6 Haziran 2016 Pazartesi

Güzeller güzelliğin mülküdür

Ne yazık arkadaşım. Bize esmaü'l-hüsnadan bir tecelli bahşedildiği zaman hemen ‘mülkümüz olduğunu’ sanrılıyoruz. Yani, hâşâ, sanki koparılmış da bir parçası bize verilmiş gibi tahayyül ediyoruz. Tuttuk mu kalır. Avuçlarımızı sıkarsak çıkmaz. Geri alınmaz. Böyle zannetmekte elbette hata var. Çünkü bize bağışı Rahman'ın hazinesinden eksilmez. O öyle bir Malik-i Hakikî'dir ki verdiği mülkünden çıkmaz-çıkamaz. ‘Ondan’ fakat ‘Onda kalarak’tır tüm hediyeleri. (6. Söz'deki kıssayı hatırla tam şimdi. Allah emanet verdiğini senden satın alıyordu.)

Hiçbir fakirin istifadesi o Sultan’ın hazinesini eksiltemez. Neden? Çünkü ancak çıkan eksilir. Çıkaramaz ki mülkiyet alanından eksiltebilsin. Kendisi çıkamayan neyi çıkarabilir? (Rahman sûresinin 33. ayetiyle de mühürlenmiştir bu hakikat.) Yani ki: O Sultan’ın bağışı mülkünden bir kısmını mülkü-dışı bir alana verişi değildir. Mülkünü, yine mülküne, yine mülkünde kalarak emanetidir.

Arkadaşım bize bunu sandıran biraz da eyleyebildiklerimiz dikkat edersen. Bizdeki tecellinin irade-i cüziye kadarcık olsun bizden etkilenmesi onun ‘mülkümüz’ olduğunu düşündürüyor. 'Koparılmış' aldanmasına yol açıyor. Seçim yapabildiğimiz her alanda mülkiyeti parçalayabildiğimizi sanıyoruz. Aldanıyoruz.

Halbuki biz güzel olsak da güzelliği mülk edinemiyoruz. Ne tutabiliyoruz ne kuşatabiliyoruz. Ancak misafir ediyoruz. Birşeyi mülk edinmek tekeline almak gibidir. Bir evin hakiki sahibi olduğun zaman o ev başkasının olamaz. Başkasının da oluyorsa sen hakiki sahip değilsindir. Her istediğini yapamıyorsundur. Belki misafirsindir. Sahibin izniyle kalıyorsundur. O istediğinde misafirliğin de biter.

"İman aksinin imkansızlığıyla birlikte varolur!" demiştim bir diğer yazıda. Bu şu demektir: 'La ilahe' ile olur ancak 'illallah.' Şirkin yokluğuyla birlikte varolur tevhid. İkisi birden olamaz. Allah ancak İslam'ın anlattığı gibi bir Vahid-i Ehad olabilir. İlahlık seviyesinde bir kemal şirk kiriyle birlikte varolamaz. Kusursuzluk kusurlanamaz. Sınırsızlık sınırlanamaz. Sonsuzluk sonlanamaz. Halbuki şirk kokulu her ifade sonsuza bir sınır çizer. Diğerine alanı öyle açar.

Onun uluhiyeti ikinci bir ilahı sadece ‘gereksiz’ değil ‘imkansız’ da kılar. Çoklu yaratıcı tasavvuru ilahlığa yakışmayacak bir sınır tasavvurudur. "Eğer yerde ve gökte Allah'tan başka ilahlar bulunsaydı, yer ve gök (bunların nizamı) kesinlikle bozulup gitmişti. Demek ki, arşın Rabbi olan Allah, onların yakıştırdıkları sıfatlardan münezzehtir..." hakikatinden aldığımız derstir bu. "Temizlik imanın yarısıdır!" buyuran Aleyhissalatuvesselam da imandan önce giriştiğimiz putkırıcı hamleye işaret eder. (Bir işareti de bunadır.) Evet. Önce aksini ‘la’ ile süpürür sonra istikameti gönlümüze doldururuz. Yarısı gayrısının temizliğiyle şekillenir imanın. Gayrısını temizleyemeyenin imanı da yarım kalır.

Nerelere gittik? Yine uçtu gitti kalemim. Geri dönmeyi deneyelim: Bu kainatta güzel olan her ne varsa hepsi güzellik sıfatından pay sahibidir. Bir sıfatı ortaklaşa kullanırlar adeta. Birisinin güzelliği diğerininkini gözden düşürmez. Birisinin mezkûr sıfattan istifadesi diğerininkine engel olmaz. O halde sahipleri değiliz hiçbirimiz bu sıfatların. Işıkla aynaların hali gibidir böylesi sıfatlarla durumumuz. Demek biz bu sıfatları hakikaten elegeçiremiyoruz. Hiçbirisi gerçekten ‘bizim’ olmuyor. Ya? Bizle oluyor. Bizde oluyor. Bize oluyor.

Işık, yansımakla aynanın, aydınlatmakla nesnenin mülkü olmadığı gibi bu sıfatlar da bizde mülk olamıyor. Belki tam tersi bir şekilde biz o sıfatın mülkü oluyoruz. Biz güzelliği elegeçirmiyoruz. Güzellik bizi elegeçiriyor. ‘Işığın aynayı elegeçirişi’ aynı zamanda ‘aynanın ışığı elegeçirişi’ değildir. Burada ayna ancak istifade edendir. Işıktır aslında onu elegeçiren. Belki mazhar olduğumuz her esmaü'l-hüsna tecellisi üzerimizde işleyen yeni bir fetih hareketi. Böylesi her tasarruf binler esmanın bayrağıyla bizim yalnız Allah'ın mülkü olduğumuzun ilan edilişidir. Hiçbirisine karşı mukavemetimiz yoktur. Elhamdülillah. Evet. Elegeçiriliyoruz. Her an üzerimizde yeni fetihler oluyor Allah'ın iradesiyle.

Bu açıdan bakınca Bediüzzaman'ın ‘terzi-model’ örneği daha bir zenginleşiyor gözümde. Nasıl? Açayım: Bu oturmalar-kalkmalar oturmayı-kalkmayı mülk edinmemiz değil aslında. Elbise bizim değil. Biz modellik ücretiyle elegeçirildik. Varolmak öyle karşıkonulmazdı ki varolduk. O kadar güzeldi ki mestolduk. Gayrı o elbise üzerimizdeyken yapılan herşey terzinin bizim üzerimizdeki hakkıdır. Karşı koyamayız. (Şehir Fettah'ın mülküdür.) Ki zaten meftunuyuz o değişmelerin. Allah'ın mülkü olduğumuzun bir delili de şudur bence arkadaşım: Esması elegeçirdikçe canlanıyoruz. Daha daha farklı şekillerde de Onun mülkü olduğumuzu anladıkça hayat kuvvet buluyor bizde.

Belki de o yüzden mürşidim Mesnevi-i Nuriye'sinde diyor:

"Mümkün ünvanı altındaki eşyanın vücudunda tagayyür var. Yani keyfiyetleri-halleri değişir. Binaenaleyh, mümkün olan birşeyin dâima bir halde tevakkuf ve sükût etmekle atâlette kalması, o şeyin ahval ve keyfiyetleri için bir nevi ademdir. Çünkü, o şeyin istikbal halleri ademde kalır. Yol bulup vücuda gelemez. Adem ise, büyük bir elem ve bir şerr-i mahzdır. Binaenaleyh, faaliyette lezzet olduğu gibi, ahval ve şuûnatta da bir tebeddül olup, bu tahavvül ve tebeddülden neş'et eden teessürat, teellümat, bir cihetten çirkin ise de birkaç cihetten de güzeldir. Evet birşeyin şekillerinde vukua gelen devir ve teslim sırasına gidenler müteessir, gelenler de memnun olurlar. Ve bu sayede hayat tasaffi eder, temizlenir. Vücut da teceddüd eder..."

