Bu yazıya da gülünçlü bir hatıramla başlayayım. 90'ların ortası. Ortaokuldayım. Galiba birinci sınıftayım. Şimdiki sisteme çok hâkim değilim, amma o vakitler ilkokul beş yıl, ortaokul da üç yıldı. İlkokulda yabancı dil eğitimi olmazdı. Ortaokulda başlardı. İngilizce tabii. Başka yabancı dil yok. Onun da zaten öğretmeni yok. İdareten Pakize Altınmeşe isminde bir hocamız giriyor. Branşı matematikti galiba. O kısmı net anımsamıyorum. Her neyse. Tabii "Konuş!" desen İngilizce konuşamıyor lakin azıcık malumatı var. Yaşıyorsa Allah afiyet versin. Sevdiğimiz bir hocamızdı.
Hocayı seviyoruz ama her yaptığını da sevmiyoruz elbette. Serde öğrencilik var. Öhöm! Birşeylerden şikayetçi olmak lazım. İsyansız olmaz. Efendim, ben de hocamın kelime egzersizlerinden şikayetçiyim, çünkü İngilizce kelime haznem iki elin parmağını geçmiyor. (Şimdi de çok iyi durumda olduğu söylenemez.) Fakat hocayı durdurabilmek ne mümkün! Branşı matematik değilmiş de dünyaya yabancı dil öğretmek için gelmiş gibi alıyor kartları eline gezdire gezdire herkese soruyor. Kartlar dediğim, işte, üzerinde resim olup arkasında İngilizcesi yazan şeyler. Siz söyledikten sonra çevirip arkasını gösteriyor. Doğru-yanlış anlamış oluyorsunuz.
Birgün yine başladı gezdirmeye. Hey yüce Allahım. Ama bu defa başka birşey yapıyor. O kartı gösteriyor siz de kartta gördüğünüz şeyi "It is a bilmem ne nane!" diye cümle içinde kullanıyorsunuz. Neyse. Sora sora döndü dolaştı. Gelip başıma dikildi. Sınıf da kırk kişi falan. Yani öyle kolay kolay dönüp dolaşamazsınız. Üstelik ben döngünün sonlanacağı yerdeyim. Ya nasip! Belki de zil çalar. Yok efendim. Bahtı insanın dostu olacak. Çalmadı. Hoca da elindeki kartı bana gösterdi. Ben de elbette cehaletimin bana verdiği yetkiye dayanarak sordum: "Hocam bu ne?"
Bunu iki şekilde de soruyorum. 1) O resimdeki şey ne? Öyle bir çizer çalışmış ki kartı, Allah nazarlardan saklasın, resim sürrealist çizgiler taşıyor. Bir Picasso da Türkiye'den çıksın. Karşısında değilim. Ama neden şimdi? Ve neden ben? Evet. Resmi birçok şeye benzetiyorum yani sizin anlayacağınız. İhtimaller bir sürü. Aslında ne olduğunu da öğrenmeliyim. 2) Ne olduğunu öğrenmem de yetmiyor. O şeyin İngilizcesini de bilmeliyim. Bilmeliyim ki, 'şak' diye terkibin içine yerleştirip, muhterem hocamın dudaklarını saadetten kulaklarına vardırmalıyım. İnşaallah.
Epey de heyecan var tabii. Hocam nihayet soruma cevap verdi: "Bardak!" Bakınız, bugünkü aklımla elbette gerekli tahlili yapabiliyorum, hocanın hangi soruya cevap verdiğini anlayabiliyorum. Ama o günlerde bu işler böyle kolay değildi. Ben de cevabı hocamın 'gördüğüm şeyin İngilizcesini söylediğine' yordum. Ve mal bulmuş mağribî gibi cevabı yapıştırdım: "It is a bardak!" Artık size hocanın nasıl güldüğünü mü anlatayım, arkadaşların kahkahaları mı tasvir edeyim, mevzuun yıllar sonra bile arkadaşlar arasında hatırlatıldığını mı aktarayım, işte öyle bir felaket oldu. Hatta Pakize Hanım o günden sonra ne zaman beni görse gülümserdi.
Kartlar mevzuu mühim. Şimdilerde küçükler için de böyle şeyler üretiliyor. Bizimkiler pek küçük değildi. Ama bunlar iskambil kağıdı büyüklüğünde şeyler. Düzen aynı. Resimler-kelimeler. Çocuklara resimleri vasıtasıyla kelimeleri öğretiyorlar. (Renkleri öğretenleri de var.) Demek işçilik değişse de öğrenmenin başı değişmiyor. Bir dil öğreneceksen önce kelimelerini öğrenmelisin. Eğer bir ilim öğreneceksen o zaman da o ilmin kavramlarını bilmelisin. Vaktiyle Sosyalizmin Alfabesi diye bir kitap okumuştum. Solculuğun en çok kullanılan kavramlarını tek tek anlatan yazılardan oluşuyordu. 'Komünizm' ile 'sosyalizmin' birbirinden farklı şeyler olduğunu ilk o kitaptan öğrendiğimi anımsıyorum. Daha başka şeyler de öğrenmiştim. Fakat hızlı geçelim.
Geçenlerde bir vesile ile Kur'an'daki sûre isimlerine bakarken bu kartlar meselesi geldi aklıma. Sonra da Âdem aleyhisselamın kıssasını düşündüm. Hani şu tâlim-i esma ve Âdem'e secde mevzularını. 20. Söz'de de geçer. Bediüzzaman bu kıssanın insanın meleklere sırr-ı tefevvukunu anlattığını söyler. İnsan meleklerden üstündür. Çünkü meleklerin bilmediği isimleri de bilir. Bu isimleri/kelimeleri iki yönden de düşünebiliriz. 1) İnsan donanımı itibariyle meleklerden daha fazla 'şey' de tanıyabilir. Bu da yeteneklerinde vardır. 2) Fakat bundan daha önemlisi: Cenab-ı Hakkı daha fazla yönüyle/ismiyle de tefekkür edebilir. Bu 'bilebilme' potansiyeli nedeniyle işte meşhur kıssada meleklere galip gelmiş ve onları Rablerine karşı hayranlıkla söyletmiştir: “Senin bize öğrettiklerinden başka bilgimiz yoktur. Herşeyi bilen ve herşeyi hikmetle yapan Sensin.”
20. Söz benim Kur'an'a bakışımı çok etkileyen bir metindir. Bu tabiri kullanmak ne kadar doğru bilemiyorum ama âdeta 'çakralarımı açmıştır.' İşte onun hemen başında İblis'in kalbe attığı sorular böyle dillendirilir: "Dersiniz: 'Kur'ân mu'cizedir; hem nihayetsiz belâğattedir; hem umuma her vakitte hidayettir.' Halbuki, şöyle bazı hâdisât-ı cüz'iyeyi tarihvâri bir surette musırrâne tekrar etmekte ne mânâ var? Bir ineği kesmek gibi bir vakıa-i cüz'iyeyi, o kadar mühim tavsifatla böyle zikretmek, hattâ o sûre-i azîmeye de 'el-Bakara' tesmiye etmekte ne münasebet var? Hem de Âdem'e secde olan hadise sırf bir emr-i gaybîdir. Akıl ona yol bulamaz. Kavî bir imandan sonra teslim ve iz'an edilebilir. Halbuki Kur'ân umum ehl-i akla ders veriyor..."
Meraklısını esere havale ederek buradan sadece şu soruyu tırnaklayacağım bugün: "O sûre-i azîmeye de 'el-Bakara' tesmiye etmekte ne münasebet var?" Aslında bu soruyu Kur'an sûreleri sayısınca çoğaltabiliriz. Çünkü Kur'an sûrelerinin isimleri hep böyle. Yani tek kelimelik. Tek kavramlık. Hatta internette şöyle bir karıştırdığınız zaman ateistlerin bu durumu da mevzu ettiği paylaşımlara rastlayabiliyorsunuz. Yani soruyorlar: "Bu nasıl Allah kelamı ki sûre adları inek, örümcek, arı vs. Böyle bölümlendirmesi olan kitap mı olur? Veyahut böyle bir kitap ciddiye mi alınır?" Elbette modern çağın çocukları saygı duyulası bilginin ancak akademik başlıklar altında sunulabileceğine inanıyorlar. Schopenhauer'ın kitap isimleri gibi: Yeterli Sebebin Dörtlü Kökü.
Ancak Kur'an kainatı yaratan Allah tarafından vahyedildiği için, elbette, 'şefkatli bir uyumun' kokusunu barındırıyor. Bu kainatta ayet olarak önünüze serilmiş 'şeyler' birer 'isim' olarak da Kur'an'da kendilerini gösteriyorlar. 114 isim. 114 kavram. 114 kelime. 114 kart gibi. İlk emri "Yaratan Rabbinin adıyla oku!" olan vahyin okumayı yeni söken insancıklara yaptırdığı bir egzersiz. Başlıyorsunuz. "Okunacak olan nedir?" diye mushafı ilk kez elinize aldığınızda isimler gözünüze çarpıyor. Fatiha, Bakara, Âl-i İmran, Nisa, Maide... Kaçacak yeriniz yok. Okunacaklar olarak herşey parıldıyor. Metin hayata göndermeler yapıyor. Kainata hangi başlıklar atılmışsa Kur'an'a da onlar isim olarak serpilmiş. İki kitap da aynı yerleri gösteriyor.
Bu uyumdur. Hem uyumdur hem metoddur. Yolun yordamıdır. İslam yoluna girenin bir tahayyüle/tasavvura gömülüp şahitliklerini ötelemesi mümkün değildir. "Bunlar uğraşmaya değmez küçük şeylerdir!" diyerek âlem-i şahadeti küçük göremez. Okunacakların ilk kelimeleri onlardır. Tâlimin ilk egzersizleri bu küçük(!) şeylerle yapılmıştır. Yani ki bu kitap 'şeyleri sıradanlığa gömmenin' dersi değildir. 'Şeyleri sıradanlıktan çıkarmanın' eğitimidir. Madem ki Kur'an'da geçmiştir. Artık onu küçük göremezsin. Ardında bırakamazsın. Döner varırsın. Düşünürsün. Çünkü tekrar tekrar onu hatmedersin. Arkadaşım, eğer görebilirsen, buradan bir azamet parlıyor. Kur'an, içinde her neyi anarsa, ona kainatta rastlayışımızı da büyütüyor. Yani Kur'an'da 'inek' diye bir sûre varsa bu da senin için. Gözündeki perdeye takılıp onu küçük görme diye. Evet. Evet. Aynen öyle. Ayetlerin öyle bir yazı karakteri var ki küçük görüldükçe okunmazlar.
4 Mart 2020 Çarşamba
22 Şubat 2020 Cumartesi
Diskolar kazanıyor çünkü tekkeler kapalı!
Diskolar neden giderek daha çok doluyor arkadaşım? Çünkü tekkeler kapalı. İnsanları melekî yanlarıyla tanıştıracak müesseselerimiz kalmadı. İçlerindeki meleğe dokunamayanlar beşerî yönlerine daha çok tutunuyorlar. Cennetlerine bakamayanlar cehennemlerine daha fazla iman ediyorlar. Zikirle tatmin edilemeyen kalpler gafletle teskin olmayı deniyorlar. Faniliğinin denizine düşen hayvanîliğinin yılanına daha sıkı sarılıyor senin anlayacağın. Hem şu da var:
Deizm, ateizm veya evrimle ilgili tartışmaların ucu da en nihayet buraya dayanıyor kanaatimce. "Türkiye'de deizm neden artıyor?" (eğer bize nakledilen rakamlar doğruysa) diye sorulacak olursa cevap için mutlaka uğranmalı. Yine bundan olabilir. Yani insanın 'içindeki harikaya inanışının azalması'ndan. Kendi mucizeliğine şahitliğinin kısıtlanmasından. Neden böyle olsun? Çünkü bazı şeyleri sadece ilimle halledemezsiniz. Bal tarifini okumakla bilinmez. Tatmak gerek. Anlatarak anlaşılmaz bazı şeyler. Zevk de gerek. İnsanın içindeki 'hayvan-üstü'ye inanması için de ona dokunması gerek. Keşfetmesi gerek. Hissetmesi gerek. Tekkeler işte bunu başarıyordu.
Mürşidim Telvihat-ı Tis'a'sında diyor: "Merkez-i hilâfet olan İstanbul'u beşyüzelli sene bütün âlem-i Hıristiyaniyenin karşısında muhafaza ettiren, İstanbul'da beşyüz yerde fışkıran envâr-ı tevhid ve o merkez-i İslâmiyedeki ehl-i imanın mühim bir nokta-i istinadı, o büyük camilerin arkalarındaki tekkelerde 'Allah Allah' diyenlerin kuvvet-i imaniyeleri ve marifet-i İlâhiyeden gelen bir muhabbet-i ruhaniye ile cûş u huruşlarıdır." Ben burayı da bir parça yukarıda dediklerimle ilişkilendiriyorum.
Neden? Çünkü biliyorum: Tekkelerde 'Allah Allah' demekle başarılan şey de bir tür direnişti. Hadis-i şerifin ifadesiyle 'eskimeye yatkın olanın' tekrar/tekrarla kalpte diriltilmesiydi. Tecdid edilmesiydi. Hem daha neyin direnişiydi bu arkadaşım? Hayvanî yanlarımıza karşı melekî yanlarımızın da direnişiydi. Elhamdülillah. Oradaki o cûş u huruşlar mü'min ruhları bir işgalden de koruyordu. Dünya onlara hayvanî yanlarını hatırlattıkça onlar içlerindeki meleğe bakıyorlardı. 'Allah Allah' diyerek, tıpkı maşuğu anılmış bir âşık gibi, meleklerini uyandırıyorlardı.
Seyr u sülûklarınca tattıkları böyle başkalıklardı ki "Sadece bir hayvansın!" denildiğinde müstehziyane gülmelerine sebep oluyordu. Öyle ya: Yalnız kalıbından ibaret olana "Deden maymundu!" denilse inanacağı gelebilir. Satıhta kalıcılık bu zannîliği doğrulayabilir. Fakat göğsündeki zümrüd-i ankâyı görene artık hangi dedeyi versen inanmaz. Sânî-i Zülcelal'den başkasını o göğse dokundurmaz. Neden? Çünkü gördükçe farkettiği şudur: "Bende sığar iki cihan./Ben bu cihana sığmazam!" Bu sırra dokunan artık ne ateizmin inkârına, ne deizmin ilgisizliğine, ne de evrimin hayvansallığına inanır. Zira bunlar şahit olduklarının da inkârıdır.
