16 Aralık 2023 Cumartesi

Gazzeliler müslümansa biz neyiz?

Okuyanlar bilir. Bediüzzaman'ın gönlünde İşaratü'l-İ'caz'ın bambaşka bir yeri vardır. Sonradan satırlarına dokunmaya çekindiğini zikreder mesela. Neden? Bir müellif kendi satırlarına dokunmaya neden çekinir? Çünkü cephede yazılmıştır. Her an ölümün muhtemel olduğu bir mevkide tefekkür edilmiştir. Yeni Said bile, Eski Said'e dair bütün pişmanlıklarına rağmen, bu ihlasına hürmet gösterir: "Evet, tashihe muhtaç yerleri vardır; fakat hatt-ı harpte, büyük bir ihlâsla, şehidler arasında yazılıp giydirilen o yırtık ibarelerin tebdiline (şehidlerin kan ve elbiselerinin tebdiline cevaz verilmediği gibi) cevaz veremedim ve kalbim razı olmadı. Şimdi de razı değildir; çünkü o zamandaki ihlâs ve hulûsu şimdi bulamıyorum." Bu kanaatini Tenbih'inde tekrar be tekrar da ifade eder: "Fakat şimdi ise Yeni Said nazarıyla mütalâa ettim: Elhak, Eski Said'in bütün hatiatıyla beraber, şu tefsirdeki tetkikat-ı âliyesi, onun bir şaheseridir. Yazıldığı vakit daima şehid olmaya hazırlandığı için, hâlis bir niyetle ve belâgatın kanunlarına ve ulûm-u Arabiyenin düsturlarına tatbik ederek yazdığı için, hiçbirini cerh edemedim."

Geçenlerde ABD'li bir hanım Tiktok'da şöyle ağlıyordu: "Eğer bir Tanrı varsa bu insanlar kesinlikle Onun halkıdır." Yalnız gayrimüslimler sormuyor arkadaşım. 7 Ekim'den beri hepimiz soruyoruz: "Gazzelilerin imanındaki sır nedir?" Çünkü bu imanda, kâfirlerin anlayamadıkları kadar, bizim de ulaşamadıklarımız var. Evet. Nasıl bir insan ailesinin tamamını kaybeder de Allah'a karşı en ufak bir şikayette bulunmaz? Haydi, şikayeti geçtim, nasıl bir de övüncünü ifade eder? Bir şehir yokolur da kalanlar nasıl zayıflık emaresi göstermez? Başlarına tonlarca bomba yağan çocuklar bile nasıl kameralara heybetle Kudüs'ü geri alacaklarından bahseder? Nasıl olur bu? Nasıl? Nasıl?

Tamam. Biz de, elhamdülillah, müslümanız. Fakat bu halet-i ruhiyeyi artık kavrayamıyoruz. Herşey teoriden ibaret değil. Bir vaizin vaazında söylediklerini yaşaması kolay mı? Tarihten duyduklarımızı masal görmeye başlamıştık halbuki. Bedir, Malazgirt, Çanakkale... "Abartıyorlar canım!" diyorduk içten içe. Şimdi 'Gazzeliler' diye birileri ortaya çıktı. Hepsini masal olmaktan çıkardı. Vay arkadaş. Demek olurmuş. Demek yapılıyormuş. İşte şuradalarmış. Hiroşima'dan beter bombalandıkları halde yıkıntılar içinde göğüs göğüse çarpışmayı bekliyorlarmış. Onların üstünü toprak kaplarken bütün bir mazinin üzerinden ölü toprağı kalkıyor. Şehidlere cidden 'ölü' denmiyor. Çünkü onlar ölür gibi görünürken ümmetin göğsüne Muhammedîlik canı üflüyorlar. Her kim nasiplense diriliyor.

Bugünlerde, arkadaşım, Gazzelilerin imanını 'rabıta-i mevtleri' üzerinden de okuyorum. Ve, yukarıda zikrettiğim, Bediüzzaman'ın İşaratü'l-İ'caz'ı yazarkenki haletine benzetiyorum. Evet. Onlar ölümü hatırlarından çıkaramıyorlar. Ölümü hatırlarından çıkaramayacakları şartlarda yaşıyorlar. Kendilerini kemal-i fahirle 'gaza ehli' olarak tarif ediyorlar. Cihadda bu yönüyle bir bereket görüyorum. Hem mürşidim yine bir yerde hikmetle diyor:

"İhlâsı kazanmanın ve muhafaza etmenin en müessir bir sebebi, rabıta-i mevttir. Evet, ihlâsı zedeleyen ve riyâya ve dünyaya sevk eden tûl-i emel olduğu gibi, riyâdan nefret veren ve ihlâsı kazandıran, rabıta-i mevttir. Yani, ölümünü düşünüp, dünyanın fâni olduğunu mülâhaza edip, nefsin desiselerinden kurtulmaktır."

'Rabıta-i mevt' nedir? Rabıta-i mevt ölümle yaşamaktır. Bunu cephe hattından daha sıhhatli ne sağlayabilir? Öyle ya. Her an cennet pasaportunun bir İsrail bombardımanı, kurşunu veya işkencesiyle gelmesine hazır olan Gazzeli murabıtlardan daha iyi hangimiz rabıta-i mevt yapabiliriz? Onları böylesine ulaşılamaz kılan belki de bir ömür ölümle birlikte yaşamalarıdır. Yani akıllarından çıkarmadıkları ecel ihtimalleri imanlarını parlatmıştır. Ve yine belki İslam'da cihadın bu kadar önemsenmiş olmasının bir hikmeti de imana/amele takviye veren şu yönüdür. Yani, müslümanlar cihad ettiklerinde değil, cihadı bıraktıklarında ölür. Mesela, bizim gibi cihadı epeydir unutmuş milyonlar, aynı diriliği göğsümüzde bulamıyoruz. İmanın lezzetini tadamıyoruz. Dünyevîleşmekten kendimizi alıkoyamıyoruz. Ölüm çok uzağımızda geliyor. Hayat çok hoşumuza gidiyor. Kılıcı köreltip duvara astığımızdan ötürü gitgide çürüyoruz. Biliyorsun, mücahidler öldüklerinde çürümezler, ancak cihadı bıraktıklarında çürürler. Şu bilad-ı İslam'da yaşayan Türkler, Kürtler, Araplar... Bizdeki çürümeyi bundan daha zâhir açıklayacak başka ne var?

6 Aralık 2023 Çarşamba

Kadir Mısıroğlu'nun Selahaddin Eyyübî hakkındaki sözlerine nasıl bakmalıyız?

Bediüzzaman'a bile "Âlemin her halinde hayr-ı mahz olamaz..." dedirten durumlar vardır. Siyahla beyaz kolayca ayrılmaz onlarda. Araya griler karışır. Hatta griden başka renk seçilmez olur. En çok tarihte rastlarız onlara. En çok orada yadırgarız. Yargılarız da bazen. Zaten peygamberler aleyhimüsselam hariç kimse ismet sahibi değildir. Birtek onlar, hayatlarıyla ümmetlerine iletilen vahyin/dinin hakkı için, korunmuşlardır. (Peygamberler günahkâr olursa mesajlarına da şüphe düşer.) Kusur insanın imzasıdır. Hatta kusur mahlukiyetin de imzasıdır. Her ne ki, mahluktur, öyleyse Halık değildir. Halık olmadığı için de sonsuzluğa sahip değildir. Sonsuzluğa sahip olmadığı için de Sonsuzluğun Sahibine kıyasla her zaman kusurludur. Bu kusur derece derece bir imza olarak hayatına yansır. Allah yarattığı için kusurlanmaz varlık. Hâşâ. Ona bakan cihetiyle, yani melekutiyetiyle, herşey olması gerektiği gibidir. Fakat, elimizden göründüğü için, mülkte kusurlanır. Bizim gördüğümüz şekliyle kusurlanır. Bize göründüğü şekliyle kusurlanır. Bizce kusurlanır. Çünkü biz, Descartes'ın Metafizik Üzerine Düşünceler'de belirttiği gibi, varoluşu bütünüyle göremeyiz. O halde gördüğümüz büyük "Kün!/Ol!" emri tecellisinden eksik bir manzaradır sadece. Okuyuşumuz eksiktir. Duyuşumuz eksiktir. Aklımız eksiktir. Eh, işte, eksiğin yargısı da eksiktir. Bundan kaçamayız.