Sahi: Hayatın hakikati neden üzerimizdeki esma tecellilerinin değişmesi olmasın? Akıntının şiddeti neden vücudun bu çeşidini göstermesin? Hareket-mekan-zaman arasında bir ilgi var. Belki hayatın da bu döngüde yeri var? Belki de varoluşun en hareketli-renkli halidir hayat. Neden olmasın? İşte böyle şeyler kalbime doldu bu gece de arkadaşım. Beğenirsen senin kalbinde de yatıya kalsın. Yerini yadırgamaz hiç. Korkma. Çünkü nihayetinde kalplerimiz de Allah’ın evidir.

3 Haziran 2016 Cuma

İmamların dokunulmazlığı nereden geliyor?

"Kur'ân'ın desâtirindendir ki: Cenâb-ı Hakkın mâsivâsından hiçbirşeyi ‘ona taabbüd edecek bir derecede’ kendinden büyük zannetme. Hem sen kendini ‘hiçbir şeyden tekebbür edecek derecede’ büyük tutma. Çünkü mahlûkat mâbûdiyetten uzaklık noktasında müsâvi oldukları gibi mahlûkiyet nisbetinde de birdirler." (17. Lem'a'dan...)

Ebubekir Sifil Hoca ‘Hikemiyat’ eserinde İmam Zehebî rahmetullahi aleyhten naklediyor: Yakın arkadaşı el-Merruzî; bir rahibin, İmam Ahmed b. Hanbel’e "Yıllardır seni görmek istiyordum. Senin varlığın sadece İslam için değil bütün mahlukat için hayır ve salahtır. Bizim cemaatimiz içinde senden razı olmayan yoktur!" demesi üzerine Hazret-i İmam’a dönüp demiş ki: "Öyle umuyorum ki ülkenin bütün şehirlerinde senin için dua ediliyor." İmam Ahmed rahmetullahi aleyhse bu güzel iltifata şöyle karşılık vermiş: "Ey Ebû Bekir, bir kimse kendi nefsini bilirse, insanların sözü ona bir fayda vermez."

Bana tesir eden bu hâdiseyi okur okumaz aklıma mürşidimin kendisini 'üç şahsiyete' ayırırken kullandığı ifadeler geldi arkadaşım. İstersen alıntılayayım: "İkinci şahsiyet: Ubûdiyet vaktinde, dergâh-ı İlâhiyeye müteveccih olduğum vakit, Cenâb-ı Hakkın ihsanıyla bir şahsiyet veriliyor ki, o şahsiyet bazı âsârı gösteriyor. O âsâr, mânâ-yı ubûdiyetin esası olan 'kusurunu bilmek, fakr ve aczini anlamak, tezellül ile dergâh-ı İlâhiyeye iltica etmek' noktalarından geliyor ki, o şahsiyetle, kendimi herkesten ziyade bedbaht, âciz, fakir ve kusurlu görüyorum. Bütün dünya beni medh ü senâ etse beni inandıramaz ki ben iyiyim ve sahib-i kemâlim."

Allah Ehl-i Sünnet büyüklerinin nurlu izlerinden ayaklarımızı ayırmasın. Ben zannederim ki: İmam Ahmed b. Hanbel rahmetullahi aleyhin 'fayda vermez' ifadesiyle anlattığı tıpkı Bediüzzaman’ın işaret ettiği gibi bir halettir. Karanlığına baka baka ışık kesilmektir. Kendi aslına, asl-ı insana, dair bu idrak dışındaki her iltifatı/yergiyi anlamsız kılar. Yani hem övgüler hem hakaretler zararsız hale gelir. Uzaklaşır. Etkisizleşir. Çünkü nihayetinde özde 'âdemiyet' denilen şeyin kararına varılmıştır. Tanımı yapılmıştır. Su çatlağını bulmuştur. Karar bulan elbet rahat da bulur. Rahat bulan elbet karardadır. Tasından razı olan su taşmaz.

Artık kul konumunda 'acaba' taşınmamaktadır ki iltifatlar ile ifrata gitsin veya hakaretler ile tefrite düşsün. Kamil zatların her hal u şartta sergiledikleri istikametli tavır biraz da hakikatlerine dair ulaştıkları emniyetten kaynaklanır. Maide sûresinde yeralan “Hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar!" müjdesi belki bunu da anlatmaktadır bize arkadaşım. Evet, kınayanın kınamasından korkmamak, ancak onunla ‘değişmeyeceğini’ bilmekle mümkündür. Müslümanın imanı sırr-ı tevhid içinde böyle bir manayı da saklar. Tek değiştirebilen Allah’tır.

Bence bu tarz bir idrak acz ve fakr şuurunun da zeminini oluşturuyor. Yahut da şöyle söylemeli: Acz ve fakr şuuru insanı böyle bir zemine doğru sürüklüyor. Kendisinde varlık namına gördüğü herşeyi Allah'ın lütfu olarak değerlendiren insan, ne başkasına kalpten borçlanır, ne de başkasından kalbiyle etkilenir. Alışverişi artık yalnız Onunladır artık. Bu durum karakterini hem daha dengeli ve hem de daha korunaklı kılar. Yani, acz ve fakr bilinci, insana dış etkilerden korunmakta da yardım eder. Hayatının istikamette olmasını dileyen, bu bilinci tam kuşanarak ancak, daha korunaklı bir tefekkür âlemi oluşturabilir. İzzeti, sebatı, sabrı, ahlakı ve sadakati bu etkilenmezlikten kuvvet alır.

Bu noktada artık diyebiliriz ki arkadaşım: Kul olmak 'Ondan gayrısından daha az etkilenir olmak' anlamında da kıymetlidir ve bize lazımdır. Zira biz 'acı' dediğimiz şeyin büyük bir kısmını bu etkiler nedeniyle yaşıyoruz. Ya bizzat elem oluyor yaşadıklarımız veyahut da zeval-i lezzetin elem olmasıyla acılaşıp dönüyorlar bize. Öyle ya. Güzel şeylerin hatırası da 'tekrarının imkansızlığı' ve 'ulaşılmazlığının ihtarıyla' bir sancı yapar. Her iki halin verdiği sarsıntılardan korunabilmenin yolu; kendi yerimizi, dış etkilerle nerede olduğumuzu şaşırmayacak bir kesinliğe kavuşturmaktır. Göze girmeye çalışmayarak gözde kalmaktır. Yarışmayarak yenilmemektir. Kendini bilen Rabbini bilir. Çünkü marifetullahın ışığına bakabilmek için kendi karanlığımıza ihtiyacımız var.

Rousseau Yalnız Gezerin Hayalleri'nde diyor ki: "İşte bana zulmedenlerin zulmetle araçlarını ölçüsüzce tüketerek bana ettikleri iyilik. Üzerimde hiçbir nüfuzları kalmadı. Artık onlarla alay edebilirim..." Rousseau'nun kitap boyunca ‘insanlardan duyduğu ümit’ ile ‘çektiği acılar’ arasında kurduğu ilgi ve ‘küskünlüğü’yle ‘huzur’u arasında kurduğu bağ, anlatmak istediklerimle kardeş gibi görünüyor. Neden? Çünkü arkadaşım: İnsanların çektirdiği acılar aslında onlardan ümit ettiklerimizdir. O ümidin inkisarıdır. Bozulmasıdır. Tepkisidir.