Bu meselenin birinci yanı. İkinci yanına gelebilmek için de yine Bediüzzaman'ın cümlelerini misafir etmeliyim. Alıntılayacağım yerse şurasıdır: "Evet, haricî siyaset memurları ve erkân-ı harpler ve kumandanlara bir derece vazifece münasebeti bulunan siyasetin geniş dairelerine ait mesâili, basit fikirli ve idâre-i ruhiye ve dîniyesine ve şahsiyesine ve beytiyesine ve karyesine ait lüzumlu vazifesini geri bıraktırmakla onları meraklandırıp ruhlarını serseri, akıllarını geveze ve kalblerini de hakaik-i imaniye ve İslâmiyeye ait zevklerini, şevklerini kırıp havalandırmak ve o kalbleri serseri etmek ve mânen öldürmekle dinsizliğe yer ihzar etmek tarzında, kemâl-i merakla, onlara göre mâlâyâni ve lüzumsuz mesâil-i siyasiyeyi radyoyla ders verip dinlettirmek, hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeye öyle bir zarardır ki, ileride vereceği neticeleri düşündükçe tüyler ürperir."
Arkadaşım, uzunluğu nedeniyle belki tutmakta zorlandın, olabilir, sana yardımcı olacağım. Anladığım kadarıyla burada deniliyor ki: Benim gibilerin siyasetle (veya güncelle diyelim) çokça meşgul olması ruhlarını, akıllarını, kalplerini ve İslam'a dair zevklerini-şevklerini kötü etkiliyor. Hatta bu durum bir tür 'dinsizliğe yer hazırlamak' hükmüne geçiyor. Neden böyledir? En doğrusunu Allah bilir. Benimse şöyle bir yorumum var: Siyaset dairesi insaniyetimizde yüzeyin de yüzeyidir. Hamlıklarımızı en belirgin şekilde gördüğümüz sahadır. Hayvaniyetimiz de en çok orada tezahür eder. Mürşidim de bu manayı destekler şekilde başka bir yerde der: "Selef-i Salihînden başka, siyasetçi, ekserce tam müttakî dindar olamaz. Tam ve hakikî dindar, müttakî olanlar, siyasetçi olmazlar. Yani, maksad-ı aslî siyasetini yapanlarda din, ikinci derecede kalır, tebeî hükmüne geçer. Hakikî dindar ise, 'Bütün kâinat bütün yaratılmışların en büyük gayesi ubudiyet-i insaniyedir!' diye, siyasete, aşk u merak ile değil, ikinci üçüncü mertebede onu dine ve hakikate âlet etmeye—eğer mümkünse—çalışabilir. Yoksa, bâki elmasları kırılacak âdi şişelere âlet yapar."
İşte, dikkatin sürekli bu alanda gezinmesi, zikrettiğimiz tekke misalinin tam tersi bir örneklikle, içimizdeki hayvanı çağırmak hükmüne geçer. Kim ne yanını beslerse orası güçlenir. Hayvanlığını besleyenin hayvanlığı güçlenir. Melekliğini besleyenin melekliği güçlenir. Varlığı sadece siyaset penceresinden izleyen de, kaçınamadığı kem manzara nedeniyle, arkasına daha az inanmaya başlar. Sizde öyle olmuş mudur bilmem: Muhatap olduğum ateistlerin/deistlerin ilk argümanları hep siyaset üzerinedir. "Allah varsa savaşlarda çocuklar neden ölüyor?" veya "Allah varsa dünyada neden bu kadar kötülük var?" gibi sorular esasında 'perdesiyle çok meşgul olanın' arkasına karşı giderek körleşmesinin sonuçlarıdır. Halbuki yansıma asıl değildir. Perdenin kendisi Allah değildir. Perde 'aşılması gereken'dir. Bu 'aşma sanatı'nı bize Esmaü'l-Hüsna okumaları öğretir. Perde aşılamadığı takdirdeyse varlığın fonksiyonu amaçlananın tam tersine dönüşür. Yine mürşidim bu noktada der: "Evet, izzet ve azamet ister ki, esbab, perdedâr-ı dest-i kudret ola aklın nazarında. Tevhid ve celâl ister ki esbab ellerini çeksinler tesir-i hakikîden."
Bizim nuranîlerle daha çok meşgul olmaya ihtiyacımız var. Yoksa karanlık içimizi daha da çok karartıyor. Kalın perdeler inanışımızı azaltıyor. Can meleğimizin sesi yüreğimizde kısılıyor. Hayvanımız coşkuyla kükrüyor. Bunun çaresi tekkelerin tekrar hayata dönmesidir. Çünkü tekkelerin hayata dönmesi Allah'ın hayatımıza geri dönmesidir. Niçe'nin "Tanrı öldü!" dediği de bence budur. Yani Allah manasının insan anışında öldürülüşüdür. Bu ölüm tüm kasavetlerimizin başlangıcıdır. Başka hiçbir manayla kirlenmeyecek şekilde yalnız 'Allah' ism-i şerifini anmaksa, evet, bugünlerde en çok bundan yoksunuz ve en çok buna ihtiyacımız var. Tefekkür eksenli derslerimizi bile bir tür siyasetle işgal ediliyor. Korumaya çalışsak da olmuyor. Kirleniyor. Fakat Allah'ın ismini anılan yere, hadis-i şerifte de ifade buyrulduğu gibi, melekler toplanıyor. Evet, arkadaşım, herhalde anladın: Meleklerin daha çok mekana ihtiyacı var. Yoksa diskolar kazanıyor.
Deizm, ateizm veya evrimle ilgili tartışmaların ucu da en nihayet buraya dayanıyor kanaatimce. "Türkiye'de deizm neden artıyor?" (eğer bize nakledilen rakamlar doğruysa) diye sorulacak olursa cevap için mutlaka uğranmalı. Yine bundan olabilir. Yani insanın 'içindeki harikaya inanışının azalması'ndan. Kendi mucizeliğine şahitliğinin kısıtlanmasından. Neden böyle olsun? Çünkü bazı şeyleri sadece ilimle halledemezsiniz. Bal tarifini okumakla bilinmez. Tatmak gerek. Anlatarak anlaşılmaz bazı şeyler. Zevk de gerek. İnsanın içindeki 'hayvan-üstü'ye inanması için de ona dokunması gerek. Keşfetmesi gerek. Hissetmesi gerek. Tekkeler işte bunu başarıyordu.
Mürşidim Telvihat-ı Tis'a'sında diyor: "Merkez-i hilâfet olan İstanbul'u beşyüzelli sene bütün âlem-i Hıristiyaniyenin karşısında muhafaza ettiren, İstanbul'da beşyüz yerde fışkıran envâr-ı tevhid ve o merkez-i İslâmiyedeki ehl-i imanın mühim bir nokta-i istinadı, o büyük camilerin arkalarındaki tekkelerde 'Allah Allah' diyenlerin kuvvet-i imaniyeleri ve marifet-i İlâhiyeden gelen bir muhabbet-i ruhaniye ile cûş u huruşlarıdır." Ben burayı da bir parça yukarıda dediklerimle ilişkilendiriyorum.
Neden? Çünkü biliyorum: Tekkelerde 'Allah Allah' demekle başarılan şey de bir tür direnişti. Hadis-i şerifin ifadesiyle 'eskimeye yatkın olanın' tekrar/tekrarla kalpte diriltilmesiydi. Tecdid edilmesiydi. Hem daha neyin direnişiydi bu arkadaşım? Hayvanî yanlarımıza karşı melekî yanlarımızın da direnişiydi. Elhamdülillah. Oradaki o cûş u huruşlar mü'min ruhları bir işgalden de koruyordu. Dünya onlara hayvanî yanlarını hatırlattıkça onlar içlerindeki meleğe bakıyorlardı. 'Allah Allah' diyerek, tıpkı maşuğu anılmış bir âşık gibi, meleklerini uyandırıyorlardı.
Seyr u sülûklarınca tattıkları böyle başkalıklardı ki "Sadece bir hayvansın!" denildiğinde müstehziyane gülmelerine sebep oluyordu. Öyle ya: Yalnız kalıbından ibaret olana "Deden maymundu!" denilse inanacağı gelebilir. Satıhta kalıcılık bu zannîliği doğrulayabilir. Fakat göğsündeki zümrüd-i ankâyı görene artık hangi dedeyi versen inanmaz. Sânî-i Zülcelal'den başkasını o göğse dokundurmaz. Neden? Çünkü gördükçe farkettiği şudur: "Bende sığar iki cihan./Ben bu cihana sığmazam!" Bu sırra dokunan artık ne ateizmin inkârına, ne deizmin ilgisizliğine, ne de evrimin hayvansallığına inanır. Zira bunlar şahit olduklarının da inkârıdır.
Bu meselenin birinci yanı. İkinci yanına gelebilmek için de yine Bediüzzaman'ın cümlelerini misafir etmeliyim. Alıntılayacağım yerse şurasıdır: "Evet, haricî siyaset memurları ve erkân-ı harpler ve kumandanlara bir derece vazifece münasebeti bulunan siyasetin geniş dairelerine ait mesâili, basit fikirli ve idâre-i ruhiye ve dîniyesine ve şahsiyesine ve beytiyesine ve karyesine ait lüzumlu vazifesini geri bıraktırmakla onları meraklandırıp ruhlarını serseri, akıllarını geveze ve kalblerini de hakaik-i imaniye ve İslâmiyeye ait zevklerini, şevklerini kırıp havalandırmak ve o kalbleri serseri etmek ve mânen öldürmekle dinsizliğe yer ihzar etmek tarzında, kemâl-i merakla, onlara göre mâlâyâni ve lüzumsuz mesâil-i siyasiyeyi radyoyla ders verip dinlettirmek, hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeye öyle bir zarardır ki, ileride vereceği neticeleri düşündükçe tüyler ürperir."
Arkadaşım, uzunluğu nedeniyle belki tutmakta zorlandın, olabilir, sana yardımcı olacağım. Anladığım kadarıyla burada deniliyor ki: Benim gibilerin siyasetle (veya güncelle diyelim) çokça meşgul olması ruhlarını, akıllarını, kalplerini ve İslam'a dair zevklerini-şevklerini kötü etkiliyor. Hatta bu durum bir tür 'dinsizliğe yer hazırlamak' hükmüne geçiyor. Neden böyledir? En doğrusunu Allah bilir. Benimse şöyle bir yorumum var: Siyaset dairesi insaniyetimizde yüzeyin de yüzeyidir. Hamlıklarımızı en belirgin şekilde gördüğümüz sahadır. Hayvaniyetimiz de en çok orada tezahür eder. Mürşidim de bu manayı destekler şekilde başka bir yerde der: "Selef-i Salihînden başka, siyasetçi, ekserce tam müttakî dindar olamaz. Tam ve hakikî dindar, müttakî olanlar, siyasetçi olmazlar. Yani, maksad-ı aslî siyasetini yapanlarda din, ikinci derecede kalır, tebeî hükmüne geçer. Hakikî dindar ise, 'Bütün kâinat bütün yaratılmışların en büyük gayesi ubudiyet-i insaniyedir!' diye, siyasete, aşk u merak ile değil, ikinci üçüncü mertebede onu dine ve hakikate âlet etmeye—eğer mümkünse—çalışabilir. Yoksa, bâki elmasları kırılacak âdi şişelere âlet yapar."
İşte, dikkatin sürekli bu alanda gezinmesi, zikrettiğimiz tekke misalinin tam tersi bir örneklikle, içimizdeki hayvanı çağırmak hükmüne geçer. Kim ne yanını beslerse orası güçlenir. Hayvanlığını besleyenin hayvanlığı güçlenir. Melekliğini besleyenin melekliği güçlenir. Varlığı sadece siyaset penceresinden izleyen de, kaçınamadığı kem manzara nedeniyle, arkasına daha az inanmaya başlar. Sizde öyle olmuş mudur bilmem: Muhatap olduğum ateistlerin/deistlerin ilk argümanları hep siyaset üzerinedir. "Allah varsa savaşlarda çocuklar neden ölüyor?" veya "Allah varsa dünyada neden bu kadar kötülük var?" gibi sorular esasında 'perdesiyle çok meşgul olanın' arkasına karşı giderek körleşmesinin sonuçlarıdır. Halbuki yansıma asıl değildir. Perdenin kendisi Allah değildir. Perde 'aşılması gereken'dir. Bu 'aşma sanatı'nı bize Esmaü'l-Hüsna okumaları öğretir. Perde aşılamadığı takdirdeyse varlığın fonksiyonu amaçlananın tam tersine dönüşür. Yine mürşidim bu noktada der: "Evet, izzet ve azamet ister ki, esbab, perdedâr-ı dest-i kudret ola aklın nazarında. Tevhid ve celâl ister ki esbab ellerini çeksinler tesir-i hakikîden."
Bizim nuranîlerle daha çok meşgul olmaya ihtiyacımız var. Yoksa karanlık içimizi daha da çok karartıyor. Kalın perdeler inanışımızı azaltıyor. Can meleğimizin sesi yüreğimizde kısılıyor. Hayvanımız coşkuyla kükrüyor. Bunun çaresi tekkelerin tekrar hayata dönmesidir. Çünkü tekkelerin hayata dönmesi Allah'ın hayatımıza geri dönmesidir. Niçe'nin "Tanrı öldü!" dediği de bence budur. Yani Allah manasının insan anışında öldürülüşüdür. Bu ölüm tüm kasavetlerimizin başlangıcıdır. Başka hiçbir manayla kirlenmeyecek şekilde yalnız 'Allah' ism-i şerifini anmaksa, evet, bugünlerde en çok bundan yoksunuz ve en çok buna ihtiyacımız var. Tefekkür eksenli derslerimizi bile bir tür siyasetle işgal ediliyor. Korumaya çalışsak da olmuyor. Kirleniyor. Fakat Allah'ın ismini anılan yere, hadis-i şerifte de ifade buyrulduğu gibi, melekler toplanıyor. Evet, arkadaşım, herhalde anladın: Meleklerin daha çok mekana ihtiyacı var. Yoksa diskolar kazanıyor.
10 Şubat 2020 Pazartesi
Objektif olayım derken dinden çıkılır mı?
