Allah azze ve celle doğrunun yardımcısıdır. Ben de Onun dostlarını savunurken Ondan yardım dilerim. Bir önceki yazının finalinde dilegetirdiğim bir hakikatin tekrar altını çizerek bu yazıya başlamak istiyorum: Sahabe bütünlüğünü parçalamak, onlardan birisini/birkaçını sahabelikten 'aforoz' etmek veyahut onlardan birisinin/birkaçının duruşunu (diğerlerini gözden düşürecek şekilde) öncelemek, tarih boyunca 'fırka-i dâllenin/sapkın fırkaların' takındığı bir tavır olmuştur. Şianın Ehl-i Beyt radyallahu anhum ecmain ekseninde yaptığı da budur. Daha ahir bir dönemde FETÖ'nün Ebu Zerr radyallahu anh üzerinden yaptığı da budur. Evet. O dönemin şahitleri olanlar anlatırlar ki: Gülenciler nurculardan kopuşlarını Ebu Zerr Hazretlerinin sahabenin geneline göre aykırı bir görüşe sahip olup uzlete çekilmesiyle açıklamışlardır. Sonra bu genelden kopuşun, aykırı duruş sahibi oluşun, kendini daha özel görüşün işi nereye getirdiği ise malumdur. Allah tekrarını bir daha bu millete yaşatmasın. Âmin.
Yani özetle demek istediğim o ki: Bu 'dışarıya atmalar' da 'aşırı parlatmalar' da aslında maksadlı şeyler. Denge dini olan İslam'ın ahengini bozan şeyler. İşte bu yüzden ümmetin istikametli ana omurgasını teşkil eden Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat sahabeyi birbirine tercih etmemeyi bir şiar olarak edinmişler. Büyük resimde görünen hakikatin daha küçük resimler üzerinde yapılan manipülasyonlarla bozulmasını böylece engellemişler. Bunun yanında şunu da inkar etmiyoruz: Elbette sahabiler içerisinde derece farkları var. Fakat onların içinde hain yok. Düşman yok. Münafık yok. Ajan yok. Hepsi, Bediüzzaman'ın da altını çizdiği üzere, 'adalet sahibi' kişiler. Elhamdülillah. Siz de böyle sahabeden birini/birkaçını diğerlerini gözden düşürür bir şekilde vurgulayan bir ekole rastladığınızda onlardan hemen uzaklaşmalısınız. Zira muhtemelen sizdeki manevî muvazeneyi bozmaya çalışıyorlardır. Evet. Yanlış vurgu bütünün dengesini bozar.
Şia bunu en fazla Ehl-i Beyt vurgusu üzerinden yapar. Her müslümanda Kur'an'ın emriyle bulunması gereken Ehl-i Beyt'e karşı muhabbeti kendi kanallarına doğru akıtmaya çalışırlar. Safevîliğin ilk kurulduğu dönemde Sünni bir tarikat olduğu fakat ilerleyen zamanda tarikatlerde hep varolagelmiş Ehl-i Beyt muhabbeti suistimal edilerek şiiliğe saptırıldığı bilinen bir gerçektir. Şia bunu bugün de yapıyor. İran'ın devlet desteğiyle/imkanlarıyla finanse edilen organizasyonlar dünyanın her yerinde Ehl-i Sünnet müslümanları şialığa döndürmeye gayret ediyorlar. Muaviye radyallahu ahn ismi üzerinden yaşadığımız gerilimi bu nedenle önemsiyorum. Ve korkuyorum. Zira bu gerilimde oluşan saflar bizim üzerimizde de bir operasyon yürütüldüğünü ve epeyce de başarılığı olduğunu gösteriyor. Yoksa nurcular, Ehl-i Sünnet müntesibi müslümanlar olarak, Muaviye radyallahu anh hakkındaki bu düşmanlığı kendi kaynaklarından ders almıyorlar. Yok ki ders alsınlar. Bu fikirler içlerine dışarılardan sokuluyor. İthal ediliyor. Görememek körlüktür.
Şimdi, bu fazla kaçırdığım girizgâhın ardından, bir önceki yazıya gelen bazı yorumları/soruları cevapmaya çalışayım. Belki bir-iki yazı daha bu soruları cevaplamaya gayret edeceğim. Keşke âlim olsaydım. O zaman daha yerinde cevaplar verebilirdim. Lakin ahirzamanda mü'minlerin bildiklerini saklamaları da hadisçe men edilmiş. Ben de bildiğim kadarını yazarım. Allah azze ve celle dilimizi doğrusuna döndürsün. Ağzımızdan hakikatlerini döktürsün. Âmin.
1) Halil Bey, yazımın altına şu metni bırakarak, muhtemelen bir itirazda bulundular: "Amma Hazret-i İmam-ı Ali'nin Vak'a-i Sıffin'de Hazret-i Muaviye'nin taraftarlarıyla muharebesi ise hilâfet ve saltanatın muharebesidir. Yani, Hazret-i İmam-ı Ali, ahkâm-ı dini ve hakaik-i İslâmiyeyi ve âhireti esas tutup, saltanatın bir kısım kanunlarını ve siyasetin merhametsiz mukteziyatlarını onlara feda ediyordu. Hazret-i Muaviye ve taraftarları ise, hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeyi saltanat siyasetleriyle takviye etmek için azimeti bırakıp ruhsatı iltizam ettiler, siyaset âleminde kendilerini mecbur zannedip ruhsatı tercih ettiler, hataya düştüler."
Çok nadir ifratlar dışında Ehl-i Sünnet'in umumu ihtilaflarda 'İmam Ali radyallahu anhın haklı olduğunu' belirtmişlerdir. Bu konuda hiçkimsenin bir çekingesi yoktur. Benim yazımda itiraz ettiğim şey: Bu hatanın Muaviye radyallahu anhı 'sahabeliğin gerektirdiği hürmet ve sevgiden mahrum edemeyeceği'dir. Muaviye radyallahu anh Aleyhissalatuvesselamın vahiy katiplerindendir. Dualarına mazhar olmuştur. İdareciliği bizzat Ömer radyallahu anh gibi 'adam seçmekte çok hassas' kişiler tarafından takdir edilmiştir. Zaten onu Şam'a vali olarak atayan da odur. Hilafeti boyunca orada vali olarak kalmıştır. Alınmamıştır. Atılmamıştır. Haksızlıkla suçlanmamıştır. Osman radyallahu anh da bu durumu devam ettirmiştir. Zaten zekası hakkında 'Arabın on dehasından birisi' olduğu yönünde bir şöhret de yayılmıştır. O böyle birisidir.
Şunun da altını çizelim: Ebu Zerr radyallahu anhı, Müslim'de geçen bir rivayette "Ey Ebu Zer, kendim için istediğimi, senin için de isterim. Fakat, sen zayıfsın, iki kişinin bile başına geçme! Vazifesini hakkıyla yürüten kimseler hariç, âmirlik, kıyamet gününde pişmanlıktır!" diyerek yöneticilikten men eden Aleyhissalatuvesselam, aksine, Muaviye radyallahu anha 'birgün müslümanların idaresi ona geçerse merhametli olmasını' tavsiye etmiştir. Yani bu işe layık olduğunu düşünmüştür. Zaten âlimlerimiz de bu durum hakkında derler ki: "Muaviye radyallahu anh bu gibi hadis-i şerifleri kendisinin yöneticiliğine işaret/onay olarak da yorumluyordu. Bu yorum, Allahu'l-a'lem, hata değildi. Yalnız şu noktada hata etti: Ali radyallahu anh sağken bu iş ona düşmezdi. Onun liyakat sırası daha gerilerdeydi. O bu sıraya riayet etseydi hakka isabet edecekti." Nitekim Mektubat'ta İmam-ı Rabbani rahmetullahi aleyhin görüşü de bu yöndedir. Muaviye radyallahu anhın hilafete liyakati vardır. Fakat ondan büyükler sağken değil.
Benim anladığım: Halil Bey gibi kişiler saltanat-hilafet meselesini düşünürken bir parça yaşadıkları konjonktürden etkileniyorlar. Hatta cumhuriyet Türkiye'sinin saltanata biçtiği 'hain-satıcı-sömürücü' yaftasını o döneme de taşıyorlar. Hayır. Bu tuzağa düşmeyelim. Ne yakın tarihte Osmanlı saltanatı ne de uzak dönemde Muaviye radyallahu anhın yönetimi büsbütün 'zaleme' dönemler değildi. Biz biliyoruz ki: Osmanlı padişahları genel anlamda âdil padişahlardı. Zaten devlet-i âliyenin 600 senelik ömrünün başka bir açıklaması da olamaz. Hatta içlerinde Fatih Sultan Mehmed Han gibi hadisle müjdelenenler dahi bulunmaktaydı. Şimdi, neden toptancılığın tuzağına düşerek, "Kim ki saltanat sürmüştür o haindir!" veya "Kim ki saltanat sürmüştür o zalimdir!" veyahut "Kim ki saltanata talip olmuştur o sömürücüdür!" gibi şeyler söyleyelim? Süleyman aleyhisselam da Davud aleyhisselamın sultan oğlu sultan evladı değil miydi? Bundan, böyle haksız genellemelerden, Allah'a sığınırız. Tarih bize aksi birçok örneği göstermiştir. Evet. Emeviye saltanatından gelmekle Ömer bin Abdülaziz rahmetullahi aleyh gözden düşer mi? Hâşâ. Kişileri başa gelişlerindeki sistemle değil idareciliklerindeki tasarrufla yargılamak gerekir. Hitler seçimle başa gelmiştir de insanlığa çok mu büyük faydaları dokunmuştur?
Saltanat bir sistemdir. Cumhuriyet de bir sistemdir. Demokrasi de bir sistemdir. Meşrutiyet de bir sistemdir. Bunların herbiri bir yönetim sistemidir. Kur'an'da ve sünnette "İslam devleti şu şekilde yönetilecek!" diye belirgin bir emir yoktur. Emredilen şeyler vardır: Adalet, meşveret, merhamet vs. Dört halifenin başa geçişleri dahi farklı farklı şekillerde olmuştur. Muaviye radyallahu anh da kendi bilgisince o dönem için bir içtihadda bulunmuştur. Saltanatı istikrar için gerekli saymıştır. Ha, hatalıdır, o ayrı. Fakat bunu 'güç tutkusundan' falan yapmış gibi anlamak, hâşâ, sahabeyi anlamamaya işaret eder. Bunu böyle söyleyen "Ashabım yıldızlar gibidir!" buyuran Aleyhissalatuvesselamın sırrını da anlamamıştır. Neyse. Yazı çok uzadı. Bir dahaki yazıda da soruları cevapmaya devam edelim. Halil Bey'in sorusuna da 'ruhsat'ı hatırlatarak veda edelim: "Hazret-i Muaviye ve taraftarları ise, hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeyi saltanat siyasetleriyle takviye etmek için azimeti bırakıp ruhsatı iltizam ettiler, siyaset âleminde kendilerini mecbur zannedip ruhsatı tercih ettiler, hataya düştüler."
16 Mart 2020 Pazartesi
13 Mart 2020 Cuma
Hz. Muaviye'ye 'radyallahu anh' denilmez mi?
Bugünlerde en çok üzüldüğüm şeylerden birisi de; mürşidlerinin külliyat içerisinde defalarca vurgu yapmasına rağmen, Ehl-i Sünnet olduğunu belirtmesine rağmen veya istikametli olanın Ehl-i Sünnet cadde-i kübrası olduğunu ifade etmesine rağmen, kimi nurcu kardeşlerimin Ehl-i Sünnet'ten farklı görüşlere sahip olabilmesidir. (Hatta 'Ehl-i Sünnet kalıpçılığı' gibi meş'um ifadelerle fırka-i nâciyeyi eleştirebilmeleridir.) Sorun sadece 'sahip olabilmeleri' de değildir üstelik. Bunu Üstad'a da dayatabilmeleridir.
Okuyanlar hatırlayacaklar: Geçenlerde bir yazım vesilesiyle Muaviye radyallahu anha bakışımızı da bir parça konuşmuş olduk. (Yine Risalehaber'de yayınlanan Bekir Berk abi konulu metnimin yorumlarına bakanlar aydınlanacaktır.) Ne gördük peki orada? Bazı nurcu kardeşlerimiz, nasıl yapmışlarsa yapmışlar, Muaviye radyallahu anhın 'radyallahu anh' duasına layık olmadığına dair çıkarımlarda bulunmuşlar. Neye dayanıyorlar peki? Bediüzzaman'ın sahabe arasındaki ihtilaflara dair yazdığı birkaç metne. Peki o metinlerde hakikaten Muaviye radyallahu anhın 'radyallahu anh' denilmeye seza olmadığı mı söyleniyor? Hâşâ! Böyle hiçbir beyan yok. Hiçbir metin böyle birşey söylemiyor. Fakat hayatı okumayı siyaset, siyaseti okumayı da demokrasi çerçevesine sıkıştıranlar, hilafetin saltanata dönüşüm süreci üzerinden uçuyorlar da uçuyorlar. Kimbilir: Belki demokrasiyi itikatlarından da fazla önemsiyorlar. Allah böyle birşeye kapılmaktan cümlemizi muhafaza eylesin. Âmin.
Ben bu yazıda dayandıkları metinlerin ne kadar onların 'arzularını' söylediğini irdelemeyeceğim. (Bunu belki başka bir yazıda yapacağım.) Fakat Risale-i Nur'da bizzat kendisinin de Hz. Muaviye hakkında 'radyallahu anh' ifadesini kullandığı sabit olan Üstad'ın bir mürşidine uzanacağım. Kimdir bu mürşid? Müceddid-i Elf-i Sânî İmam-ı Rabbanî rahmetullahi aleyh. Bu arkadaşlar, bizim sözlerimizi (yaşımız gibi) belki küçük görürler, fakat herhalde İmam-ı Rabbanî Hazretlerinin adı anılınca ceketlerini ilikleyecekleri gelir. Nihayetinde zikredilen kişi Bediüzzaman'daki kıymeti bilinen birisidir. Gerçi avukatlık nefsin elini tutunca insan her aşırılığa savrulur. Lakin bize düşen yine de hakikati beyan etmektir. Yani, tebliğ bizim görevimizdir, hidayet ise Allah'tandır. Allah kalbimizi istikametine çevirsin.