Bir insanın ilgisizliğine üzüldüğümüzde aslında üzüldüğümüz 'istediğimiz ilgiyi bulamayışımız'dır. Âşık, kalbindeki aşktan dolayı değil, muhatabın umduğu karşılığı vermemesinden acı çeker. Bu durum acılarımız ile ümitlerimiz arasında bir ilgi olduğunu gösteriyor. Bu karşılıksız ümit veya boş tahayyülün kaynağı ise, bana öyle geliyor ki, kendi hakkımızda bir türlü sahip olamadığımız netliktir. Biz aslında neyiz? Ne derece sevilmeye layığız? Neyi/kimden ümit etmeliyiz? Sınırlarımız nereye kadar? Hakiki sevilecek sonsuz kimdir? Bence bu tip sorulara verilecek cevapların ucu açık olduğu sürece insanlar bizi daha şiddetli etkiliyor. Zira nefsimizi hayalleriyle manipüle edebiliyorlar. Ünlü olmak isteyen birisi mesela kendisine bu damardan yaklaşan dolandırıcıya daha kolay kapılıyor. Parantezi kapatamadığımız her yerde ihtimallerin işkencesi var.

Evet. Biz de kamil zatlar gibi 'dokunulmazlık' elde edebiliriz. Kapıyı açık bırakmışlar. Nasihatle yol göstermişler. Hatta şunu da iddia edebilirim ki arkadaşım: Bazılarımız bu olgunluğun sahtesine yaşadıkları acılarla erişiyorlar. Schopenhauer gibi, Nietzsche gibi, Ömer Hayyam gibi karamsarlıktan gelen bir kemal(!) buluyorlar. Fakat eline geçiremeyenin küskünlüğü bu. Kendiliğinde karara varanın değil. Bazılarımız da tam tersi, bu ilginin bir parçasını bir şekilde elde etmekle, ilginin düşkünü haline geliyorlar. İkisinin de bekası yok ne yazık ki.

Bu iki vartaya düşmeden olgunluğa erişenler, işte onlardır, kendilerine hiçbir faydamız dokunmayan ve fakat varlıklarından hep fayda gördüklerimiz. Çünkü onlar kendi içlerinde karar bulmakla varlığımıza da bir karar katarlar. Direği, gemi için nasıl denge unsuruysa, istikametlilerimiz de toplum için birer denge unsurudurlar. Bu dengeleri biraz da tanımlarında ulaştıkları netliktendir. Onlar ümmetin manevî deprem sütunlarıdır. Yıkılmaktan koruyan kolonlarıdır. Ve en nihayet demem o ki arkadaşım: İstikamet istiyorsak ‘ne’liğimizde karara varmalıyız. Kimliğimizde, değerlerimizde, hedeflerimizde manipülasyona açık olmamalıyız. Ancak ‘ne olduğunu’ bilene Allah’tan başkası 'ne olacağını' dikte edemez. Böyle düşünüyorum: İçimde varabileceğim en geniş hürriyet budur.

2 Haziran 2016 Perşembe

Kalp utanılacak birşey değildir

“Laik üniversiteye bağlı fakülteler, din alimi değil, din tenkitçisi yetiştirir. İmam-Hatip mektepleri İslâmiyet'in yalnız elemanter bilgilerini öğretmekle kalır. İslâmiyet'in yüksek ilimleri, kelâmiyyat ve bedîiyatı uzun seneler okutulmamak yüzünden bugün hemen hemen yok olmuştur.” Ali Fuad Başgil, Din ve Laiklik kitabından.

‘Bilginin İslamîleştirilmesi’ üzerine çokça yazılan-konuşulan bir tema. Fakat hapsolmuş bir alanda. Âlimi tartışmadan ilmi tartışır durumda. Bana sorarsan arkadaşım: Kendimce İslamî bilgiyi 'gayb'la ayırabiliyorum. Evet. Bakara sûresinin hemen başında haber verdiğidir. İslamî bilgi ‘gaybı hesaba katan bilgi’dir. “Onlar ki gayba iman ederler.” Ama dikkat: Bu 'hesaba katış' sadece anmakla olmaz. 'Taraftar olmakla' kendini gösterir. Eğer bir metin, gayba taraftarmış gibi durmuyorsa, mutlu-razı konuşmuyorsa, her ihtimale eşit muamele ediyorsa, yani ki iman etmemişse, İslamî olduğunu söyleyemeyiz. Yazarının müslüman olması da durumu değiştirmez.

İslamî metinde aradığımız her satırında 'aynı yolda olduğumuzu' hissettirmesidir. Bu hissin 'objektiflik övgüsüyle’ tarumarına taraftar olamayız. Evet. Bitarafane muhakeme, Bediüzzaman'ın ifadesiyle, 'muvakkat bir dinsizlik'tir. Şeytanî tuzaktır. Tevhid bayrağının altındakiler olarak bilginin iman-küfür arasında nötr-tarafsız olduğuna inanamayız. Bilgi müslümandır. Allah’ın mahlukatı Onun öğrettiğinden başkasını haber vermez. Dolayısıyla ayetliği ona sonradan katılan birşey değildir. Varlığın bizdeki hakkıdır. Eğer İslamca konuşturmazsak mahşerde davacımız olur.

“Ey Şeytan! Bîtarafâne muhakeme iki taraf ortasında bir vaziyettir. Halbuki hem senin hem insandaki senin şakirtlerin dediğiniz bîtarafâne muhakeme ise taraf-ı muhalifi iltizamdır. Bîtaraflık değildir. Muvakkaten bir dinsizliktir. Çünkü Kur'ân'a kelâm-ı beşer diye bakmak ve öyle muhakeme etmek şıkk-ı muhalifi esas tutmaktır. Bâtılı iltizamdır. Bîtarafâne değildir. Belki bâtıla tarafgirliktir.”

İslamî metinlere bakın. Sapkınlığın şüpheleri nasıl da 'hâşâ'lı, ‘estağfirullah’lı, ‘subhanallah’lı, ‘hiç mümkün müdür ki’li katılmama vurgularıyla söylenmektedir. Bu durum, dalaletin zeminini izah ederken bile, istikametine iştiyakından vazgeçmediğini gösterir müellifin. Karşı tarafın iddiası ancak 'çürütülmek için' anılır onlarda. İslamî bilginin bu bağlamda 'objektifliğe konsantre olduğunu’ söylemek zordur. (Konsantre olunan daha çok hakperestliktir.) Elhamdülillah ki zordur. Nurunu oradan alır çünkü. Hakka taraf olan ancak Allah'ın ayetlerini görebilir. Taraftarlığını yitirense hidayet denizini damlayan musluk sanır. Yani ki objektifliğin zokasını yutmak aldanmaktır.