Hikmet-i Hûda, denk geldi, bu sıralar Kur'an'ın ayetlerini kanunlar gibi görmeye dair birçok yazı karaladım. 'Kanun' derken ne kasettiğimi de bir parça açayım: Efendim, kanun derken, 'her zamanda nümuneleri bulunan hükümler' demeyi azmediyorum. Sözgelimi: Yerçekimi bir kanundur değil mi? Evet. Peki neden? Çünkü yer her zamanda çeker. Ve her mekanda bu çekimden dolayı çekilen/düşen birşeyler bulunur. (Uzayda değilseniz tabii.) Ayağı kaydığı için havada uçmaya başlayanımız hiç olmamıştır. Hep düşülmüştür. Hep çekilinmiştir. İşte buna 'kanun' denir. Yani kanunlar sonuçları tekrarlanan hükümlerdir.
Saded harici girecek ama söylemeden geçemeyeceğim: Benim evrim konusundaki itirazlarım da hep bu noktadan kaynaklanır: 'Bilimsellik' dediğimiz bilgi alanının dayandığı 'sonuçların tekrarlanabilirliği' ilkesi evrimde bulunmaz. Yani, hangi şartlar bu katakulliyi tetikliyorsa, onların tesbit edilip laboratuvar ortamında tekrarlanmasıyla, bu evrim denen hakikati(!) görebilmemiz lazımdır. Peki bize gösterilen birşeyler var mıdır? Vardır. Ama bunlar hep tür içi çeşitlenmelerdir. Tür içi çeşitlenmelere hiçkimse itiraz etmez. Çünkü zaten şu dünyada kaç milyar insan varsa hiçbirinin yüzü, sesi, parmak izi, retina kalınlığı, DNA'sı, daha bilmem neleri neleri birebir birbirini tutmaz. Evet. Bu çeşitlenmedir. Haktır. Tekrarlanmaktadır. Her zamanda görülmektedir. Tamam. Fakat evrim hakkında asıl sorunumuz şudur: Bu türden tür içi çeşitlenmelerle türden türe atlamalar mümkün olabilir mi? Kardeşlerim, dostlarım, canlarım, bu konuda bencileyin derim ki:
Evrimciler gayba imanda müslümanlardan daha ileridedirler. Hatta dinlerinin haphalis mü'minidirler. Mesela: Müslümanlar, ayette buyrulduğu gibi, bahara bakıp tekrar dirilişin mümkünlüğüne kanaat getirirler. Nümunesini görüp, yani her baharda gerçekleşen tekrarı görüp, kanuna inanırlar. (Bu yerçekimine kıyasla havaya atılan şeylerin düşmesi gibidir.) Evrimciler ise türden türe evrime dair hiçbirşeyi tecrübe edemeden ona iman ederler. "Bak, Ahmed'in gözü kahverengiyken oğlu Mehmed'in gözü ela, o halde maymunun oğlu da insan, balinanın yavrusu da kerkenkele olabilir!" gibi, maymuna/balinaya bile hayretinden damağını şaklattıracak bir sonuca gelirler. Topraktan çıkardıkları havucu ısırıp, tadını da beğenip, yine topraktadır diye taşları salataya doğramaya başlarlar. Eh, herkesin imanı kendine, buna birşey demiyoruz. Diyemiyoruz. Afiyet olsun. An şartla ki 'bilimsellik' diye satılmasın. Biz bu salatayı yemiyoruz. Ne kadar lafla karılmış olsa da. Yazıktır. Günahtır. Dişlerimize acıyoruz.
Neyse, bu saded harici bahisten uzaklaşalım, asıl konumuz 'istiaze'ye gelelim. Efendim, istiaze, en özet ifadesiyle 'sığınmak'tır. 'Euzü' demekle kastettiğimiz, Allah'a sığınmak diye meallendirdiğimiz, hatta her işimize besmeleyle birlikte bidayet eylediğimiz birşeydir istiaze. Ancak, ahirzamanda maruz kalınan manevî yontulmayla birlikte, kelimelerin altlarını dolduran ruh da yitirildiğinden, kişioğlu/kızı için bazen 'istiaze' sadece 'euzü' demekten ibaret kalır. Daha nelerin nelerin o 'euzü'nün parçası olduğunu düşünmez. Ardına düşmez. Bilmez. Hatta, 'objektif bakış' veya 'bitarafane muhakeme' denilen janjanlı sûretlerle, günde belki yüz kere tekrarladığı bu söze (yani euzüye) ideolojik olarak karşı da çıkabilir. Evet. Buna da artık sıkça rastlıyoruz. İmanından şüphe etmediğimiz insanlar artık pek kolay sığınacakları yeri şaşırıyorlar. Daha doğrusu: Sığınmanın değil 'sığınmamanın' doğru olduğuna inanıyorlar.
Neden? Çünkü modern dünya onlara böyle söylüyor. Birşeyin hakikatini bulmak istiyorsan mutlaka objektif olmalısın. Taraf tutmamalısın. Ortada kalmalısın. Hımm. Acaba hakikaten öyle midir? Bakalım Â'râf sûresinin 200-201. ayetleri bu konuda neler buyuruyor: "Şeytandan sana bir kışkırtma geldiğinde Allah'a sığın. Çünkü O, herşeyi işiten, herşeyi bilendir. Takva sahipleri, kendilerine şeytandan bir vesvese geldiğinde, güzelce düşünürler ve gerçeği görecek hale gelirler." Görüldüğü gibi, çok kısa meallerini alıntıladığımız bu ayetlerde, hakikati bulmamız için bize emredilenler şunlardır: 1) Kışkırtmanın şeytandan olduğunu tayin etmek. 2) Allah'a sığınmak. 3) Onun herşeyi işiten-bilen olduğunu anımsamak. 4) Takvanın gerektirdiği sakınımlı tavrı/endişeyi kuşanmak. 5) Güzelce düşünmek. 6) Gerçeği görmek.
Farkettiğiniz üzere Hakîm Kitabımız bize hiç de objektif olmayı falan tavsiye etmiyor. Bilakis. Vesveseyle düşülen bir boşlukta sahiplenilecek ilk tutum hangi safta olduğunuzun tayini. Sözgelimi: "Ahiret var mı yok mu?" diye aklınıza bir şüphe geldi. Nerede duracaksınız? Modern dünya diyor ki: "Ne kesinlikle var de ne de yok de. Ortada dur. İki şık da mümkünmüş gibi bak." Kur'an bize buyuruyor ki: Eğer sana vahiyle/sünnetle iletilen bilgide vesveseye düşersen ortada bir yerde durma. 1) Hemen düşmanını hatırla. Bu itirazın nereden geldiğini düşün. Vesveseye karşı duruşunu netleştir. 2) Sonra da o düşmana karşı hangi safta durduğunu anımsa. Oraya koş. Sığın. 3) O safın sahibinin 'Semî' ve 'Alîm' isimlerini kalbine hatırlatarak cevap ümidini edin. Senden habersiz veya vesvesene karşı bilgi/cevap veremeyecek bir yere sığınmadın sen. Herşeyi işitene ve bilene sığındın. 4) Takvanın gereği olan endişeyi terketme. Onunla duruşunu sabitle. Dağılma. 5) Allah'ın tarafında olarak düşün. Düşünmeyi de boşlama. Tefekkürden korkma. 6) İslam'ın sana bildirdiği şeyin gerçek olduğunu gör. Ararsan elbette sana delilleri bağışlanacaktır. Bulacaksındır.
Çok mu bilimselliğe aykırı geldi bu tarz? Einstein'ın gücüne mi gitti? Newton mezarında ters mi döndü? Cık, cık, cık. Eh, yapacak birşey yok, İslam böyle. Biz Einstein'ın ilahlığına değil Allah'ın ilahlığına iman ettik. Dolayısıyla duruşumuz da bilimselliğin modern metodlarına göre değil Allah'ın emrettiğine göre olacaktır. Peki İslam'ın tefekküründe hiç mi objektiflik yoktur? Vardır efendim vardır. Ziyadesiyle vardır. Ancak bu bilgiyi kalbindeki taraftarlığı yitirmeden üretir İslam. Durduğu yeri yitirmeden üretir. Hak ile bâtılın ortasında mevhum bir yere sığınmadan üretir. Böylece saman alevi demagojiler ile savrulmaktan da kurtulur. Bu Ebu Bekir radyallahu anhtan bize miras kalan bir tutumdur: Biz evveliyetle "Bunu o mu söyledi?" diye sorarız. Bilginin ondan geldiğinden emin olursak da "O söylediyse doğrudur!" deriz. Bundan sonra da durduğumuz yerin delillerini bulur, görür, anlatırız. Elhamdülillah.
Belki başka yazılarda da bundan bahsettim: Farkettiğimde çok etkilendiğim birşeydir. Sözler'de 7 Basamak'la 7 Sema'nın izahını yapan Bediüzzaman, ilgili ayetlerin arkasında aslanlar gibi durarak, finalde şunu söyler: "İşte yıldız böceği hükmünde olan kafa fenerine itimad eden ve Kur'ân güneşinden gözünü yuman kozmoğrafyacı efendi! Şu Yedi Basamaklarda işaret edilen hakikatlere birden bak. Gözünü aç, kafa fenerini bırak, gündüz gibi i'caz ışığı içinde şu âyetin mânâsını gör. O âyetin semâsından bir hakikat yıldızı al, senin başındaki şeytana at, kendi şeytanını recmet..." Böyle dedikten sonra devamında da iki ayet anar. Ben yine kısacık meallerini alıntılayacağım: "Biz dahi etmeliyiz ve 'Şeytanların yanımda bulunmasından, ey Rabbim, sana sığınırım!' beraber demeliyiz. 'Tam ve kesin delil ve herşeyde açık ve kati şekilde görünen hikmet Allah'ındır!'" İlginçtir. Bu bahsin hemen devamındaki bölüm 'bitarafane muhakeme'nin eleştirisiyle meşhur Hüccetü'l-Kur'an Ale'ş-Şeytan ve Hizbihî bahsidir. Başlarında yeralan birkaç cümle de şöyledir:
"(...) O vakit anladım ki, benimle konuşan şeytandır; beni vartaya yuvarlandırıyor. Kur'ân'dan istimdad ettim. Birden, bir nur kalbime geldi, müdafaaya kat'î bir kuvvet verdi. O vakit, şöylece Şeytana karşı münazara başladı. Dedim: Ey Şeytan! Bîtarafâne muhakeme, iki taraf ortasında bir vaziyettir. Halbuki hem senin, hem insandaki senin şakirtlerin, dediğiniz bîtarafâne muhakeme ise, taraf-ı muhalifi iltizamdır. Bîtaraflık değildir, muvakkaten bir dinsizliktir. Çünkü Kur'ân'a kelâm-ı beşer diye bakmak ve öyle muhakeme etmek, şıkk-ı muhalifi esas tutmaktır. Bâtılı iltizamdır, bîtarafâne değildir. Belki bâtıla tarafgirliktir..." Hasılı: Arkadaşlar bu bahis tam da bir önceki bahsin finalinde dediği gibi 'kendi şeytanını recmet'medir. Hatta daha yukarı çıkarsak mezkûr ayetlerde öğretilen metodun tastamam uygulanmasıdır.
Elhamdülillah. Biz vahye muhatap olduk. Sünnette ittiba ettik. Bizim için artık 'hak' ve 'bâtıl' diye iki alan var. Bu alanlar yokmuş gibi davranamayız. 'Acaba'lara kapılamayız. Acabalara kapılanların kapılması da hakperestlikten değildir. Dinine yeniden müşteri oluyor demektir. Allah korusun. Bu, hüner değil, tuzağa düşmektir.
Ehl-i Sünnet ulemamızın ittifak ettiği bahisler de bizim için öyledir. Hakikattir. Bunlarda acabaya düşmeye başlayan bilsin ki sığınması gereken yeri şaşırmıştır. Yahut da şöyle demeli: O 'euzü' ne demek anlamamıştır. 'İstiaze sırrını' kavramamıştır. Her Kur'an'ı okumaya başlayışında söylemesi öğretilenin kendisine hayatta nasıl bir duruş kazandırdığını kuşatamamıştır. Şunu da söyleyelim: Elbette delil ararız/üretiriz. Soru da sorarız. Cevap da veririz. Ancak bunu kalbimizin durduğu yeri şaşırmadan yaparız. Yapmalıyız. Böylesi safını şaşırmışların bugünlerde düştükleri acayipliklere sıkça rastlıyorum. Şaşırıyorum. Üzülüyorum. Bazen de öfkeleniyorum. Ne diyelim? Ahirzamandır. Görülecek çok şey vardır. Nefsimizi kurtarmaya bakalım. Ümidimiz duamızdır. Allah istikametten ayırmasın. Âmin.
Saded harici girecek ama söylemeden geçemeyeceğim: Benim evrim konusundaki itirazlarım da hep bu noktadan kaynaklanır: 'Bilimsellik' dediğimiz bilgi alanının dayandığı 'sonuçların tekrarlanabilirliği' ilkesi evrimde bulunmaz. Yani, hangi şartlar bu katakulliyi tetikliyorsa, onların tesbit edilip laboratuvar ortamında tekrarlanmasıyla, bu evrim denen hakikati(!) görebilmemiz lazımdır. Peki bize gösterilen birşeyler var mıdır? Vardır. Ama bunlar hep tür içi çeşitlenmelerdir. Tür içi çeşitlenmelere hiçkimse itiraz etmez. Çünkü zaten şu dünyada kaç milyar insan varsa hiçbirinin yüzü, sesi, parmak izi, retina kalınlığı, DNA'sı, daha bilmem neleri neleri birebir birbirini tutmaz. Evet. Bu çeşitlenmedir. Haktır. Tekrarlanmaktadır. Her zamanda görülmektedir. Tamam. Fakat evrim hakkında asıl sorunumuz şudur: Bu türden tür içi çeşitlenmelerle türden türe atlamalar mümkün olabilir mi? Kardeşlerim, dostlarım, canlarım, bu konuda bencileyin derim ki:
Evrimciler gayba imanda müslümanlardan daha ileridedirler. Hatta dinlerinin haphalis mü'minidirler. Mesela: Müslümanlar, ayette buyrulduğu gibi, bahara bakıp tekrar dirilişin mümkünlüğüne kanaat getirirler. Nümunesini görüp, yani her baharda gerçekleşen tekrarı görüp, kanuna inanırlar. (Bu yerçekimine kıyasla havaya atılan şeylerin düşmesi gibidir.) Evrimciler ise türden türe evrime dair hiçbirşeyi tecrübe edemeden ona iman ederler. "Bak, Ahmed'in gözü kahverengiyken oğlu Mehmed'in gözü ela, o halde maymunun oğlu da insan, balinanın yavrusu da kerkenkele olabilir!" gibi, maymuna/balinaya bile hayretinden damağını şaklattıracak bir sonuca gelirler. Topraktan çıkardıkları havucu ısırıp, tadını da beğenip, yine topraktadır diye taşları salataya doğramaya başlarlar. Eh, herkesin imanı kendine, buna birşey demiyoruz. Diyemiyoruz. Afiyet olsun. An şartla ki 'bilimsellik' diye satılmasın. Biz bu salatayı yemiyoruz. Ne kadar lafla karılmış olsa da. Yazıktır. Günahtır. Dişlerimize acıyoruz.