Kadir Mısıroğlu merhumun 'Selahaddin Eyyübî' hakkındaki beyanlarını tahlil ederken de bu hakikat hatırımızda bulunmalıdır bence. Fakat, önce, merhumun yiğitlik hakkı verilmeli. Zor zamanlarda kemalist rejime karşı gösterdiği dik duruş takdir edilmeli. Rahmet dilenmeli. Aziz hatırası incitilmemeli. Ancak insaniyeti de unutulmamalı. Evet. İnsanız. Sınır sahibi olmaktan kurtulamıyoruz. Hepimiz için durum böyle. Ve bakışımız bizi taraf sahibi de yapıyor bazen. Yanlış anlaşılmasın. 'Taraf sahibi olmak her şekilde kötü birşeydir' demiyorum. Hakka taraftar olmaktan daha leziz nimet yoktur zira. Bâtıla taraftarlıksa yenilecek en acı lokma. Cehennem zakkumundan ısırık. Sığınacaksak bundan sığınırız Mevla'ya. Bir de arada kalınan durumlar var tabii. Yani, yine Bediüzzaman'ın ifadelerine atıf yaparsak, "Hak da taaddüd eder..." demeyi mecbur edecek durumlar var.

Yavuz Sultan Selim Han misalinden ilerleyelim. (Ruhuna rahmetler dilemeyi ihmal etmeden.) Onun şehzadelikten padişahlığa yürüyüşü maceralı olmuştur. En küçük kardeşken padişah olmayı dilemiştir. Bu dileği nedeniyle ordu toplayıp babasıyla savaşmıştır. Yenilmiştir. Bahtı hain cezası görmeye doğru akarken yüzüne gülmüştür. Beyazıd-ı Velî Han bir şekilde tahttan çekilmeye mecbur edilmiştir. Hem de kendisine bırakmak üzere. Sonra babası da ölmüştür. (Bazıları bu ölümde parmağı olduğunu söyler.) Tahta geçtikten sonra da meşakkati bitmemiştir üstelik. Ellerinden tahtın çalındığını düşünen kardeşleriyle ters düşmüştür. Kılıçlar yeniden çekilmiştir. Sadece kardeşlerini değil yeğenleri de katletmiştir. Bundan sonrasıysa Osmanlı için, âlem-i İslam için, ehl-i sünnet dünya için büyük bir inşirahtır. Şah İsmail'in üzerine yürüyerek hem şiilerin bölgedeki sünniler üzerindeki baskısını kırmıştır hem de Kürtlerle Türkleri birleştirmiştir. Sonra Suriye'yi, Mısır'ı, Hicaz'ı fethederek Araplarla da birliktelik oluşturmuştur. Şiirinde ifade ettiğini neredeyse başarmıştır yani: "Milletimde ihtilâf u tefrika endîşesi,/Gûşe-i kabrimde hattâ bî-karâr eyler beni./İttihâd oldu hücûm-ı hasmı def’e çâremiz,/İttihâd etmezse millet dâğdâr eyler beni."

Ancak, bir de Bayezid-i Velî Han'ın gözünden izleseydik yaşananları, bugün okuduğumuz şekilde mi okurduk acaba? Yahut da, bahtı yüzüne gülmese idi Yavuz Sultan Selim Han'ın, bir hain olarak yargılanıp boğdurulsaydı mesela, o zaman yine bugünkü takdirkârlığımızla mı tahattur ederdik kendisini? Bunlar cevabı kolay olmayan sorulardır. Ve kabul edelim ki, yanıtlarının, tarihi okuma şeklimizden etkilenen yanları vardır. İşte, Kadir Mısıroğlu merhumun, Nureddin Zengî ile Selahaddin Eyyübî arasındaki hâdiseleri okuma şeklinde de bu taraftarlığın izleri görünmektedir. O, tabir-i caizse, Beyazıd-ı Velî'nin penceresinden bakmaktadır yaşananlara. Bizse, yine tabir-i caizse, Yavuz Sultan Selim'in nazarıyla görmekteyiz olayları. "Keşke yaşanmasalardı!" demekten kalbimizi geri koyamayız elbette. Ancak Bediüzzaman gibi de deriz: "Âlemin her halinde hayr-ı mahz olamaz..." Yahut da yine kendisinin, sahabe ihtilafları sadedinde, Ömer bin Abdülaziz rahimehullahtan naklettiği şu söze kulak veririz: “Allahu Teala ellerimizi bu kanlara bulaşmaktan koruduğu gibi biz de dilimizi tutup bulaştırmayalım!” 

Aynı konu daha sonraları kendisine sual edildiğinde İmam Şafiî rahimehullah da benzer bir karşılık vermiştir. Ki ehl-i sünnet ulemanın duruşu da ekseriyetle öyledir. Ümmetin hayırlılarından bilinen insanların yaşadıkları anlaşmazlıklarda, olaylara yalnız birinin gözünden/duygularıyla dahil olmak, bütünü görmekteki kusurumuzu arttırmak yanında, günah sahipliğinden ileriye mana taşımaz. Madem ümmet hayırları üzerine ittifak etmiştir. Hepsine rahmet dilemekten teberri etmeyiz. Aziz hatıralarını incitmemeye çalışırız. Hataları yok mudur? Hangimizin yoktur ki? Elbette onların da vardır-olabilir. Fakat defterleri bu yönüyle kapanmıştır. Bizimkisi halen açık durmaktadır. Üstelik hakkımızda hüsn-i şehadet edecek onlar kadar yoktur. Bediüzzaman'ın aslını Kürtçe olarak alıntıladığı bir muhakkike ait şu sözü biz de hatırlayalım: "Sahabelerin muharebesinde kıyl ü kàl etme. Çünkü, hem kàtil ve hem maktul, ikisi de ehl-i cennettirler." Belki Nureddin Zengî ile Selahaddin Eyyübî de, İslam'a hizmet etmiş iki büyük isim olarak, dünyadaki meseleleri dünyada bırakarak hem, cennete kolkola girerler de, biz dedikoduları nedeniyle uzaklarında kalırız. Allah bizi böyle bir akıbetten muhafaza eylesin arkadaşım.

25 Kasım 2023 Cumartesi

Celal Şengör neden ölmek istemiyor?

“Sevgili dostlarım, kusura bakmayın, Azerbaycan’a gelemedim. Çünkü zatürre oldum. Doktor da '15 gün yatağında kalacaksın!’ dedi. Ben de yatağımdayım zaten. Öksürüp duruyorum. İnşallah çabuk geçer. Mayıs ayında Azerbaycan’a gelebilirim. Gelmeyi çok istiyorum. Çamur volkanlarını görmeyi istiyorum. Görüşmek üzere...”