Biyolojide yaratılışı ‘bir teori olarak’ okuduğumuzu hatırlıyorum. Hocamız, bilimselliğe uygun davranabilmemiz için, bütün şıkların mümkünlüğünü konuşmamız gerektiğini söylemişti. Sınıfsa buna razı olmuyordu. Yaratılışı tam bir taraftarlıkla savunuyorduk. Zira imanımızın başka türlü yapmaya müsaade etmediğini düşünüyorduk. Bir mü’min ilk canlıyı nasıl tesadüfe verebilirdi ki? Şakası bile olmazdı şunun. Kalbindeki imanla çelişirdi. İzleyenler anımsayacaklar: Benzeri bir diyalog yaşanmış bir hikayeden sinemaya aktarılan ‘Concussion’da da geçiyordu. Will Smith’in Dr. Bennet Omalu'yu temsil ettiği filmde, Omalu "Tanrı insanları futbol için yaratmamış!" şeklinde bir cümle kurunca, sunumunu yayınlayacak olan uzman onu şöyle düzeltiyordu: "Tanrı'yı bu işe karıştırmayalım." Halbuki Dr. Omalu, birçok misal verdiği sunumunda, canlıların 'yaptıkları şeye uygun yaratılmış fıtratlarına' dikkat çekiyordu. İnsansa Amerikan futboluna uygun değildi.

Bu muvakkat dinsizlik bilimsellik adına dayatılıyor. Okullarımızda öğretiliyor. Hakikati bulmanın tek geçer akçesi olarak aşılanıyor. Uyanık olmalıyız. Karşı koymalıyız. İtikadımızın olmazsa olmaz umdelerinin birer teoricik kadar ancak kıymet bulduğu bu alan İslamî bilginin üretim alanı olamaz. Dinî bilginin üretimi dine taraftarlık yitirilerek başlayamaz. Buradan çıkan bilgi de aklı geveze eder belki amma kalpte hareket yaratamaz. Ancak tenkitçi kılar. Ancak tenkitçi çıkarır. Çünkü bidayetini mesafe kılmıştır. Objektiflik adına uzaklaşmıştır. Din sosyolojisine dair metinlerde apaçık görürsünüz bunu.

Mesela Bakara sûresinin başındaki ayete geri dönelim. Müslümanlar neden günahtan sakınmaktadır? Yahut daha da somutlaştıralım: Neden domuz etini haram bilir bir müslüman? Din sosyolojisi buna şöyle cevap verir: “Müslüman bireylerin sahip oldukları teolojiden dolayı. Filanca dinde de sığır eti haramdır...” Getirilip dayandırıldığı en son nokta budur: Teoloji. Ötesi? Ötesi yoktur. Halbuki bir mü'min için itikadî konular “Müslümanlar da böyle inanıyor canım!” işi midir? Hâşâ. Asla. Müslüman için bunlar kesinliktir. Yani takvanın üzerine bina edileceği gayb hakikaten vardır. “Öyle de güzel böyle de güzel!” havası yoktur. Aksi mümkün değildir. İman aksinin imkansızlığıyla birlikte varolur. 'La ilahe illallah'tan aldığımız derstir bu.

Galiba biraz da bu hikmetle Anglo-Sakson kokulu akademi dünyamızdan gelen metinlerde dinin şeker-şerbet tadını bulamıyoruz. Evet. Onlar anlattıklarına taraftarmış gibi durmuyorlar. Halbuki tadından yenmez bulduğumuz İslam klasiklerinin tamamı 'tarafgir.' Gayba “Bazıları da öyle inanıyor...” tereddüdüyle değil “Zaten öyle!” kesinliğiyle bakıyorlar. Mürşidimin ifadesiyle “Tasavvur değil tasdiktir!” sırrına mazhar oluyorlar. Aktardıkları bilgi de bize daha fazla tesir ediyor. Çünkü müellifin yazdığı şeye aşkını seziyoruz. Ona kalbimizle eşlik ediyoruz. Elhamdülillah. Arkadaşım, evet, ‘Bilginin İslamileştirilmesi’nden bahsedeceksek, önce üretenlerin İslam'a taraftar olmalarından bahsetmeliyiz. Bu taraftarlığı ürettiklerinde görmeliyiz. İnsan ancak taraf olduğu şeye kalbinden katar. Ancak öylesinin metni kalbe alınır. Kalp utanılacak birşey değildir. Bizi aksine inandırmalarına karşı direnelim. Yoksa geleceğimizi tenkitçilere devrederiz. Bugün İlahiyat fakültelerimizde başımızı en çok ağrıtan durum da budur.

1 Haziran 2016 Çarşamba

Kışta ölmek de zordur

Ne kadar çok acı var dünyada arkadaşım. Hangi birine üzüleceğini şaşırıyorsun. Bir kalp bu kadar sancıya yeter mi? Bilmiyorsun. Bitmiyor da. Dönüp dönüp tekrar geliyor savdığını sandıkların. Hatta bazen biri bitmeden öteki başlıyor. Hak Teala hassas yüreklilerin yardımcısı olsun. Işığı görmeden tünele sabretmek zordur üstelik. Sonu kestirilemeyen acılar daha bir can yakar. Korkarım onlardan en çok. Korkarım karanlıktan aklıma da hükmettiğinde. Felak sûresinde emredildiği gibi derim: “Sabahın Rabbine sığınırım. (...) Karanlığı çöktüğünde gecenin şerrinden.” Bir azap ki, sonu gelmez, yani ki nihayeti kestirilemez. Sûreti cehenneme benzemiş demektir. Cehennemse tehdit edildiğimiz en büyük ceza. Sanki sabahı olmayan bir gece.

Ben yalnızca insanım. Ben yalnızca insanım. Ben. Yalnız. İnsan. Korkarım yalnızlığımdan. “Beni bana bırakma!” dilerim Rabbimden. Taşıyamayacağımı yüklemediğini bildiğim halde korkarım kendimden. İnsan akıldan ibaret değil ki. Kalbi de var. Hem sabır yalnız akıl işi değil ki. Sabretmesi gereken başka çok yanım var. Çok yaram var. Merhemleri bir değil. Dualanırım: “Bırakma bizi yalnız bu kadar acı karşısında ya Rabbi! Zarar gerçekten bana dokunacak diye korkarım. Sana olan tevekkülüme halel getirecek, kadere rızamı feci sınayacak, kalbim nefsime söz geçiremeyecek diye korkarım. Ya geçemezsem? Ya Mehmed Âkif gibi ciğerim çatlar da dersem: ‘Yetmez mi musâb olduğumuz bunca devâhi?/Ağzım kurusun...’ Yok. Ben diyemem.

Yahut Musa aleyhisselam efendim gibiyim. Bana vereceğin her hayra muhtacım. Çünkü sabretmek giderek zorlaşıyor. Manipülatörler çoğalıyor. Hergün bin şeytan nefsime endişelerini fısıldıyor. Bin yeni yokluk/yoksunluk öğreniyorum hergün. Bin yaram daha kanamayı belliyor. Sabrı ‘amelsiz bekleyiş’ sanmamı da sana şikayet ediyorum üstelik. Zalimden, zulümden, mazlumiyetimden önce zeliliyetimi şikayet ediyorum. Hatalıyım. Bu kadar eğilmesem enseme basılmazdı. Bu şahitlik çok yorucu. Unutmamak çok yorucu. Hergün ekranda parçalanmış ümitlerimizi görmek çok yorucu. Onları şehadetle yanlarına alıyorsun Allahım. Amenna. Hüküm Senin. Asker Senin. Terhis Senin. İmtihanları bitiyor. Bizimkisi sürüyor. Yıllardır böyleyiz. Ellerimiz açık beklemekteyiz. Dilemekteyiz. İstemekteyiz. Ellerimizi ümmete dua işinden azat et Allahım. Çünkü başka hiçbirşey yapamadan dua etmek de pek dokunuyor.