Neyse, bu saded harici bahisten uzaklaşalım, asıl konumuz 'istiaze'ye gelelim. Efendim, istiaze, en özet ifadesiyle 'sığınmak'tır. 'Euzü' demekle kastettiğimiz, Allah'a sığınmak diye meallendirdiğimiz, hatta her işimize besmeleyle birlikte bidayet eylediğimiz birşeydir istiaze. Ancak, ahirzamanda maruz kalınan manevî yontulmayla birlikte, kelimelerin altlarını dolduran ruh da yitirildiğinden, kişioğlu/kızı için bazen 'istiaze' sadece 'euzü' demekten ibaret kalır. Daha nelerin nelerin o 'euzü'nün parçası olduğunu düşünmez. Ardına düşmez. Bilmez. Hatta, 'objektif bakış' veya 'bitarafane muhakeme' denilen janjanlı sûretlerle, günde belki yüz kere tekrarladığı bu söze (yani euzüye) ideolojik olarak karşı da çıkabilir. Evet. Buna da artık sıkça rastlıyoruz. İmanından şüphe etmediğimiz insanlar artık pek kolay sığınacakları yeri şaşırıyorlar. Daha doğrusu: Sığınmanın değil 'sığınmamanın' doğru olduğuna inanıyorlar.
Neden? Çünkü modern dünya onlara böyle söylüyor. Birşeyin hakikatini bulmak istiyorsan mutlaka objektif olmalısın. Taraf tutmamalısın. Ortada kalmalısın. Hımm. Acaba hakikaten öyle midir? Bakalım Â'râf sûresinin 200-201. ayetleri bu konuda neler buyuruyor: "Şeytandan sana bir kışkırtma geldiğinde Allah'a sığın. Çünkü O, herşeyi işiten, herşeyi bilendir. Takva sahipleri, kendilerine şeytandan bir vesvese geldiğinde, güzelce düşünürler ve gerçeği görecek hale gelirler." Görüldüğü gibi, çok kısa meallerini alıntıladığımız bu ayetlerde, hakikati bulmamız için bize emredilenler şunlardır: 1) Kışkırtmanın şeytandan olduğunu tayin etmek. 2) Allah'a sığınmak. 3) Onun herşeyi işiten-bilen olduğunu anımsamak. 4) Takvanın gerektirdiği sakınımlı tavrı/endişeyi kuşanmak. 5) Güzelce düşünmek. 6) Gerçeği görmek.
Farkettiğiniz üzere Hakîm Kitabımız bize hiç de objektif olmayı falan tavsiye etmiyor. Bilakis. Vesveseyle düşülen bir boşlukta sahiplenilecek ilk tutum hangi safta olduğunuzun tayini. Sözgelimi: "Ahiret var mı yok mu?" diye aklınıza bir şüphe geldi. Nerede duracaksınız? Modern dünya diyor ki: "Ne kesinlikle var de ne de yok de. Ortada dur. İki şık da mümkünmüş gibi bak." Kur'an bize buyuruyor ki: Eğer sana vahiyle/sünnetle iletilen bilgide vesveseye düşersen ortada bir yerde durma. 1) Hemen düşmanını hatırla. Bu itirazın nereden geldiğini düşün. Vesveseye karşı duruşunu netleştir. 2) Sonra da o düşmana karşı hangi safta durduğunu anımsa. Oraya koş. Sığın. 3) O safın sahibinin 'Semî' ve 'Alîm' isimlerini kalbine hatırlatarak cevap ümidini edin. Senden habersiz veya vesvesene karşı bilgi/cevap veremeyecek bir yere sığınmadın sen. Herşeyi işitene ve bilene sığındın. 4) Takvanın gereği olan endişeyi terketme. Onunla duruşunu sabitle. Dağılma. 5) Allah'ın tarafında olarak düşün. Düşünmeyi de boşlama. Tefekkürden korkma. 6) İslam'ın sana bildirdiği şeyin gerçek olduğunu gör. Ararsan elbette sana delilleri bağışlanacaktır. Bulacaksındır.
Çok mu bilimselliğe aykırı geldi bu tarz? Einstein'ın gücüne mi gitti? Newton mezarında ters mi döndü? Cık, cık, cık. Eh, yapacak birşey yok, İslam böyle. Biz Einstein'ın ilahlığına değil Allah'ın ilahlığına iman ettik. Dolayısıyla duruşumuz da bilimselliğin modern metodlarına göre değil Allah'ın emrettiğine göre olacaktır. Peki İslam'ın tefekküründe hiç mi objektiflik yoktur? Vardır efendim vardır. Ziyadesiyle vardır. Ancak bu bilgiyi kalbindeki taraftarlığı yitirmeden üretir İslam. Durduğu yeri yitirmeden üretir. Hak ile bâtılın ortasında mevhum bir yere sığınmadan üretir. Böylece saman alevi demagojiler ile savrulmaktan da kurtulur. Bu Ebu Bekir radyallahu anhtan bize miras kalan bir tutumdur: Biz evveliyetle "Bunu o mu söyledi?" diye sorarız. Bilginin ondan geldiğinden emin olursak da "O söylediyse doğrudur!" deriz. Bundan sonra da durduğumuz yerin delillerini bulur, görür, anlatırız. Elhamdülillah.
Belki başka yazılarda da bundan bahsettim: Farkettiğimde çok etkilendiğim birşeydir. Sözler'de 7 Basamak'la 7 Sema'nın izahını yapan Bediüzzaman, ilgili ayetlerin arkasında aslanlar gibi durarak, finalde şunu söyler: "İşte yıldız böceği hükmünde olan kafa fenerine itimad eden ve Kur'ân güneşinden gözünü yuman kozmoğrafyacı efendi! Şu Yedi Basamaklarda işaret edilen hakikatlere birden bak. Gözünü aç, kafa fenerini bırak, gündüz gibi i'caz ışığı içinde şu âyetin mânâsını gör. O âyetin semâsından bir hakikat yıldızı al, senin başındaki şeytana at, kendi şeytanını recmet..." Böyle dedikten sonra devamında da iki ayet anar. Ben yine kısacık meallerini alıntılayacağım: "Biz dahi etmeliyiz ve 'Şeytanların yanımda bulunmasından, ey Rabbim, sana sığınırım!' beraber demeliyiz. 'Tam ve kesin delil ve herşeyde açık ve kati şekilde görünen hikmet Allah'ındır!'" İlginçtir. Bu bahsin hemen devamındaki bölüm 'bitarafane muhakeme'nin eleştirisiyle meşhur Hüccetü'l-Kur'an Ale'ş-Şeytan ve Hizbihî bahsidir. Başlarında yeralan birkaç cümle de şöyledir:
"(...) O vakit anladım ki, benimle konuşan şeytandır; beni vartaya yuvarlandırıyor. Kur'ân'dan istimdad ettim. Birden, bir nur kalbime geldi, müdafaaya kat'î bir kuvvet verdi. O vakit, şöylece Şeytana karşı münazara başladı. Dedim: Ey Şeytan! Bîtarafâne muhakeme, iki taraf ortasında bir vaziyettir. Halbuki hem senin, hem insandaki senin şakirtlerin, dediğiniz bîtarafâne muhakeme ise, taraf-ı muhalifi iltizamdır. Bîtaraflık değildir, muvakkaten bir dinsizliktir. Çünkü Kur'ân'a kelâm-ı beşer diye bakmak ve öyle muhakeme etmek, şıkk-ı muhalifi esas tutmaktır. Bâtılı iltizamdır, bîtarafâne değildir. Belki bâtıla tarafgirliktir..." Hasılı: Arkadaşlar bu bahis tam da bir önceki bahsin finalinde dediği gibi 'kendi şeytanını recmet'medir. Hatta daha yukarı çıkarsak mezkûr ayetlerde öğretilen metodun tastamam uygulanmasıdır.
Elhamdülillah. Biz vahye muhatap olduk. Sünnette ittiba ettik. Bizim için artık 'hak' ve 'bâtıl' diye iki alan var. Bu alanlar yokmuş gibi davranamayız. 'Acaba'lara kapılamayız. Acabalara kapılanların kapılması da hakperestlikten değildir. Dinine yeniden müşteri oluyor demektir. Allah korusun. Bu, hüner değil, tuzağa düşmektir.
Ehl-i Sünnet ulemamızın ittifak ettiği bahisler de bizim için öyledir. Hakikattir. Bunlarda acabaya düşmeye başlayan bilsin ki sığınması gereken yeri şaşırmıştır. Yahut da şöyle demeli: O 'euzü' ne demek anlamamıştır. 'İstiaze sırrını' kavramamıştır. Her Kur'an'ı okumaya başlayışında söylemesi öğretilenin kendisine hayatta nasıl bir duruş kazandırdığını kuşatamamıştır. Şunu da söyleyelim: Elbette delil ararız/üretiriz. Soru da sorarız. Cevap da veririz. Ancak bunu kalbimizin durduğu yeri şaşırmadan yaparız. Yapmalıyız. Böylesi safını şaşırmışların bugünlerde düştükleri acayipliklere sıkça rastlıyorum. Şaşırıyorum. Üzülüyorum. Bazen de öfkeleniyorum. Ne diyelim? Ahirzamandır. Görülecek çok şey vardır. Nefsimizi kurtarmaya bakalım. Ümidimiz duamızdır. Allah istikametten ayırmasın. Âmin.
1 Şubat 2020 Cumartesi
Gözü Darth Vader'lıkta olanın kulağı salavatta olmaz
Bir vakitler yazılarımda Bediüzzaman'ı 'mürşidim' diye zikretmemi eleştirenler vardı. Her yazımda hemen tepkilerini koyarlardı. Şimdi ya usandılar yahut da alıştılar. Halbuki ben bunu özellikle yapıyordum. Onu 'mürşid' olarak sevdiklerine halen inandığım kişilerin 'Bediüzzaman' bile demekten çekinerek 'Said Nursî' diye konuştuklarını/yazdıklarını görüyordum. Sıkılıyordum. Üzülüyordum. Bu sakınımlı dilin içimizde de birşeyleri öldüreceğine kâniydim. Bir direniş olarak bastıra bastıra 'mürşidim' demeye başladım. Bugün dahi her 'mürşidim' deyişimde bir direniş ruhu hissederim. Elhamdülillah. Hem aynı direnişi "Bediüzzaman öyle diyor demeyelim de Risale-i Nur öyle diyor diyelim!" diyenlere karşı da gösteririm. Yani bu tavrı da arızalı bulurum. Şairin ifadesiyle, dansçıyı danstan, güzelliği güzelden ayırmanın mümkün olmadığını zannederim.
İnsan mürşidi hakkında konuşuyorsa mürşidi olduğunu hissettirmeli. Kaçınmamalı. Babamdan bahsettiğimde yabancı birinden bahsediyormuş gibi yapamam. Yapmam da hoş görülmez. "Kamil oğlu Şükrü şöyle demiştir..." diyemem. "Babam bir keresinde dedi ki..." derim. Mürşidim de öyledir. Kalbimin taraftarlığı elbette dilime işler. İşlemelidir. Yazarken de bundan sakınmam. Sakınılmamalıdır. Bazıları bir miktar nötrleşmenin tebliğ diline faydalı olacağını savunurlar. Buna şuraya kadar katılıyorum: Muhatabının kalbini kendi kalbin gibi olmaya zorlayamazsın. Senin sorgulamadığını onun da sorgulamamasını bekleyemezsin. Dolayısıyla bilgiyi aktarırken empati yapmaya muhtaçsın. Empati elbette kendi kabuğunu bir parça terke zorluyor seni. Ortak bir paydada geçerli olanı konuşuyorsun. Tamam. Fakat kendi kalbini de muhatabının kalbi gibi olmaya zorlamamalısın. Ne hissediyorsan o olmalı. Çünkü zorlamalar da insanda alışkanlık yapar. Alışkanlıklar yeni bir ahlaka, hatta belki fıtrata, dönüşür. "Ortada durayım!" derken karşıya geçmiş olursun. Tarafsızlığın da en düşülesi tuzağı budur.
Bu nedenle İmam Ali radyallahu anhın Hudeybiye'de 'Allah'ın Resulü Muhammed' ifadesini silip 'Abdullah'ın oğlu Muhammed' yazması emredildiğinde korkusunu anlarım. Hatta, her ne kadar emri veren Aleyhissalatuvesselam olsa da, yapamayışını kemaline yorarım. Çünkü itaatsizliği itaatsizlikten değildir. Metinden silemeyerek kalbinden de silemeyeceğini göstermiştir. Aslan tereddüdünde de aslandır. Tazecik gençleri 'Muhammed Mustafa' denilince salavat getirir gördüğümde ta götürür şununla ilgisini kurarım. İmam Ali radyallahu anhın Hudeybiye'deki şanlı tereddüdüdür bu gençleri bugün salavata âşık eden. O silememişti. Bunlar da İmam'larına ittibaen silemiyorlar. Silemediklerini de salavat getirerek gösteriyorlar. Öyle nakış nakış işlenmiş ki kalpleri sevgisiyle! İsmini taraftarlıklarından ayıramıyorlar. 'Maşaallah' diyelim gördükçe onlara.
Sünnet ümmetin kalbidir. Yaşamsal hafızasıdır. Sünneti ümmetin hayatından çıkarmak kalplerine format atmanın en kısa yoludur. Peki sünneti ayakta tutan nedir? İşte bu taraftarlık. Efendimiz aleyhissalatuvesselamın adı anıldığında bir salavat getirmek. Mescide girerken önce sağ ayağını atmak. Merhabanı onun selamına benzeterek söylemek. Bütün bunlar taraftarlığı diri tutmanın araçlarıdır. Dönergeç gibidirler. Hem ondan doğarlar hem onu beslerler.