Bendeki nüshaya göre 251. Mektub'da, Mevlana Muhammed Eşref'e 'sahabe arasındaki ihtilaflara nasıl bakılması gerektiğini' anlatan İmam-ı Rabbanî Hazretleri, 'Muaviye radyallahu ahna nasıl bakılması gerektiği' noktasında da kıymetli şeyler söylüyor. Bu zeminde yaşanacak sapmaların nerelere gidebileceğine dair talebesini uyarıyor. Elhamdülillah. Hepsini alıntılamayacağım. Çünkü uzundur. Ancak parça parça aktarmalar yaparak mevzuun o büyük İmam'ın gözünde ne kadar ehemmiyetli olduğunu nazarlarınıza vereceğim. İçeriği ilgisini çekenler (yukarıda numarasını da verdiğim) mektubu elbette bulup okuyabilirler:
"Ashab-ı Kiram 'aleyhimürrıdvan' arasında olan muharebeleri iyi sebeplerden, güzel düşüncelerden ileri geldi bilmek; dünyalık için, menfaat için bilmemek lazımdır. Çünkü onların ayrılığı içtihad ve te'vil ayrılığı idi. Heva ve hevesten doğan ayrılık değildi. Ehl-i Sünnet âlimleri hep böyle söylüyor. (...) Hz. Muaviye radyallahu anh için nasıl zalim denilebilir? Onun Allahu Teala'nın emirlerini ve müslümanların haklarını gözetmekte âdil bir halife olduğunu es-Sevaikü'l-Muhrika'sında allame İbn-i Hacer-i Mekkî yazıyor. (...) Böyle sözleri Yezid için söyleseler yeridir. Fakat Muaviye radyallahu anh için söylemek çok çirkin olur. Peygamberimiz aleyhissalatuvesselamın Hz. Muaviye'ye hayır dualar ettiği hadis âlimlerinin hepsi söylüyor. Onun duasının kabul olunacağı ise şüphesizdir. (...) İmam-ı Malik rahmetullahi aleyh tebe-i tabiîndendir. Hz. Muaviye radyallahu anhın asrında yaşamıştır. İşte o büyük âlim (eğer kemallerine inanmasa) 'Muaviye ve Amr b. Âs'a sövenleri öldürünüz!' der mi idi? Demek ki ona sövmeyi büyük günahlardan saymıştır. (...) İyi düşünmek lazımdır ki: Hz. Muaviye bu işlerde yalnız başına değildi. Ashab-ı Kiram'ın hemen hemen yarısı onunla beraberdi. Eğer Hz. Emîr (Hz. Ali) radyallahu anhla muharebe edenlere kâfir/fasık denilirse din-i İslam'ın yarısı yıkılır. O halde ancak din-i İslam'ı yıkmak isteyenler onları kötüler."
Uzatmayayım. Zira daha sarsıcı birçok ifade bu mektupta bulunmakta. Hatta İmam-ı Rabbanî rahmetullahi aleyh başka birçok âlimden delil getirerek de Muaviye radyallahu anha karşı soğukluk hissedenleri uyarıyor. "Aman, sakın, zihnar!" diyor. Allah ondan razı olsun. el-Hak, Bediüzzaman'ın duruşu da böyledir, fakat kanaatimce bu noktada kimi nurcular bir parça operasyona maruz kalıyorlar. Mahallelerini şaşırıyorlar. Bu operasyonun ardında şia da olabilir (çünkü onlar mesleklerini bu husumet üzerine bina ederler) modernistler de olabilir (çünkü onlar da sahabeye hürmeti kırmayı severler). Her şekilde bu bir operasyondur. Yerli bir düşünüş/inanış değildir. Biz Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat olarak sahabeyi birbirinden ayırmamayı mesleğimiz bilmişiz. Hep bunun üzerine yaşamışız. Şimdi duruşumuzu bozmak/parçalamak isteyenlere, hep düşman demek olmasa da, 'aptal dost' denmeye de sezadırlar. Zira dine verdikleri zararın farkında değildirler. Allah onların kalplerini istikamete çevirsin. Âmin.
Okuyanlar hatırlayacaklar: Geçenlerde bir yazım vesilesiyle Muaviye radyallahu anha bakışımızı da bir parça konuşmuş olduk. (Yine Risalehaber'de yayınlanan Bekir Berk abi konulu metnimin yorumlarına bakanlar aydınlanacaktır.) Ne gördük peki orada? Bazı nurcu kardeşlerimiz, nasıl yapmışlarsa yapmışlar, Muaviye radyallahu anhın 'radyallahu anh' duasına layık olmadığına dair çıkarımlarda bulunmuşlar. Neye dayanıyorlar peki? Bediüzzaman'ın sahabe arasındaki ihtilaflara dair yazdığı birkaç metne. Peki o metinlerde hakikaten Muaviye radyallahu anhın 'radyallahu anh' denilmeye seza olmadığı mı söyleniyor? Hâşâ! Böyle hiçbir beyan yok. Hiçbir metin böyle birşey söylemiyor. Fakat hayatı okumayı siyaset, siyaseti okumayı da demokrasi çerçevesine sıkıştıranlar, hilafetin saltanata dönüşüm süreci üzerinden uçuyorlar da uçuyorlar. Kimbilir: Belki demokrasiyi itikatlarından da fazla önemsiyorlar. Allah böyle birşeye kapılmaktan cümlemizi muhafaza eylesin. Âmin.
Ben bu yazıda dayandıkları metinlerin ne kadar onların 'arzularını' söylediğini irdelemeyeceğim. (Bunu belki başka bir yazıda yapacağım.) Fakat Risale-i Nur'da bizzat kendisinin de Hz. Muaviye hakkında 'radyallahu anh' ifadesini kullandığı sabit olan Üstad'ın bir mürşidine uzanacağım. Kimdir bu mürşid? Müceddid-i Elf-i Sânî İmam-ı Rabbanî rahmetullahi aleyh. Bu arkadaşlar, bizim sözlerimizi (yaşımız gibi) belki küçük görürler, fakat herhalde İmam-ı Rabbanî Hazretlerinin adı anılınca ceketlerini ilikleyecekleri gelir. Nihayetinde zikredilen kişi Bediüzzaman'daki kıymeti bilinen birisidir. Gerçi avukatlık nefsin elini tutunca insan her aşırılığa savrulur. Lakin bize düşen yine de hakikati beyan etmektir. Yani, tebliğ bizim görevimizdir, hidayet ise Allah'tandır. Allah kalbimizi istikametine çevirsin.
Bendeki nüshaya göre 251. Mektub'da, Mevlana Muhammed Eşref'e 'sahabe arasındaki ihtilaflara nasıl bakılması gerektiğini' anlatan İmam-ı Rabbanî Hazretleri, 'Muaviye radyallahu ahna nasıl bakılması gerektiği' noktasında da kıymetli şeyler söylüyor. Bu zeminde yaşanacak sapmaların nerelere gidebileceğine dair talebesini uyarıyor. Elhamdülillah. Hepsini alıntılamayacağım. Çünkü uzundur. Ancak parça parça aktarmalar yaparak mevzuun o büyük İmam'ın gözünde ne kadar ehemmiyetli olduğunu nazarlarınıza vereceğim. İçeriği ilgisini çekenler (yukarıda numarasını da verdiğim) mektubu elbette bulup okuyabilirler:
"Ashab-ı Kiram 'aleyhimürrıdvan' arasında olan muharebeleri iyi sebeplerden, güzel düşüncelerden ileri geldi bilmek; dünyalık için, menfaat için bilmemek lazımdır. Çünkü onların ayrılığı içtihad ve te'vil ayrılığı idi. Heva ve hevesten doğan ayrılık değildi. Ehl-i Sünnet âlimleri hep böyle söylüyor. (...) Hz. Muaviye radyallahu anh için nasıl zalim denilebilir? Onun Allahu Teala'nın emirlerini ve müslümanların haklarını gözetmekte âdil bir halife olduğunu es-Sevaikü'l-Muhrika'sında allame İbn-i Hacer-i Mekkî yazıyor. (...) Böyle sözleri Yezid için söyleseler yeridir. Fakat Muaviye radyallahu anh için söylemek çok çirkin olur. Peygamberimiz aleyhissalatuvesselamın Hz. Muaviye'ye hayır dualar ettiği hadis âlimlerinin hepsi söylüyor. Onun duasının kabul olunacağı ise şüphesizdir. (...) İmam-ı Malik rahmetullahi aleyh tebe-i tabiîndendir. Hz. Muaviye radyallahu anhın asrında yaşamıştır. İşte o büyük âlim (eğer kemallerine inanmasa) 'Muaviye ve Amr b. Âs'a sövenleri öldürünüz!' der mi idi? Demek ki ona sövmeyi büyük günahlardan saymıştır. (...) İyi düşünmek lazımdır ki: Hz. Muaviye bu işlerde yalnız başına değildi. Ashab-ı Kiram'ın hemen hemen yarısı onunla beraberdi. Eğer Hz. Emîr (Hz. Ali) radyallahu anhla muharebe edenlere kâfir/fasık denilirse din-i İslam'ın yarısı yıkılır. O halde ancak din-i İslam'ı yıkmak isteyenler onları kötüler."
Uzatmayayım. Zira daha sarsıcı birçok ifade bu mektupta bulunmakta. Hatta İmam-ı Rabbanî rahmetullahi aleyh başka birçok âlimden delil getirerek de Muaviye radyallahu anha karşı soğukluk hissedenleri uyarıyor. "Aman, sakın, zihnar!" diyor. Allah ondan razı olsun. el-Hak, Bediüzzaman'ın duruşu da böyledir, fakat kanaatimce bu noktada kimi nurcular bir parça operasyona maruz kalıyorlar. Mahallelerini şaşırıyorlar. Bu operasyonun ardında şia da olabilir (çünkü onlar mesleklerini bu husumet üzerine bina ederler) modernistler de olabilir (çünkü onlar da sahabeye hürmeti kırmayı severler). Her şekilde bu bir operasyondur. Yerli bir düşünüş/inanış değildir. Biz Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat olarak sahabeyi birbirinden ayırmamayı mesleğimiz bilmişiz. Hep bunun üzerine yaşamışız. Şimdi duruşumuzu bozmak/parçalamak isteyenlere, hep düşman demek olmasa da, 'aptal dost' denmeye de sezadırlar. Zira dine verdikleri zararın farkında değildirler. Allah onların kalplerini istikamete çevirsin. Âmin.
11 Mart 2020 Çarşamba
Allah'ın ibadete ihtiyacı mı var?
Kızlar yine fena değil. Elhamdülillah. Fakat erkek yeğenlerimin tamamı yarım mideli. Hatta çoğu zaman beslenmeleri için zorlanmaları gerekiyor. Yani annelerinin şevkinin bittiği yerde babalarının cebri başlıyor. Yapacak birşey yok. Aile olmak biraz böyle. Geçenlerde Hamza Enes olanı beni birşeyler atıştırırken gördü. İzledi. İzledi. İzledi. Sonra şöyle buyurdu: "Amca, öyle iştahlı yiyorsun ki, benim bile yiyesim geliyor!" Öhöm! Ancak beyzademi tanıyanların takdir edeceği üzere büyük bir iltifattır bu. Evet. Tıpkı bir kaplumbağanın tavşana bakıp "Öyle güzel koşuyorsun ki benim de koşasım geliyor!" demesi gibi birşeydir. Ne yalan söyleyeyim muhterem kârilerim. Uzun zamandan beri böyle gururlanmamıştım. (En azından göbeğim çıktığından beri.) 'Maşaallah' çektim kendime. Fazla varsa sizden de alırım bir dal. Sigara değil canım. Maşaallah.
Allah hepimize sağlık versin. Huzur versin. İman versin. Âmin. İştah bunların derkenarı. Tek başına varolabilen birşey değildir o. Asgarî bir mutluluk düzeyi de ister. İlla zengin olmak bağlamında söylemiyorum. İnsan kuru ekmeği bile iştahla yiyebilir. Ondan yağlı köfteden fazla lezzet alabilir. Ramazan'da yaşıyoruz. Bir bardak suyu bile nasıl özlüyoruz. Asıl önemli olan kafa-beden-gönül sağlığıdır. Bu üçünün sağlığı yerinde olursa insan taşı sıksa bile mutluluk çıkarır.
'Mutluluk' dedim de aklıma geldi. Yeğenimle diyaloğumuzun devamı da var. İlgili olduğunu görünce, fırsat bu fırsat, tabağın kromunu kazır kertede bir gayretle dibindekileri süpürmemin hikmetini şöyle açıkladım: "Allah mutlu olsun istiyorum!" Aslında 'mutluluk' ifadesi Cenab-ı Hak için kullanılmaya çok uygun değil. Belki Bediüzzaman'ın şuunat bahsinde dediği gibi 'memnuniyet-i münezzehe' diye tabir etmeli. Yani kusurlardan tenzih etmeli. Yahut da en genel şekliyle "Allah razı olsun istiyorum!" denmeliydi. Fakat mutluluk kelimesini kullanarak yeğenimin dikkatini çekmeye çalıştım. Başarılı da oldum zannederim. Zira muhabbetimiz şöyle devam etti:
"Sen böyle yeyince Allah mutlu mu oluyor?"
"Elbette. Şöyle düşün: Okuldan eve geliyorsun. 'Açım!' diyorsun. Annen de sevdiğin yemeklerden yapıyor. Sen de iştahla yiyorsun. (Aynı benim yaptığım gibi.) Annen mutlu olmaz mı? Bir de aksini düşün: Annen özene bezene nice yemekler yapmış. Sen de şöyle bir bakıp hemen sofradan kalkıyorsun. Veya kenarından azıcık kaşıklayıp yüzünü asıyorsun. Veyahut da tabağın birazını yiyerek gerisini bırakıyorsun. Bunlar anneni mutsuz etmez mi?"
"Eder tabii."
"Hatta yemeği beğenip yesen bile 'Eline sağlık!' demediğinde bu anneni üzebilir. İşte biz bu yüzden yemeğin dibini sünnetlemeyi ibadet sayıyoruz. 'Bismillah' diyerek başlıyoruz. 'Elhamdülillah' diyerek kalkıyoruz. Başlarken de Ondan geldiğini hatırlıyor/hatırlatıyoruz, biterken de Ondan geldiğini anımsıyor/anımsatıyoruz. Böylece teşekkür etmiş oluyoruz."
Yeğenimle diyaloğumuz bu şekil. Fakat sonra düşündüm: Aslında tebessüm etmenin bile böylesi bir yanı var. Yani yaşarken mütebessim olmak, eğer niyet Allah'ın rızası olursa, gündelik hayatı ibadete çevirebilir. Zira bu da bir memnuniyet ifadesidir. Her an söylenen "Eline sağlık!" cümlesi gibidir. Sadece başkalarına değil kendisine de bir bağışta bulunur insan böylece. Bir sadaka verir. Hem içine bir pozitif enerji yayar hem de dışına. Memnuniyet paylaşıldıkça çoğalır.
Çocuklarımıza teşekkür etmeyi ahlak olarak aşılamak istiyoruz. Kendileri için yapılmış fedakârlıklara teşekkür etmelerini öğretmeye gayret ediyoruz. Bu öğretiş teşekküre muhtaç olduğumuz için değildir. Bir anne çocuğu teşekkür etmese de annelik eder. Fakat şunu da bilir: İnsaniyete yakışır kemale sahip olmak teşekkürle ilgilidir. Teşekkürü bilmeyen insan yarım kalır. Sevilmez. Tıpkı özür nedir bilmeyenlerin sevilmeyişi gibi. Yani 'tevbe' nasıl fıtrîdir. Yaratılışımızda vardır. Bizi tamamlar. 'Teşekkür' de öyledir. Onsuz da eksik kalırız. Yara alırız. Belki biraz da bu yüzden Aleyhissalatuvesselam buyurur: "İnsanlara teşekkür etmeyen Allah'a da şükretmez.”