İnsan bir kere o kısırdöngüye kapıldı mı dünyayı hâzâ karanlık görür. Güzellik bakanın gözlerindedir. Zalimin zulmetle sıfatlanması biraz da onun beşerde yaptığı tesire işarettir. Zulmet karanlıktır. Müslümanların karamsarlığında bu zalimlerin, yani küresel karanlık üreticilerinin, payı yok mu? Onlar siyah bulutlar salıyorlar. Göğümüzü bizden çalıyorlar. Yıldızları, Ay’ı, Güneş’i unutturuyorlar. “Gökyüzüne bakmazlar mı?” buyruğuyla aramıza set oluyorlar. Bulutları yüzünden ümidimizi yitiriyoruz. Belki sislerine takılarak manzarada hata yapan da bizleriz. Fakat cidden acziyetteyiz. Bizi bu ümitkıranların ellerinden kurtar Allahım. Daha ne kadar sürecek bu talimimiz? Ramazan bile otuz gün sürer. Biz kardeşlerimizin mutluluğuna aç daha kaç yıl oruç tutacağız? Öncekiler iftarı göremeden gittiler. Ben onlardan daha acizim. Açım. Çaresizim. Kışta ölmek de istemiyorum. Ne olur bize bir bahar göster.

Acı zamanları zordur. Sana malumuz. Üzerimize üzerimize geliyor sanki dünya. Azap günleri daha uzun kalıyor hafızamızda. Yazık. Pek yazık. Güzel günleri çabuk unutuyoruz. Âdemoğlu yapılan iyilikleri kötülüklerden daha çabuk unutur. Biz de bize ferec verdiğin günleri daha çabuk nisyana atıyoruz. Siliyoruz. Nankörlük ediyoruz. Belki bu yüzden umutsuzluk gösteriyoruz. Zira umutsuzluk rahmete dair şahitlikleri hatırlamamaktan çıkar. Ümit, bir bebeğin sütten kesilmesi gibi, rahmetten kesilir önce. Ve, evet, ümit kesilmeden önce rahmetin aynamızdaki sûreti kesilir. O güzel yüzü tekrar hatırladığımızdaysa Bediüzzamanca kendimize kızıyoruz: “Herkese dünya terakkî dünyası olsun; yalnız bizim için mi tedennî dünyasıdır?” Neden böyle olsun ki?

“Ahirzamandır. Gittikçe daha fenalaşacak!” diyen yanıma bu soruyla karşı koyuyorum. Ama bunlar, bütün bu karşı koyuşlar, bir yere kadar. Nasıl söylesem? Bediüzzaman değilim. Hiçbirimiz onun kadar ehl-i ümit değiliz. Bizi kışta gelip kışta ölenlerden eyleme Allahım. Elbette hayat acılardan ibaret değil. Gülen her çocuğun yüzünde bir küçük cennet var. Ve her çiçekte bahar. Sen bize pek güzel günler de gösterdin üstelik. Belki tedavimiz de burada saklı. Onları hatırlamakta saklı.

“Sizi vaktiyle bütün milletlere üstün kılmış olduğumu hatırlayın.” Bizi de üstün kılmıştın. Fakat şimdi o kadar uzak görünüyor ki o günler. Oturup yâd etmekle kalbe bir teselli geliyor gerçi. Peki gözümüzü nasıl cennete götüreceğiz? Bu göz nereye gitse orası sanki cehennem olur. Bu hafızayla insan mutlu olamaz ki. Yüreğimizi açtık. Yalvarıyoruz: Darda kalmış müslümanlara ve bize yardım et. Güzümüzü baharınla şenlendir. Gözümüzü nuruna aç. Fethini göster. El açmaktan başka birşey yapamayışımızı da sana şikayet ediyoruz. Rüşdümüzü yeniden ilham et. Âmin.

30 Mayıs 2016 Pazartesi

Bencillik de güzeldir bazen

"Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O halde söyle bana bu kıza karşı takınman gereken tutumu biliyor musun? Çünkü başka insanların gücü gibi zayıflığı da seni mahvedebilir. Zayıf insanlar zararsız değildir. Zayıflıkları onların güçleri olabilir. Bu kadar dengesiz biri senin için tehdittir Markie ve bir tuzaktır." Philip Roth, Öfke'den...

Yürüyen karadelikler vardır. Konuşan, nefes alan, çay içen. Maruz kaldığınızda karardığınızı hissedersiniz. Başkalarının enerjilerini emerek yaşarlar çünkü. Acılarının zikriyle hayata tutunurlar. Esasında zayıf değillerdir. Ama tasannu ile bile olsun kullanışlılığını öğrenmişlerdir. Evet. Sahibinin silah olarak kullandığı bir zayıflık, eğer ondan bencillikle korunmuyorsanız, bir karadeliktir. İçine çeker. Boğar. Batırır. Hatta diyebilirim ki arkadaşım: Merhamet, eğer istikametle istimal edilmezse, sahibini ‘en kullanışlı aptallar’dan eder. Yani şu âlemde ifratı-tefriti tehlikeli olmayan duygu yoktur.

İnsan şefkat ettiğinin parçası haline gelir. Ve onu da parçası haline getirir. Kalbin tabiatı budur. Kalp dahlolarak sever. Ayık akılsa hissedilene mesafe koymaya çalışır. Kendini dışarıya iter. Yörünge arar. Kapılmamak ister. Mantık esasında bir mesafe arayışıdır zaten. Bütünü unutmama gayretidir. Kuşatıcılığın verdiği dengedir. Sarhoşluğundaysa o da baktığında boğulur. Artık başka kuvvelerin esaretindedir. O zaman bütünden vazgeçip parçalanır. Parça olur.

Belki ben de çekildim arkadaşım. Çıktım-çıkamadım. Bilemiyorum. Fakat umuyorum. Şunu da hatırlıyorum: Kapılanlardan çoğunu mahveden şefkatiydi. İyi yaptıklarını sanarak yaptılar. Yanlış anlaşılmasın. Karıncayı inciteceklerden değillerdi. İncitmediler de. Lakin kendilerine pek zulmettiler. Nasıl? Neden? Niçin? Çünkü hepsini gerçek sandılar. O kadar çok acıdılar ki sevdiklerine. Acılarını da aramsız sahiplendiler. Yapmacıklığı ayıracak tecrübeleri yoktu. Manipülasyona yatkınlardı. Kahraman olmak istiyorlardı. Birilerini kurtarmak arzuluyorlardı. Kurgudan fazlasını çektiler. Bunu samimiyetleri yüzünden yaşadılar. Oysa yıpranmadı adına yıprandıklarının hiçbirisi onlar kadar.

Karamsarın ağzında dert biber değil sakızdır. Memnuniyetsizliği keyifle kaşınmasıdır. Yakınmaları alışkanlığıdır. İyimserin gamıysa hakikattir. Etkisini atlatamaz. Sarsıntısını teğet geçemez. Tasannuya karşı kalkansızdır. Bu tabiatta olduklarını farkettiğim çocuklara şunu tavsiye ediyorum: Ebeveynlerinizin sorunlarıyla mesafenizi koruyun. Neden mi? Çünkü bilerek-bilmeyerek sizi kandırıyorlar. Gönül ayarlarınızla maytap geçiyorlar. Şöyle ki: Onlar çoğu zaman duygularını sizin kadar yaralayıcı şekilde yaşamıyorlar. Ağlamaları bile yaz yağmuru gibi. Sizdeki gibi hayata/kendilerine büyük faturalar çıkarmıyorlar. Kalbinizdeki kadar şiddetli de sarsılmıyorlar. Çünkü tecrübeliler. Çünkü büyükler. Duvarlarını inşa etmişler. Duygularından korunacak kadar benciller. Ama siz onlara baktığınızda sizdeki gibi oluyor sanıyorsunuz. Yanılıyorsunuz.