Hadis-i şerifler bize, eğer üzerine özel bir mesai sarfedilmezse, kalplerdeki imanın da eskiyebileceğini söylüyor. Buna kendi aynamdan şöyle bir delilim var: Uzun zamandır tuttuğum takımın maçlarını takip etmiyorum. Buna bağlı olarak olup bitenlere merakım da azalıyor. Konuşmuyorum. Konuşulsa umursamıyorum. Giderek hiçleştiriyorum. İlgisizliğin sevginin zıttı olduğunu böyle görüyorum. İzleyip kızsaydım da bu sevgiden olacaktı. Nefretim bile sevgi kokacaktı. Halbuki sevginin asıl ölümü ilgisizlikledir. Dolayısıyla ilgiyi gösterir her çaba sevginin artımıdır. Meyvesidir. Canıdır. Hayatıdır. Yârin de öfkesinden değil ilgisizliğinden korkulur.
Mevzu dünyevî bir kazanım olduğunda seküler akıllar elbette ilginin yararını pek güzel kavrıyorlar. 'Tebessüm sadakadır'a sünnet diye burun kıvıranlar "Güleryüz başarıyı getirir!" deyince kulaklarına kadar gülümsüyorlar. Sağ ayağıyla mübarek bir yere girmenin bereketine inanmayanı "Benim uğurum/totemim budur!" deyu neredeyse takla atarak mekana girerken görüyorsun. Guru'sundan "İlişkinizin sağlığı için sevgilinize hoş sözler söyleyin!" diye işitince, canımı-cicimi sebil suyu gibi dağıtanlar, Habib-i Zişan'a bir 'aleyhissalatuvesselam'ı gönül sıkletiymiş gibi yutarak/yutkunarak söylüyorlar. Neden? Çünkü bir altşuur olarak farkındalar: Bu tarz eylemleri pek de yürümek istemedikleri bir yolu besliyor. Gücün karanlık tarafında Darth Vader keyfi çatmak isterken, salavat, Anakin Skywalker gibi kalmaları gerektiğini hatırlatıyor.
İşte bu yüzden ben yazılarımda mürşidime 'mürşidim' demekte teberri etmiyorum. Lisanlarında, 'Bediüzzaman'ı çoktan şutlamış, 'Said Nursî' ile yetinir olmuşlara da güceniyorum. Yabancı birisi yapsa ona elbette birşey diyemem. Mürşidi olarak bilmeyen nötrlüğünü ifade eden tabirleri seçebilir. İtiraz edilmez. Fakat bir nur talebesi 'Bediüzzaman' demekten neden teberri eder? 'Mürşidim' diyene neden kızar? Doğrusu bunları anlamaktan acizim. Anladığımsa sevginin tezahürsüz ayakta duramadığı. Evet. Ben o sevginin kalbimden hiç çıkmamasını istiyorum. Âmin.
İnsan mürşidi hakkında konuşuyorsa mürşidi olduğunu hissettirmeli. Kaçınmamalı. Babamdan bahsettiğimde yabancı birinden bahsediyormuş gibi yapamam. Yapmam da hoş görülmez. "Kamil oğlu Şükrü şöyle demiştir..." diyemem. "Babam bir keresinde dedi ki..." derim. Mürşidim de öyledir. Kalbimin taraftarlığı elbette dilime işler. İşlemelidir. Yazarken de bundan sakınmam. Sakınılmamalıdır. Bazıları bir miktar nötrleşmenin tebliğ diline faydalı olacağını savunurlar. Buna şuraya kadar katılıyorum: Muhatabının kalbini kendi kalbin gibi olmaya zorlayamazsın. Senin sorgulamadığını onun da sorgulamamasını bekleyemezsin. Dolayısıyla bilgiyi aktarırken empati yapmaya muhtaçsın. Empati elbette kendi kabuğunu bir parça terke zorluyor seni. Ortak bir paydada geçerli olanı konuşuyorsun. Tamam. Fakat kendi kalbini de muhatabının kalbi gibi olmaya zorlamamalısın. Ne hissediyorsan o olmalı. Çünkü zorlamalar da insanda alışkanlık yapar. Alışkanlıklar yeni bir ahlaka, hatta belki fıtrata, dönüşür. "Ortada durayım!" derken karşıya geçmiş olursun. Tarafsızlığın da en düşülesi tuzağı budur.
Bu nedenle İmam Ali radyallahu anhın Hudeybiye'de 'Allah'ın Resulü Muhammed' ifadesini silip 'Abdullah'ın oğlu Muhammed' yazması emredildiğinde korkusunu anlarım. Hatta, her ne kadar emri veren Aleyhissalatuvesselam olsa da, yapamayışını kemaline yorarım. Çünkü itaatsizliği itaatsizlikten değildir. Metinden silemeyerek kalbinden de silemeyeceğini göstermiştir. Aslan tereddüdünde de aslandır. Tazecik gençleri 'Muhammed Mustafa' denilince salavat getirir gördüğümde ta götürür şununla ilgisini kurarım. İmam Ali radyallahu anhın Hudeybiye'deki şanlı tereddüdüdür bu gençleri bugün salavata âşık eden. O silememişti. Bunlar da İmam'larına ittibaen silemiyorlar. Silemediklerini de salavat getirerek gösteriyorlar. Öyle nakış nakış işlenmiş ki kalpleri sevgisiyle! İsmini taraftarlıklarından ayıramıyorlar. 'Maşaallah' diyelim gördükçe onlara.
Sünnet ümmetin kalbidir. Yaşamsal hafızasıdır. Sünneti ümmetin hayatından çıkarmak kalplerine format atmanın en kısa yoludur. Peki sünneti ayakta tutan nedir? İşte bu taraftarlık. Efendimiz aleyhissalatuvesselamın adı anıldığında bir salavat getirmek. Mescide girerken önce sağ ayağını atmak. Merhabanı onun selamına benzeterek söylemek. Bütün bunlar taraftarlığı diri tutmanın araçlarıdır. Dönergeç gibidirler. Hem ondan doğarlar hem onu beslerler.
Hadis-i şerifler bize, eğer üzerine özel bir mesai sarfedilmezse, kalplerdeki imanın da eskiyebileceğini söylüyor. Buna kendi aynamdan şöyle bir delilim var: Uzun zamandır tuttuğum takımın maçlarını takip etmiyorum. Buna bağlı olarak olup bitenlere merakım da azalıyor. Konuşmuyorum. Konuşulsa umursamıyorum. Giderek hiçleştiriyorum. İlgisizliğin sevginin zıttı olduğunu böyle görüyorum. İzleyip kızsaydım da bu sevgiden olacaktı. Nefretim bile sevgi kokacaktı. Halbuki sevginin asıl ölümü ilgisizlikledir. Dolayısıyla ilgiyi gösterir her çaba sevginin artımıdır. Meyvesidir. Canıdır. Hayatıdır. Yârin de öfkesinden değil ilgisizliğinden korkulur.
Mevzu dünyevî bir kazanım olduğunda seküler akıllar elbette ilginin yararını pek güzel kavrıyorlar. 'Tebessüm sadakadır'a sünnet diye burun kıvıranlar "Güleryüz başarıyı getirir!" deyince kulaklarına kadar gülümsüyorlar. Sağ ayağıyla mübarek bir yere girmenin bereketine inanmayanı "Benim uğurum/totemim budur!" deyu neredeyse takla atarak mekana girerken görüyorsun. Guru'sundan "İlişkinizin sağlığı için sevgilinize hoş sözler söyleyin!" diye işitince, canımı-cicimi sebil suyu gibi dağıtanlar, Habib-i Zişan'a bir 'aleyhissalatuvesselam'ı gönül sıkletiymiş gibi yutarak/yutkunarak söylüyorlar. Neden? Çünkü bir altşuur olarak farkındalar: Bu tarz eylemleri pek de yürümek istemedikleri bir yolu besliyor. Gücün karanlık tarafında Darth Vader keyfi çatmak isterken, salavat, Anakin Skywalker gibi kalmaları gerektiğini hatırlatıyor.
İşte bu yüzden ben yazılarımda mürşidime 'mürşidim' demekte teberri etmiyorum. Lisanlarında, 'Bediüzzaman'ı çoktan şutlamış, 'Said Nursî' ile yetinir olmuşlara da güceniyorum. Yabancı birisi yapsa ona elbette birşey diyemem. Mürşidi olarak bilmeyen nötrlüğünü ifade eden tabirleri seçebilir. İtiraz edilmez. Fakat bir nur talebesi 'Bediüzzaman' demekten neden teberri eder? 'Mürşidim' diyene neden kızar? Doğrusu bunları anlamaktan acizim. Anladığımsa sevginin tezahürsüz ayakta duramadığı. Evet. Ben o sevginin kalbimden hiç çıkmamasını istiyorum. Âmin.
31 Ocak 2020 Cuma
Yoksa Corona Dabbetü'l-Arz mı?
Hollywood'un bu sıralar etinden en çok beslendiği mevzulardan birisi de dabbe. "Nasıl olur?" diyeceksiniz. Efendim, malumunuz, Dabbetü'l-Arz hem Kur'an'da hem sünnette delilleri bulunan bir meseledir. Bir alamettir. Kıyamete dair bir işarettir. Neml sûresinin 82. ayetinde kısa bir mealiyle buyrulur ki: "Tehdit edildikleri şey başlarına geldiği zaman, yerden bir dabbe çıkarırız da, âyetlerimize kesin olarak inanmadıklarını kendilerine söyler." Dabbe hakkındaki hadisler de bu manayı tasdik eder. Hatta hadislerin dabbenin niteliğine dair daha açıklayıcı bir yapıları da vardır. Ebu Hüreyre radyallahu anhtan nakledilen bir rivayette denilir ki: "Dabbetü'l-Arz kıyamete yakın çıktığında beraberinde Süleyman’ın mührü ve Musa’nın asâsı da bulunacaktır. Mü’minin yüzü pırıl pırıl olacak, kafirin burnu da mühürle mühürlenecektir. Bu yüzden ahali birbirini tanıyacaklar ve 'Bu mü’mindir, bu da kâfirdir' diyebileceklerdir."
Elmalılı Hamdi Yazır merhum 'debb' kelimesini izah sadedinde şöyle söyler: "Hafif yürüme, debelenme demektir. Hayvanlarda ve çoğunlukla haşerelerde, yani böceklerde, kullanılır. İçkinin vücuda yayılması ve bir çürüklüğün etrafına bulaşması gibi 'hareketi gözle tespit olunamayan şeyler'de de kullanılır." Tefsirlerde daha bunun gibi Dabbetü'l-Arz'a dair birçok teviller/yorumlar yeralmaktadır. Bediüzzaman ise, biraz daha Elmalılı Hamdi Yazır'ın yukarıdaki izahına yakın bir şekilde, şöyle der:
"Kur'ân'da, gayet mücmel bir işaret ve lisan-ı halinden kısacık bir ifade, bir tekellüm var. Tafsili ise, ben şimdilik, başka mes'eleler gibi kat'î bir kanaatle bilemiyorum. Yalnız bu kadar diyebilirim: 'La ya'lemü'l-gaybe illallah/Gaybı Allah'tan başkası bilmez.' Nasıl ki kavm-i Firavuna çekirge âfâtı ve bit belâsı ve Kâbe tahribine çalışan kavm-i Ebrehe'ye ebâbil kuşları musallat olmuşlar. Öyle de, süfyanın ve deccalların fitneleriyle bilerek, severek isyan ve tuğyana ve Ye'cüc ve Me'cüc'ün anarşistliği ile fesada ve canavarlığa giden ve dinsizliğe, küfür ve küfrana düşen insanların akıllarını başlarına getirmek hikmetiyle arzdan bir hayvan çıkıp musallat olacak, zîr ü zeber edecek. Allahu a'lem, o dâbbe bir nevidir. Çünkü, gayet büyük bir tek şahıs olsa, her yerde herkese yetişmez. Demek dehşetli bir taife-i hayvaniye olacak."
Devamında ise Sebe sûresinin 14. ayetinden hareketle onu 'ağaç kurdu'na benzetir: "(...) ayetinin işaretiyle o hayvan, dâbbetü'l-arz denilen ağaç kurtlarıdır ki; insanların kemiklerini ağaç gibi kemirecek, insanın cisminde dişinden tırnağına kadar yerleşecek. Mü'minler iman bereketiyle ve sefahet ve su-i istimalâttan tecennübleriyle kurtulmasına işareten, âyet, iman hususunda o hayvanı konuşturmuş."
Yani, Bediüzzaman'a göre, dabbenin konuşması 'lisan-ı kâl' ile değil 'lisan-ı hâl' ile olacaktır. Rağıb el-İsfahanî rahmetullahi aleyhin de el-Müfredat'ında “Bununla cehalet ve bilgisizlikte hayvanlar gibi olan en şerli kimseler kast olunmuştur!” dediği nakledilir. Daha bunun gibi birçok tefsir/tevil kaynaklarımızda bulunmaktadır. Alıntılarla yazıyı daha fazla uzatmadan asıl söylemek istediğimize gelirsek: Ahirzamanda AIDS mikrobunun bir tür 'dabbe' olduğunu söyleyenler de, daha başka şeyleri 'dabbe'ye bağlayanlar da, aslında şunun altını çizerler: Dabbetü'l-Arzların hakikisi ahirzamanda ortaya çıkmakla birlikte, 20. Söz'deki söylenişiyle 'düstûr-i külli' veya 'kanun-i umumî uçları' mesabesinde, her zamanda bazı fertleri bulunur.
Yani: Her zamanda, hem 'kevnî şeriata' hem 'İslam şeriatına' uygun hareket etmeyişlerin, ayetlere yakîn kesbetmeyişlerin, hükümlere boyun eğmeyişlerin bedelleri çeşitli türde 'biyolojik felaketlerle' insanoğluna/kızına yaşatılır. Esasında yaşadığı iradesini kötüye kullanmasının bir sonucudur. Nasıl ki, tarihteki en büyük veba salgınları, temizlik konusunda Allah'ın fıtratına uygun hareket etmemenin sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Aynen öyle de, başka birçok biyolojik felaket dahi, Allah'ın koyduğu yasalara uygun hareket etmemenin sonucu olarak gelip bizi bulmuştur. Bu yönüyle tüm biyolojik felaketler mezkûr ayet-i kerimenin ahirini tasdik ederler: "(...) âyetlerimize kesin olarak inanmadıklarını kendilerine söyler."