'Teşekkür' diyoruz ama belki teşekkür sadece bir tezahür. Yahut da tezahürlerden birisi. Asıl gerisinde bir memnuniyet, bir farkediş, bir takdir, belki de bir minnet hissi yatıyor. Yani teşekkür eden insan kendisine edilen iyiliğin farkına vardığını gösteriyor. Bu farkındalığın şiddetine göre ahlaktaki karşılığı da değişiyor. Bazen minnet oluyor. Bazen hürmet oluyor. Bazen vefa duyuyor. Bazen aşka varıyor. Bazen de bu teşekkür bir ömür ruhunda asılı kalıyor. Ne zaman hatırına gelse "Ne güzel insandı!" deyu sevgisini yolluyor. Tıpkı babasıyla yaşayan bir oğul gibi.
Ve biz asla şöyle birşey demiyoruz: "Rahmetli, ne vefalı insandı, bir kere bile uğramadı!" Veya söylemiyoruz: "Ahmed, çok saygılı bir çocuktur, bir Allah'ın selamını dahi vermez." Veyahut hiç ağzımızdan çıkmıyor: "Ona o kadar iyilik borçluyum ki hiç yardımına koşmam!" Bunlar belki ancak bir ironi olarak, ilk cümlede altı çizilenin aslında ne kadar hakikatsiz olduğunu ifade etmek için, dilimizden dökülebiliyor. Yani, eylemsizlikle sıfatlar ispat edilmiyor, ancak yanlışlanıyor.
Tam da bu noktada mürşidimin "Cenab-ı Hakkın bizim ibadetimize ne ihtiyacı var?" sorusuna verdiği cevap hatırımıza gelmeli işte: "Cenab-ı Hak, senin ibadetine, belki hiçbir şeye muhtaç değil. Fakat sen ibadete muhtaçsın. Mânen hastasın. (...) Acaba bir hasta, o hastalık hakkında şefkatli bir hekimin ona nâfi ilâçları içirmek hususunda ettiği ısrara mukabil, hekime dese: 'Senin ne ihtiyacın var, bana böyle ısrar ediyorsun?' Ne kadar mânâsız olduğunu anlarsın."
Bunun şu yüzden hatırımıza gelmesini istiyorum: Biz, yukarıda zikrettiğim şekilde, çocuğumuzun teşekkür etme yeteneğine/ihtiyacına sahip olmasını onun kemalinin bir parçası olarak takdir edebiliyoruz. (Bunu ateist ebeveynler bile takdir edebiliyor.) Fakat gelgelelim: İbadet etmenin insanda ne türden bir fonksiyon gördüğünü bir türlü göremiyoruz. Evet. İbadet de bir teşekkürdür. Ve her teşekkür gibi bir ihtiyaçtır. Fıtratımızın parçasıdır. Onsuz eksik kaldığımızdır. Yara aldığımızdır. İnsan nasıl 'teşekkür etme yeteneği' gelişmezse odunlaşır. Ve çevresindekiler onun hamlığından, bencilliğinden, ilgisizliğinden, dikkatsizliğinden veya hissizliğinden sıkça dem vurmaya başlar. Aynen öyle de: İbadetsizlik de bu şekilde odunlaştırır. Varlığa karşı ilgisizleştirir. Farkında olunsun-olunmasın. Hamlaştırır. Bencilleştirir. Hissizleştirir.
Teşekkür etme ihtiyacı/yeteneği bizi nasıl etkileşimlerimize karşı duyarlı hale getiriyorsa ibadetler de aynı şekilde bizi şahitliklerimize karşı duyarlı hale getiriyor. Nankörlüğümüzü alıyor. Teşekkürsüzlük nasıl iyiliklerin önemsenmediğine bir ima içeriyorsa ibadetsizlik de böylesi bir ima içeriyor. Tabir-i caizse: "Siz teşekkür, takdir, tefekkür vs. etmeye değmezsiniz!" mesajı taşıyor. Dikkat edin: Eşler arasında 'değer görmeme' tartışmaları en çok bu minvalde yaşanıyor. Marifetin iltifata tâbi oluşu kainatın her yerinde işleyen bir kanun gibi kulluğumuza çağrışımlar gönderiyor. Her yerdeki geçerliliğiyle buradaki geçerliliğini de hissettiyor. Belki biraz da bu yüzden Bediüzzaman diyor: "Mevcudatın kemalleri Sânie müteveccih yüzlerinde tesbih ve ibadetle tezahür eder. İbadeti terk eden mevcudatın ibadetini görmez ve göremez. Belki de inkâr eder."
Şöyle toparlamaya çalışayım: Ahlak iliklere kadar işlemiş bir alışkanlıktır. Alışkanlıkların en şiddetlisidir. Duyarlılık da bu nedenle bir alışkanlık işidir. Alışkanlıklarsa ancak düzenli tâlimler sayesinde ayakta dururlar. Ruhumuzu duyarlılığa alıştırmak istiyorsak teşekküre de alıştırmalıyız. Kula bakan yönü teşekkürdür. Allah'a bakan yönü şükürdür. Başta namaz olmak üzere ibadetlerdir. Biz ibadet ederek Allah'a bir bağışta bulunmuyoruz. Hâşâ. Onun hiçbirşeye ihtiyacı yok. Bilakis: Kendimizi odunlaşmaktan korumaya çalışıyoruz. Duyarsızlaşmaktan korumaya çalışıyoruz. Kalp ölümünü engellemeye gayret ediyoruz. Çünkü biliyoruz: Odunun yeri ateştir. Yeşerenin yeri cennettir. Üzerimize yağan yağmura, bakan güneşe, ısıtan toprağa bir tebessüm etmemiz gerek. Yoksa "Bu cansızdır!" deyu cehenneme atarlar. Allah saklasın.
Allah hepimize sağlık versin. Huzur versin. İman versin. Âmin. İştah bunların derkenarı. Tek başına varolabilen birşey değildir o. Asgarî bir mutluluk düzeyi de ister. İlla zengin olmak bağlamında söylemiyorum. İnsan kuru ekmeği bile iştahla yiyebilir. Ondan yağlı köfteden fazla lezzet alabilir. Ramazan'da yaşıyoruz. Bir bardak suyu bile nasıl özlüyoruz. Asıl önemli olan kafa-beden-gönül sağlığıdır. Bu üçünün sağlığı yerinde olursa insan taşı sıksa bile mutluluk çıkarır.
'Mutluluk' dedim de aklıma geldi. Yeğenimle diyaloğumuzun devamı da var. İlgili olduğunu görünce, fırsat bu fırsat, tabağın kromunu kazır kertede bir gayretle dibindekileri süpürmemin hikmetini şöyle açıkladım: "Allah mutlu olsun istiyorum!" Aslında 'mutluluk' ifadesi Cenab-ı Hak için kullanılmaya çok uygun değil. Belki Bediüzzaman'ın şuunat bahsinde dediği gibi 'memnuniyet-i münezzehe' diye tabir etmeli. Yani kusurlardan tenzih etmeli. Yahut da en genel şekliyle "Allah razı olsun istiyorum!" denmeliydi. Fakat mutluluk kelimesini kullanarak yeğenimin dikkatini çekmeye çalıştım. Başarılı da oldum zannederim. Zira muhabbetimiz şöyle devam etti:
"Sen böyle yeyince Allah mutlu mu oluyor?"
"Elbette. Şöyle düşün: Okuldan eve geliyorsun. 'Açım!' diyorsun. Annen de sevdiğin yemeklerden yapıyor. Sen de iştahla yiyorsun. (Aynı benim yaptığım gibi.) Annen mutlu olmaz mı? Bir de aksini düşün: Annen özene bezene nice yemekler yapmış. Sen de şöyle bir bakıp hemen sofradan kalkıyorsun. Veya kenarından azıcık kaşıklayıp yüzünü asıyorsun. Veyahut da tabağın birazını yiyerek gerisini bırakıyorsun. Bunlar anneni mutsuz etmez mi?"
"Eder tabii."
"Hatta yemeği beğenip yesen bile 'Eline sağlık!' demediğinde bu anneni üzebilir. İşte biz bu yüzden yemeğin dibini sünnetlemeyi ibadet sayıyoruz. 'Bismillah' diyerek başlıyoruz. 'Elhamdülillah' diyerek kalkıyoruz. Başlarken de Ondan geldiğini hatırlıyor/hatırlatıyoruz, biterken de Ondan geldiğini anımsıyor/anımsatıyoruz. Böylece teşekkür etmiş oluyoruz."
Yeğenimle diyaloğumuz bu şekil. Fakat sonra düşündüm: Aslında tebessüm etmenin bile böylesi bir yanı var. Yani yaşarken mütebessim olmak, eğer niyet Allah'ın rızası olursa, gündelik hayatı ibadete çevirebilir. Zira bu da bir memnuniyet ifadesidir. Her an söylenen "Eline sağlık!" cümlesi gibidir. Sadece başkalarına değil kendisine de bir bağışta bulunur insan böylece. Bir sadaka verir. Hem içine bir pozitif enerji yayar hem de dışına. Memnuniyet paylaşıldıkça çoğalır.
Çocuklarımıza teşekkür etmeyi ahlak olarak aşılamak istiyoruz. Kendileri için yapılmış fedakârlıklara teşekkür etmelerini öğretmeye gayret ediyoruz. Bu öğretiş teşekküre muhtaç olduğumuz için değildir. Bir anne çocuğu teşekkür etmese de annelik eder. Fakat şunu da bilir: İnsaniyete yakışır kemale sahip olmak teşekkürle ilgilidir. Teşekkürü bilmeyen insan yarım kalır. Sevilmez. Tıpkı özür nedir bilmeyenlerin sevilmeyişi gibi. Yani 'tevbe' nasıl fıtrîdir. Yaratılışımızda vardır. Bizi tamamlar. 'Teşekkür' de öyledir. Onsuz da eksik kalırız. Yara alırız. Belki biraz da bu yüzden Aleyhissalatuvesselam buyurur: "İnsanlara teşekkür etmeyen Allah'a da şükretmez.”
'Teşekkür' diyoruz ama belki teşekkür sadece bir tezahür. Yahut da tezahürlerden birisi. Asıl gerisinde bir memnuniyet, bir farkediş, bir takdir, belki de bir minnet hissi yatıyor. Yani teşekkür eden insan kendisine edilen iyiliğin farkına vardığını gösteriyor. Bu farkındalığın şiddetine göre ahlaktaki karşılığı da değişiyor. Bazen minnet oluyor. Bazen hürmet oluyor. Bazen vefa duyuyor. Bazen aşka varıyor. Bazen de bu teşekkür bir ömür ruhunda asılı kalıyor. Ne zaman hatırına gelse "Ne güzel insandı!" deyu sevgisini yolluyor. Tıpkı babasıyla yaşayan bir oğul gibi.
Ve biz asla şöyle birşey demiyoruz: "Rahmetli, ne vefalı insandı, bir kere bile uğramadı!" Veya söylemiyoruz: "Ahmed, çok saygılı bir çocuktur, bir Allah'ın selamını dahi vermez." Veyahut hiç ağzımızdan çıkmıyor: "Ona o kadar iyilik borçluyum ki hiç yardımına koşmam!" Bunlar belki ancak bir ironi olarak, ilk cümlede altı çizilenin aslında ne kadar hakikatsiz olduğunu ifade etmek için, dilimizden dökülebiliyor. Yani, eylemsizlikle sıfatlar ispat edilmiyor, ancak yanlışlanıyor.
Tam da bu noktada mürşidimin "Cenab-ı Hakkın bizim ibadetimize ne ihtiyacı var?" sorusuna verdiği cevap hatırımıza gelmeli işte: "Cenab-ı Hak, senin ibadetine, belki hiçbir şeye muhtaç değil. Fakat sen ibadete muhtaçsın. Mânen hastasın. (...) Acaba bir hasta, o hastalık hakkında şefkatli bir hekimin ona nâfi ilâçları içirmek hususunda ettiği ısrara mukabil, hekime dese: 'Senin ne ihtiyacın var, bana böyle ısrar ediyorsun?' Ne kadar mânâsız olduğunu anlarsın."
Bunun şu yüzden hatırımıza gelmesini istiyorum: Biz, yukarıda zikrettiğim şekilde, çocuğumuzun teşekkür etme yeteneğine/ihtiyacına sahip olmasını onun kemalinin bir parçası olarak takdir edebiliyoruz. (Bunu ateist ebeveynler bile takdir edebiliyor.) Fakat gelgelelim: İbadet etmenin insanda ne türden bir fonksiyon gördüğünü bir türlü göremiyoruz. Evet. İbadet de bir teşekkürdür. Ve her teşekkür gibi bir ihtiyaçtır. Fıtratımızın parçasıdır. Onsuz eksik kaldığımızdır. Yara aldığımızdır. İnsan nasıl 'teşekkür etme yeteneği' gelişmezse odunlaşır. Ve çevresindekiler onun hamlığından, bencilliğinden, ilgisizliğinden, dikkatsizliğinden veya hissizliğinden sıkça dem vurmaya başlar. Aynen öyle de: İbadetsizlik de bu şekilde odunlaştırır. Varlığa karşı ilgisizleştirir. Farkında olunsun-olunmasın. Hamlaştırır. Bencilleştirir. Hissizleştirir.
Teşekkür etme ihtiyacı/yeteneği bizi nasıl etkileşimlerimize karşı duyarlı hale getiriyorsa ibadetler de aynı şekilde bizi şahitliklerimize karşı duyarlı hale getiriyor. Nankörlüğümüzü alıyor. Teşekkürsüzlük nasıl iyiliklerin önemsenmediğine bir ima içeriyorsa ibadetsizlik de böylesi bir ima içeriyor. Tabir-i caizse: "Siz teşekkür, takdir, tefekkür vs. etmeye değmezsiniz!" mesajı taşıyor. Dikkat edin: Eşler arasında 'değer görmeme' tartışmaları en çok bu minvalde yaşanıyor. Marifetin iltifata tâbi oluşu kainatın her yerinde işleyen bir kanun gibi kulluğumuza çağrışımlar gönderiyor. Her yerdeki geçerliliğiyle buradaki geçerliliğini de hissettiyor. Belki biraz da bu yüzden Bediüzzaman diyor: "Mevcudatın kemalleri Sânie müteveccih yüzlerinde tesbih ve ibadetle tezahür eder. İbadeti terk eden mevcudatın ibadetini görmez ve göremez. Belki de inkâr eder."
Şöyle toparlamaya çalışayım: Ahlak iliklere kadar işlemiş bir alışkanlıktır. Alışkanlıkların en şiddetlisidir. Duyarlılık da bu nedenle bir alışkanlık işidir. Alışkanlıklarsa ancak düzenli tâlimler sayesinde ayakta dururlar. Ruhumuzu duyarlılığa alıştırmak istiyorsak teşekküre de alıştırmalıyız. Kula bakan yönü teşekkürdür. Allah'a bakan yönü şükürdür. Başta namaz olmak üzere ibadetlerdir. Biz ibadet ederek Allah'a bir bağışta bulunmuyoruz. Hâşâ. Onun hiçbirşeye ihtiyacı yok. Bilakis: Kendimizi odunlaşmaktan korumaya çalışıyoruz. Duyarsızlaşmaktan korumaya çalışıyoruz. Kalp ölümünü engellemeye gayret ediyoruz. Çünkü biliyoruz: Odunun yeri ateştir. Yeşerenin yeri cennettir. Üzerimize yağan yağmura, bakan güneşe, ısıtan toprağa bir tebessüm etmemiz gerek. Yoksa "Bu cansızdır!" deyu cehenneme atarlar. Allah saklasın.