Geçtiğimiz Nisan ayında rahatsızlanan Celal Şengör'ün mezkûr sözleri medyada-sosyalmedyada epey gündem olmuştu. Pek merak ettiği çamur volkanlarını daha sonra görmüş müdür bilmiyorum. Fakat, Hüda'nın bahşıyla, arzu ettiği şekilde sıhhate kavuşturulduğunu biliyorum. (Kendisi Hüda'dan bilmese bile şifa ancak 'inşaallah'la olmuştur.) Yanlış anlaşılmasın. İşin magazin tarafıyla da ilgileniyor değilim. Fakir, her zaman olduğu gibi, tefekkür ekmeğimin derdindeyim. Fakat, laf lafı açıyor, bilimadamı da bilimadamını çağrıştırıyor, makamı gelmişken bir başkasından daha alıntı yapmak şart oldu. Japon asıllı fizikçi Michio Kaku 'Paralel Dünyalar' isimli kitabında diyor ki:

"Büyük Patlama mükemmel simetriye sahiptiyse ya da yoktan varolduysa şekillenmek için eşit miktarda 'madde' ve 'karşıt madde' olmasını beklememiz gerekir. Öyleyse biz neden varız? Rus fizikçi Andrei Sakharov'un bu sorunun yanıtına ilişkin önerisi orijinal Büyük Patlama'nın hiç de mükemmel bir simetri taşımadığı yönünde. Yaratılış anında madde ve karşıt madde arasında ufak bir miktar simetri kırılması olmuştu. Böylelikle madde 'karşıt maddeye baskın gelerek' çevremizde gördüğümüz evreni olanaklı kıldı. Eğer evren 'yoktan' varolduysa o zaman muhtemelen hiçlik tam olarak boş değildi de az bir miktar simetri kırılması taşıyordu. Ki günümüzde maddenin karşıt madde üzerindeki hafif egemenliğine olanak sağladı. Bu simetri kırılmasının kökeni halen anlaşılabilmiş değildir."

İşte 'Rahmetim gazabımı geçmiştir' sırrına buradan bir parça yaklaşabiliyorum arkadaşım. Hatta kainata baktığımda da, 'Allahu a'lem' kaydıyla diyeyim, cemalin celale galip oluşu dikkatimi çekiyor. Evet. Uyanmamdan gözümü kapamama kadar geçen zamanı mekan mekan, olay olay, nesne nesne hatırıma getirmeye çalışıyorum. Hüsün açıkça baskın görünüyor. Varolmayı güzel buluyorum başta. Hayatı güzel buluyorum. Zaten birkaç sıhhat-i fikrini yitirmişin dışında kimse intiharı istemiyor. Kimse yokluğu istemiyor. Hatta, hayatın yaşanırken tamamen anlamsız, tadılırken hâzâ acı, sonucu itibariyle ise kaskatı hiçlik olduğunu savunan ateistler bile ölmek dilemiyorlar. Varlığın kaostan ibaret olduğunu savunan Celal Şengör de, ne gariptir, ölmeyi dilemiyor. Bir saniye. Yahut da şöyle düzeltmeli biraz evvel söylediğimi: Algım cemali seçmeye daha yatkın görünüyor. Onu daha iyi tanıyorum. Hiç celalî hâdiseler yaşamıyor değilim. Varlar tabii. Lakin oranları o kadar düşük kalıyor ki. Kıyaslayınca apaçık görüyorum.

Tıpkı mürşidimin Muhakemat'ta söylediği gibi:

"Ukul-ü selime yanında muhakkaktır ki: Hilkatte hayır asıl, şer ise tebeîdir. Hayır küllî, şer cüz'îdir. Şöyle görünüyor ki: Âlemin herbir nev'ine dair bir fen teşekkül etmiş ve etmektedir. Fen ise, kavâid-i külliyeden ibarettir. Külliyet-i kaide ise, o nevide olan hüsn-ü intizamına keşşaftır. Demek cemi' fünun, hüsn-ü intizama birer şahid-i sadıktır. Evet, külliyet intizama delildir. Zira bir şeyde intizam olmazsa, hüküm külliyetiyle cereyan edemez. Çok istisnaâtıyla perişan oluyor. Bu şahitleri tezkiye eden nazar-ı hikmetle istikrâ-i tâmmdır. Fakat bazan intizam görülmüyor. Çünkü dairesi ufk-u nazardan daha geniş; tamamen tasavvur ve ihata olunmadığı için, nizamın tasvir-i bîmisali kendini gösteremiyor. Binaenaleyh, umum fünunun şehadetleriyle ve nazar-ı hikmetten neş'et eden istikrâ-i tâmmın tasdikiyle sabittir ki: Hilkat-i âlemde maksud-u bizzat ve galib-i mutlak, yalnız hüsün ve hayır ve hak ve kemâldir. Amma şer ve kubh ve bâtıl ise, tebeîye ve mağlûbe ve mağmuredirler. Eğer çendan savlet etseler de, muvakkattir."

Parmağıma batan diken sayısı gözümü okşayan çiçek sayısından çok düşük. Üstelik güzelliğin sûretlerinden yalnızca birisi çiçek. Sayısız başlıktan birisi. Onun da sayısız altbaşlığı var. Gözümü kenara koyup kulağımla bakıyorum bu defa âleme. Gökgürültüsünden başka korkutanım nerede? Güneşin sesi neden gelmiyor? Beni neden delirtmiyor, çıldırtmıyor, hayattan soğutmuyor? Hepsinden aşkın olarak varın varlıkta kalması da cemalin celale baskın oluşunu haber vermiyor mu? Aslolan sanki cemal de celal arada bir kendini gösterip gidiyor sadece. Böylece güzellik de görülebilir oluyor. Karanlık ne kadar az da olsa ışığın lazımıdır. Zıtlar birbirinin ihtiyacıdır. Algı kıyasla ayakta durur. Sıcak soğukla bilinir.

Kıyamete kadar böyle sürüp gidecek. O geldiğinde herşeyin dengesini ademden yana değiştirecek. Fakat, dikkat, kıyamet de sonsöz değil. Hilkatin diyeceği daha çok şey var. Göz görmemiş, kulak işitmemiş, kalb-i beşere hutûr etmemiş... Ahiret gelip kıyametle oluşan ademî hali hayra tebdil edecek. Nihayet varlık kazanacak. Varlar ebediyyen varolacaklar. Âdemler bir daha adem yüzü görmeyecekler. Çünkü Yaratan ademe değil vücuda taraftar. Çünkü Onun rahmeti gazabını geçti. İlahlığın şan u keremi böyle iktiza etti. Varlıktaki tasarrufundan tanıyorsun zaten Onu. Varın vardaki ısrarından tanıyorsun.

Süleyman Hayri Bolay, Batı Aklına Karşı Türkiye'de, Henri Poincare'den şöyle bir alıntı yapıyor: "Tabiat güzel olmasaydı bilinmek zahmetine değmeyecekti." Bunu böyle demekle Poincare'nin maksudunun da şu olduğunu zikrediyor: "Bilimadamı tabiatı güzel bulduğu için inceler..." Ona elbette hakveriyorum. Zira merakın kamçısı her zaman ilgidir. İlgiyse, açık bir ihtiyaçtan doğmadığında, gizli bir iştiyaktan kaynaklanır. Her cazibenin arkasında 'Cümle Çekim Güçlerinin Sahibi'nin imzası vardır. Fakat biz bu ilginin merkezini de çoğu zaman karıştırıyoruz. Onlar, 'Güzeller Güzelini' bildirmek için elçilerken, Güzeller Güzelini bırakıp elçilere âşık oluyoruz. Böylece işaretlerdeki güzellik de tuzak haline geliyor. İmkandan imkansızlığa dönüşüyor. Han safâsına meftun yolcu menzilinden mahrum bırakılır.