Böyle bir çocuk ailenin yaşadığının on katını yaşar. Mesela: Ebeveyni küçük bir borçtan dolayı tartışır ama o mâli felaketin eşiğinde olunduğunu sanır. Her gerilimde yuvasını uçurumun kenarında zanneder. Bu yüzden her ebeveynin yapması gereken açıkça anlatmasıdır: Bizim birşey için endişelendiğimizi düşünürsen hissettiğin gibi olmadığını bil. Kalbimiz kalbinizden farklıdır.

Aşırı duygusallık empati yükünü ağırlaştırır. Muhatabınızda ‘bir’ sizde ‘yüz’ olur. Zayıflıklarını silah kılanlar size kolay zarar verirler. Hem de kullanırlar. Böyle birisinin dertlenmesi beş dakika sonraki kahkahasını bile kaçırmaz belki. Fakat sizin uykularınız kaçar. Neden böyle olur? Bence şundan: Şefkat kurguyu gerçeğe kalbeder. Yansıtılan yalan olabilir ama sizdeki tesiri gerçektir.

Şefkat gibi bencillik de hikmetsiz değil arkadaşım. Allah bir yerindelik ile yaratıyor herşeyi. Dozunda bencillik de mezkûr karadeliklerden korumamızı sağlar işte. Kurgu saldırılara karşı duvarımız olur. İçimizdeki depremleri önler. Tam da bu noktada bir ayrıma girişmem gerek. Evet. “Avcı: Kış Savaşı” filmindeki karakterler üzerinden yapacağım bu ayrımı. Buz Kraliçesi Freya (Emily Blunt) ve kız kardeşi Ravenna'nın (Charlize Theron) yansıttığı iki farklı bencillik var bence.

Açalım: Freya'nın bencilliği ‘acılardan korunma isteği’nden doğuyor. Kaybının ardından yaşanıyor. İfratından da kötüleşiyor. (Kötülük bencilliğin ifratıdır çünkü.) Ravenna'nınki öyle değil. O kuvve-i şeheviyesiyle kötü. Arzularından dolayı kötü. Menfaatleri ekseninde bencil. Aynası gözlerini kör etmiş. Sahip olmak istedikleri bencilleştirmiş. Freya'nın bencilliği ‘kuvve-i gadabiyesi/korunma güdüsü’ ile gelişirken Ravenna'nınki ‘kuvve-i şeheviyesi/elde etme güdüsü’ ile şekilleniyor. Yani ki arkadaşım: Freya dünyaya düşmansa kalbinin kırılmasını istememesinden. Ravenna düşmansa eline geçmemesinden. Birisinin sembolü ayna. Ötekisininki buz.

İşte, ben de tam burada arkadaşım, kuvve-i gadabiye noktasında bir bencilliğin kuvve-i şeheviye hususunda bir bencilliğe göre hikmetli bir duruşa sahip olduğunu iddia ediyorum. Bu tarz bir bencilliğin (elbette ifrata gidilmeden) bir ölçüde bizi esaretten kurtardığını düşünüyorum. "Allah'ın rahmetinden fazla rahmet edilmez. Allah'ın gazabından fazla gazap edilmez. Öyle ise işi bırak o Âdil-i Rahîme. Fazla şefkat elemdir; fazla gazap zemîme..." derken Bediüzzaman'ın da böylesi istikametli bir mesafe tavsiye ettiğini düşünüyorum. Eğer ‘bencilliğin maslahatından (veya maslahatlı bir bencillikten)’ bahsedeceksek, bu, ötemizle ilgimizi kuran duygularımızın ‘bizi onların esiri haline getirmesinden korunmak’ bağlamında anlaşılabilir diye yorumluyorum. Allahu’l-a’lem.

Anahaberlerin, sosyal medyanın, çeşitli manipülatörlerin dolduruşuna gelip dünyayı dertten-kederden ibaret görenlerimiz için böylesi bir bencillik gerekli birşey. İstimalinden zarar görmezler. Duygularını tahrişten korumuş olurlar. An şart ki: Aşırıya kaçmazlarsa! Büsbütün vurdumduymazlığa koşmazlarsa! Öyle ya: Taşıyamayacağı yükün altına girmek en itaatkâr köleyi bile sahibine küstürür. Nefsine ettiği zulüm en nihayet âdemoğlunu da nefsi kudret elinde olan Zat'a isyankâr eder. Bu büyük bir tehlikedir. İnsan bundan da korunmalıdır.

Evet. Ona isyan edeceğine biraz bencil ol. Mesafeni koru. Kalbini ötenden ayır. Çünkü hepsine yetişemiyorsun. Ellerin küçük. Hem yetişsen bile gücün yetmiyor. Pazuların zayıf. Kur'an'ı hatırla. Hidayete ermeyen yakınları için rahmet dilemekten men edilen nebileri düşün. Elbette bu haberlerin bize gelmesinde bir hikmet var. Ne biliyorsun? Taşıyamayacağın yükün altına girme diye verilmiştir belki de şu bencillik? Nihayetinde mürşidim de ‘rahmet-i İlâhiyeden daha ileri şefkati sürmek mânâsız ve haksız’ demiyor mu?

28 Mayıs 2016 Cumartesi

Hiçbir kitap yalnız değildir

"Çünkü anlaşılmaz bir kitap, muallimsiz olsa, manasız bir kağıttan ibaret kalır." 11. Söz'den...

Arkadaşım, sen de biliyorsun, müstakim bir araştırmacının birkaç çalışmasını birden okumak, hatta eserlerinin bütününe hâkim olmak, ‘hakikatte ne söylediğine’ daha çok aşina kılar bizi. Daha hâkim bir noktaya getirir. Beyanını daha iyi kuşatmış oluruz böylece. Bütünün resmini daha iyi çekeriz. Birbirini açan yerleri yakalarız. Birinden anlamadığımızı ötekinden anlarız. Hatta çoğu zaman onlar tavsiye ederler bunu. “Bu konuyu şu eserimde daha detaylı işledim!” diye gönderme yaparlar. Böylece farkındalığımızı açarlar. Biz de ardınca okumalarımızı sürdürürüz. Bütünü kuşatmanın hakikate yaklaştırdığını biliriz. Fıkradaki Bektaşî’dir ancak metinlerin ‘işine gelecek kadarıyla’ muhataplık isteyen. ‘İçkiliyken...’i okumayıp ‘... namaza yaklaşmayın’ ile amel eden.