4 Mart 2020 Çarşamba
Kur'an'da neden 'inek' isminde bir sûre var?
Bu yazıya da gülünçlü bir hatıramla başlayayım. 90'ların ortası. Ortaokuldayım. Galiba birinci sınıftayım. Şimdiki sisteme çok hâkim değilim, amma o vakitler ilkokul beş yıl, ortaokul da üç yıldı. İlkokulda yabancı dil eğitimi olmazdı. Ortaokulda başlardı. İngilizce tabii. Başka yabancı dil yok. Onun da zaten öğretmeni yok. İdareten Pakize Altınmeşe isminde bir hocamız giriyor. Branşı matematikti galiba. O kısmı net anımsamıyorum. Her neyse. Tabii "Konuş!" desen İngilizce konuşamıyor lakin azıcık malumatı var. Yaşıyorsa Allah afiyet versin. Sevdiğimiz bir hocamızdı.
Hocayı seviyoruz ama her yaptığını da sevmiyoruz elbette. Serde öğrencilik var. Öhöm! Birşeylerden şikayetçi olmak lazım. İsyansız olmaz. Efendim, ben de hocamın kelime egzersizlerinden şikayetçiyim, çünkü İngilizce kelime haznem iki elin parmağını geçmiyor. (Şimdi de çok iyi durumda olduğu söylenemez.) Fakat hocayı durdurabilmek ne mümkün! Branşı matematik değilmiş de dünyaya yabancı dil öğretmek için gelmiş gibi alıyor kartları eline gezdire gezdire herkese soruyor. Kartlar dediğim, işte, üzerinde resim olup arkasında İngilizcesi yazan şeyler. Siz söyledikten sonra çevirip arkasını gösteriyor. Doğru-yanlış anlamış oluyorsunuz.
Birgün yine başladı gezdirmeye. Hey yüce Allahım. Ama bu defa başka birşey yapıyor. O kartı gösteriyor siz de kartta gördüğünüz şeyi "It is a bilmem ne nane!" diye cümle içinde kullanıyorsunuz. Neyse. Sora sora döndü dolaştı. Gelip başıma dikildi. Sınıf da kırk kişi falan. Yani öyle kolay kolay dönüp dolaşamazsınız. Üstelik ben döngünün sonlanacağı yerdeyim. Ya nasip! Belki de zil çalar. Yok efendim. Bahtı insanın dostu olacak. Çalmadı. Hoca da elindeki kartı bana gösterdi. Ben de elbette cehaletimin bana verdiği yetkiye dayanarak sordum: "Hocam bu ne?"
Bunu iki şekilde de soruyorum. 1) O resimdeki şey ne? Öyle bir çizer çalışmış ki kartı, Allah nazarlardan saklasın, resim sürrealist çizgiler taşıyor. Bir Picasso da Türkiye'den çıksın. Karşısında değilim. Ama neden şimdi? Ve neden ben? Evet. Resmi birçok şeye benzetiyorum yani sizin anlayacağınız. İhtimaller bir sürü. Aslında ne olduğunu da öğrenmeliyim. 2) Ne olduğunu öğrenmem de yetmiyor. O şeyin İngilizcesini de bilmeliyim. Bilmeliyim ki, 'şak' diye terkibin içine yerleştirip, muhterem hocamın dudaklarını saadetten kulaklarına vardırmalıyım. İnşaallah.
Epey de heyecan var tabii. Hocam nihayet soruma cevap verdi: "Bardak!" Bakınız, bugünkü aklımla elbette gerekli tahlili yapabiliyorum, hocanın hangi soruya cevap verdiğini anlayabiliyorum. Ama o günlerde bu işler böyle kolay değildi. Ben de cevabı hocamın 'gördüğüm şeyin İngilizcesini söylediğine' yordum. Ve mal bulmuş mağribî gibi cevabı yapıştırdım: "It is a bardak!" Artık size hocanın nasıl güldüğünü mü anlatayım, arkadaşların kahkahaları mı tasvir edeyim, mevzuun yıllar sonra bile arkadaşlar arasında hatırlatıldığını mı aktarayım, işte öyle bir felaket oldu. Hatta Pakize Hanım o günden sonra ne zaman beni görse gülümserdi.
Kartlar mevzuu mühim. Şimdilerde küçükler için de böyle şeyler üretiliyor. Bizimkiler pek küçük değildi. Ama bunlar iskambil kağıdı büyüklüğünde şeyler. Düzen aynı. Resimler-kelimeler. Çocuklara resimleri vasıtasıyla kelimeleri öğretiyorlar. (Renkleri öğretenleri de var.) Demek işçilik değişse de öğrenmenin başı değişmiyor. Bir dil öğreneceksen önce kelimelerini öğrenmelisin. Eğer bir ilim öğreneceksen o zaman da o ilmin kavramlarını bilmelisin. Vaktiyle Sosyalizmin Alfabesi diye bir kitap okumuştum. Solculuğun en çok kullanılan kavramlarını tek tek anlatan yazılardan oluşuyordu. 'Komünizm' ile 'sosyalizmin' birbirinden farklı şeyler olduğunu ilk o kitaptan öğrendiğimi anımsıyorum. Daha başka şeyler de öğrenmiştim. Fakat hızlı geçelim.
Geçenlerde bir vesile ile Kur'an'daki sûre isimlerine bakarken bu kartlar meselesi geldi aklıma. Sonra da Âdem aleyhisselamın kıssasını düşündüm. Hani şu tâlim-i esma ve Âdem'e secde mevzularını. 20. Söz'de de geçer. Bediüzzaman bu kıssanın insanın meleklere sırr-ı tefevvukunu anlattığını söyler. İnsan meleklerden üstündür. Çünkü meleklerin bilmediği isimleri de bilir. Bu isimleri/kelimeleri iki yönden de düşünebiliriz. 1) İnsan donanımı itibariyle meleklerden daha fazla 'şey' de tanıyabilir. Bu da yeteneklerinde vardır. 2) Fakat bundan daha önemlisi: Cenab-ı Hakkı daha fazla yönüyle/ismiyle de tefekkür edebilir. Bu 'bilebilme' potansiyeli nedeniyle işte meşhur kıssada meleklere galip gelmiş ve onları Rablerine karşı hayranlıkla söyletmiştir: “Senin bize öğrettiklerinden başka bilgimiz yoktur. Herşeyi bilen ve herşeyi hikmetle yapan Sensin.”
20. Söz benim Kur'an'a bakışımı çok etkileyen bir metindir. Bu tabiri kullanmak ne kadar doğru bilemiyorum ama âdeta 'çakralarımı açmıştır.' İşte onun hemen başında İblis'in kalbe attığı sorular böyle dillendirilir: "Dersiniz: 'Kur'ân mu'cizedir; hem nihayetsiz belâğattedir; hem umuma her vakitte hidayettir.' Halbuki, şöyle bazı hâdisât-ı cüz'iyeyi tarihvâri bir surette musırrâne tekrar etmekte ne mânâ var? Bir ineği kesmek gibi bir vakıa-i cüz'iyeyi, o kadar mühim tavsifatla böyle zikretmek, hattâ o sûre-i azîmeye de 'el-Bakara' tesmiye etmekte ne münasebet var? Hem de Âdem'e secde olan hadise sırf bir emr-i gaybîdir. Akıl ona yol bulamaz. Kavî bir imandan sonra teslim ve iz'an edilebilir. Halbuki Kur'ân umum ehl-i akla ders veriyor..."
Meraklısını esere havale ederek buradan sadece şu soruyu tırnaklayacağım bugün: "O sûre-i azîmeye de 'el-Bakara' tesmiye etmekte ne münasebet var?" Aslında bu soruyu Kur'an sûreleri sayısınca çoğaltabiliriz. Çünkü Kur'an sûrelerinin isimleri hep böyle. Yani tek kelimelik. Tek kavramlık. Hatta internette şöyle bir karıştırdığınız zaman ateistlerin bu durumu da mevzu ettiği paylaşımlara rastlayabiliyorsunuz. Yani soruyorlar: "Bu nasıl Allah kelamı ki sûre adları inek, örümcek, arı vs. Böyle bölümlendirmesi olan kitap mı olur? Veyahut böyle bir kitap ciddiye mi alınır?" Elbette modern çağın çocukları saygı duyulası bilginin ancak akademik başlıklar altında sunulabileceğine inanıyorlar. Schopenhauer'ın kitap isimleri gibi: Yeterli Sebebin Dörtlü Kökü.
Ancak Kur'an kainatı yaratan Allah tarafından vahyedildiği için, elbette, 'şefkatli bir uyumun' kokusunu barındırıyor. Bu kainatta ayet olarak önünüze serilmiş 'şeyler' birer 'isim' olarak da Kur'an'da kendilerini gösteriyorlar. 114 isim. 114 kavram. 114 kelime. 114 kart gibi. İlk emri "Yaratan Rabbinin adıyla oku!" olan vahyin okumayı yeni söken insancıklara yaptırdığı bir egzersiz. Başlıyorsunuz. "Okunacak olan nedir?" diye mushafı ilk kez elinize aldığınızda isimler gözünüze çarpıyor. Fatiha, Bakara, Âl-i İmran, Nisa, Maide... Kaçacak yeriniz yok. Okunacaklar olarak herşey parıldıyor. Metin hayata göndermeler yapıyor. Kainata hangi başlıklar atılmışsa Kur'an'a da onlar isim olarak serpilmiş. İki kitap da aynı yerleri gösteriyor.
Bu uyumdur. Hem uyumdur hem metoddur. Yolun yordamıdır. İslam yoluna girenin bir tahayyüle/tasavvura gömülüp şahitliklerini ötelemesi mümkün değildir. "Bunlar uğraşmaya değmez küçük şeylerdir!" diyerek âlem-i şahadeti küçük göremez. Okunacakların ilk kelimeleri onlardır. Tâlimin ilk egzersizleri bu küçük(!) şeylerle yapılmıştır. Yani ki bu kitap 'şeyleri sıradanlığa gömmenin' dersi değildir. 'Şeyleri sıradanlıktan çıkarmanın' eğitimidir. Madem ki Kur'an'da geçmiştir. Artık onu küçük göremezsin. Ardında bırakamazsın. Döner varırsın. Düşünürsün. Çünkü tekrar tekrar onu hatmedersin. Arkadaşım, eğer görebilirsen, buradan bir azamet parlıyor. Kur'an, içinde her neyi anarsa, ona kainatta rastlayışımızı da büyütüyor. Yani Kur'an'da 'inek' diye bir sûre varsa bu da senin için. Gözündeki perdeye takılıp onu küçük görme diye. Evet. Evet. Aynen öyle. Ayetlerin öyle bir yazı karakteri var ki küçük görüldükçe okunmazlar.
Hocayı seviyoruz ama her yaptığını da sevmiyoruz elbette. Serde öğrencilik var. Öhöm! Birşeylerden şikayetçi olmak lazım. İsyansız olmaz. Efendim, ben de hocamın kelime egzersizlerinden şikayetçiyim, çünkü İngilizce kelime haznem iki elin parmağını geçmiyor. (Şimdi de çok iyi durumda olduğu söylenemez.) Fakat hocayı durdurabilmek ne mümkün! Branşı matematik değilmiş de dünyaya yabancı dil öğretmek için gelmiş gibi alıyor kartları eline gezdire gezdire herkese soruyor. Kartlar dediğim, işte, üzerinde resim olup arkasında İngilizcesi yazan şeyler. Siz söyledikten sonra çevirip arkasını gösteriyor. Doğru-yanlış anlamış oluyorsunuz.
Birgün yine başladı gezdirmeye. Hey yüce Allahım. Ama bu defa başka birşey yapıyor. O kartı gösteriyor siz de kartta gördüğünüz şeyi "It is a bilmem ne nane!" diye cümle içinde kullanıyorsunuz. Neyse. Sora sora döndü dolaştı. Gelip başıma dikildi. Sınıf da kırk kişi falan. Yani öyle kolay kolay dönüp dolaşamazsınız. Üstelik ben döngünün sonlanacağı yerdeyim. Ya nasip! Belki de zil çalar. Yok efendim. Bahtı insanın dostu olacak. Çalmadı. Hoca da elindeki kartı bana gösterdi. Ben de elbette cehaletimin bana verdiği yetkiye dayanarak sordum: "Hocam bu ne?"
Bunu iki şekilde de soruyorum. 1) O resimdeki şey ne? Öyle bir çizer çalışmış ki kartı, Allah nazarlardan saklasın, resim sürrealist çizgiler taşıyor. Bir Picasso da Türkiye'den çıksın. Karşısında değilim. Ama neden şimdi? Ve neden ben? Evet. Resmi birçok şeye benzetiyorum yani sizin anlayacağınız. İhtimaller bir sürü. Aslında ne olduğunu da öğrenmeliyim. 2) Ne olduğunu öğrenmem de yetmiyor. O şeyin İngilizcesini de bilmeliyim. Bilmeliyim ki, 'şak' diye terkibin içine yerleştirip, muhterem hocamın dudaklarını saadetten kulaklarına vardırmalıyım. İnşaallah.
Epey de heyecan var tabii. Hocam nihayet soruma cevap verdi: "Bardak!" Bakınız, bugünkü aklımla elbette gerekli tahlili yapabiliyorum, hocanın hangi soruya cevap verdiğini anlayabiliyorum. Ama o günlerde bu işler böyle kolay değildi. Ben de cevabı hocamın 'gördüğüm şeyin İngilizcesini söylediğine' yordum. Ve mal bulmuş mağribî gibi cevabı yapıştırdım: "It is a bardak!" Artık size hocanın nasıl güldüğünü mü anlatayım, arkadaşların kahkahaları mı tasvir edeyim, mevzuun yıllar sonra bile arkadaşlar arasında hatırlatıldığını mı aktarayım, işte öyle bir felaket oldu. Hatta Pakize Hanım o günden sonra ne zaman beni görse gülümserdi.
Kartlar mevzuu mühim. Şimdilerde küçükler için de böyle şeyler üretiliyor. Bizimkiler pek küçük değildi. Ama bunlar iskambil kağıdı büyüklüğünde şeyler. Düzen aynı. Resimler-kelimeler. Çocuklara resimleri vasıtasıyla kelimeleri öğretiyorlar. (Renkleri öğretenleri de var.) Demek işçilik değişse de öğrenmenin başı değişmiyor. Bir dil öğreneceksen önce kelimelerini öğrenmelisin. Eğer bir ilim öğreneceksen o zaman da o ilmin kavramlarını bilmelisin. Vaktiyle Sosyalizmin Alfabesi diye bir kitap okumuştum. Solculuğun en çok kullanılan kavramlarını tek tek anlatan yazılardan oluşuyordu. 'Komünizm' ile 'sosyalizmin' birbirinden farklı şeyler olduğunu ilk o kitaptan öğrendiğimi anımsıyorum. Daha başka şeyler de öğrenmiştim. Fakat hızlı geçelim.