Eğer celal cemale baskın olsaydı, eşyayı araştırmaz, ondan kaçardık. Manzarasına gözlerimizi kapardık. (Nasıl ki korktuğumuzda yapıyoruz.) Seslerine kulaklarımızı tıkardık. (Nasıl ki ürktüğümüzde yapıyoruz.) Dokunuşlarından tenimizi sakınırdık. (Nasıl ki incindiğimizde yapıyoruz.) Değil derince tefekkürü, küçükçe hatırlaması dahi, hicrana boğardı yüreğimizi. (Nasıl ki sancılarımızı hatırlamak istemiyoruz.) Yani ki arkadaşım, bugün bize vazgeçilmez gelen varlık, hayattan vazgeçmemizin en mücbir sebebi olurdu. Fakat Onun rahmeti gazabını geçti. Kendisini bize kahrıyla değil keremiyle bildirmek diledi. Varlar varlıkta kalmalarını Ona borçlu oldukları gibi varlıktan memnun olmalarını da Ona borçludurlar. Öyle ki, varlığından memnun olmayaydı âdem, ademden pek bir farkı kalmayacaktı. Yaşamanın yollarında Hakîm-i Rahîmini aramayacaktı. Duracaktı Donacaktı. Zira korkacaktı.

Bilim denilen hiçbirşey vücuda gelemeyecekti. Merak diye birşey hiç tadılmayacaktı. Seyir diye bir zevk varolmayacaktı. Beşer bilmenin yollarına asla koyulamayacaktı. Korku hepsini yutacaktı çünkü. Akıl hepsinden kaçacaktı. Evet. Evet. Evet. "Rabbinizin nimetlerinden hangisini inkâr edersiniz?" diye sorulduğunda gayrı bunu da anımsa arkadaşım. Yoksa, aman, cehennemin volkanlarını da görürsün. Buradaki volkanları 'Şengör'mek mümkün olabilir de oradakileri şen görebilmek muhal içre muhaldir.

24 Kasım 2023 Cuma

Müslümanın ilk psikoloğu imanıdır

'Travma' konusunda uzman değilim. Fakat şöyle bir zannım var: Travmalar hayatın celalî yüzünü kaldırmakta zorlandığımızda ortaya çıkarlar. Celalî, yani kuşatılamayan, hikmetlerinin etrafı zihnen olsun sarılamayan, tasarrufunun dalgaboyu kestirilemeyen. Allah göstermesin, bir trafik kazasında yakınlarını kaybedenimiz, aslında celalî bir tecelli görmüştür. Depremde yaşadığımız esasında celalî bir tecellidir. Veyahut savaşlar en özünde celalî tecellilerdir. Biz bu celalî tecellileri 'kaldırmakta' zorlandığımızda travma ediniriz. Celalin kendisi travma teklif etmez. Celali doğru karşılayamamak travma etkisi yaratır. Tam bu eşikte travmaya da şöyle bir anlam verebiliriz belki: Travma celalî hadiselere cemalî anlamları verememekten çıkar. Evet. Travmalar ekseriyetle aklımızda, hafızamızda, kalbimizde vs. 'kapatamadığımız dosyalar'dır. Çünkü dosyalar ancak üzerlerindeki işlem tamamlandıktan sonra kapatılıp kaldırılabilir. Bitmeyen işlerse dönmeye devam eder.

Mesleğe sevkiyatçılıktan başladığım için bilirim. Sevkiyatçıyı en çok yoran sipariş 'gelince konulacak bir ürünün beklendiği' sipariştir. O ürün gelmediği için sipariş de bir türlü masadan kaldırılamaz. Fakat bir yandan da diğer işlerin aksamaması gerekir. Bu defa yarım kalmış sipariş diğerlerinin hazırlanmasına engel olur. Yer kaplar. Hatalara sebep olması riski yaşanır. O zaman dönüp pazarlamacılara sağlam bir serzenişte bulunursunuz: "Yahu madem bekleyecekti de bunu neden hemen hazırlattınız? Beklediği gelince hazırlasaydık. İşimizi zorlaştırıyor."

Travmalar da içimizde bekleyen siparişler gibidir işte arkadaşım. Ancak bunların gelince tamam olacağı ürün de belli olmadığından dosyaları asla kapatılamaz. Masada dururlar sürekli. Bir zaman sonra da sahiplerini zehirlemeye başlarlar. Kalan herşey kokuşur. Su bile durunca pislenir. Akışı yaraladıklarından ötürü işlemden geçen diğer bütün öğeler de aynı yaralarla berelenirler. Hatalanırlar. Yanlışlanırlar. Karışırlar. Zehirlenirler. Travma sahibi insanların duygu durumları giderek bozulur. Eşyayı algılama şekilleri sağlıklı insandan giderek farklılaşır. Dolayısıyla verdikleri tepkiler/anlamlar da farklılaşır. Çatlak giderek büyür. Bütün arıza halayın ilk adımının yanlışlığıyla ilgilidir halbuki. O ilk hataya dönülüp yarası merhemlenmezse sıkıntı biteviye sürer gider.

Diyebiliriz ki: Modern psikoloji neredeyse bunun üzerine kuruludur. Terapiler geçmişteki düğümleri açmaya yararlar. En azından buna çalışırlar. Çocukluğunuza kadar inmenizi teklif eden terapistiniz aslında 'yanlış adımı' bulmaya çalışır. Eğer takıldığınız yeri daha farklı, daha güzel, daha cemalî manalarla kavramanızı sağlayabilirse, siz de bu mana sayesinde derdinizle barışır, dosyanızı kapatırsınız. (Demek dosyaları cemal kapatır.) Gelmesini beklediğiniz gelmiştir artık. 'Güzel görmek' ile birçok yaranın iyileşmesi sağlanabilir. 'Bütün psikiyatrik rahatsızlıklar böyledir' demem elbette. Ancak terapilerle tedavisi başarılabilenler bu nevidendir.

Yani, celalî olandaki cemalî yakalayabilmek, celal ile cemal arasındaki kardeşliği kavrayabilmek, hayatın yükünü üzerimizden alır. İmtihanımızın büyük ölçüde başarısı bu geçişkenliği sağlayabilmeye bağlıdır. Eğer celalden cemale geçişi, aralarındaki yolları koşmayı refleks haline getirecek derecede, kendimizde yerleştirebilirsek, o zaman 'Subhanallah, Elhamdülillah, Allahu Ekber...' arası mesafeler de kısalır. Başı tenzih, ahiri azamet olan herşeyin ortasında bir 'hamd' bize tebessümle gözkırpmaya başlar.

İşte bu sebeple mürşidimin Mesnevî-i Nuriye'de zikrettiği şu cümleleri çok önemserim:

"İ'lem eyyühe'l-aziz! İsm-i Celâl, alelekser nevilerde, külliyatta tecellî eder. İsm-i Cemâl ise, mevcudatın cüz'iyatına tecellî eder. Bu itibarla, nevilerdeki cûd-u mutlak, celâlin tecellîsidir. Cüz'iyatın nakışları, eşhasın güzellikleri cemâlin tecellîyatındandır. Ve keza, celâl, vahidiyetin tecellîsinden, cemâl dahi ehadiyetin tecellîsinden zahir olur. Bazan da cemâl, celâlden tecellî eder. Evet, cemâlin gözünde celâl ne kadar cemîldir; celâlin gözünde dahi cemâl o kadar celîldir."

