29 Şubat 2012 Çarşamba

Dersi yapanın hiç mi suçu yok?

Bir önceki yazımızda Risale-i Nur deslerindeki derinlik konusuna bir nebze değindik. Bugün de aynı konu üzerinde birazcık sarf-ı kelam etmek niyetindeyim, fakat öncesinde çok sevdiğim bir kardeşimin eleştirisine cevap vermem gerek. Zira eleştirisindeki özen ve incelik cevap verilmeyi hakediyor. Diyor ki o kardeşim; “Tamam, Risale derslerinin geliştirilmesi lazım. Fakat derslerden istifade edemeyişiniz biraz da ihlassızlığınızdan olamaz mı?” Evet, özetle söylediği bu... Gerçi yazımda ağabeylere yaptığım serzenişi de insafsız bulduğunu belirtiyor, belki onda da bir nebze haklı. Eleştiriyi umumileştirmek hata olur, belki de oldu. Lakin bu kanundan hariç kalan fertler o kadar az ki, isimlerini yazsam bile herhalde birkaç satır yeter. Fazlası gerekmez.

Önce ihlassızlık meselesine gelelim isterseniz. Doğrudur, ben kendimi ihlaslı bilmiyorum zaten. Dahası bunun iddiasına da hiçbir zaman girişemem. Zira biliyorum ki, böyle birşeyin iddiası dahi olmadığına delildir. Bir kul, ömrü boyunca onu içinde arar durur. Kavuşur, kavuşamaz onu ancak Allah bilir. Kul asla bundan yana emin olamaz. Hatta emin olmak bir yana, düzenli bir şüphe duymuyorsa içinde ihlasa dair, o bile tehlikelidir.

Ben de ihlassızlık tehlikesini her zaman ensemde hissediyorum ve kesinlikle iddiasında değilim. Zaten bahis mevzuu sadece kendim olsam hiç bu yazıları da yazmayacağım. Fakat gittiğim derslerde gençlerde hissettiğim bezginlik beni korkutuyor. Bu gençler, yirmi yıl evvelinin çocukları değil. Yeni bir dil, yeni bir derunî okuma beklentisi içindeler. Eğitim seviyeleri bir önceki nesil Nur talebelerine göre çok yüksek. Pekçoğu üniversite öğrencisi veya mezunu. Ve takdir edersiniz ki, bilgiye ulaşım eskisine göre çok daha kolay. Bu gençler kendi zamanlarının çocukları ve ulaşabildikleri tüm kaynakları birbirleriyle kıyaslayabiliyorlar. Birisinin usulü kendilerine yavan gelirse çok çabuk başka ekollere kayabiliyorlar. Ve en önemlisi; mehazdaki kudsiyetten uzaklaşmışlar.

Hal böyle olunca yalnız kendim bahis mevzuu olmadığım için ihlassızlığı geçer akçe kabul edemiyorum. Öyle ki, bir umumi sohbette uyuyan sayısının çokluğu beni ayrıca korkutuyor. Dahası, ders usullerinin yavanlığına yalnız ben değil, benden çok daha ileride bulduğum, hatta bazıları Risale-i Nur konulu büyük araştırma çalışmalarına emek vermiş ağabeylerim dahi eleştiri sunuyorlar. Hatta bazısı; “Derslerde geçen zaman bana kayıp geliyor. Ben evde kendim Risale okusam daha çok şey öğreniyorum” diyor. Şimdi bu kardeşler, bu gençler böyle şeyler söylerken yine de ihlassızlığımıza yorup suçu cemaatte mi bileceğiz? Yoksa nefsimize bakıp “Biz bu gençleri neden tatmin edemiyoruz? Neden istifade edemiyorlar?” deyip yöntemlerimizi geliştireceğiz? Ben ikincisini daha doğru buluyorum.

Kaldı ki, Lemaat isimli eserinde; “Aşiret-i galipte hasıl olan şerefse, ‘Hasan Ağa, aferin!’ Hasıl olan şer ise, efrada olur nefrin. Beşerde şerr-i hazin!” diyerek bu tarz yargılamaların önünü önce Bediüzzaman (Allah ondan razı olsun) kesmiştir. Dersler noktasında geliştirilen ve dillendirilen bir eleştiriye bu tarz bir cevapla mukabele etmek, aynen yukarıda bahsedildiği gibi şerri cemaate dağıtmaktır. Dersi yapanın veya yapanların Hasan Ağa konumunda olduğu ve kendilerini sorgulamaları gerektiği bir düzlemde aşirete günahı pay etmek hiç mantıklı değildir. Bence bu algı da ciddi sorunlar içermektedir.