Geçenlerde bir vesile ile Kur'an'daki sûre isimlerine bakarken bu kartlar meselesi geldi aklıma. Sonra da Âdem aleyhisselamın kıssasını düşündüm. Hani şu tâlim-i esma ve Âdem'e secde mevzularını. 20. Söz'de de geçer. Bediüzzaman bu kıssanın insanın meleklere sırr-ı tefevvukunu anlattığını söyler. İnsan meleklerden üstündür. Çünkü meleklerin bilmediği isimleri de bilir. Bu isimleri/kelimeleri iki yönden de düşünebiliriz. 1) İnsan donanımı itibariyle meleklerden daha fazla 'şey' de tanıyabilir. Bu da yeteneklerinde vardır. 2) Fakat bundan daha önemlisi: Cenab-ı Hakkı daha fazla yönüyle/ismiyle de tefekkür edebilir. Bu 'bilebilme' potansiyeli nedeniyle işte meşhur kıssada meleklere galip gelmiş ve onları Rablerine karşı hayranlıkla söyletmiştir: “Senin bize öğrettiklerinden başka bilgimiz yoktur. Herşeyi bilen ve herşeyi hikmetle yapan Sensin.”
20. Söz benim Kur'an'a bakışımı çok etkileyen bir metindir. Bu tabiri kullanmak ne kadar doğru bilemiyorum ama âdeta 'çakralarımı açmıştır.' İşte onun hemen başında İblis'in kalbe attığı sorular böyle dillendirilir: "Dersiniz: 'Kur'ân mu'cizedir; hem nihayetsiz belâğattedir; hem umuma her vakitte hidayettir.' Halbuki, şöyle bazı hâdisât-ı cüz'iyeyi tarihvâri bir surette musırrâne tekrar etmekte ne mânâ var? Bir ineği kesmek gibi bir vakıa-i cüz'iyeyi, o kadar mühim tavsifatla böyle zikretmek, hattâ o sûre-i azîmeye de 'el-Bakara' tesmiye etmekte ne münasebet var? Hem de Âdem'e secde olan hadise sırf bir emr-i gaybîdir. Akıl ona yol bulamaz. Kavî bir imandan sonra teslim ve iz'an edilebilir. Halbuki Kur'ân umum ehl-i akla ders veriyor..."
Meraklısını esere havale ederek buradan sadece şu soruyu tırnaklayacağım bugün: "O sûre-i azîmeye de 'el-Bakara' tesmiye etmekte ne münasebet var?" Aslında bu soruyu Kur'an sûreleri sayısınca çoğaltabiliriz. Çünkü Kur'an sûrelerinin isimleri hep böyle. Yani tek kelimelik. Tek kavramlık. Hatta internette şöyle bir karıştırdığınız zaman ateistlerin bu durumu da mevzu ettiği paylaşımlara rastlayabiliyorsunuz. Yani soruyorlar: "Bu nasıl Allah kelamı ki sûre adları inek, örümcek, arı vs. Böyle bölümlendirmesi olan kitap mı olur? Veyahut böyle bir kitap ciddiye mi alınır?" Elbette modern çağın çocukları saygı duyulası bilginin ancak akademik başlıklar altında sunulabileceğine inanıyorlar. Schopenhauer'ın kitap isimleri gibi: Yeterli Sebebin Dörtlü Kökü.
Ancak Kur'an kainatı yaratan Allah tarafından vahyedildiği için, elbette, 'şefkatli bir uyumun' kokusunu barındırıyor. Bu kainatta ayet olarak önünüze serilmiş 'şeyler' birer 'isim' olarak da Kur'an'da kendilerini gösteriyorlar. 114 isim. 114 kavram. 114 kelime. 114 kart gibi. İlk emri "Yaratan Rabbinin adıyla oku!" olan vahyin okumayı yeni söken insancıklara yaptırdığı bir egzersiz. Başlıyorsunuz. "Okunacak olan nedir?" diye mushafı ilk kez elinize aldığınızda isimler gözünüze çarpıyor. Fatiha, Bakara, Âl-i İmran, Nisa, Maide... Kaçacak yeriniz yok. Okunacaklar olarak herşey parıldıyor. Metin hayata göndermeler yapıyor. Kainata hangi başlıklar atılmışsa Kur'an'a da onlar isim olarak serpilmiş. İki kitap da aynı yerleri gösteriyor.
Bu uyumdur. Hem uyumdur hem metoddur. Yolun yordamıdır. İslam yoluna girenin bir tahayyüle/tasavvura gömülüp şahitliklerini ötelemesi mümkün değildir. "Bunlar uğraşmaya değmez küçük şeylerdir!" diyerek âlem-i şahadeti küçük göremez. Okunacakların ilk kelimeleri onlardır. Tâlimin ilk egzersizleri bu küçük(!) şeylerle yapılmıştır. Yani ki bu kitap 'şeyleri sıradanlığa gömmenin' dersi değildir. 'Şeyleri sıradanlıktan çıkarmanın' eğitimidir. Madem ki Kur'an'da geçmiştir. Artık onu küçük göremezsin. Ardında bırakamazsın. Döner varırsın. Düşünürsün. Çünkü tekrar tekrar onu hatmedersin. Arkadaşım, eğer görebilirsen, buradan bir azamet parlıyor. Kur'an, içinde her neyi anarsa, ona kainatta rastlayışımızı da büyütüyor. Yani Kur'an'da 'inek' diye bir sûre varsa bu da senin için. Gözündeki perdeye takılıp onu küçük görme diye. Evet. Evet. Aynen öyle. Ayetlerin öyle bir yazı karakteri var ki küçük görüldükçe okunmazlar.
22 Şubat 2020 Cumartesi
Diskolar kazanıyor çünkü tekkeler kapalı!
Diskolar neden giderek daha çok doluyor arkadaşım? Çünkü tekkeler kapalı. İnsanları melekî yanlarıyla tanıştıracak müesseselerimiz kalmadı. İçlerindeki meleğe dokunamayanlar beşerî yönlerine daha çok tutunuyorlar. Cennetlerine bakamayanlar cehennemlerine daha fazla iman ediyorlar. Zikirle tatmin edilemeyen kalpler gafletle teskin olmayı deniyorlar. Faniliğinin denizine düşen hayvanîliğinin yılanına daha sıkı sarılıyor senin anlayacağın. Hem şu da var:
Deizm, ateizm veya evrimle ilgili tartışmaların ucu da en nihayet buraya dayanıyor kanaatimce. "Türkiye'de deizm neden artıyor?" (eğer bize nakledilen rakamlar doğruysa) diye sorulacak olursa cevap için mutlaka uğranmalı. Yine bundan olabilir. Yani insanın 'içindeki harikaya inanışının azalması'ndan. Kendi mucizeliğine şahitliğinin kısıtlanmasından. Neden böyle olsun? Çünkü bazı şeyleri sadece ilimle halledemezsiniz. Bal tarifini okumakla bilinmez. Tatmak gerek. Anlatarak anlaşılmaz bazı şeyler. Zevk de gerek. İnsanın içindeki 'hayvan-üstü'ye inanması için de ona dokunması gerek. Keşfetmesi gerek. Hissetmesi gerek. Tekkeler işte bunu başarıyordu.
Mürşidim Telvihat-ı Tis'a'sında diyor: "Merkez-i hilâfet olan İstanbul'u beşyüzelli sene bütün âlem-i Hıristiyaniyenin karşısında muhafaza ettiren, İstanbul'da beşyüz yerde fışkıran envâr-ı tevhid ve o merkez-i İslâmiyedeki ehl-i imanın mühim bir nokta-i istinadı, o büyük camilerin arkalarındaki tekkelerde 'Allah Allah' diyenlerin kuvvet-i imaniyeleri ve marifet-i İlâhiyeden gelen bir muhabbet-i ruhaniye ile cûş u huruşlarıdır." Ben burayı da bir parça yukarıda dediklerimle ilişkilendiriyorum.
Neden? Çünkü biliyorum: Tekkelerde 'Allah Allah' demekle başarılan şey de bir tür direnişti. Hadis-i şerifin ifadesiyle 'eskimeye yatkın olanın' tekrar/tekrarla kalpte diriltilmesiydi. Tecdid edilmesiydi. Hem daha neyin direnişiydi bu arkadaşım? Hayvanî yanlarımıza karşı melekî yanlarımızın da direnişiydi. Elhamdülillah. Oradaki o cûş u huruşlar mü'min ruhları bir işgalden de koruyordu. Dünya onlara hayvanî yanlarını hatırlattıkça onlar içlerindeki meleğe bakıyorlardı. 'Allah Allah' diyerek, tıpkı maşuğu anılmış bir âşık gibi, meleklerini uyandırıyorlardı.
Seyr u sülûklarınca tattıkları böyle başkalıklardı ki "Sadece bir hayvansın!" denildiğinde müstehziyane gülmelerine sebep oluyordu. Öyle ya: Yalnız kalıbından ibaret olana "Deden maymundu!" denilse inanacağı gelebilir. Satıhta kalıcılık bu zannîliği doğrulayabilir. Fakat göğsündeki zümrüd-i ankâyı görene artık hangi dedeyi versen inanmaz. Sânî-i Zülcelal'den başkasını o göğse dokundurmaz. Neden? Çünkü gördükçe farkettiği şudur: "Bende sığar iki cihan./Ben bu cihana sığmazam!" Bu sırra dokunan artık ne ateizmin inkârına, ne deizmin ilgisizliğine, ne de evrimin hayvansallığına inanır. Zira bunlar şahit olduklarının da inkârıdır.
Bu meselenin birinci yanı. İkinci yanına gelebilmek için de yine Bediüzzaman'ın cümlelerini misafir etmeliyim. Alıntılayacağım yerse şurasıdır: "Evet, haricî siyaset memurları ve erkân-ı harpler ve kumandanlara bir derece vazifece münasebeti bulunan siyasetin geniş dairelerine ait mesâili, basit fikirli ve idâre-i ruhiye ve dîniyesine ve şahsiyesine ve beytiyesine ve karyesine ait lüzumlu vazifesini geri bıraktırmakla onları meraklandırıp ruhlarını serseri, akıllarını geveze ve kalblerini de hakaik-i imaniye ve İslâmiyeye ait zevklerini, şevklerini kırıp havalandırmak ve o kalbleri serseri etmek ve mânen öldürmekle dinsizliğe yer ihzar etmek tarzında, kemâl-i merakla, onlara göre mâlâyâni ve lüzumsuz mesâil-i siyasiyeyi radyoyla ders verip dinlettirmek, hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeye öyle bir zarardır ki, ileride vereceği neticeleri düşündükçe tüyler ürperir."
Arkadaşım, uzunluğu nedeniyle belki tutmakta zorlandın, olabilir, sana yardımcı olacağım. Anladığım kadarıyla burada deniliyor ki: Benim gibilerin siyasetle (veya güncelle diyelim) çokça meşgul olması ruhlarını, akıllarını, kalplerini ve İslam'a dair zevklerini-şevklerini kötü etkiliyor. Hatta bu durum bir tür 'dinsizliğe yer hazırlamak' hükmüne geçiyor. Neden böyledir? En doğrusunu Allah bilir. Benimse şöyle bir yorumum var: Siyaset dairesi insaniyetimizde yüzeyin de yüzeyidir. Hamlıklarımızı en belirgin şekilde gördüğümüz sahadır. Hayvaniyetimiz de en çok orada tezahür eder. Mürşidim de bu manayı destekler şekilde başka bir yerde der: "Selef-i Salihînden başka, siyasetçi, ekserce tam müttakî dindar olamaz. Tam ve hakikî dindar, müttakî olanlar, siyasetçi olmazlar. Yani, maksad-ı aslî siyasetini yapanlarda din, ikinci derecede kalır, tebeî hükmüne geçer. Hakikî dindar ise, 'Bütün kâinat bütün yaratılmışların en büyük gayesi ubudiyet-i insaniyedir!' diye, siyasete, aşk u merak ile değil, ikinci üçüncü mertebede onu dine ve hakikate âlet etmeye—eğer mümkünse—çalışabilir. Yoksa, bâki elmasları kırılacak âdi şişelere âlet yapar."
İşte, dikkatin sürekli bu alanda gezinmesi, zikrettiğimiz tekke misalinin tam tersi bir örneklikle, içimizdeki hayvanı çağırmak hükmüne geçer. Kim ne yanını beslerse orası güçlenir. Hayvanlığını besleyenin hayvanlığı güçlenir. Melekliğini besleyenin melekliği güçlenir. Varlığı sadece siyaset penceresinden izleyen de, kaçınamadığı kem manzara nedeniyle, arkasına daha az inanmaya başlar. Sizde öyle olmuş mudur bilmem: Muhatap olduğum ateistlerin/deistlerin ilk argümanları hep siyaset üzerinedir. "Allah varsa savaşlarda çocuklar neden ölüyor?" veya "Allah varsa dünyada neden bu kadar kötülük var?" gibi sorular esasında 'perdesiyle çok meşgul olanın' arkasına karşı giderek körleşmesinin sonuçlarıdır. Halbuki yansıma asıl değildir. Perdenin kendisi Allah değildir. Perde 'aşılması gereken'dir. Bu 'aşma sanatı'nı bize Esmaü'l-Hüsna okumaları öğretir. Perde aşılamadığı takdirdeyse varlığın fonksiyonu amaçlananın tam tersine dönüşür. Yine mürşidim bu noktada der: "Evet, izzet ve azamet ister ki, esbab, perdedâr-ı dest-i kudret ola aklın nazarında. Tevhid ve celâl ister ki esbab ellerini çeksinler tesir-i hakikîden."
Bizim nuranîlerle daha çok meşgul olmaya ihtiyacımız var. Yoksa karanlık içimizi daha da çok karartıyor. Kalın perdeler inanışımızı azaltıyor. Can meleğimizin sesi yüreğimizde kısılıyor. Hayvanımız coşkuyla kükrüyor. Bunun çaresi tekkelerin tekrar hayata dönmesidir. Çünkü tekkelerin hayata dönmesi Allah'ın hayatımıza geri dönmesidir. Niçe'nin "Tanrı öldü!" dediği de bence budur. Yani Allah manasının insan anışında öldürülüşüdür. Bu ölüm tüm kasavetlerimizin başlangıcıdır. Başka hiçbir manayla kirlenmeyecek şekilde yalnız 'Allah' ism-i şerifini anmaksa, evet, bugünlerde en çok bundan yoksunuz ve en çok buna ihtiyacımız var. Tefekkür eksenli derslerimizi bile bir tür siyasetle işgal ediliyor. Korumaya çalışsak da olmuyor. Kirleniyor. Fakat Allah'ın ismini anılan yere, hadis-i şerifte de ifade buyrulduğu gibi, melekler toplanıyor. Evet, arkadaşım, herhalde anladın: Meleklerin daha çok mekana ihtiyacı var. Yoksa diskolar kazanıyor.
Deizm, ateizm veya evrimle ilgili tartışmaların ucu da en nihayet buraya dayanıyor kanaatimce. "Türkiye'de deizm neden artıyor?" (eğer bize nakledilen rakamlar doğruysa) diye sorulacak olursa cevap için mutlaka uğranmalı. Yine bundan olabilir. Yani insanın 'içindeki harikaya inanışının azalması'ndan. Kendi mucizeliğine şahitliğinin kısıtlanmasından. Neden böyle olsun? Çünkü bazı şeyleri sadece ilimle halledemezsiniz. Bal tarifini okumakla bilinmez. Tatmak gerek. Anlatarak anlaşılmaz bazı şeyler. Zevk de gerek. İnsanın içindeki 'hayvan-üstü'ye inanması için de ona dokunması gerek. Keşfetmesi gerek. Hissetmesi gerek. Tekkeler işte bunu başarıyordu.