Yani belki de 'celal' ve 'cemal' aynı şeyin iki ismidir. İki başka resmidir. Bizim durduğumuz, gördüğümüz, anladığımız, talip olduğumuz vs. yere göre yüzlerinden birisini göstermektedirler. Rahmete susamışlar için gökgürültüsü nasıl şen bir şarkıdır. Fakat aynı gürültü çoğu kez korkuyla irkilmemize de neden olur. Süleyman aleyhisselamın ordusunu görmek mazlumlar için nasıl bir sevinç kaynağıdır. Fakat karıncaların, Neml sûresinde haber verildiği gibi, sakınmaları da lazımdır. Zaten en büyük daireye çıktığınızda, yani şecere-i kainatın bir bütün şeklinde Malik-i Ezelî'nin nazarına serildiği hengamda, vahidiyet-ehadiyet arasında bir fark da kalmaz. Vahidiyet aynı ehadiyet olur. Ehadiyet aynı vahidiyet olur. Çünkü küll de küllî ile aynı şeyi haber verir artık. Küll hiçbirşeyin parçası olmadığından küllîleşir. Küllî herşeyi içerdiğinde külleşir. Bütünlüğünün farkına vardığınızda ehadiyetin gölgesine sığınırsınız. Parçalığına uyandığınızda vahidiyete koşarsınız. Hangi mertebede neye uyandığınız karşınızdakinin sûretini sizin için değiştirir. Celalî olan cemalîye dönüşür. Cemalî olan da celalîye çevrilir. 

Elhamdülillah. Doğma büyüme mü'minleriz. Lakin biraz da sudaki balık gibiyiz. İslam, Esmaü'l-Hüsna tedrisiyle, eksik dosyalarımızı nasıl tamamlayıp kaldırıyor farkında değiliz. Ben "Müslümanın psikoloğa-psikiyatriste ihtiyacı olmaz!" gibi iddialı cümleler kurmayacağım. İmtihandır. Olabilir. Ama şunu cesaretle diyeceğim: Müslüman, imanı sayesinde, içinde travma adayı olarak bekleyen pekçok dosyayı kendiliğinden kapatıp kaldırır. Tefekkürüyle onu bir yere bağlayarak, bir anlam vererek, bir hakikatin habercisi kılarak gemiye yükler. Sırtında taşıması gerekmez. Bekleyenler azalırsa kokuşma da daha az olur elbette. Bunu söylemekten neden çekinelim? Eşyanın mahiyeti böyledir zaten. Kalmayanlar kokuşmaz. Temizlik bu yönüyle de imandandır arkadaşım. Evet. İçindeki dosyaların birikintisini de yine imanın süpürgesiyle temizlersin. Onu sakın bırakma.

14 Kasım 2023 Salı

Sen asla tek kişi değilsin

Önce nefsimle konuşmalıyım. O bendeki senden bir nümunedir. Sana anlatacağımın kulağıdır. Senden dinleyeceğimin dilidir. Sendeki bene ulaşmak istiyorsam bunu yapmalıyım. İnsanız. Hamız. Karanlığız. Âdemiz. Havvayız. Benzer yaralara sahibiz. Benzer dertlere düçârız. Cennetten düşmek nasıldır biliriz mesela. Biliriz bir meyveye bedel etmeyi herşeyi. Kandırılmak nasıl can yakar biliriz. Kaybetmek ne kadar kolay. Yeniden başlamak ne kadar mümkün. Yalnızlık ne kadar zor. Tevbe ne kadar tatlı. Umut ne kadar güzel. Pişmanlık ne kadar diri. Hasret ne kadar çok. İmtihan ne kadar acı. Kabil Habil'i öldürdüğünde biliriz. Ciğer de ciğeri yakar. Yakmadan yanmak nedir biliriz. Sevinçlerimizden çok kederlerimiz bizi kardeş kılıyor. Ne yüzden? Sevinmekte bencillik var çünkü. Ne de olsa leziz. İhlasına inanmak zordur. İhlasına inanılmayanın gerçekliğine inanmak da zordur. İçimizin gerçekliği bedel ister.

Ateş yakarsa kurbanın kabul olur. Fakat kederi kimse tekbaşına yemek istemez. Zakkumdur. İlla paylaşacağı damaklar arar. Omuzlar arar. Gözünün yaşını azaltmasa da yaşlı gözler arar. Kederin kardeşliği ihlaslıdır bu yüzden. Kötü gün yâreninin dostluğuna daha çok inanırsın. İyi gününde yanında olmak kolaydır. Niye olmasın? Neyi eksilir? Mutluluğu paylaşmak bilabedel mutluluktur. Paylaşanın da varlığına bir varlık katar. Kederi paylaşmak öyle midir ama? Ya, evet, hiç. Keder bize hiçliği hatırlattığı için kederdir. 'Hiç' paylaşılır mı hiç? Önce nefsimle konuşmalıyım bu yüzden. Hayatına ışık olacakların karanlığına da talip olması gerekiyor. Karanlığına bakıyorsa o ışığın oluyor. Işıksa karanlığını bulur zaten. Göğsü güneş olana herkes çiçeğini çevirir. Ya yanan bir karadelikse? O zaman... Ya o zaman?

Güneş karanlığımıza bakmaya cesaret ettiği için güneştir. Fakat güneşin ilk baktığı karanlık bizimkisi değildir. Güneş önce kendi karanlığına meydan okumuştur. Öyle bir meydan okumuştur ki, yanmıştır, nur kesilmiştir. Yanmadan nur kesilmek mümkün olmamıştır. Allah 'el-Nur' isminin de sahibidir. Şüphesiz, yangını da güneşin, ışığının ancak bahanesidir. Aynanın bahanesi güneşe karşı tutulmaksa güneşin bahanesi de karanlığına karşı tutulmaktır. Karanlığına karşı tutulmayı göze almışın nuru parlatılır. Kendini karanlıkta hissetmeyenin, karanlığını hissetmeyenin, karanlığı hissetmeyenin nuru yoktur. Özgürlüğünden korkmayanın Allah'ı olmaz.

Kalpler ancak Allah'ın zikriyle tatmin olur. Karadeliğinin büyüklüğüyle yüzleşmen lazım. Boşluğunu cehennem görmelisin. Ama önce 'boşluğun cehennemini' görmelisin. Boşluğun yanında cehennem bile boşluk değildir. Varlıktır. Hoşluktur. Ademe kıyasla vücuddur. Neticesinde vücudda kalan bir sonsuzluktur. Mekanlı olabilmek için sınırlar gerek. Tanrıyı öldürdüğünü sananlar çoğunluk kendini de öldürüyor. Neden? Düşmesi bitmiyor çünkü. Cennetinden düşmesi bitmiyor. Cehennemden kurtuluyor(!) gerçi. Fakat boşluğu büyüyor. Her ne ki sonsuzca geri dönmüyorsa boşluğadır. Boştur. Düşürür. Çeker. Anlamını bulamadığımız herşeyde bir karadeliğe çekiliyoruz. Sen de farketmişsindir hatıralarının karanlığına bakarken. İçimizin deliklerini ancak sonsuzluk kapatır. Tanrıyı öldürdüğünü sananlar umutlarındaki sonsuzluğu da öldürüyor. Hele sor bakalım: Kalplerini tatmin edecek başka zikirleri var mı?