Ki bu arkadaşım kıyas ölçüsü değil, kendim de birkaç kez böyle bir eleştiriyi yumuşak bir dille ağabeylerime karşı dillendirdiğimde aldığım cevap hep “kalbimin bozulmuş olabileceği” şeklinde olmuştu. Elbette ben nefsimi temize çıkarmam, kalbim bozulmuş olabilir. Lakin bu kadar insanın birden bozulmuş olması da mantıksız değil mi?

Derse gelenlerden yarısından fazlası ders çıkışında ne anlatıldığını hatırlamıyorsa veya gelenlerin büyük kısmı uyuyorsa bunda bizim de özümüze alabileceğimiz dersler olmalı...  Neyse, yazı yine uzadı. Hasılı; demek istiyorum ki, dilimizi geliştirirsek ayakta kalacağız, yoksa bu emaneti hak eden bir başkaları gelip omuzlayacak. Şaşırmayalım, Mektubat’ta da geçen Maide suresinin ellidördüncü ayeti öyle demiyor mu? Hakkı verilmeyen emanetlerin elimizden çekilip alınacağını söylemiyor mu? Benim eleştirim sadece bu kadardır, yoksa kimsenin hizmetini kıymetsiz buluyor değilim. Ama eleştirimin gelişime bir damla katkısı olursa, bahtiyar olurum, olacağım. Niyetim Risale-i Nur’u değiştirmek değil, kendimizi geliştirmek...

26 Şubat 2012 Pazar

Risale-i Nur'u okuyalım, ama ne garnitür, ne vird olsun!

Risale-i Nur derslerindeki yenilenme ihtiyacı üzerine yazdığım yazının ardından birkaç itiraza, birkaç uyarıya, birkaç da “Hadi oradan, dünkü çocuk!” muamelesine maruz kaldım. Sağlık olsun; bunlardan alınacak, gocunacak değilim. Zaten pişkin bir adamım. Fakat ne yalan söyleyeyim, beklediğimden daha azıyla karşılaştım diyebilirim. Hatta birkaç Nur talebesi kardeşimden öyle şevklendirici mesajlar da aldım ki, onların hatırına, diğerlerinin söylediklerinin yüz katına daha göğüs gerebilirdim. Öyle motive ettiler beni, öyle sevindirdiler, geleceğimiz adına umut vericiydiler. Demek, müşterek bir duaya amin demişiz, demek müşterek bir arzuya isabet etmişiz ki; muhataplarım da aminleriyle aminlerime katıldılar. Beni bahtiyar ettiler, ebeden bahtiyar olsunlar.

Evet, hakikaten Risale-i Nur’un ciddi ve müdakkik okumalara ihtiyacı var. Müellifinin vefatının üzerinden elli yıldan fazla bir zaman geçmiş olmasına rağmen henüz ciddi bir şerh çalışmasının yapılmamış olması da bu tezimizi kuvvetlendiriyor. Halihazırda yazılmış olan ve bunu amaçladıklarını söyleyen kitaplarınsa tamamını bir avucunuzun içine alıp sıksanız, ondan ancak ve ancak birkaç damla Risale-i Nur hakikati damlıyor. Gerisi gıl u gışla, başka başka malumatlarla, hatta hatalı süprüntülerle dolu oluyor. Onlardan tam bir Risale-i Nur, tam bir Kur’an nefesi alınmıyor; zira onlarda bu eserler garnitür nevinden okura sunuluyor...

Bu yargımı fazla mı insafsız buldunuz? Haklı olabilirsiniz, genellemelerin tamamı insafsızdır. Elbette bu kanundan hariç fertler, kitaplar olabilir. Fakat siz de kabul edersiniz ki; Nur talebelerinin sahip olduğu yayınevlerinde bile Risale-i Nur’un hedeflerine tam anlamıyla hizmet eden, “İşte budur!” diyebileceğimiz kitap sayısı iki elin parmaklarını geçmez. Yalnız bu durum bile Risale-i Nur’u dünyaya anlatmak için yola çıkan bir cemaatler grubunun en nihayetinde nasıl kendi elindeki esere bigane kaldığını göstermeye yeter.