Mürşidim Telvihat-ı Tis'a'sında diyor: "Merkez-i hilâfet olan İstanbul'u beşyüzelli sene bütün âlem-i Hıristiyaniyenin karşısında muhafaza ettiren, İstanbul'da beşyüz yerde fışkıran envâr-ı tevhid ve o merkez-i İslâmiyedeki ehl-i imanın mühim bir nokta-i istinadı, o büyük camilerin arkalarındaki tekkelerde 'Allah Allah' diyenlerin kuvvet-i imaniyeleri ve marifet-i İlâhiyeden gelen bir muhabbet-i ruhaniye ile cûş u huruşlarıdır." Ben burayı da bir parça yukarıda dediklerimle ilişkilendiriyorum.
Neden? Çünkü biliyorum: Tekkelerde 'Allah Allah' demekle başarılan şey de bir tür direnişti. Hadis-i şerifin ifadesiyle 'eskimeye yatkın olanın' tekrar/tekrarla kalpte diriltilmesiydi. Tecdid edilmesiydi. Hem daha neyin direnişiydi bu arkadaşım? Hayvanî yanlarımıza karşı melekî yanlarımızın da direnişiydi. Elhamdülillah. Oradaki o cûş u huruşlar mü'min ruhları bir işgalden de koruyordu. Dünya onlara hayvanî yanlarını hatırlattıkça onlar içlerindeki meleğe bakıyorlardı. 'Allah Allah' diyerek, tıpkı maşuğu anılmış bir âşık gibi, meleklerini uyandırıyorlardı.
Seyr u sülûklarınca tattıkları böyle başkalıklardı ki "Sadece bir hayvansın!" denildiğinde müstehziyane gülmelerine sebep oluyordu. Öyle ya: Yalnız kalıbından ibaret olana "Deden maymundu!" denilse inanacağı gelebilir. Satıhta kalıcılık bu zannîliği doğrulayabilir. Fakat göğsündeki zümrüd-i ankâyı görene artık hangi dedeyi versen inanmaz. Sânî-i Zülcelal'den başkasını o göğse dokundurmaz. Neden? Çünkü gördükçe farkettiği şudur: "Bende sığar iki cihan./Ben bu cihana sığmazam!" Bu sırra dokunan artık ne ateizmin inkârına, ne deizmin ilgisizliğine, ne de evrimin hayvansallığına inanır. Zira bunlar şahit olduklarının da inkârıdır.
Bu meselenin birinci yanı. İkinci yanına gelebilmek için de yine Bediüzzaman'ın cümlelerini misafir etmeliyim. Alıntılayacağım yerse şurasıdır: "Evet, haricî siyaset memurları ve erkân-ı harpler ve kumandanlara bir derece vazifece münasebeti bulunan siyasetin geniş dairelerine ait mesâili, basit fikirli ve idâre-i ruhiye ve dîniyesine ve şahsiyesine ve beytiyesine ve karyesine ait lüzumlu vazifesini geri bıraktırmakla onları meraklandırıp ruhlarını serseri, akıllarını geveze ve kalblerini de hakaik-i imaniye ve İslâmiyeye ait zevklerini, şevklerini kırıp havalandırmak ve o kalbleri serseri etmek ve mânen öldürmekle dinsizliğe yer ihzar etmek tarzında, kemâl-i merakla, onlara göre mâlâyâni ve lüzumsuz mesâil-i siyasiyeyi radyoyla ders verip dinlettirmek, hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeye öyle bir zarardır ki, ileride vereceği neticeleri düşündükçe tüyler ürperir."
Arkadaşım, uzunluğu nedeniyle belki tutmakta zorlandın, olabilir, sana yardımcı olacağım. Anladığım kadarıyla burada deniliyor ki: Benim gibilerin siyasetle (veya güncelle diyelim) çokça meşgul olması ruhlarını, akıllarını, kalplerini ve İslam'a dair zevklerini-şevklerini kötü etkiliyor. Hatta bu durum bir tür 'dinsizliğe yer hazırlamak' hükmüne geçiyor. Neden böyledir? En doğrusunu Allah bilir. Benimse şöyle bir yorumum var: Siyaset dairesi insaniyetimizde yüzeyin de yüzeyidir. Hamlıklarımızı en belirgin şekilde gördüğümüz sahadır. Hayvaniyetimiz de en çok orada tezahür eder. Mürşidim de bu manayı destekler şekilde başka bir yerde der: "Selef-i Salihînden başka, siyasetçi, ekserce tam müttakî dindar olamaz. Tam ve hakikî dindar, müttakî olanlar, siyasetçi olmazlar. Yani, maksad-ı aslî siyasetini yapanlarda din, ikinci derecede kalır, tebeî hükmüne geçer. Hakikî dindar ise, 'Bütün kâinat bütün yaratılmışların en büyük gayesi ubudiyet-i insaniyedir!' diye, siyasete, aşk u merak ile değil, ikinci üçüncü mertebede onu dine ve hakikate âlet etmeye—eğer mümkünse—çalışabilir. Yoksa, bâki elmasları kırılacak âdi şişelere âlet yapar."
İşte, dikkatin sürekli bu alanda gezinmesi, zikrettiğimiz tekke misalinin tam tersi bir örneklikle, içimizdeki hayvanı çağırmak hükmüne geçer. Kim ne yanını beslerse orası güçlenir. Hayvanlığını besleyenin hayvanlığı güçlenir. Melekliğini besleyenin melekliği güçlenir. Varlığı sadece siyaset penceresinden izleyen de, kaçınamadığı kem manzara nedeniyle, arkasına daha az inanmaya başlar. Sizde öyle olmuş mudur bilmem: Muhatap olduğum ateistlerin/deistlerin ilk argümanları hep siyaset üzerinedir. "Allah varsa savaşlarda çocuklar neden ölüyor?" veya "Allah varsa dünyada neden bu kadar kötülük var?" gibi sorular esasında 'perdesiyle çok meşgul olanın' arkasına karşı giderek körleşmesinin sonuçlarıdır. Halbuki yansıma asıl değildir. Perdenin kendisi Allah değildir. Perde 'aşılması gereken'dir. Bu 'aşma sanatı'nı bize Esmaü'l-Hüsna okumaları öğretir. Perde aşılamadığı takdirdeyse varlığın fonksiyonu amaçlananın tam tersine dönüşür. Yine mürşidim bu noktada der: "Evet, izzet ve azamet ister ki, esbab, perdedâr-ı dest-i kudret ola aklın nazarında. Tevhid ve celâl ister ki esbab ellerini çeksinler tesir-i hakikîden."
Bizim nuranîlerle daha çok meşgul olmaya ihtiyacımız var. Yoksa karanlık içimizi daha da çok karartıyor. Kalın perdeler inanışımızı azaltıyor. Can meleğimizin sesi yüreğimizde kısılıyor. Hayvanımız coşkuyla kükrüyor. Bunun çaresi tekkelerin tekrar hayata dönmesidir. Çünkü tekkelerin hayata dönmesi Allah'ın hayatımıza geri dönmesidir. Niçe'nin "Tanrı öldü!" dediği de bence budur. Yani Allah manasının insan anışında öldürülüşüdür. Bu ölüm tüm kasavetlerimizin başlangıcıdır. Başka hiçbir manayla kirlenmeyecek şekilde yalnız 'Allah' ism-i şerifini anmaksa, evet, bugünlerde en çok bundan yoksunuz ve en çok buna ihtiyacımız var. Tefekkür eksenli derslerimizi bile bir tür siyasetle işgal ediliyor. Korumaya çalışsak da olmuyor. Kirleniyor. Fakat Allah'ın ismini anılan yere, hadis-i şerifte de ifade buyrulduğu gibi, melekler toplanıyor. Evet, arkadaşım, herhalde anladın: Meleklerin daha çok mekana ihtiyacı var. Yoksa diskolar kazanıyor.
10 Şubat 2020 Pazartesi
Objektif olayım derken dinden çıkılır mı?
Hikmet-i Hûda, denk geldi, bu sıralar Kur'an'ın ayetlerini kanunlar gibi görmeye dair birçok yazı karaladım. 'Kanun' derken ne kasettiğimi de bir parça açayım: Efendim, kanun derken, 'her zamanda nümuneleri bulunan hükümler' demeyi azmediyorum. Sözgelimi: Yerçekimi bir kanundur değil mi? Evet. Peki neden? Çünkü yer her zamanda çeker. Ve her mekanda bu çekimden dolayı çekilen/düşen birşeyler bulunur. (Uzayda değilseniz tabii.) Ayağı kaydığı için havada uçmaya başlayanımız hiç olmamıştır. Hep düşülmüştür. Hep çekilinmiştir. İşte buna 'kanun' denir. Yani kanunlar sonuçları tekrarlanan hükümlerdir.
Saded harici girecek ama söylemeden geçemeyeceğim: Benim evrim konusundaki itirazlarım da hep bu noktadan kaynaklanır: 'Bilimsellik' dediğimiz bilgi alanının dayandığı 'sonuçların tekrarlanabilirliği' ilkesi evrimde bulunmaz. Yani, hangi şartlar bu katakulliyi tetikliyorsa, onların tesbit edilip laboratuvar ortamında tekrarlanmasıyla, bu evrim denen hakikati(!) görebilmemiz lazımdır. Peki bize gösterilen birşeyler var mıdır? Vardır. Ama bunlar hep tür içi çeşitlenmelerdir. Tür içi çeşitlenmelere hiçkimse itiraz etmez. Çünkü zaten şu dünyada kaç milyar insan varsa hiçbirinin yüzü, sesi, parmak izi, retina kalınlığı, DNA'sı, daha bilmem neleri neleri birebir birbirini tutmaz. Evet. Bu çeşitlenmedir. Haktır. Tekrarlanmaktadır. Her zamanda görülmektedir. Tamam. Fakat evrim hakkında asıl sorunumuz şudur: Bu türden tür içi çeşitlenmelerle türden türe atlamalar mümkün olabilir mi? Kardeşlerim, dostlarım, canlarım, bu konuda bencileyin derim ki:
Evrimciler gayba imanda müslümanlardan daha ileridedirler. Hatta dinlerinin haphalis mü'minidirler. Mesela: Müslümanlar, ayette buyrulduğu gibi, bahara bakıp tekrar dirilişin mümkünlüğüne kanaat getirirler. Nümunesini görüp, yani her baharda gerçekleşen tekrarı görüp, kanuna inanırlar. (Bu yerçekimine kıyasla havaya atılan şeylerin düşmesi gibidir.) Evrimciler ise türden türe evrime dair hiçbirşeyi tecrübe edemeden ona iman ederler. "Bak, Ahmed'in gözü kahverengiyken oğlu Mehmed'in gözü ela, o halde maymunun oğlu da insan, balinanın yavrusu da kerkenkele olabilir!" gibi, maymuna/balinaya bile hayretinden damağını şaklattıracak bir sonuca gelirler. Topraktan çıkardıkları havucu ısırıp, tadını da beğenip, yine topraktadır diye taşları salataya doğramaya başlarlar. Eh, herkesin imanı kendine, buna birşey demiyoruz. Diyemiyoruz. Afiyet olsun. An şartla ki 'bilimsellik' diye satılmasın. Biz bu salatayı yemiyoruz. Ne kadar lafla karılmış olsa da. Yazıktır. Günahtır. Dişlerimize acıyoruz.
Neyse, bu saded harici bahisten uzaklaşalım, asıl konumuz 'istiaze'ye gelelim. Efendim, istiaze, en özet ifadesiyle 'sığınmak'tır. 'Euzü' demekle kastettiğimiz, Allah'a sığınmak diye meallendirdiğimiz, hatta her işimize besmeleyle birlikte bidayet eylediğimiz birşeydir istiaze. Ancak, ahirzamanda maruz kalınan manevî yontulmayla birlikte, kelimelerin altlarını dolduran ruh da yitirildiğinden, kişioğlu/kızı için bazen 'istiaze' sadece 'euzü' demekten ibaret kalır. Daha nelerin nelerin o 'euzü'nün parçası olduğunu düşünmez. Ardına düşmez. Bilmez. Hatta, 'objektif bakış' veya 'bitarafane muhakeme' denilen janjanlı sûretlerle, günde belki yüz kere tekrarladığı bu söze (yani euzüye) ideolojik olarak karşı da çıkabilir. Evet. Buna da artık sıkça rastlıyoruz. İmanından şüphe etmediğimiz insanlar artık pek kolay sığınacakları yeri şaşırıyorlar. Daha doğrusu: Sığınmanın değil 'sığınmamanın' doğru olduğuna inanıyorlar.
Neden? Çünkü modern dünya onlara böyle söylüyor. Birşeyin hakikatini bulmak istiyorsan mutlaka objektif olmalısın. Taraf tutmamalısın. Ortada kalmalısın. Hımm. Acaba hakikaten öyle midir? Bakalım Â'râf sûresinin 200-201. ayetleri bu konuda neler buyuruyor: "Şeytandan sana bir kışkırtma geldiğinde Allah'a sığın. Çünkü O, herşeyi işiten, herşeyi bilendir. Takva sahipleri, kendilerine şeytandan bir vesvese geldiğinde, güzelce düşünürler ve gerçeği görecek hale gelirler." Görüldüğü gibi, çok kısa meallerini alıntıladığımız bu ayetlerde, hakikati bulmamız için bize emredilenler şunlardır: 1) Kışkırtmanın şeytandan olduğunu tayin etmek. 2) Allah'a sığınmak. 3) Onun herşeyi işiten-bilen olduğunu anımsamak. 4) Takvanın gerektirdiği sakınımlı tavrı/endişeyi kuşanmak. 5) Güzelce düşünmek. 6) Gerçeği görmek.
Farkettiğiniz üzere Hakîm Kitabımız bize hiç de objektif olmayı falan tavsiye etmiyor. Bilakis. Vesveseyle düşülen bir boşlukta sahiplenilecek ilk tutum hangi safta olduğunuzun tayini. Sözgelimi: "Ahiret var mı yok mu?" diye aklınıza bir şüphe geldi. Nerede duracaksınız? Modern dünya diyor ki: "Ne kesinlikle var de ne de yok de. Ortada dur. İki şık da mümkünmüş gibi bak." Kur'an bize buyuruyor ki: Eğer sana vahiyle/sünnetle iletilen bilgide vesveseye düşersen ortada bir yerde durma. 1) Hemen düşmanını hatırla. Bu itirazın nereden geldiğini düşün. Vesveseye karşı duruşunu netleştir. 2) Sonra da o düşmana karşı hangi safta durduğunu anımsa. Oraya koş. Sığın. 3) O safın sahibinin 'Semî' ve 'Alîm' isimlerini kalbine hatırlatarak cevap ümidini edin. Senden habersiz veya vesvesene karşı bilgi/cevap veremeyecek bir yere sığınmadın sen. Herşeyi işitene ve bilene sığındın. 4) Takvanın gereği olan endişeyi terketme. Onunla duruşunu sabitle. Dağılma. 5) Allah'ın tarafında olarak düşün. Düşünmeyi de boşlama. Tefekkürden korkma. 6) İslam'ın sana bildirdiği şeyin gerçek olduğunu gör. Ararsan elbette sana delilleri bağışlanacaktır. Bulacaksındır.
