerin bütünlüğü' ondan yanaydı. '(...) nev-i beşere kâinatın EKSER maddî envâları ve o envâın mânevî mümessilleri ve müekkelleri musahhar olduklarını ve nev-i beşer hassalarının BÜTÜN istifadelerine müheyyâ ve münkad olduklarını ifham' etti, öğretti bu kıssa. Fakat bir parça, bir cüzî, bir iblis, bu kaideye uymadı. Onunla da 'o nev'in istidadâtını bozan ve yanlış yollara sevk eden mevadd-ı şerire ile onların mümessilleri ve sekene-i habiseleri o nev-i beşerin tarîk-i kemâlâtında ne büyük bir engel, ne müthiş bir düşman teşkil ettiğini ihtar' edilmiş oldu. Yani 'ekser/çoğunluk' insanın yanındaydı, 'ekall/azınlık' olan insana zarar vermeye yatkındı.

Aklıma geleni diyeyim, aklına yatarsa kabul et: İnsanın bütünlüğüne hizmet eden, insanı bütüne baktıran, insanlığın bütünlüğünü koruyan bence 'melekî'dir. İnsanın parçalanmasına hizmet eden, insanı parçaya boğan, insanlığın bütünlüğünü parçalayan da 'şeytanî'dir, mevadd-ı şeriredir. Mesela zehir, mesela içki, mesela faiz, mesela zina, mesela fitne, mesela gıybet, mesela uyuşturucu, mesela iftira, mesela israf, dahası haram kılınan herşey mevadd-ı şerireye girer; çünkü bütüne değil parçaya, parçalamaya hizmet eder onlar. Ama bütünlüğü korumaya hizmet eden herşey, ki zaten varlığın ekserisi bu bütünlüğün taraftarıdır, onlar da melekîdir ve seni hayra doğru götürür. (Mesela zekat, mesela evlilik, mesela adalet, mesela amel-i salih, mesela namaz, mesela sabır...) Yine yüzümüzü yukarıda yaptığımız alıntılardan birisine dönelim:

"Belki sû-i ihtiyarıyla ve kesbiyle onun hakkında şer oldu." Yani sen bütünlüklerin şahı, padişahı olan tevhid'in bütünlüğüne aykırı olarak neyi kullanırsan, o şerre hizmet eder. Tevhid bütünlüğünü koruyan herşey ise hayırdır. Bu yönüyle zaten şirk de parçalamaktır. En büyük parçalama hareketidir. Her bir günahın özüne insen onların da 'parçalayıcılar' olduğunu görürsün. Bak alkole, bak kumara, bak faize, bak zinaya... Hepsi toplumu da, insanı da, hayatı da, o hayatın saadetini de parça parça eden şeyler değil mi? İşte Hz. Âdem efendim ile İblis'in kıssası bana bunu da anlattı: Yüzü bütüne dönük olan insana hizmet eder, yüzü parçaya bakan İblis'in tuzağıdır.



Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...