İşte bugün de bunu Corona olarak karşımızda buluyoruz. "İnşaallah daha fazla büyümez!" diye dua ediyoruz. Çünkü bu 'göze görünmez kurt' da hücrelerin içine girerek onları yiyip bitiyor. Ağaç değil insan yiyor. Odun değil insan kemiriyor. Nasıl ortaya çıktığına emin değiliz. Ancak bütün yorumlarımız bir 'sapma'nın altını çiziyor. Yenmesinde hayır olmayan birşey mi yendi? Yapılmasında hayır olmayan bir deney mi yapıldı? Hangi günahımız ile bu belayı başımıza aldık? Hepimiz şimdi bunları kurcalıyoruz.
Ahirzamanla ilgili rivayetler bize şunu apaçık gösteriyor: Dünyanın bir ucunda başlayan bir salgının bütün dünyayı sarabileceği ölçekte bir küreselleşme çağına doğru ilerliyoruz. Kıyamete yakın böyle bir dönem geldi gelecek. Eskiden bu tür salgınlar bir-birkaç yöreye has kalırdı. Şimdi Çin'de başlayan salgın soluğu birkaç günde Fransa'da alıyor. Süleyman aleyhisselamın hızıyla havada dolaşıyor. Musa aleyhisselamın asâsı gibi denizler aştırıyor. Yani zaman ne kadar eskirse eskisin Kur'an eskimiyor. Aksine, verdiği derslerle Kur'an ve hadisler giderek daha fazla hayatımıza katılıyorlar. Bediüzzaman'ın 20. Söz'deki şu ifadesi her gün hayatımızla yeniden doğrulanıyor: "Kur'an-ı Hakîm'de çok hâdisat-ı cüz'iye vardır ki, herbirisinin arkasında bir düstur-u küllî saklanmış ve bir kanun-u umumînin ucu olarak gösteriliyor."
Elmalılı Hamdi Yazır merhum 'debb' kelimesini izah sadedinde şöyle söyler: "Hafif yürüme, debelenme demektir. Hayvanlarda ve çoğunlukla haşerelerde, yani böceklerde, kullanılır. İçkinin vücuda yayılması ve bir çürüklüğün etrafına bulaşması gibi 'hareketi gözle tespit olunamayan şeyler'de de kullanılır." Tefsirlerde daha bunun gibi Dabbetü'l-Arz'a dair birçok teviller/yorumlar yeralmaktadır. Bediüzzaman ise, biraz daha Elmalılı Hamdi Yazır'ın yukarıdaki izahına yakın bir şekilde, şöyle der:
"Kur'ân'da, gayet mücmel bir işaret ve lisan-ı halinden kısacık bir ifade, bir tekellüm var. Tafsili ise, ben şimdilik, başka mes'eleler gibi kat'î bir kanaatle bilemiyorum. Yalnız bu kadar diyebilirim: 'La ya'lemü'l-gaybe illallah/Gaybı Allah'tan başkası bilmez.' Nasıl ki kavm-i Firavuna çekirge âfâtı ve bit belâsı ve Kâbe tahribine çalışan kavm-i Ebrehe'ye ebâbil kuşları musallat olmuşlar. Öyle de, süfyanın ve deccalların fitneleriyle bilerek, severek isyan ve tuğyana ve Ye'cüc ve Me'cüc'ün anarşistliği ile fesada ve canavarlığa giden ve dinsizliğe, küfür ve küfrana düşen insanların akıllarını başlarına getirmek hikmetiyle arzdan bir hayvan çıkıp musallat olacak, zîr ü zeber edecek. Allahu a'lem, o dâbbe bir nevidir. Çünkü, gayet büyük bir tek şahıs olsa, her yerde herkese yetişmez. Demek dehşetli bir taife-i hayvaniye olacak."
Devamında ise Sebe sûresinin 14. ayetinden hareketle onu 'ağaç kurdu'na benzetir: "(...) ayetinin işaretiyle o hayvan, dâbbetü'l-arz denilen ağaç kurtlarıdır ki; insanların kemiklerini ağaç gibi kemirecek, insanın cisminde dişinden tırnağına kadar yerleşecek. Mü'minler iman bereketiyle ve sefahet ve su-i istimalâttan tecennübleriyle kurtulmasına işareten, âyet, iman hususunda o hayvanı konuşturmuş."
Yani, Bediüzzaman'a göre, dabbenin konuşması 'lisan-ı kâl' ile değil 'lisan-ı hâl' ile olacaktır. Rağıb el-İsfahanî rahmetullahi aleyhin de el-Müfredat'ında “Bununla cehalet ve bilgisizlikte hayvanlar gibi olan en şerli kimseler kast olunmuştur!” dediği nakledilir. Daha bunun gibi birçok tefsir/tevil kaynaklarımızda bulunmaktadır. Alıntılarla yazıyı daha fazla uzatmadan asıl söylemek istediğimize gelirsek: Ahirzamanda AIDS mikrobunun bir tür 'dabbe' olduğunu söyleyenler de, daha başka şeyleri 'dabbe'ye bağlayanlar da, aslında şunun altını çizerler: Dabbetü'l-Arzların hakikisi ahirzamanda ortaya çıkmakla birlikte, 20. Söz'deki söylenişiyle 'düstûr-i külli' veya 'kanun-i umumî uçları' mesabesinde, her zamanda bazı fertleri bulunur.
Yani: Her zamanda, hem 'kevnî şeriata' hem 'İslam şeriatına' uygun hareket etmeyişlerin, ayetlere yakîn kesbetmeyişlerin, hükümlere boyun eğmeyişlerin bedelleri çeşitli türde 'biyolojik felaketlerle' insanoğluna/kızına yaşatılır. Esasında yaşadığı iradesini kötüye kullanmasının bir sonucudur. Nasıl ki, tarihteki en büyük veba salgınları, temizlik konusunda Allah'ın fıtratına uygun hareket etmemenin sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Aynen öyle de, başka birçok biyolojik felaket dahi, Allah'ın koyduğu yasalara uygun hareket etmemenin sonucu olarak gelip bizi bulmuştur. Bu yönüyle tüm biyolojik felaketler mezkûr ayet-i kerimenin ahirini tasdik ederler: "(...) âyetlerimize kesin olarak inanmadıklarını kendilerine söyler."
İşte bugün de bunu Corona olarak karşımızda buluyoruz. "İnşaallah daha fazla büyümez!" diye dua ediyoruz. Çünkü bu 'göze görünmez kurt' da hücrelerin içine girerek onları yiyip bitiyor. Ağaç değil insan yiyor. Odun değil insan kemiriyor. Nasıl ortaya çıktığına emin değiliz. Ancak bütün yorumlarımız bir 'sapma'nın altını çiziyor. Yenmesinde hayır olmayan birşey mi yendi? Yapılmasında hayır olmayan bir deney mi yapıldı? Hangi günahımız ile bu belayı başımıza aldık? Hepimiz şimdi bunları kurcalıyoruz.
Ahirzamanla ilgili rivayetler bize şunu apaçık gösteriyor: Dünyanın bir ucunda başlayan bir salgının bütün dünyayı sarabileceği ölçekte bir küreselleşme çağına doğru ilerliyoruz. Kıyamete yakın böyle bir dönem geldi gelecek. Eskiden bu tür salgınlar bir-birkaç yöreye has kalırdı. Şimdi Çin'de başlayan salgın soluğu birkaç günde Fransa'da alıyor. Süleyman aleyhisselamın hızıyla havada dolaşıyor. Musa aleyhisselamın asâsı gibi denizler aştırıyor. Yani zaman ne kadar eskirse eskisin Kur'an eskimiyor. Aksine, verdiği derslerle Kur'an ve hadisler giderek daha fazla hayatımıza katılıyorlar. Bediüzzaman'ın 20. Söz'deki şu ifadesi her gün hayatımızla yeniden doğrulanıyor: "Kur'an-ı Hakîm'de çok hâdisat-ı cüz'iye vardır ki, herbirisinin arkasında bir düstur-u küllî saklanmış ve bir kanun-u umumînin ucu olarak gösteriliyor."
27 Ocak 2020 Pazartesi
Mesele sadece Bekir ağabey değil arkadaş sen hâlâ anlamadın mı?
"Hıyanet niyetiyle her ne vakit bir memur yanıma gelse onu yılan suretinde görüyordum. Hatta bir defa müdüre söylemiştim: 'Fena niyetle geldiğin vakit seni yılan suretinde görüyorum; dikkat et' demiştim. Zaten selefini çok vakit öyle görüyordum." Mektubat'tan.
Bu defa bir fıkra ile başlayalım. Efendim, uzun versiyonunu anlatması bıktırır, kısaltarak aktarmayı deneyeceğim. Şöyle başlıyor: İki tane IŞİDci Suriye kırsalında oturmuş muhabbet etmektedirler. Konu, döner dolaşır, örgütün temel meselelerinden olan "Dünyada kaç tane gerçek müslüman var?" mevzuuna gelir. İkili gayet hemfikir şekilde önce İran'ı, Türkmenistan'ı, Azerbaycan'ı, Türkiye'yi, Pakistan'ı, Mısır'ı, Fas'ı, Cezayir'i, Malezya'yı, Afganistan'ı vs. çeşitli bahanelerle elerler. Sonra kılıç daha aşağılara doğru iner. Suudî Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Yemen, Umman, Sudan, Katar falan da bir güzel biçilir. Kala kala elde yalnızca Suriye kalır. Fakat acaba Suriye'nin tamamı da bu payeye layık mıdır? Elbette değildir. Bu defa Suriye'deki bölgeler biçilmeye başlarlar.
Halep tarafı şöyledir. İdlib tarafı böyledir. Afrin'de şöyle şöyle yanlışlar vardır. Hasılıkelam: Nihayetinde bu iki IŞİDci dünya haritasından başlayarak tekfir ede ede kendilerine kadar gelirler. Son durum karşısında birisi dönüp diğerine der ki: "Yazık, görüyor musun, yalnız ikimiz gerçek müslüman kaldık!" Arkadaşı imâlı bir bakışla ötekini süzüp cevap verir: "Senin de ayağın kaymaya başladı."
İşte Bediüzzaman Hazretlerinin Sünuhat isimli eserinde 'tahtiecilik' dediği mesleğin en sonunda varacağı yer budur. Kendisiyse doğru tutumun 'musavvibe' mesleği olduğunu söyler. Musavvibe nedir peki? Alıntılayalım: "Dört mezhep de haktır. Füruatta hak taaddüd eder, diyenlere ilm-i usûl ıstılahınca 'musavvibe' denilir." Yine mürşidim tahtiecilik hakkında der ki: "Tahtîecilik fikri, sû-i zan ve tarafgirlik hissinin menbaı olduğundan, İslâm'da lâzım olan tesanüd-ü ervâh, tevhid-i kulûb, tehâbbüb ve teâvüne büyük rahneler açmıştır. Hâlbuki hüsn-ü zanla, muhabbet ve vahdetle memuruz."
Bekir Berk ağabeyin ismi etrafında yıllardır dönen tartışmaları izlerken de hep bu bahsi hatırlarım. Sonda söylenmesi gereken şeyi başta söyleyeyim: Bence Bekir ağabey hakkındaki bu tür iddiaların menşei nurcuların kendi içlerindeki ihtilaflarıdır. Her ne kadar Yenişafak'ın yeni yayınladığı evrak(!) ile mevzu gündeme gelmiş olsa da (üzerine çay dökülmüş her kağıt belge olmaz) farklı gruplar içinde azıcık zaman geçirmiş herkes bilir ki, bu suçlamaların tarihi daha eskidir. Hem bu 'eski' kısmı evrak falan de istemez.
Bekir ağabeyin (veya çevresinin) bazı konularda 'kendi kanaat önderleriyle' iyi anlaşamaması 'ajan' yaftası yemesi için yeterlidir. Nurcular mabeyninde tekfir müessesi işlemediği için, çok şükür bunu akıl edememişiz, daha kullanışlı bir yol olarak bu yöntem tercih edilmiştir: "Ajandır, ajansın, ajanlar...." Evet. Ben bile şu yaşımda birkaç kez bu suçlamaya maruz kalmışımdır. Halbuki ne alaka? Zurnanın son deliği gibi birşeyim. Ferhan Şensoy'un Pardon'da dediği gibi: "Beni adamdan sayıp alacak örgüte ben zaten girmem!" diyecek bir durumdayım. Değil bir gruba kanaat önderliği yapayım, sokakta dayak yesem yardıma gelen olmaz, öyle bilinmezlikteyim. Fakat Kurtlar Vadisi izleyip derse gelenlerin gönlü ferman dinlemez ki kârilerim. Madem ki meşreplerince sevilmeyen şeyler dile getiriyorsundur. Ajansındır. Herhangi bir örgüt sana el vermese de olur.
Bu mevzuun içimizdeki kısmı. Peki dışımızdaki? Dışımızda bence bu ihtilafı kâra dönüştürmek isteyen daha üst akıllar var. Nasıl? Tıpkı şiilerin sahabe hakkındaki iddialarıyla başarmaya çalıştıkları gibi. Fehminize biraz daha yaklaştırabilmek için Ebubekir Sifil Hoca'nın İslamî Bilincin İhyası'nda yaptığı bir alıntıyı nakletmek istiyorum. Vekî' b. el-Cerrâh'a atfen İbn Asâkir'in Târihu Dimaşk'ta naklettiği söz şöyle: "Mu'âviye kapının halkası mesabesindedir. Onu yerinden oynatanı 'ondan daha yukarıdakilere kastetmekle' itham ederiz." Devamında diyor ki Ebubekir Hoca: "Sahabe hakkında 'gözden çıkarılabilecekler listesi' tasarlayıp, Hilafet'i Saltanat'a dönüştürme sürecinde saltanatı boyunca ortaya koyduğu icraatlar konusunda tarih kaynaklarının yer verdiği birtakım nakillere istinaden Hz. Mu'âviye bu listenin başına yerleştirildiği zaman arkası çorap söküğü gibi gelecektir."