Çok mu bilimselliğe aykırı geldi bu tarz? Einstein'ın gücüne mi gitti? Newton mezarında ters mi döndü? Cık, cık, cık. Eh, yapacak birşey yok, İslam böyle. Biz Einstein'ın ilahlığına değil Allah'ın ilahlığına iman ettik. Dolayısıyla duruşumuz da bilimselliğin modern metodlarına göre değil Allah'ın emrettiğine göre olacaktır. Peki İslam'ın tefekküründe hiç mi objektiflik yoktur? Vardır efendim vardır. Ziyadesiyle vardır. Ancak bu bilgiyi kalbindeki taraftarlığı yitirmeden üretir İslam. Durduğu yeri yitirmeden üretir. Hak ile bâtılın ortasında mevhum bir yere sığınmadan üretir. Böylece saman alevi demagojiler ile savrulmaktan da kurtulur. Bu Ebu Bekir radyallahu anhtan bize miras kalan bir tutumdur: Biz evveliyetle "Bunu o mu söyledi?" diye sorarız. Bilginin ondan geldiğinden emin olursak da "O söylediyse doğrudur!" deriz. Bundan sonra da durduğumuz yerin delillerini bulur, görür, anlatırız. Elhamdülillah.
Belki başka yazılarda da bundan bahsettim: Farkettiğimde çok etkilendiğim birşeydir. Sözler'de 7 Basamak'la 7 Sema'nın izahını yapan Bediüzzaman, ilgili ayetlerin arkasında aslanlar gibi durarak, finalde şunu söyler: "İşte yıldız böceği hükmünde olan kafa fenerine itimad eden ve Kur'ân güneşinden gözünü yuman kozmoğrafyacı efendi! Şu Yedi Basamaklarda işaret edilen hakikatlere birden bak. Gözünü aç, kafa fenerini bırak, gündüz gibi i'caz ışığı içinde şu âyetin mânâsını gör. O âyetin semâsından bir hakikat yıldızı al, senin başındaki şeytana at, kendi şeytanını recmet..." Böyle dedikten sonra devamında da iki ayet anar. Ben yine kısacık meallerini alıntılayacağım: "Biz dahi etmeliyiz ve 'Şeytanların yanımda bulunmasından, ey Rabbim, sana sığınırım!' beraber demeliyiz. 'Tam ve kesin delil ve herşeyde açık ve kati şekilde görünen hikmet Allah'ındır!'" İlginçtir. Bu bahsin hemen devamındaki bölüm 'bitarafane muhakeme'nin eleştirisiyle meşhur Hüccetü'l-Kur'an Ale'ş-Şeytan ve Hizbihî bahsidir. Başlarında yeralan birkaç cümle de şöyledir:
"(...) O vakit anladım ki, benimle konuşan şeytandır; beni vartaya yuvarlandırıyor. Kur'ân'dan istimdad ettim. Birden, bir nur kalbime geldi, müdafaaya kat'î bir kuvvet verdi. O vakit, şöylece Şeytana karşı münazara başladı. Dedim: Ey Şeytan! Bîtarafâne muhakeme, iki taraf ortasında bir vaziyettir. Halbuki hem senin, hem insandaki senin şakirtlerin, dediğiniz bîtarafâne muhakeme ise, taraf-ı muhalifi iltizamdır. Bîtaraflık değildir, muvakkaten bir dinsizliktir. Çünkü Kur'ân'a kelâm-ı beşer diye bakmak ve öyle muhakeme etmek, şıkk-ı muhalifi esas tutmaktır. Bâtılı iltizamdır, bîtarafâne değildir. Belki bâtıla tarafgirliktir..." Hasılı: Arkadaşlar bu bahis tam da bir önceki bahsin finalinde dediği gibi 'kendi şeytanını recmet'medir. Hatta daha yukarı çıkarsak mezkûr ayetlerde öğretilen metodun tastamam uygulanmasıdır.
Elhamdülillah. Biz vahye muhatap olduk. Sünnette ittiba ettik. Bizim için artık 'hak' ve 'bâtıl' diye iki alan var. Bu alanlar yokmuş gibi davranamayız. 'Acaba'lara kapılamayız. Acabalara kapılanların kapılması da hakperestlikten değildir. Dinine yeniden müşteri oluyor demektir. Allah korusun. Bu, hüner değil, tuzağa düşmektir.
Ehl-i Sünnet ulemamızın ittifak ettiği bahisler de bizim için öyledir. Hakikattir. Bunlarda acabaya düşmeye başlayan bilsin ki sığınması gereken yeri şaşırmıştır. Yahut da şöyle demeli: O 'euzü' ne demek anlamamıştır. 'İstiaze sırrını' kavramamıştır. Her Kur'an'ı okumaya başlayışında söylemesi öğretilenin kendisine hayatta nasıl bir duruş kazandırdığını kuşatamamıştır. Şunu da söyleyelim: Elbette delil ararız/üretiriz. Soru da sorarız. Cevap da veririz. Ancak bunu kalbimizin durduğu yeri şaşırmadan yaparız. Yapmalıyız. Böylesi safını şaşırmışların bugünlerde düştükleri acayipliklere sıkça rastlıyorum. Şaşırıyorum. Üzülüyorum. Bazen de öfkeleniyorum. Ne diyelim? Ahirzamandır. Görülecek çok şey vardır. Nefsimizi kurtarmaya bakalım. Ümidimiz duamızdır. Allah istikametten ayırmasın. Âmin.
Saded harici girecek ama söylemeden geçemeyeceğim: Benim evrim konusundaki itirazlarım da hep bu noktadan kaynaklanır: 'Bilimsellik' dediğimiz bilgi alanının dayandığı 'sonuçların tekrarlanabilirliği' ilkesi evrimde bulunmaz. Yani, hangi şartlar bu katakulliyi tetikliyorsa, onların tesbit edilip laboratuvar ortamında tekrarlanmasıyla, bu evrim denen hakikati(!) görebilmemiz lazımdır. Peki bize gösterilen birşeyler var mıdır? Vardır. Ama bunlar hep tür içi çeşitlenmelerdir. Tür içi çeşitlenmelere hiçkimse itiraz etmez. Çünkü zaten şu dünyada kaç milyar insan varsa hiçbirinin yüzü, sesi, parmak izi, retina kalınlığı, DNA'sı, daha bilmem neleri neleri birebir birbirini tutmaz. Evet. Bu çeşitlenmedir. Haktır. Tekrarlanmaktadır. Her zamanda görülmektedir. Tamam. Fakat evrim hakkında asıl sorunumuz şudur: Bu türden tür içi çeşitlenmelerle türden türe atlamalar mümkün olabilir mi? Kardeşlerim, dostlarım, canlarım, bu konuda bencileyin derim ki:
Evrimciler gayba imanda müslümanlardan daha ileridedirler. Hatta dinlerinin haphalis mü'minidirler. Mesela: Müslümanlar, ayette buyrulduğu gibi, bahara bakıp tekrar dirilişin mümkünlüğüne kanaat getirirler. Nümunesini görüp, yani her baharda gerçekleşen tekrarı görüp, kanuna inanırlar. (Bu yerçekimine kıyasla havaya atılan şeylerin düşmesi gibidir.) Evrimciler ise türden türe evrime dair hiçbirşeyi tecrübe edemeden ona iman ederler. "Bak, Ahmed'in gözü kahverengiyken oğlu Mehmed'in gözü ela, o halde maymunun oğlu da insan, balinanın yavrusu da kerkenkele olabilir!" gibi, maymuna/balinaya bile hayretinden damağını şaklattıracak bir sonuca gelirler. Topraktan çıkardıkları havucu ısırıp, tadını da beğenip, yine topraktadır diye taşları salataya doğramaya başlarlar. Eh, herkesin imanı kendine, buna birşey demiyoruz. Diyemiyoruz. Afiyet olsun. An şartla ki 'bilimsellik' diye satılmasın. Biz bu salatayı yemiyoruz. Ne kadar lafla karılmış olsa da. Yazıktır. Günahtır. Dişlerimize acıyoruz.
Neyse, bu saded harici bahisten uzaklaşalım, asıl konumuz 'istiaze'ye gelelim. Efendim, istiaze, en özet ifadesiyle 'sığınmak'tır. 'Euzü' demekle kastettiğimiz, Allah'a sığınmak diye meallendirdiğimiz, hatta her işimize besmeleyle birlikte bidayet eylediğimiz birşeydir istiaze. Ancak, ahirzamanda maruz kalınan manevî yontulmayla birlikte, kelimelerin altlarını dolduran ruh da yitirildiğinden, kişioğlu/kızı için bazen 'istiaze' sadece 'euzü' demekten ibaret kalır. Daha nelerin nelerin o 'euzü'nün parçası olduğunu düşünmez. Ardına düşmez. Bilmez. Hatta, 'objektif bakış' veya 'bitarafane muhakeme' denilen janjanlı sûretlerle, günde belki yüz kere tekrarladığı bu söze (yani euzüye) ideolojik olarak karşı da çıkabilir. Evet. Buna da artık sıkça rastlıyoruz. İmanından şüphe etmediğimiz insanlar artık pek kolay sığınacakları yeri şaşırıyorlar. Daha doğrusu: Sığınmanın değil 'sığınmamanın' doğru olduğuna inanıyorlar.
Neden? Çünkü modern dünya onlara böyle söylüyor. Birşeyin hakikatini bulmak istiyorsan mutlaka objektif olmalısın. Taraf tutmamalısın. Ortada kalmalısın. Hımm. Acaba hakikaten öyle midir? Bakalım Â'râf sûresinin 200-201. ayetleri bu konuda neler buyuruyor: "Şeytandan sana bir kışkırtma geldiğinde Allah'a sığın. Çünkü O, herşeyi işiten, herşeyi bilendir. Takva sahipleri, kendilerine şeytandan bir vesvese geldiğinde, güzelce düşünürler ve gerçeği görecek hale gelirler." Görüldüğü gibi, çok kısa meallerini alıntıladığımız bu ayetlerde, hakikati bulmamız için bize emredilenler şunlardır: 1) Kışkırtmanın şeytandan olduğunu tayin etmek. 2) Allah'a sığınmak. 3) Onun herşeyi işiten-bilen olduğunu anımsamak. 4) Takvanın gerektirdiği sakınımlı tavrı/endişeyi kuşanmak. 5) Güzelce düşünmek. 6) Gerçeği görmek.
Farkettiğiniz üzere Hakîm Kitabımız bize hiç de objektif olmayı falan tavsiye etmiyor. Bilakis. Vesveseyle düşülen bir boşlukta sahiplenilecek ilk tutum hangi safta olduğunuzun tayini. Sözgelimi: "Ahiret var mı yok mu?" diye aklınıza bir şüphe geldi. Nerede duracaksınız? Modern dünya diyor ki: "Ne kesinlikle var de ne de yok de. Ortada dur. İki şık da mümkünmüş gibi bak." Kur'an bize buyuruyor ki: Eğer sana vahiyle/sünnetle iletilen bilgide vesveseye düşersen ortada bir yerde durma. 1) Hemen düşmanını hatırla. Bu itirazın nereden geldiğini düşün. Vesveseye karşı duruşunu netleştir. 2) Sonra da o düşmana karşı hangi safta durduğunu anımsa. Oraya koş. Sığın. 3) O safın sahibinin 'Semî' ve 'Alîm' isimlerini kalbine hatırlatarak cevap ümidini edin. Senden habersiz veya vesvesene karşı bilgi/cevap veremeyecek bir yere sığınmadın sen. Herşeyi işitene ve bilene sığındın. 4) Takvanın gereği olan endişeyi terketme. Onunla duruşunu sabitle. Dağılma. 5) Allah'ın tarafında olarak düşün. Düşünmeyi de boşlama. Tefekkürden korkma. 6) İslam'ın sana bildirdiği şeyin gerçek olduğunu gör. Ararsan elbette sana delilleri bağışlanacaktır. Bulacaksındır.
Çok mu bilimselliğe aykırı geldi bu tarz? Einstein'ın gücüne mi gitti? Newton mezarında ters mi döndü? Cık, cık, cık. Eh, yapacak birşey yok, İslam böyle. Biz Einstein'ın ilahlığına değil Allah'ın ilahlığına iman ettik. Dolayısıyla duruşumuz da bilimselliğin modern metodlarına göre değil Allah'ın emrettiğine göre olacaktır. Peki İslam'ın tefekküründe hiç mi objektiflik yoktur? Vardır efendim vardır. Ziyadesiyle vardır. Ancak bu bilgiyi kalbindeki taraftarlığı yitirmeden üretir İslam. Durduğu yeri yitirmeden üretir. Hak ile bâtılın ortasında mevhum bir yere sığınmadan üretir. Böylece saman alevi demagojiler ile savrulmaktan da kurtulur. Bu Ebu Bekir radyallahu anhtan bize miras kalan bir tutumdur: Biz evveliyetle "Bunu o mu söyledi?" diye sorarız. Bilginin ondan geldiğinden emin olursak da "O söylediyse doğrudur!" deriz. Bundan sonra da durduğumuz yerin delillerini bulur, görür, anlatırız. Elhamdülillah.
Belki başka yazılarda da bundan bahsettim: Farkettiğimde çok etkilendiğim birşeydir. Sözler'de 7 Basamak'la 7 Sema'nın izahını yapan Bediüzzaman, ilgili ayetlerin arkasında aslanlar gibi durarak, finalde şunu söyler: "İşte yıldız böceği hükmünde olan kafa fenerine itimad eden ve Kur'ân güneşinden gözünü yuman kozmoğrafyacı efendi! Şu Yedi Basamaklarda işaret edilen hakikatlere birden bak. Gözünü aç, kafa fenerini bırak, gündüz gibi i'caz ışığı içinde şu âyetin mânâsını gör. O âyetin semâsından bir hakikat yıldızı al, senin başındaki şeytana at, kendi şeytanını recmet..." Böyle dedikten sonra devamında da iki ayet anar. Ben yine kısacık meallerini alıntılayacağım: "Biz dahi etmeliyiz ve 'Şeytanların yanımda bulunmasından, ey Rabbim, sana sığınırım!' beraber demeliyiz. 'Tam ve kesin delil ve herşeyde açık ve kati şekilde görünen hikmet Allah'ındır!'" İlginçtir. Bu bahsin hemen devamındaki bölüm 'bitarafane muhakeme'nin eleştirisiyle meşhur Hüccetü'l-Kur'an Ale'ş-Şeytan ve Hizbihî bahsidir. Başlarında yeralan birkaç cümle de şöyledir:
"(...) O vakit anladım ki, benimle konuşan şeytandır; beni vartaya yuvarlandırıyor. Kur'ân'dan istimdad ettim. Birden, bir nur kalbime geldi, müdafaaya kat'î bir kuvvet verdi. O vakit, şöylece Şeytana karşı münazara başladı. Dedim: Ey Şeytan! Bîtarafâne muhakeme, iki taraf ortasında bir vaziyettir. Halbuki hem senin, hem insandaki senin şakirtlerin, dediğiniz bîtarafâne muhakeme ise, taraf-ı muhalifi iltizamdır. Bîtaraflık değildir, muvakkaten bir dinsizliktir. Çünkü Kur'ân'a kelâm-ı beşer diye bakmak ve öyle muhakeme etmek, şıkk-ı muhalifi esas tutmaktır. Bâtılı iltizamdır, bîtarafâne değildir. Belki bâtıla tarafgirliktir..." Hasılı: Arkadaşlar bu bahis tam da bir önceki bahsin finalinde dediği gibi 'kendi şeytanını recmet'medir. Hatta daha yukarı çıkarsak mezkûr ayetlerde öğretilen metodun tastamam uygulanmasıdır.