Buradan şuraya geleceğim. Mürşidimin eserlerine aşina olanlar da bilirler ki: En çok dikkatimizi çektiği şeylerden birisi de Kur'an-kainat ilişkisidir. Nasıl bir ilişkidir bu peki? Sanki ‘aynı müellifin iki kitabı’ olmaktan daha fazlası vardır aralarında. Bir kere konumları kesinlikle eşit değildir. "Kâinat mescid-i kebirinde Kur'ân kâinatı okuyor..." diyen Bediüzzaman benzeri bir cümleyi tersi şekilde kurmaz. Hatta metinleri içinde yolculuğa çıktığınızda şöyle ifadelere rastlarsınız:

"Kur'ân-ı Hakîm, şu Kur'ân-ı Azîm-i Kâinatın en âli bir müfessiridir ve en beliğ bir tercümanıdır. Evet, o Furkandır ki, şu kâinatın sahifelerinde ve zamanların yapraklarında kalem-i kudretle yazılan âyât-ı tekvîniyeyi cin ve inse ders verir. Hem herbiri birer harf-i mânidar olan mevcudata 'mânâ-yı harfî' nazarıyla, yani onlara Sâni hesabına bakar. 'Ne kadar güzel yapılmış; ne kadar güzel bir surette Sâniinin cemâline delâlet ediyor...' der. Ve bununla kâinatın hakikî güzelliğini gösteriyor."

Bu hiyerarşi vahyin hem 'olmazsa olmazlığını' hem de 'hikmetini' anlatır bize bence. Evet. Elhamdülillah. Öyledir: Kainatın da tefsire ihtiyacı vardır. Bu ihtiyacın kaynağı da muhataplarının aczleridir. Ayetlerini kavramaktaki müşkülleridir. Kesretten vahdete dönmekteki zorluklarıdır. Yani Kur'an-ı Hakîm bize bir tefsir olarak da lütfedilmiştir. Onun rehberliği sayesinde beşer varlığa hangi perspektiften bakması gerektiğini öğrenir. Mevcudatın herbir parçasının Cenab-ı Hakkın isimlerine nasıl delalet ettiğini bilir. Arkadaşım pahabiçilmez bir ikramdır şu. Biraz da bu yüzden belki Kur'an ilk emri 'Oku!'dur. Yani herşey artık uyandırdığı açıdan okunmaya başlayacaktır: “Yaratan Rabbinin adıyla oku!”

Eh, bu eşikte artık ‘müfessirliğin meşruiyetini’ tartışmak da anlamsız oluyor arkadaşım, değil mi? Sünnetin fonksiyonunu sorgulamaksa hepten saçmalaşıyor. Çünkü; nasıl ki insan aklının kainat ayetleri karşısındaki şaşkınlığını Kur'an tefsiriyle gideriyor; aynen öyle de; Kur'an ayetleri karşısındaki şaşkınlığımızı da sünnet gideriyor. 'Üç küllî muarrif' analizi içinde Aleyhissalatuvesselamı, 'dört küllî burhan' analizinde ise vicdanı bu bütünlüğe dahil eden Bediüzzaman aslında Allah'ın hiçbir kitabının yalnız okunmaması gerektiğini de öğretiyor bizlere sanki. Kitap kitapla tamamlanıyor yani. Kitap kitapla tam irşad ediyor. Allah’ın kitaplarına aşina olundukça, bütünü nazara alındıkça, marziyatı daha net anlaşılıyor. Elhamdülillah:

“Rabbimizi bize tarif eden üç büyük, küllî muarrif var: Birisi şu kitab-ı kâinattır ki, bir nebze şehadetini on üç Lem'a ile Arabî Nur Risalesinden On Üçüncü Dersten işittik. Birisi şu kitab-ı kebîrin âyet-i kübrâsı olan Hâtemü'l-Enbiyâ aleyhissalâtü vesselâmdır. Birisi de Kur'ân-ı Azîmüşşandır.”

Hakikat de istikamet de bütünün dengesinden çıkar arkadaşım. Parçalar yanılgıya açıktır. Hem Mevlana Celaleddin Hazretlerinin ‘körlerin fili tarifi’ misali hem Bediüzzaman Hazretlerinin ‘gavvasların hazineyi tarifi’ örneği bize ‘parçadan yapılacak yorumların eksikliğini’ anlatır. Bu açıdan diyebiliriz ki: Kainat Allah'ın delilidir ama ona Kur'an'la bakmasını bilirsen. Kur'an-ı Hakîm sana ayetleri görmesini öğretir ama sünnet-i seniyye ile okumasını bilirsen. Sünnet sana Kur'an'ı doğru okumayı öğretir selef-i salihinden sana miras istikametli ilme/usûle güvenirsen. Bunların inşa ettiği tutarlı içeriğe sahip olursan ancak aklın selim olur. Nazarın keskin olur. Ferasetin tam olur.

Yani arkadaşım ‘kitapların birbirini gölgelemesi’ diye birşey yok. Çünkü aralarında çatışma yok. Zıtlaşma yok. Tenakuz yok. Aksine birbirini tamamlıyor onlar. Tersini savunanlara da istihza ile sormak gerekir: Sünnete kulak vermenin Kur'an'ı anlamaya engel olduğunu düşünenler Kur'an'a kulak vermenin de kainatı anlamaya engel olduğu düşünüyorlar mı? Düşünmüyorlarsa neden? Aynı gerekçe sünnete neden delil olamıyor? Fonksiyonunu anlatmıyor?

Güya Kur’an sevdası/müslümanlığı ile başlayıp en nihayet atlarını deizm uçurumuna sürenler gidişatı açık ettiler aslında. Tefsirleri teker teker düşürecekler. İslam’ın parçalarını teker teker eleyecekler. Evet. Bir tefsirden rahatsız olan her tefsirden rahatsız olur. Kaçınılmazdır şu. Bugün sünnetten rahatsız olan yarın kesinlikle Kur'an'dan da rahatsız olacaktır. Onu da elemeye bakacaktır. Deneyecektir en azından. Ve Kur’an-ı Hakîmimiz bize asırlar öncesinden haber veriyor ki: "Verdiği misallerle Allah ancak fâsıkları saptırır." Çünkü fâsık sapmaya meyyaldir. Aklı seyyiesine doğru bükülmüştür. Günahından vazgeçmektense meşrulaştırmayı ister. İnandığı gibi yaşamayı başaramayanlar, gün gelir, yaşadıkları gibi inanmaya başlarlar. Yaşadıklarının yasallaşmasını engelleyen her açıklamayı da karalarlar. Çıkarırlar. Saklarlar. Bektaşî gibi okumazdan gelirler. Allah öylelerden olmaktan korusun bizi arkadaşım. Âmin.

27 Mayıs 2016 Cuma

Duydun mu atmaya başlamış kalbi Taksim'in?

Nasıl kâinat söndürülmezse iman-ı İslâmî de sönemez. Öyle de, zeminin yüzünde çakılmış mismarlar hükmünde olan İslâmî şeâir, dinî minarat, ilâhî maâbid, şer'î maâlim itfâ olmazsa, İslâmiyet parlayacak an be an. Herbir mâbed bir muallim olmuş. Tab'ıyla tabâyie ders verir. Her maâlim dahi birer üstad olmuştur. Onun lisan-ı hâli eder telkin-i dinî; hatasız, hem bînisyan.
Lemeat’tan.

Bana öyle geliyor ki arkadaşım: Sezgiden aklın sonradan haberi olur. Yani ‘sezgi’ aklî uyanışlarından öncesidir. Zeminidir. Evet. Aynen. Yine bir farkediştir ama sırf akılla değildir sanki. Ondan ziyade şuura bakar. İsimsiz esintiler gibidir bu biliş akıl için. Görecek gözleri yoktur onu. Tutacak elleri yoktur onu. “Hava gibi, su gibi, nur gibi…” Bilinenin kendisi yoktur âdeta. Lakin tesiri vardır. Karşı konulamaz bir tekrarla dokunmaktadır. Bu farkındalık işte 'sezgi'dir. Şuurun farkındalığını aklın uyanışlarından ayıran şeyse, bir bilinç olarak değil, daha çok bir sızı/ferahlık olarak yaşanmasıdır. Vicdan azabı dediğimiz şey pek de akıl işi sayılmaz öyle değil mi? Hatta çoğu zaman akla bir ölçüde doğru gelmiş şeylerin yapılmasından dolayı yaşanır bu azap. Mürşidim de der: "Ve akıl dahi, şuurdan ve histen süzülmüş, şuurun bir hülasasıdır."