Bu 'çorap söküğünün' nasıl devam ettirileceğini de detaylandırıyor ilerleyen kısımda. Kendi cümlelerimle özetleyeyim: Listenin başında yeralan Hz. Mu'âviye (r.a.), sonra onun tarafını tutan (dolayısıyla yapılan suçlamalara ortak) diğer sahabiler, sonra tarafsız kalmayı tercih eden (yine dolayısıyla pay sahibi) sahabiler, sonra Hz. Mu'âviye'den (r.a.) bağımsız olarak Hz. Ali'yle (r.a.) anlaşmazlık yaşamış diğer sahabiler... Suçlamaların, ithamların veya 'gözden çıkarılacaklar' listesinin (önü alınamaz bir şekilde) böyle devam edip gideceğini söylüyor haklı olarak. Yeter ki kimileri bir kere kapının kulbuna dokunma cür'etini bulsun.
Bekir Berk ağabeyin de böylesi bir kulp olduğunu düşünüyorum. En azından dışarıdan bu işi yönetmeye çalışan üst akıl için. Çünkü onlar biliyorlar ki: Bediüzzaman'ın kendisini avukatı olarak benimsediği, sevdiği, övdüğü böyle bir ismi töhmet altında bırakabilirlerse, ağabeyler arasında etrafında sis oluşturamayacakları hiçkimse kalmaz. Gemi bir kere delindi mi su almayı bırakmaz. Ertesi gün 'Mustafa Sungur da aslında Köy Enstitüsü mezunuymuş. Acaba niye nurcu olmaya karar vermiş? İyi düşünmek lazım'lar ile bir imâ, 'Yahu Üstad Hazretleri gazete bile okumuyorken acaba bu Zübeyir Gündüzalp nurcuları niye gazete işine sokmuş?' ile başka bir imâ, 'Sakın bu Hulusi Yahyagil Bediüzzaman'ın yanına askeriyenin soktuğu bir adam olmasın? Bak, bütün talebeler hapse girmiş, onu hiç içeri almamışlar'la başka bir imâ; hasılı; her sabah medreseye uğradığımızda farklı farklı ağabeylerin 'hain adayına' dönüştüğü bir zeminde uyanabiliriz. Bu atmosferde elbette ittihad da kalmaz, bereket de, hizmet de. Allah bu durumlara düşmekten cümlemizi korusun. Âmin.
Ben üst aklın niyetinin bu olduğunu düşünüyorum. Bekir ağabey hakkındaki bu türden iddiaların tamamının da 'surda bir delik açmak mesabesinde' olduğuna kanaatim var. Belki birileri gelecekte nurculuğu kanalize edeceği yönü/yeri seçti. Şimdi dışarıda kalanlar, daha doğrusu kanalize edemeyecekleri, hakkında ithamlar uydurma sürecini başlatıyor. İmajlarını kirletiyor. İtibarlarını zedeliyor. Tıpkı şianın 'tahtiesini inşa etmek için' sünni müslümanlarda 'sahabe hürmetini kirletmeye çalışması' gibi bir çalışma yürütülüyor. İyi niyetle bu işe alet olanların da takkesini önüne koyup düşünmesi lazım. Bugün, bir kağıt parçasıyla hazzetmediğiniz bir ağabeyi şıp diye silen, yarın başka bir kese kağıdıyla da çok sevdiğiniz birisini silemez mi? Kim elini tutar ki bundan? Değil mi ama?
Ben nasıl 'miraçta dahi gözü şaşmayan' Aleyhissalatuvesselamın, şianın iddia ettiği gibi, sahabileri hakkında aldandığına inanmıyorum; aynen öyle de; veraset-i nübüvvet sahibi bir âlimin de en yakınları hakkında yanılacağına sanmıyorum. Feraset mü'minin şiarıdır. Hele böyle bir âlimin kırk kere şiarıdır. İnanan var mı? Onu da bilemiyorum. (Gösterdikleri deliller de hep faso-fiso çıkıyor zaten.) Doğrusu: Paşa gönülleri bilir. Her kişi ahirette kendi yükünü çeker. Defterini şanınca doldurur. Fakat demem o ki sevgili kârilerim: Sevdiği bir ağabeyi hakkında da benzer ithamlar olunca dizlerini dövmesin. Yazık. Dizlerinin suçu yok. Vuracaksa kafasına vurabilir. Suçlu orada saklanıyor çünkü.
Bu defa bir fıkra ile başlayalım. Efendim, uzun versiyonunu anlatması bıktırır, kısaltarak aktarmayı deneyeceğim. Şöyle başlıyor: İki tane IŞİDci Suriye kırsalında oturmuş muhabbet etmektedirler. Konu, döner dolaşır, örgütün temel meselelerinden olan "Dünyada kaç tane gerçek müslüman var?" mevzuuna gelir. İkili gayet hemfikir şekilde önce İran'ı, Türkmenistan'ı, Azerbaycan'ı, Türkiye'yi, Pakistan'ı, Mısır'ı, Fas'ı, Cezayir'i, Malezya'yı, Afganistan'ı vs. çeşitli bahanelerle elerler. Sonra kılıç daha aşağılara doğru iner. Suudî Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Yemen, Umman, Sudan, Katar falan da bir güzel biçilir. Kala kala elde yalnızca Suriye kalır. Fakat acaba Suriye'nin tamamı da bu payeye layık mıdır? Elbette değildir. Bu defa Suriye'deki bölgeler biçilmeye başlarlar.
Halep tarafı şöyledir. İdlib tarafı böyledir. Afrin'de şöyle şöyle yanlışlar vardır. Hasılıkelam: Nihayetinde bu iki IŞİDci dünya haritasından başlayarak tekfir ede ede kendilerine kadar gelirler. Son durum karşısında birisi dönüp diğerine der ki: "Yazık, görüyor musun, yalnız ikimiz gerçek müslüman kaldık!" Arkadaşı imâlı bir bakışla ötekini süzüp cevap verir: "Senin de ayağın kaymaya başladı."
İşte Bediüzzaman Hazretlerinin Sünuhat isimli eserinde 'tahtiecilik' dediği mesleğin en sonunda varacağı yer budur. Kendisiyse doğru tutumun 'musavvibe' mesleği olduğunu söyler. Musavvibe nedir peki? Alıntılayalım: "Dört mezhep de haktır. Füruatta hak taaddüd eder, diyenlere ilm-i usûl ıstılahınca 'musavvibe' denilir." Yine mürşidim tahtiecilik hakkında der ki: "Tahtîecilik fikri, sû-i zan ve tarafgirlik hissinin menbaı olduğundan, İslâm'da lâzım olan tesanüd-ü ervâh, tevhid-i kulûb, tehâbbüb ve teâvüne büyük rahneler açmıştır. Hâlbuki hüsn-ü zanla, muhabbet ve vahdetle memuruz."
Bekir Berk ağabeyin ismi etrafında yıllardır dönen tartışmaları izlerken de hep bu bahsi hatırlarım. Sonda söylenmesi gereken şeyi başta söyleyeyim: Bence Bekir ağabey hakkındaki bu tür iddiaların menşei nurcuların kendi içlerindeki ihtilaflarıdır. Her ne kadar Yenişafak'ın yeni yayınladığı evrak(!) ile mevzu gündeme gelmiş olsa da (üzerine çay dökülmüş her kağıt belge olmaz) farklı gruplar içinde azıcık zaman geçirmiş herkes bilir ki, bu suçlamaların tarihi daha eskidir. Hem bu 'eski' kısmı evrak falan de istemez.
Bekir ağabeyin (veya çevresinin) bazı konularda 'kendi kanaat önderleriyle' iyi anlaşamaması 'ajan' yaftası yemesi için yeterlidir. Nurcular mabeyninde tekfir müessesi işlemediği için, çok şükür bunu akıl edememişiz, daha kullanışlı bir yol olarak bu yöntem tercih edilmiştir: "Ajandır, ajansın, ajanlar...." Evet. Ben bile şu yaşımda birkaç kez bu suçlamaya maruz kalmışımdır. Halbuki ne alaka? Zurnanın son deliği gibi birşeyim. Ferhan Şensoy'un Pardon'da dediği gibi: "Beni adamdan sayıp alacak örgüte ben zaten girmem!" diyecek bir durumdayım. Değil bir gruba kanaat önderliği yapayım, sokakta dayak yesem yardıma gelen olmaz, öyle bilinmezlikteyim. Fakat Kurtlar Vadisi izleyip derse gelenlerin gönlü ferman dinlemez ki kârilerim. Madem ki meşreplerince sevilmeyen şeyler dile getiriyorsundur. Ajansındır. Herhangi bir örgüt sana el vermese de olur.
Bu mevzuun içimizdeki kısmı. Peki dışımızdaki? Dışımızda bence bu ihtilafı kâra dönüştürmek isteyen daha üst akıllar var. Nasıl? Tıpkı şiilerin sahabe hakkındaki iddialarıyla başarmaya çalıştıkları gibi. Fehminize biraz daha yaklaştırabilmek için Ebubekir Sifil Hoca'nın İslamî Bilincin İhyası'nda yaptığı bir alıntıyı nakletmek istiyorum. Vekî' b. el-Cerrâh'a atfen İbn Asâkir'in Târihu Dimaşk'ta naklettiği söz şöyle: "Mu'âviye kapının halkası mesabesindedir. Onu yerinden oynatanı 'ondan daha yukarıdakilere kastetmekle' itham ederiz." Devamında diyor ki Ebubekir Hoca: "Sahabe hakkında 'gözden çıkarılabilecekler listesi' tasarlayıp, Hilafet'i Saltanat'a dönüştürme sürecinde saltanatı boyunca ortaya koyduğu icraatlar konusunda tarih kaynaklarının yer verdiği birtakım nakillere istinaden Hz. Mu'âviye bu listenin başına yerleştirildiği zaman arkası çorap söküğü gibi gelecektir."
Bu 'çorap söküğünün' nasıl devam ettirileceğini de detaylandırıyor ilerleyen kısımda. Kendi cümlelerimle özetleyeyim: Listenin başında yeralan Hz. Mu'âviye (r.a.), sonra onun tarafını tutan (dolayısıyla yapılan suçlamalara ortak) diğer sahabiler, sonra tarafsız kalmayı tercih eden (yine dolayısıyla pay sahibi) sahabiler, sonra Hz. Mu'âviye'den (r.a.) bağımsız olarak Hz. Ali'yle (r.a.) anlaşmazlık yaşamış diğer sahabiler... Suçlamaların, ithamların veya 'gözden çıkarılacaklar' listesinin (önü alınamaz bir şekilde) böyle devam edip gideceğini söylüyor haklı olarak. Yeter ki kimileri bir kere kapının kulbuna dokunma cür'etini bulsun.
Bekir Berk ağabeyin de böylesi bir kulp olduğunu düşünüyorum. En azından dışarıdan bu işi yönetmeye çalışan üst akıl için. Çünkü onlar biliyorlar ki: Bediüzzaman'ın kendisini avukatı olarak benimsediği, sevdiği, övdüğü böyle bir ismi töhmet altında bırakabilirlerse, ağabeyler arasında etrafında sis oluşturamayacakları hiçkimse kalmaz. Gemi bir kere delindi mi su almayı bırakmaz. Ertesi gün 'Mustafa Sungur da aslında Köy Enstitüsü mezunuymuş. Acaba niye nurcu olmaya karar vermiş? İyi düşünmek lazım'lar ile bir imâ, 'Yahu Üstad Hazretleri gazete bile okumuyorken acaba bu Zübeyir Gündüzalp nurcuları niye gazete işine sokmuş?' ile başka bir imâ, 'Sakın bu Hulusi Yahyagil Bediüzzaman'ın yanına askeriyenin soktuğu bir adam olmasın? Bak, bütün talebeler hapse girmiş, onu hiç içeri almamışlar'la başka bir imâ; hasılı; her sabah medreseye uğradığımızda farklı farklı ağabeylerin 'hain adayına' dönüştüğü bir zeminde uyanabiliriz. Bu atmosferde elbette ittihad da kalmaz, bereket de, hizmet de. Allah bu durumlara düşmekten cümlemizi korusun. Âmin.
Ben üst aklın niyetinin bu olduğunu düşünüyorum. Bekir ağabey hakkındaki bu türden iddiaların tamamının da 'surda bir delik açmak mesabesinde' olduğuna kanaatim var. Belki birileri gelecekte nurculuğu kanalize edeceği yönü/yeri seçti. Şimdi dışarıda kalanlar, daha doğrusu kanalize edemeyecekleri, hakkında ithamlar uydurma sürecini başlatıyor. İmajlarını kirletiyor. İtibarlarını zedeliyor. Tıpkı şianın 'tahtiesini inşa etmek için' sünni müslümanlarda 'sahabe hürmetini kirletmeye çalışması' gibi bir çalışma yürütülüyor. İyi niyetle bu işe alet olanların da takkesini önüne koyup düşünmesi lazım. Bugün, bir kağıt parçasıyla hazzetmediğiniz bir ağabeyi şıp diye silen, yarın başka bir kese kağıdıyla da çok sevdiğiniz birisini silemez mi? Kim elini tutar ki bundan? Değil mi ama?
Ben nasıl 'miraçta dahi gözü şaşmayan' Aleyhissalatuvesselamın, şianın iddia ettiği gibi, sahabileri hakkında aldandığına inanmıyorum; aynen öyle de; veraset-i nübüvvet sahibi bir âlimin de en yakınları hakkında yanılacağına sanmıyorum. Feraset mü'minin şiarıdır. Hele böyle bir âlimin kırk kere şiarıdır. İnanan var mı? Onu da bilemiyorum. (Gösterdikleri deliller de hep faso-fiso çıkıyor zaten.) Doğrusu: Paşa gönülleri bilir. Her kişi ahirette kendi yükünü çeker. Defterini şanınca doldurur. Fakat demem o ki sevgili kârilerim: Sevdiği bir ağabeyi hakkında da benzer ithamlar olunca dizlerini dövmesin. Yazık. Dizlerinin suçu yok. Vuracaksa kafasına vurabilir. Suçlu orada saklanıyor çünkü.