Mâide sûresindeki o sır: "Kim bir cana kıymamış yahut yeryüzünde fesat çıkarmamış birisini öldürürse bütün insanları öldürmüş gibidir. Kim de bir kimsenin hayatını kurtarırsa bütün insanların hayatını kurtarmış gibidir..." Şöyle bir yerden de yaklaşabiliyorum ben ona: Kendi hayatını kurtaramayan kimsenin hayatını kurtaramıyor. Nur kesilmeye niyetlenen yanmaya da niyetlenmeli. Ve niyetlenmeli ki kendisinde bir karanlık var. Acz var. Fakr var. Kusur var. Fanilik var. Sınır var. Körlük var. Günah var... Nefsiyle konuşmaya başlamalı. Karanlıklarını karanlık bilerek yüzleşmeli. Eğer muvaffak kılınırsa, yani ki basınçlanırsa, o zaman Rabbi nurundan bahşedecektir. Kendisine bulduğu deva, yaralarının benzerliğinden dolayı, cümlesine deva olacaktır. Fakat, arkadaşım, tersi de vardır: İnsan karanlığını çoğaltmaya yol öğrenirse onun da bütün insanlığa zararı dokunabilir. "Her kim de İslam'da kötü bir çığır açarsa, o kimseye açtığı çığırın günahı yükletildiği gibi, kendisinden sonra o yoldan gidenlerin de günahı yükletilir. Fakat günahlarından da hiçbir şey eksilmez..." buyuran Aleyhissalatuvesselam Efendimiz dikkatlerimizi bu yöne de çeviriyor.

Evet. Ya güneşiz ya karadelik. Ortası yok. İmtihan büyük. Nihayetinde en büyük yıldızlardı bir zamanlar karadelikler. Meleklerin hocasıydı bir zamanlar şeytan. Karanlığını unuttun mu yutuldun. Kaçmadın mı kapıldın. "Vücudunda adem, ademinde vücudu var." Yine öyle buyuruyor ya kısa bir mealiyle Hak Teala: "O kimseler gibi olmayın ki, onlar Allah'ı unutunca, Allah da onlara kendilerini unutturmuştur." İşte, mürşidim de, belki bu sadedde diyor şöyle: "Nefsini ıslah etmeyen başkasını ıslah edemez." Kendini tek bulup da azlığına güvenme. Sen asla tek kişi değilsin.

5 Kasım 2023 Pazar

Gazzelilik ölmezse Filistin de düşmez

İnsan Gazze'de olanları görünce düşünmeden edemiyor: Acaba Mâide sûresinin verdiği derste böyle bir sır da mı var? Hani 32. ayetinde kısa bir mealiyle buyruluyor: "İşte bundan dolayı İsrailoğullarına şöyle yazmıştık: 'Bir cana kıymaya veya yeryüzünde fesat çıkarmaya karşılık olması dışında, kim bir kimseyi öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de bir can kurtarırsa bütün insanların hayatını kurtarmış gibi olur.' Şüphesiz peygamberlerimiz onlara apaçık deliller getirdiler. Ama bundan sonra da onların çoğu yeryüzünde taşkınlık göstermektedirler." Belki de onlarda bütün insanlığı öldürmeye yetecek azgınlık var. Bir canı alabilecek eşiği geçtikten sonra birmiş, binmiş, yüzbinmiş, milyonmuş... umurlarında değil. İnsanlar onlar için 'insan' değil. İnsan istatistik. İnsan hesap. İnsan rakam. Paralarını saydıkları gibi sayıyorlar canı. "Tohumuna para mı saydık?" diyorlar belki de. Zaten teknoloji de gelişti. Günahlarımızı azaltan fıtrî sınırlar kalktı. Yalın kılıçla kaç kişiyi katledebilirdin? Hiç olmazsa yorulurdun. Fakat şimdi F-35'lerden yağdırdığın bombalar var. Dilediğince cür'et edebilirsin. Mevzu düğmeye basmaktan ibaret kalınca namlunun ucunda kaç kişinin oturduğu önemli değil.

Ahirzaman harikalarıyla her zaman iyilik etmiyor bizlere. Sözgelimi: Görünebilmenin sınırlarını da epeyce örseledi. Halbuki görünme çoğu zaman bir imtihana dönüşüyordu. Varın imtihanı da vardı. Yokun imtihanı yoktu. Sosyalmedyanın ettiklerinden henüz tam haberdar değiliz. Kısadır gözümüz. Dünyadan ötesini seçemiyoruz. Fakat uhrevî âlemlerde izlerimiz devam ediyor. Fiillerimiz suya atılan taş oluyor. Dalgalar biteviye genişliyor. Öldükten sonra bile büyüyoruz. Bir günahı işlerken eskiden tutabileceğin şahit sayısı sınırlıydı. Kem ameller daha kolay setrolunuyordu. Mesafeler üzerlerini örterdi. Şimdi istersen milyonlara çıkarabilirsin. Hatta sen unuttuğunda-unutulduğunda dahi o günah internette yayılmaya devam eder. Şahitlerini çağırır. "Ben varım!" diye bağırır ha bağırır. İradenden bağımsız olarak kayıtlarını çoğaltır. Defterler kirlenir ha kirlenir. Her şahitlik bir kayıttır. Her kayıt vücuda dair bir çoğalmadır. Yani şahit tuttuğun herşeyi çoğaltabiliyorsun. Ne zor birşey. Ne imtihanlı birşey. Ne albenili birşey. Bediüzzaman'ın "Bazı ehl-i cehennemin bir dişi dağ kadar olması cinayetinin büyüklüğüne bir mikyas olarak haber verilmiş..." demesinde hak var. Hem bu bahse şöyle bir ekleme de yapıyor:

"Âhirzamanda bir şahsın hatiât ve günahlarının gayet dehşetli bir yekûn teşkil ettiğine dair rivayetler vardır. Eskide, 'Acaba âdi bir adam binler adam kadar günah işleyebilir mi? Ve o âhirzamanda bildiğimiz günahlardan başka hangi günahlardır ki, kâinatın heyet-i mecmuasına dokunur, kıyametin kopmasına ve dünyaları başlarına harap olmasına sebebiyet verir?' diye düşünürdüm. Şimdi bu zamanda müteaddit esbabını gördük. Ezcümle: Müteaddit vücuhundan radyomla anlaşıldı ki, o birtek adam, birtek kelimeyle bir milyon kebairi birden işler. Ve milyonlarla insanı dinlettirmekle günahlara sokar. Evet, küre-i havanın yüz binler kelimeleri birden söyleyen ve bir dili olan radyo unsuru, nev-i beşere öyle bir nimet-i İlâhiyyedir ki, küre-i havayı bütün zerratıyla şükür ve hamd ü senâyla doldurmak lâzım gelirken, dalâletten tevellüd eden sefahet-i beşeriye o azîm nimeti şükrün aksine istimal ettiğinden, elbette tokat yiyecek."