Elhamdülillah. Biz vahye muhatap olduk. Sünnette ittiba ettik. Bizim için artık 'hak' ve 'bâtıl' diye iki alan var. Bu alanlar yokmuş gibi davranamayız. 'Acaba'lara kapılamayız. Acabalara kapılanların kapılması da hakperestlikten değildir. Dinine yeniden müşteri oluyor demektir. Allah korusun. Bu, hüner değil, tuzağa düşmektir.
Ehl-i Sünnet ulemamızın ittifak ettiği bahisler de bizim için öyledir. Hakikattir. Bunlarda acabaya düşmeye başlayan bilsin ki sığınması gereken yeri şaşırmıştır. Yahut da şöyle demeli: O 'euzü' ne demek anlamamıştır. 'İstiaze sırrını' kavramamıştır. Her Kur'an'ı okumaya başlayışında söylemesi öğretilenin kendisine hayatta nasıl bir duruş kazandırdığını kuşatamamıştır. Şunu da söyleyelim: Elbette delil ararız/üretiriz. Soru da sorarız. Cevap da veririz. Ancak bunu kalbimizin durduğu yeri şaşırmadan yaparız. Yapmalıyız. Böylesi safını şaşırmışların bugünlerde düştükleri acayipliklere sıkça rastlıyorum. Şaşırıyorum. Üzülüyorum. Bazen de öfkeleniyorum. Ne diyelim? Ahirzamandır. Görülecek çok şey vardır. Nefsimizi kurtarmaya bakalım. Ümidimiz duamızdır. Allah istikametten ayırmasın. Âmin.
1 Şubat 2020 Cumartesi
Gözü Darth Vader'lıkta olanın kulağı salavatta olmaz
Bir vakitler yazılarımda Bediüzzaman'ı 'mürşidim' diye zikretmemi eleştirenler vardı. Her yazımda hemen tepkilerini koyarlardı. Şimdi ya usandılar yahut da alıştılar. Halbuki ben bunu özellikle yapıyordum. Onu 'mürşid' olarak sevdiklerine halen inandığım kişilerin 'Bediüzzaman' bile demekten çekinerek 'Said Nursî' diye konuştuklarını/yazdıklarını görüyordum. Sıkılıyordum. Üzülüyordum. Bu sakınımlı dilin içimizde de birşeyleri öldüreceğine kâniydim. Bir direniş olarak bastıra bastıra 'mürşidim' demeye başladım. Bugün dahi her 'mürşidim' deyişimde bir direniş ruhu hissederim. Elhamdülillah. Hem aynı direnişi "Bediüzzaman öyle diyor demeyelim de Risale-i Nur öyle diyor diyelim!" diyenlere karşı da gösteririm. Yani bu tavrı da arızalı bulurum. Şairin ifadesiyle, dansçıyı danstan, güzelliği güzelden ayırmanın mümkün olmadığını zannederim.
İnsan mürşidi hakkında konuşuyorsa mürşidi olduğunu hissettirmeli. Kaçınmamalı. Babamdan bahsettiğimde yabancı birinden bahsediyormuş gibi yapamam. Yapmam da hoş görülmez. "Kamil oğlu Şükrü şöyle demiştir..." diyemem. "Babam bir keresinde dedi ki..." derim. Mürşidim de öyledir. Kalbimin taraftarlığı elbette dilime işler. İşlemelidir. Yazarken de bundan sakınmam. Sakınılmamalıdır. Bazıları bir miktar nötrleşmenin tebliğ diline faydalı olacağını savunurlar. Buna şuraya kadar katılıyorum: Muhatabının kalbini kendi kalbin gibi olmaya zorlayamazsın. Senin sorgulamadığını onun da sorgulamamasını bekleyemezsin. Dolayısıyla bilgiyi aktarırken empati yapmaya muhtaçsın. Empati elbette kendi kabuğunu bir parça terke zorluyor seni. Ortak bir paydada geçerli olanı konuşuyorsun. Tamam. Fakat kendi kalbini de muhatabının kalbi gibi olmaya zorlamamalısın. Ne hissediyorsan o olmalı. Çünkü zorlamalar da insanda alışkanlık yapar. Alışkanlıklar yeni bir ahlaka, hatta belki fıtrata, dönüşür. "Ortada durayım!" derken karşıya geçmiş olursun. Tarafsızlığın da en düşülesi tuzağı budur.
Bu nedenle İmam Ali radyallahu anhın Hudeybiye'de 'Allah'ın Resulü Muhammed' ifadesini silip 'Abdullah'ın oğlu Muhammed' yazması emredildiğinde korkusunu anlarım. Hatta, her ne kadar emri veren Aleyhissalatuvesselam olsa da, yapamayışını kemaline yorarım. Çünkü itaatsizliği itaatsizlikten değildir. Metinden silemeyerek kalbinden de silemeyeceğini göstermiştir. Aslan tereddüdünde de aslandır. Tazecik gençleri 'Muhammed Mustafa' denilince salavat getirir gördüğümde ta götürür şununla ilgisini kurarım. İmam Ali radyallahu anhın Hudeybiye'deki şanlı tereddüdüdür bu gençleri bugün salavata âşık eden. O silememişti. Bunlar da İmam'larına ittibaen silemiyorlar. Silemediklerini de salavat getirerek gösteriyorlar. Öyle nakış nakış işlenmiş ki kalpleri sevgisiyle! İsmini taraftarlıklarından ayıramıyorlar. 'Maşaallah' diyelim gördükçe onlara.
Sünnet ümmetin kalbidir. Yaşamsal hafızasıdır. Sünneti ümmetin hayatından çıkarmak kalplerine format atmanın en kısa yoludur. Peki sünneti ayakta tutan nedir? İşte bu taraftarlık. Efendimiz aleyhissalatuvesselamın adı anıldığında bir salavat getirmek. Mescide girerken önce sağ ayağını atmak. Merhabanı onun selamına benzeterek söylemek. Bütün bunlar taraftarlığı diri tutmanın araçlarıdır. Dönergeç gibidirler. Hem ondan doğarlar hem onu beslerler.
Hadis-i şerifler bize, eğer üzerine özel bir mesai sarfedilmezse, kalplerdeki imanın da eskiyebileceğini söylüyor. Buna kendi aynamdan şöyle bir delilim var: Uzun zamandır tuttuğum takımın maçlarını takip etmiyorum. Buna bağlı olarak olup bitenlere merakım da azalıyor. Konuşmuyorum. Konuşulsa umursamıyorum. Giderek hiçleştiriyorum. İlgisizliğin sevginin zıttı olduğunu böyle görüyorum. İzleyip kızsaydım da bu sevgiden olacaktı. Nefretim bile sevgi kokacaktı. Halbuki sevginin asıl ölümü ilgisizlikledir. Dolayısıyla ilgiyi gösterir her çaba sevginin artımıdır. Meyvesidir. Canıdır. Hayatıdır. Yârin de öfkesinden değil ilgisizliğinden korkulur.
Mevzu dünyevî bir kazanım olduğunda seküler akıllar elbette ilginin yararını pek güzel kavrıyorlar. 'Tebessüm sadakadır'a sünnet diye burun kıvıranlar "Güleryüz başarıyı getirir!" deyince kulaklarına kadar gülümsüyorlar. Sağ ayağıyla mübarek bir yere girmenin bereketine inanmayanı "Benim uğurum/totemim budur!" deyu neredeyse takla atarak mekana girerken görüyorsun. Guru'sundan "İlişkinizin sağlığı için sevgilinize hoş sözler söyleyin!" diye işitince, canımı-cicimi sebil suyu gibi dağıtanlar, Habib-i Zişan'a bir 'aleyhissalatuvesselam'ı gönül sıkletiymiş gibi yutarak/yutkunarak söylüyorlar. Neden? Çünkü bir altşuur olarak farkındalar: Bu tarz eylemleri pek de yürümek istemedikleri bir yolu besliyor. Gücün karanlık tarafında Darth Vader keyfi çatmak isterken, salavat, Anakin Skywalker gibi kalmaları gerektiğini hatırlatıyor.
İşte bu yüzden ben yazılarımda mürşidime 'mürşidim' demekte teberri etmiyorum. Lisanlarında, 'Bediüzzaman'ı çoktan şutlamış, 'Said Nursî' ile yetinir olmuşlara da güceniyorum. Yabancı birisi yapsa ona elbette birşey diyemem. Mürşidi olarak bilmeyen nötrlüğünü ifade eden tabirleri seçebilir. İtiraz edilmez. Fakat bir nur talebesi 'Bediüzzaman' demekten neden teberri eder? 'Mürşidim' diyene neden kızar? Doğrusu bunları anlamaktan acizim. Anladığımsa sevginin tezahürsüz ayakta duramadığı. Evet. Ben o sevginin kalbimden hiç çıkmamasını istiyorum. Âmin.
İnsan mürşidi hakkında konuşuyorsa mürşidi olduğunu hissettirmeli. Kaçınmamalı. Babamdan bahsettiğimde yabancı birinden bahsediyormuş gibi yapamam. Yapmam da hoş görülmez. "Kamil oğlu Şükrü şöyle demiştir..." diyemem. "Babam bir keresinde dedi ki..." derim. Mürşidim de öyledir. Kalbimin taraftarlığı elbette dilime işler. İşlemelidir. Yazarken de bundan sakınmam. Sakınılmamalıdır. Bazıları bir miktar nötrleşmenin tebliğ diline faydalı olacağını savunurlar. Buna şuraya kadar katılıyorum: Muhatabının kalbini kendi kalbin gibi olmaya zorlayamazsın. Senin sorgulamadığını onun da sorgulamamasını bekleyemezsin. Dolayısıyla bilgiyi aktarırken empati yapmaya muhtaçsın. Empati elbette kendi kabuğunu bir parça terke zorluyor seni. Ortak bir paydada geçerli olanı konuşuyorsun. Tamam. Fakat kendi kalbini de muhatabının kalbi gibi olmaya zorlamamalısın. Ne hissediyorsan o olmalı. Çünkü zorlamalar da insanda alışkanlık yapar. Alışkanlıklar yeni bir ahlaka, hatta belki fıtrata, dönüşür. "Ortada durayım!" derken karşıya geçmiş olursun. Tarafsızlığın da en düşülesi tuzağı budur.
Bu nedenle İmam Ali radyallahu anhın Hudeybiye'de 'Allah'ın Resulü Muhammed' ifadesini silip 'Abdullah'ın oğlu Muhammed' yazması emredildiğinde korkusunu anlarım. Hatta, her ne kadar emri veren Aleyhissalatuvesselam olsa da, yapamayışını kemaline yorarım. Çünkü itaatsizliği itaatsizlikten değildir. Metinden silemeyerek kalbinden de silemeyeceğini göstermiştir. Aslan tereddüdünde de aslandır. Tazecik gençleri 'Muhammed Mustafa' denilince salavat getirir gördüğümde ta götürür şununla ilgisini kurarım. İmam Ali radyallahu anhın Hudeybiye'deki şanlı tereddüdüdür bu gençleri bugün salavata âşık eden. O silememişti. Bunlar da İmam'larına ittibaen silemiyorlar. Silemediklerini de salavat getirerek gösteriyorlar. Öyle nakış nakış işlenmiş ki kalpleri sevgisiyle! İsmini taraftarlıklarından ayıramıyorlar. 'Maşaallah' diyelim gördükçe onlara.
Sünnet ümmetin kalbidir. Yaşamsal hafızasıdır. Sünneti ümmetin hayatından çıkarmak kalplerine format atmanın en kısa yoludur. Peki sünneti ayakta tutan nedir? İşte bu taraftarlık. Efendimiz aleyhissalatuvesselamın adı anıldığında bir salavat getirmek. Mescide girerken önce sağ ayağını atmak. Merhabanı onun selamına benzeterek söylemek. Bütün bunlar taraftarlığı diri tutmanın araçlarıdır. Dönergeç gibidirler. Hem ondan doğarlar hem onu beslerler.
Hadis-i şerifler bize, eğer üzerine özel bir mesai sarfedilmezse, kalplerdeki imanın da eskiyebileceğini söylüyor. Buna kendi aynamdan şöyle bir delilim var: Uzun zamandır tuttuğum takımın maçlarını takip etmiyorum. Buna bağlı olarak olup bitenlere merakım da azalıyor. Konuşmuyorum. Konuşulsa umursamıyorum. Giderek hiçleştiriyorum. İlgisizliğin sevginin zıttı olduğunu böyle görüyorum. İzleyip kızsaydım da bu sevgiden olacaktı. Nefretim bile sevgi kokacaktı. Halbuki sevginin asıl ölümü ilgisizlikledir. Dolayısıyla ilgiyi gösterir her çaba sevginin artımıdır. Meyvesidir. Canıdır. Hayatıdır. Yârin de öfkesinden değil ilgisizliğinden korkulur.
Mevzu dünyevî bir kazanım olduğunda seküler akıllar elbette ilginin yararını pek güzel kavrıyorlar. 'Tebessüm sadakadır'a sünnet diye burun kıvıranlar "Güleryüz başarıyı getirir!" deyince kulaklarına kadar gülümsüyorlar. Sağ ayağıyla mübarek bir yere girmenin bereketine inanmayanı "Benim uğurum/totemim budur!" deyu neredeyse takla atarak mekana girerken görüyorsun. Guru'sundan "İlişkinizin sağlığı için sevgilinize hoş sözler söyleyin!" diye işitince, canımı-cicimi sebil suyu gibi dağıtanlar, Habib-i Zişan'a bir 'aleyhissalatuvesselam'ı gönül sıkletiymiş gibi yutarak/yutkunarak söylüyorlar. Neden? Çünkü bir altşuur olarak farkındalar: Bu tarz eylemleri pek de yürümek istemedikleri bir yolu besliyor. Gücün karanlık tarafında Darth Vader keyfi çatmak isterken, salavat, Anakin Skywalker gibi kalmaları gerektiğini hatırlatıyor.
İşte bu yüzden ben yazılarımda mürşidime 'mürşidim' demekte teberri etmiyorum. Lisanlarında, 'Bediüzzaman'ı çoktan şutlamış, 'Said Nursî' ile yetinir olmuşlara da güceniyorum. Yabancı birisi yapsa ona elbette birşey diyemem. Mürşidi olarak bilmeyen nötrlüğünü ifade eden tabirleri seçebilir. İtiraz edilmez. Fakat bir nur talebesi 'Bediüzzaman' demekten neden teberri eder? 'Mürşidim' diyene neden kızar? Doğrusu bunları anlamaktan acizim. Anladığımsa sevginin tezahürsüz ayakta duramadığı. Evet. Ben o sevginin kalbimden hiç çıkmamasını istiyorum. Âmin.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...