Şimdi bana "Vicdanla şuurun ne alakası var yahu?" diye sorabilirsin arkadaşım. Haklısın. Orayı biraz daha açmam lazım. Mürşidimin ayak izlerini öperek başlayayım yola o zaman: Bediüzzaman'ın ifadesiyle vicdan da bir fıtrat-ı zişuurdur. Fıtrat ne demek? Böyle söylemek çok kapitalistçe gelse de kolay anlaşıldığından istimal edeceğim: Fabrika ayarlarımızdır fıtrat. Yaratılış özümüzdür. Temiz kalıbımızdır. Hayır üzere varlığımızdır. Sahibimizin nakşındaki muradıdır. İnsan neyin üzerine yaratılmışsa onu yapmak ister. Hikmetinin dışındaki eylemler kulağına söylenen kötü sözler gibidir. Fıtrat bundan rahatsız olur. Bunun için yaratılmadığını sızılarıyla hissettirmeye çalışır. Köy yolunda kullanılan bir Ferrari gibi. Nasıl? Aracın ses çıkarabilen her yeri size bu yol için varolmadığını haykırır. “Beni burada sürme! Ben burada gitmek için yaratılmadım! Beni burada süründürme!” Fıtratınız da size vicdanın sesinden rahatsızlığını haykırır. Kendinize kaldığınız her yerde darlığını fısıldar. Kulağınız ondaysa elbette.

Hele şu söyleyeceğime dikkat buyur arkadaşım: Bu etkileşim aslında her an yaşanıyor. Fıtratımız bizimle konuşuyor. Sesi yüksek değil belki. Ama devamlı. Israrlı. Tekrarlı. Bu yüzden gafil insan yalnızlığı sevmiyor. Uyandırıcılardan hoşlanmıyor. Sessizlik zayıf sesleri de duyulur yapıyor. Uyandırıcılar içindeki uykucunun da yüzüne su serpiyor. Yine mürşidim Mesnevî-i Nuriye’sinde diyor ki: “Herşeyi Allah’tan bilip böylece iz’an ettikten sonra, sürur veren şeye de, zarar veren şeye de razı olman gerekir. Razı olmazsan mecburen gaflete düşersin. İşte bu sebebdendir ki zâhirî esbab vaz’ edilmiş ve gözleri gaflet perdesiyle örtmüştür.” Esbab sahte bir kurtuluş olmuş yani gafile. Arkalarına saklanarak korumuştur yaşatmak istediği uykuyu.

Hem şu da önemli: Sadece bizimle değil birbirleriyle de konuşuyorlar. Evet. Tanışıklığımızdan itibaren sevdiğimiz/sevmediğimiz insanlar da bize bir mesaj veriyorlar. Nasıl? Sanki kendilerinde tecelli eden esma üzerinden, başkalarına dair okumalar yapabiliyorlar fıtratlar. Hangi ismin gölgesini seviyoruz? Bunu net bir şekilde bilemiyoruz. Ama, ne tuhaftır, sevdiğimiz insanların özellikleri de az-çok birbirini tutuyor. Sevmediklerimizin de öyle. En önemlisi de şu arkadaşım: Sahibinin saflığını korumaya çalıştığı bir fıtrat korunmamıştan rahatsız oluyor. Aynı ortamda bulunmayı bile istemiyor. Canı sıkılıyor. Bunalıyor. Belki de fıtratındaki çığlıkları duyuyor. Sesten olmayan sesleri işitiyor. Tıpkı keşfe’l-kubur velilerin gafil mezarından geçmeye çekindikleri gibi. Göreceklerinden üzüldükleri-gerildikleri gibi. Kimbilir?

Tersinde de benzeri bir durum yaşanıyor bence arkadaşım. Nasıl? Açayım: Bence gafilin rahatsızlığı da müttakinin huzurudur. Onun çağrıştırdıklarıdır. Ezan sesidir. Minaredir. İbadettir. Zikirdir. Gürültü, duymak istemediğiniz şeylere engel oluyorsa, elbette ondan değil, yokluğundan rahatsız olursunuz. Disko telaşı istersiniz. Kalabalıkta kaybolmayı arzularsınız. Gözlerinizi kaparsınız. Kendinize bırakılmaktan uçurum gibi korkarsınız. Bundan daha doğal ne var? Çünkü sessiz ortam gürültülerin sıkletinden kurtarıcıdır. Gafil de vicdanını duymamak için gafilane gürültüyü arzular. Uyanıklıktan çekinir. İstemediği manaları çağrıştıranlardan rahatsız olur.

Bu sesler hayatın her yanında arkadaşım. Sezgi dediğimiz şey bu seslere daha duyarlılarımızın yaşadığı düşük yoğunluklu farkındalık. Doğru. Ahirzaman dikkatimizi dağıtacak pekçok ‘geçici olan’ karşımıza çıkardı. Aklımızı başımızdan aldığı gibi sezgimizi de fıtratımızdan aldı. Hayretimizi tırtıklayan birçok “Aaa duydun mu?” var artık hayatımızda. Belki de kalbimize güvenimizi yitirdik. Belki kalbimizi de. Hem sezgi de daha fazla dikkat istiyor. Dönüp dönüp kendisiyle ilgilenilsin istiyor. Beş vakit namaz istiyor. Ezanı istiyor. Minare istiyor. Hem sesi zayıf hem kurduğu cümleler uzun. Zamana ihtiyacı var. Ve bir de cümlesi bitene kadar kalacak bir dikkate. Kalp gibi atması lazım böylesi bir dikkatin. Bunu da şöyle bir parça açabilirim belki:

Akıl dinamik farkındalıkların alanı. Ve bu dinamizm farkındalığın şiddetinin de yüksek olmasını gerektiriyor. Şuur ise statik farkındalıkların alanı. Daha düşük tesirlerden de haberdar. Lakin bu tesirlerden dolayı fiillere teşebbüs etmesi 'bardağı taşıran son damlalar'la mümkün. Evet. Şuurla yapacaksanız bardağı sezgilerle doldurmak zorundasınız. Doğru çağrışımlar hayatınızın her yanından akmalı. Birikmeli. Kuşatmalı. Hamlıklarınız kısık ateşte pişmek zorunda. Minare minare görmek zorunda. Ezan ezan işitmek zorunda. Bu yavaş fakat kaliteli bir farkındalık olacak. Ağır ama isabetli kararlar alacaksınız. Yok, yaşadığınız farkındalık tokat gibi birşeyse, o zaman bardakla uğraşmaya da ihtiyaç yok. Akıl farkındalığının hakkını verecek. Farkındalığın şiddeti eylemeyi hızlandırır. Yalnız şu var arkadaşım: Şuurla yapan sanki yaptığında daha salabetli oluyor. Daha dik duruyor. Terkini daha imkansız görüyor. Allahu’l-a’lem. Allah cümlemizi istikametten ayırmasın. Kendi çağrışımlarından koparmasın. Âmin.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...