Bir Gazzeliyi kurtarmak bir kişiyi kurtarmaktan ibaret değil artık. Herkes masada duranın bütün bir insanlık olduğunu biliyor. Amerika'nın, Avrupa'nın vazgeçtiği de o zaten. Vazgeçtikleri vazgeçebileceklerinin teminatıdır. Gazze'yle savaşırken ortaya döktüler. Bütün bir insanlığı öldürebilirler. Bebekler dahi problem değil. Belki birgün yapacaklar da bunu. Kıyametin kopuşu için uzaydan taş gelmesini beklemeye gerek yok. Yerdeki şeytanların yıkmaya gücü var. Müslümanın da buna karşı bir duruş ortaya koyması lazım. İsrailoğullarının alternatifi biziz. Kur'an bizi onların karşısına koydu. Karşı gelelim diye koydu. Biz de diriltileceklere bakmalıyız. Sayısına bakmadan bakmalıyız. Çünkü insanın her tanesinde bütününün sırrı mevcuttur. Peki senin dirilişin nereden anlaşılır? Dirinin söyleyecek sözü vardır. Yapacak işi vardır. Alacak nefesi vardır. Diri birşey için yaşarsa ancak diridir. Birşey için yaşayan insanların sayısını arttırırsak İsrailoğullarına karşı koymak ihtimalimiz var.

İnsan istatistik değildir. Aritmetik değildir. Matematik değildir. İnsana dair şeyler rakamlarla çözülmez. İnsan kimi zaman tek başına bir ümmet olur. Ümmet hangimizdir bilmiyoruz. Kurtulacak Gazzeli dünyayı değiştirecek Gazzeli olabilir. Kurtulacak nefis bütün dünyayı kurtaracak nefis olabilir. Dirilecekler varsa öldürenler yenilebilir. Kimse bize rakam vaadetmiyor. Ben de birşey vaadetmiyorum. 'Bütün insanlığı kurtarabileceğini' insanların anlayabilmesinden bahsediyorum. İslam bu ümidi doğurmak için gelmiştir. Allah Resulü aleyhissalatuvesselam her sahabisinde bu ümidi doğurmuştur. Hem Risale-i Nur da böylesi bir ümidi sende doğurmamış mıydı? O seni içindeki uçurumlardan kurtardığında bütün insanlığın da kurtulabileceğine dair neşeyi kapmamış mıydın? Bize şimdi hiçbirimizin kurtulamayacağını kabul ettirmeye çalışıyorlar. Amerika'nın, Avrupa'nın, İsrail'in yaymak istediği etki bu. Dirilterek direnmek zorundayız. Kurtararak kırmak zorundayız. Yeis bizi içimizden öldürüyor. Belki bu ay Gazze de ölecek. Ama Gazzelilerin duruşu ölmemeli. Onlar sabaha Kudüs müslümanların olacak gibi savaşıyorlar. Ne mübarek bir delilikleri var. Gazzelilik ölmezse Filistin de düşmez.

22 Ekim 2023 Pazar

Recm cezası için kimseden özür dilemiyorum

"Hürriyeti âdâb-ı şeriatla takyid ediniz. Zira câhil efrad ve avam-ı nas kayıtsız hür olsa, şartsız tam serbest olsa, sefih ve itaatsiz olur. Adalet namazında kıbleniz dört mezhep olsun. Ta ki namaz sahih ola." 
Divan-ı Harb-i Örfî'den.

Sinemanın-dizilerin en çok ekmeğini yediği mevzulardan birisi 'intikam'dır. İntikam yapımları çok izlenir. Zira herkes kahramanın mağduriyetiyle empati kurar. İntikam alınırken kendisi alıyormuş gibi hisseder. Yıllar önce bir arkadaşım canı sıkıldığında rahatlamak için Süleyman Çakır'ın Tombalacı'nın kemiklerini kırdığı sahneyi izlediğini söylemişti. (Her izleyişinde bir tür rehabilitasyon yaşıyormuş.) Adaletin yerine geldiğini düşünmek hepimizi rahatlatıyor. Uç misalleriyle bile olsa. Mesela: Şimdilerde kocaları tarafından ihanet edilmiş kadınların intikam aldığı diziler revaç buldu. Hatta öyle bir intikam alıyorlar ki, kocaları, "Ölsem de kurtulsam!" noktasına gelebiliyor. (Gone Girl filmi de bu hususta ilginç bir örneklik taşıyordu. "Aldatılan bir kadın ne kadar ileriye gidebilir?" sorusunu sorduran enteresan bir yapımdı.) Bir de böylesi vakalarda tezahür eden şöylesi bir durum var: Günah başkasına karşı işlendiğinde çok ağır gelen cezalar bize karşı işlendiğinde "Az bile yaptım!" normalitesine dönebiliyor. Doğrular yerinden oynuyor. Bu oynaklık da ister istemez sorduruyor: Adalet nedir?

Michael J. Sandel'ın Eksik Kitaplar'dan çıkan Adalet'ini okudum bu yakınlarda. Cidden istifade ettiğim bir okuma oldu. (Tanıttığım video için: https://youtu.be/TpB0DcIlVsQ?feature=shared) Sandel, eserinde, şöyle bir sistematik üzerinden ilerliyor: 1) Tartışmalara konu olan bir vakayı paylaşıyor. 2) Sonra o vakayı 'adalet' olarak açıklayan 'adalet felsefesini' izah ediyor. 3) Sonra izah ettiği felsefenin çözüm olamadığı başka bir vakayı okuyucuya naklediyor. 4) Sonra bu ikinci hâdiseye çözüm üretebilen başka bir adalet yaklaşımını analiz ediyor. 5) Sonra bu sonra naklettiği yaklaşımın da çözüm üretemediği üçüncü bir hâdiseyi daha paylaşıyor... Ve hakeza. Kitapta bu metod üzerine birçok adalet yaklaşımını öğrenmiş oluyorsunuz. Hem de günahlarıyla-sevaplarıyla. Sandel, mâkul gördüğü yaklaşımların dahi, içinden çıkamadığı durumlar olduğunu kabul ediyor. Onların da zaaflarını ortaya koymaktan geri durmuyor. Eserin, bana göre, tek açığı çok fazla ABD-Avrupa merkezli ilerlemesi. Dünyanın geri kalanının adaleti nasıl anladığına kulak vermemesi. Eh, buna da artık alıştık, "Niye böyle?" demiyoruz. Amerikalıların Asya'da-Afrika'da bir yeri haritada bulma yetenekleri bile zayıftır zira.

Kitabın gözümü açtığı şeylerden birisi de 'adalet' tartışmalarının aslında 'itikat' tartışmaları olduğudur. Yani esas gerilim ideolojik düzeyde yaşanmaktadır. Doğru-yanlış kabulleri daha en temelde başkadır. Taraflar başka ilkeler/usûller eşliğinde adaleti aramaktadır. Bu ilkeler/usûller vakaları değerlendirme şekillerini etkilemektedir. Ve nihayetinde mevzu 'Senin-benim adaletim!' noktasında düğümlenmektedir. Sözgelimi: Toplumsal faydayı merkeze alan bir yaklaşım bireyin haklarını örselemektedir. Birey haklarına vurgulu bir yaklaşımsa toplumsal faydayı/zararı gözardı edebilmektedir. Erdem merkezli yaklaşımların otoriterliğe evrilmesi riski vardır. Hürriyet merkezli yaklaşımların sefaheti/sapıklığı normalleştirmesi tehlikesi sözkonusudur. Hasılı: İlkeler üzerinden ilerleyen seküler adalet arayışları da dört başı mâmur bir düzen kuramamışlardır. Her yerin mutsuzları vardır. Her ilkenin bir/birçok istisnasına rastlanmaktadır. Sandel'ın da 51. sayfada dediği gibi:

"(...) ahlakî çıkmazlarla mücadele etmek, özel hayatımızda ve kamusal alanda, uygulanacak ahlakî iddianın nasıl geliştirileceğini açıklar. Demokratik toplumlarda hayat doğru, yanlış, âdil ve adaletsiz üzerine anlaşmazlıklarla doludur. Bazı insanlar kürtaj hakkını savunurken diğerleri için kürtaj cinayettir. Bazıları çabalarıyla para kazanmışlardan vergi almanın âdil olmadığına inanırken, bazıları fakirlere yardım için zenginlerin vergilendirilmesinin hakkaniyet olduğuna inanır. Bazıları geçmişteki yanlışları düzeltmek adına, üniversite kabullerinde pozitif ayrımcılığı savunurken, bazıları bunu yetenekleriyle kabul edilmeyi hakeden insanlara karşı yapılmış ayrımcılığın adaletsiz bir türü olarak kabul eder. Bazıları terör şüphelilerine işkence yapılmasını özgür toplumun bir alçaklığı ve ahlakî iğrençlik olarak reddederken, bazıları terörist bir saldırıyı engellemek için gerekliyse bunu savunur. Siyasal seçimler bu anlaşmazlıklar üzerine bir kazanma ve kaybediştir. Sözde kültür savaşları bunlar üzerine yapılır. Kamusal hayatta ahlakî soruları tartışırkenki hırs ve güç dikkate alınırsa, aklın ötesinde, ahlakî düşüncelerimizin kesin olarak inançla ve yetişme tarzıyla belirlendiğini düşünmeye meyledebiliriz."

Zaten meselenin tarihî düzlemine de baktığınızda hukukun 'tek' değil 'birçok' versiyonu olduğunu görürsünüz. Aynı dönemde, üstelik çok yakın coğrafyalarda yaşamış, uygarlıkların dahi birbirinden çok farklı hukuk sistemleri vardır. Hatta bu hukuk sistemlerinin detaylarına dair birşeyler öğrendiğinizde "Nasıl olur ya?" dedirten şaşkınlıklar yaşayabilirsiniz. (Mesela: Ben ortaokul yıllarında Anadolu uygarlıklarını ders alırken Frigyalıların verdikleri bazı cezaları çok aşırı bulup şaşırmıştım. Saban kırmanın, öküz öldürmenin, tarlayı âtıl bırakmanın cezasının ölüm olması benim için çok şaşırtıcıydı. Ama Frigyalılarda tarım çok önemli olduğu için, devletin düzeni tarım üzerinde durduğu için, bu cezalar onlara göre çok âdil uygulamalardı.) Bugün de durum bundan başka değildir. ABD'de, farklı eyaletlerin aynı suça verdikleri farklı cezalar olabildiği gibi, bazıları için suç olan diğerleri için suç sayılmayabilir de. Nitekim, Avrupa ülkelerinde de, AB'ye rağmen, farklı yasalar bulunmaktadır. (Ötenazi kimilerinde yasal kimilerinde değildir.) Nihayetinde bu konuda kabul edilmesi gereken mâkuliyet 'adalet' diye tek bir normun dünya tarihinde hiçbir zaman vuku bulmadığıdır. Adalet denilen şey, öyle birşeydir ki, Sandel'ın da dikkat çektiği gibi, inançla ve yetişme şeklinizle dahi değişir. Onu herşey etkiler.

Şimdi, mesele böyle vuzuhiyet kazanınca, şeriat-ı Muhammediye'ye (a.s.m.) iman eden ben gibilerin köşeye sıkışmışlık psikolojisinden kurtulması icap ediyor. Zira benim varlıkta tuttuğum yer bir istisna değil. Benim varlıkta tuttuğum yer, en azından, herkesin tuttuğu yer gibi bir yer. En azından bu kadarı... Nasıl ki iki ABD eyaleti sosyolojileri nedeniyle farklı hukuki uygulamalara sahipse, nasıl ki Anadolu uygarlıkları farklı ceza sistemlerine sahip olabiliyorlarsa, evet, ben de varoluşumun temellerini şekillendiren imanım nedeniyle hukukta farklı bir duruşa sahibim. Hatta böyle bir duruşa sahip olmam zaruridir. Çünkü yükseldiğim kökün başkalığı beni dallarımda da başka kılıyor. Üstelik benim adalet anlayışım farklı bir usûl üzerinden kendini temellendiriyor. Sırf kimi uygulamalarımın bu çağın kulağına garip gelmesiyle tukaka olamam. Yargılanamam. Alaşağı edilemem. Çünkü onların uygulamaları da benim kulağıma garip geliyor. Tıpkı Frigya yasalarının bugünün çocuklarına garip gelmesi gibi. Yahut Sandel'ın eserine serpiştirdiği uç misallerin (ki hepsi yaşanmış olaylardır) sık sık "Olur mu öyle şey!" dedirtmesi gibi. Benim de, bir müslüman olarak, bu dünyaya "Olur mu öyle şey!" deme hakkım var. Bu dediğim aslında kendi kimliğim üzerinden dünyaya verdiğim mesajı da içerir.

Zina eden evli erkeğe/kadına uygulanan recm-taşlama cezası da bunlardan birisidir. Ben şeriatta böyle bir ceza olduğu için hiçbir toplumdan/çağdan özür dilemem. Neden dileyeyim ki? Aksine savunurum. Çünkü bu tutarlılığımdır. İslam'da bazı suçların ağır yaptırımlara maruz kalması tamamen önem hiyerarşisiyle ilgilidir. Ve, evet, bizim Allahımız yarattığı kullarının cinsel serbestîsini beğenmemektedir. Razı olmayışının tezahürü olarak da nasslarda şiddetli sınırlar tayin etmiştir. Cezaların ağırlığı suçun büyüklüğü nisbetindedir. Suç-ceza tebliğ özelliği de taşır. ABD'liye terör suçu çok ağır birşey olarak görünüyorsa bana da bu gayet ağır görünmektedir.

Ahirzamanın 'kimin eli kimin cebinde belli olmayan' toplumlarında kulağa garip geliyor diye uygulamam yanlış olmaz ki. Uygulamam ancak yaslandığı zeminin yanlışlığında yanlışlanabilir. Sistem kendi içinde tutarlı olmadığında sorgulanır. Ki İslam hukuku da, modern hukuk gibi genel geçer sayılan kimi ilkelere değil, nasslara dayanır. Aleyhissalatuvesselam Efendimizin uygulamalarına göre şekillenir. Fıkıh somut bir ortaya koyuş alanıdır. Ben bu konuda hesabımı yalnız oraya veririm. Yanlış yaparsam da orası bana hesap sorar. Çağın bana hesap sorabilmesi için, hem zamansal hem de mekansal anlamda, 'tek adalet' gibi birşeyi karşıma koyabilmesi lazım. Duruşumu kainattan nefyetmesi lazım. Bunun mümkün olmadığını hepimiz biliyoruz. Onlar da yasalarını değiştirmeden duramıyorlar. O halde beni nameşru kılabilecek nedir? Ben de, en azından, adalet türevi saydıkları şeylerden birisiyim. En azından böyleyim. Neden yürürlükten kalkayım ki? İşte, arkadaşlar, şeriatı talep ederken böylesi bir özgüvene çıkılması gerekiyor. O zaman meşruiyetimiz daha açık tebarüz edecektir.

Kaderin varsayımlarla işi olmaz

Arkadaşım 'fena ve fani adamların güzel ve bâki sözleri olabileceğini' cennetmekan mürşidimiz öğretti bize. Bu minvalde kalmak kaydı...