16 Ocak 2020 Perşembe
Göğün göğsünün aldığı kadardır
Dağa çıkmışlar bilirler. İnsan yükseklere vardıkça göğsü daralır. Aldığı nefes yetmiyormuş gibi gelir. Bunun en büyük sebebi hava basıncındaki düşmedir. Hava basıncı düştükçe ciğere dolan oksijen miktarı da düşer. Bu düşüşten dolayı kandaki oksijen miktarı azalır. Hassas bünyeli olanların böyle yüksekliklerde rahatsızlandığı çok olur. Fakat bugün mevzuun bu tarafından bahsetmeyeceğiz. Ben sizi asıl En'am sûresinin 125. ayetine çıkarmak istiyorum. Haydi kısa bir mealine tutunarak yamacında soluklanalım: "Allah, her kimi doğruya erdirmek isterse, göğsünü İslâm’a açar. Kimi de saptırmak isterse, göğsünü göğe çıkıyormuşçasına daraltır, sıkar. Allah inanmayanlara azap (ve sıkıntıyı) işte böyle verir."
Elbette göğsün daralması göğün daralması değildir. Hatta, aksine, insan yükseklere çıktıkça mekansal bir genişliğe kavuştuğunu zanneder. Tamam. Dünyada tuttuğu yer gıdım değişmez. Ama gözleri daha uzaklara kavuşur. Âdemoğlunun/kızının tabiatında bu kadim bir aldanıştır. Dünyası ancak elinin/ayağının yetiştiği yere kadarken o gözlerinin aldığı yeri de kendisinin sanrılar. Bu nedenle yükseklere çıkmak, sadece bir 'sanki' olarak, genişleme hissi uyandırır. Genişlik bizi mutlu eder. Şunu da biliyoruz ki: Varolan herşey varolmaya âşıktır.
Eksik söyledim: Varolan herşey 'varolmaya' âşıktır. Doğrudur. Fakat söz pür-şer beşere geldiğinde o 'daha çok varolmaya' da âşıktır. Belki de kavuştuğu genişliğin onda tetiklediği mutluluk da biraz bununla ilgilidir. Her ne ki gözüne girmiştir, manzarasına dahil olmuştur, bir şekilde ona sahip olduğunu 'sanki'ler. Bu sahiplik hissiyle gönlü ferahlar. Varlığı artmıştır. Birşey yukarıya doğru çıkıyorsa aşağıya iniyor olamaz. O halde, yani varlığı arttığına göre, o an yokluğa gidiyor olamaz. Belki de manzaralar bizi bu yüzden rahatlatıyor? Kimbilir. Bunu söylerken mevzuun başka zenginlikleri olabileceğini de reddetmiyorum elbette. O yüzden, yeri gelmişken, haddimizi bildirir o ifadeyi de konuştuklarımıza katık edelim: Allahu'l-a'lem.
Efendim, yine sözü uzatıyorum, 'Göğsün daralması göğün daralması değildir' demiştik. Oradan devam edelim: İsviçreli olan-olmayan bütün çeşit bilimadamları bize diyorlar ki: Yüksekte nefes alamama işi oksijenin suçu değil. Ya? Yukarıda da bir parça konuşmuştuk: Atmosfer kalınlığının suçu var. Yoksa Kösedağ'a çıkınca oradaki oksijen miktarı düşüyor değil. Lakin atmosfer inceldiği için ciğerlerden içeriye kendisini yeterince bastıramıyor. Akciğer kesecikleri yeterince açılmıyor. Oksijensiz kalma sıkıntısı da oradan doğuyor. Olanı içine alamıyorsun yani. Hani biraz idmanlı olsan belki de bu sorunu yaşamayacaktın. Alyuvarların da biraz serpilseydi. Zaten oranın insanları da bu sorunları şu şekil adaptasyonlarla aşıyorlar.
Herşeyin idmanı kendine göre. İslam'ın idmanı da kendine göre. Mesela: Ben şu an bunu yazarken bir idman yapıyorum. Sen bunu okurken bir idman yapıyorsun. Namaz kılarken bir idman yaşıyoruz. Oruç tutarken yine bir idmandayız. Hatta öyle ki: Aleyhissalatuvesselamla gelen mübarek sünnetinden her neye ittiba etsek bir çeşit idman oluyor. Böyle şeylerle meşgul olanların da, elbette takvaları miktarınca, göğüsleri açılıyor. Mürşidim de bu sadedde diyor: "Mevcudatın kemalleri Sânie müteveccih yüzlerinde tesbih ve ibadetle tezahür eder. İbadeti terk eden mevcudatın ibadetini görmez ve göremez. Belki de inkâr eder." Yani sanki aynı şeyi söylüyor bize: Göğsün daralıyorsa kesinlikle idmansızlıktan. Yoksa kainat yine baştan sona Cenab-ı Hakkı anlatan ayetlerle dolu. Onlara ulaşamayışın varolan oksijeni ciğerlerine alamayışın gibi. Keselerindeki büzüşmeden dolayı giremiyorlar.
Burası aslında 'yanlışa nasıl talip olduğumuzu' da gösteriyor bize. Allah bizi dalalete mecbur etmiyor. Hâşâ. Biz gayretsizliğimizle dalaleti hakediyoruz. Kazanıyoruz. Eğer yüzümüz alyuvarlarımızı arttırmaya baksa idmanda da olacağız. Yok. Hayır. Hiç o taraklarda bezimiz yok. Hiç o kısımlarda takılmıyoruz. Bedeli olarak da 'idmanın zenginleştiriciliği' elimizden alınıyor. Eksilmiyoruz da aynı kalıyoruz. Azaltılmıyoruz da arttırılmıyoruz. Çalışmamız bir dua yerine geçtiği gibi tembelliğimiz de bir dua yerine geçiyor. Allah, göğsünü daralttığını, gayretsizliğinden dolayı daraltıyor. Göğsünü açtığını, gayretinden dolayı ödüllendiriyor, açıyor. Herkes duasının elverdiğini alıyor. Aramadığına körleşiyor.
Bu benim ayetten kendi hisseme birinci aldığım. Bir de ikinci bir inci var: İnsan İslam'a kapandıkça kainatla bir hırlaşma içine girer. Bunu sadece ekolojik dengeyi bozar falan manasında söylemiyorum. O kısmı açık zaten. Sonuçlarını giderek daha net görüyoruz. Fakat bir de kendi içinde hırlaşma yaşar. "Kalpler ancak Allah'ın zikriyle mutmain olur!" ferman-ı Subhanîsi sırrınca başka herşeyin zikrinde bir yürek daralması vardır. Yeterli oksijen gitmez. Kişi dalalette ilerledikçe huzursuzluğu omuzlarında biriktirir. Zahirde, tıpkı dağlarda olduğu gibi, üzerindeki atmosfer incelmiş gibi görünür. Fakat alamadığı nefese sorsan en büyük ağırlık ondadır. Modern insanın yaşadığı psikolojik sorunların altında yatan başka nedir?
İslam'dan uzaklaşanın gönlü daralıyor. Çünkü asıl alması gereken şeyi alamıyor. Zikretmesi gereken şeyi zikretmiyor. Tatmin edecek şeyden azalıyor. Gözleri ne kadar kesif bir manzarayla dolarsa dolsun. Onların hiçbirisi aslında onun değil. Onun olmadığını en çok göğsü ona söylüyor. Yani göğsü gözünü yalanlıyor: "Aldıklarına bakma. Benim alamadığıma bak. Sen istediğini alamasan bu âdem ölmez. Fakat ben istediğimi alamazsam ölümümüz yakındır." Hülasa arkadaşım: Bu ayette daha çok sırlar var. Allah'ın hazinesi geniş. Biz garip. Daha yükseğe çıkmayalım. Ellerimizi daha yükseğe doğru açalım. Kibirlenmekte hayır yok. Haman'ın yaptığı kuleden Firavun'a bir hayır gelmedi. Musa'nın (a.s.) secdesi lazım bizlere.
Elbette göğsün daralması göğün daralması değildir. Hatta, aksine, insan yükseklere çıktıkça mekansal bir genişliğe kavuştuğunu zanneder. Tamam. Dünyada tuttuğu yer gıdım değişmez. Ama gözleri daha uzaklara kavuşur. Âdemoğlunun/kızının tabiatında bu kadim bir aldanıştır. Dünyası ancak elinin/ayağının yetiştiği yere kadarken o gözlerinin aldığı yeri de kendisinin sanrılar. Bu nedenle yükseklere çıkmak, sadece bir 'sanki' olarak, genişleme hissi uyandırır. Genişlik bizi mutlu eder. Şunu da biliyoruz ki: Varolan herşey varolmaya âşıktır.
Eksik söyledim: Varolan herşey 'varolmaya' âşıktır. Doğrudur. Fakat söz pür-şer beşere geldiğinde o 'daha çok varolmaya' da âşıktır. Belki de kavuştuğu genişliğin onda tetiklediği mutluluk da biraz bununla ilgilidir. Her ne ki gözüne girmiştir, manzarasına dahil olmuştur, bir şekilde ona sahip olduğunu 'sanki'ler. Bu sahiplik hissiyle gönlü ferahlar. Varlığı artmıştır. Birşey yukarıya doğru çıkıyorsa aşağıya iniyor olamaz. O halde, yani varlığı arttığına göre, o an yokluğa gidiyor olamaz. Belki de manzaralar bizi bu yüzden rahatlatıyor? Kimbilir. Bunu söylerken mevzuun başka zenginlikleri olabileceğini de reddetmiyorum elbette. O yüzden, yeri gelmişken, haddimizi bildirir o ifadeyi de konuştuklarımıza katık edelim: Allahu'l-a'lem.
Efendim, yine sözü uzatıyorum, 'Göğsün daralması göğün daralması değildir' demiştik. Oradan devam edelim: İsviçreli olan-olmayan bütün çeşit bilimadamları bize diyorlar ki: Yüksekte nefes alamama işi oksijenin suçu değil. Ya? Yukarıda da bir parça konuşmuştuk: Atmosfer kalınlığının suçu var. Yoksa Kösedağ'a çıkınca oradaki oksijen miktarı düşüyor değil. Lakin atmosfer inceldiği için ciğerlerden içeriye kendisini yeterince bastıramıyor. Akciğer kesecikleri yeterince açılmıyor. Oksijensiz kalma sıkıntısı da oradan doğuyor. Olanı içine alamıyorsun yani. Hani biraz idmanlı olsan belki de bu sorunu yaşamayacaktın. Alyuvarların da biraz serpilseydi. Zaten oranın insanları da bu sorunları şu şekil adaptasyonlarla aşıyorlar.
Herşeyin idmanı kendine göre. İslam'ın idmanı da kendine göre. Mesela: Ben şu an bunu yazarken bir idman yapıyorum. Sen bunu okurken bir idman yapıyorsun. Namaz kılarken bir idman yaşıyoruz. Oruç tutarken yine bir idmandayız. Hatta öyle ki: Aleyhissalatuvesselamla gelen mübarek sünnetinden her neye ittiba etsek bir çeşit idman oluyor. Böyle şeylerle meşgul olanların da, elbette takvaları miktarınca, göğüsleri açılıyor. Mürşidim de bu sadedde diyor: "Mevcudatın kemalleri Sânie müteveccih yüzlerinde tesbih ve ibadetle tezahür eder. İbadeti terk eden mevcudatın ibadetini görmez ve göremez. Belki de inkâr eder." Yani sanki aynı şeyi söylüyor bize: Göğsün daralıyorsa kesinlikle idmansızlıktan. Yoksa kainat yine baştan sona Cenab-ı Hakkı anlatan ayetlerle dolu. Onlara ulaşamayışın varolan oksijeni ciğerlerine alamayışın gibi. Keselerindeki büzüşmeden dolayı giremiyorlar.
Burası aslında 'yanlışa nasıl talip olduğumuzu' da gösteriyor bize. Allah bizi dalalete mecbur etmiyor. Hâşâ. Biz gayretsizliğimizle dalaleti hakediyoruz. Kazanıyoruz. Eğer yüzümüz alyuvarlarımızı arttırmaya baksa idmanda da olacağız. Yok. Hayır. Hiç o taraklarda bezimiz yok. Hiç o kısımlarda takılmıyoruz. Bedeli olarak da 'idmanın zenginleştiriciliği' elimizden alınıyor. Eksilmiyoruz da aynı kalıyoruz. Azaltılmıyoruz da arttırılmıyoruz. Çalışmamız bir dua yerine geçtiği gibi tembelliğimiz de bir dua yerine geçiyor. Allah, göğsünü daralttığını, gayretsizliğinden dolayı daraltıyor. Göğsünü açtığını, gayretinden dolayı ödüllendiriyor, açıyor. Herkes duasının elverdiğini alıyor. Aramadığına körleşiyor.
Bu benim ayetten kendi hisseme birinci aldığım. Bir de ikinci bir inci var: İnsan İslam'a kapandıkça kainatla bir hırlaşma içine girer. Bunu sadece ekolojik dengeyi bozar falan manasında söylemiyorum. O kısmı açık zaten. Sonuçlarını giderek daha net görüyoruz. Fakat bir de kendi içinde hırlaşma yaşar. "Kalpler ancak Allah'ın zikriyle mutmain olur!" ferman-ı Subhanîsi sırrınca başka herşeyin zikrinde bir yürek daralması vardır. Yeterli oksijen gitmez. Kişi dalalette ilerledikçe huzursuzluğu omuzlarında biriktirir. Zahirde, tıpkı dağlarda olduğu gibi, üzerindeki atmosfer incelmiş gibi görünür. Fakat alamadığı nefese sorsan en büyük ağırlık ondadır. Modern insanın yaşadığı psikolojik sorunların altında yatan başka nedir?
İslam'dan uzaklaşanın gönlü daralıyor. Çünkü asıl alması gereken şeyi alamıyor. Zikretmesi gereken şeyi zikretmiyor. Tatmin edecek şeyden azalıyor. Gözleri ne kadar kesif bir manzarayla dolarsa dolsun. Onların hiçbirisi aslında onun değil. Onun olmadığını en çok göğsü ona söylüyor. Yani göğsü gözünü yalanlıyor: "Aldıklarına bakma. Benim alamadığıma bak. Sen istediğini alamasan bu âdem ölmez. Fakat ben istediğimi alamazsam ölümümüz yakındır." Hülasa arkadaşım: Bu ayette daha çok sırlar var. Allah'ın hazinesi geniş. Biz garip. Daha yükseğe çıkmayalım. Ellerimizi daha yükseğe doğru açalım. Kibirlenmekte hayır yok. Haman'ın yaptığı kuleden Firavun'a bir hayır gelmedi. Musa'nın (a.s.) secdesi lazım bizlere.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...