Konuyu dağıtmayayım, yukarıda bazı itirazlardan bahsetmiştim, onlara geleceğim. Bunlardan bir tanesi de şu tarzda oldu: Bir kardeşimiz sual etti; “Yani” dedi. “Risale-i Nur dersleri, içerisinde yalnız bir iki cümle Risale’nin okunduğu, gerisinde ise yalnızca dersi yapanın birşeyler anlattığı şeyler haline mi gelecek? Bu mudur doğru olan? Bunu mu tavsiye ediyorsunuz?” Güzel bir soruydu, özenli bir cevabı hakediyor. Bu yüzden yeni bir yazıyı bunun üzerine telif etmeyi uygun görüyorum, bu yazıda da esas konumuz bu olacak.

Ben bu tarz itirazlara daha önce de rastlamıştım. Ve ne yalan söyleyeyim (bu arkadaşa cevap verirken düşüncesine karşı bir duruş alsam da), o zamanlar itiraz edenler arasında ben de yer alıyordum. Evet, şaşırmayın. O zamanlar bizzat ben, Risale-i Nur’u, derslerinde garnitür haline getirenlerle mücadele ediyordum. Tıpkı kitaplarında “Risale-i Nur’da (...)” başlıkları atıp içerikte onu garnitür haline getirenlere itiraz ettiğim gibi sohbetlerde bunu yapanlara da itiraz ediyordum.

Fakat o zamanlar benim itirazım, metinlerin hiç okunmuyor oluşuna dair değildi. Hayır, metinler çok okunuyor olsa bile Risale-i Nur üzerinde derin okumaların bırakılmış olmasınaydı. Mesela geçenlerde katıldığım bir derste, bir muhterem ağabeyimiz, derse başladığı konudan o kadar uzaklaştı ki; mesai arkadaşlarımdan bir tanesi haklı olarak bizlere ders sonunda şunu söyledi: “Şimdi bu yapılan vaaz mı, yoksa Risale dersi mi oluyor? Ben Risale dersine hiç benzetemiyorum. Tıpkı vaaz gibi...”

Haklıydı da... Ben de benzetememiştim. Zira zannediyorum derse başlanırken de niyet doğru oturtulmamıştı dersi yapanın dünyasında. Onun kafasında, tahmin ettiğim kadarıyla, Risale-i Nur’u izah etmek, şerh etmek yoktu. Kendi dünyasında çok önemli bulduğu bir şeyi izah etmek için Risale-i Nur’u garnitür olarak kullanıyordu. Risale-i Nur o sohbette hedef değil, araç gibiydi. Bu nedenle de ders soğuk düşmüştü.

Bu noktada yine o muteriz kardeşimle hemfikirim. Risale dersleri böyle Risalelerden uzaklaşılmış şeyler haline gelmemeli. Ancak şu noktada da şöyle düşünüyorum ki; o iki cümleyi tam anlamak, bir saat boyunca Risale okumaktan daha hayırlıdır. Hatta hadisin ifadesiyle “Bir saat tefekkür, bir sene (nafile) ibadetten hayırlıdır” hükmü, bence bu tarz okumalar için de geçerlidir. Ben her zaman tam olarak anladığım bir sayfayı, öylesine okuduğum bir kitaba tercih ederim. Bizim hedefimiz de bu olmalı. O iki cümlenin ekseninden kaymadan, Risale-i Nur’un ve Kur’an’ın eksenide kalarak izahlara girişilmeli. Ve kesinlikle o izahlar araç olmalı, amaç değil. Ama şunu da unutmayalım; Risale-i Nur da bir araç olmalı, ta ki Kur’an daha iyi anlaşılsın.

Bu noktada durduğum yer; Risale-i Nur’u garnitür haline getirmeden, ama onu bir tarikatın virdiymiş gibi de okumadan ders verebilmek ekseninde... Ve özellikle Risale-i Nur’un içindeki metinler arasında çapraz okumalar yaparak yeni keşiflere çıkabilmek noktasında. Hatta daha iddialı birşey söylemek istiyorum; bence Risale-i Nur’dan bir eseri okurken yanında aynı meseleyle ilgili başkalarının da söylediklerini aktarabilsek ve meseleyi muvazeneli bir şekilde sunabilsek muhteşem açılımlar yapabiliriz. Bizim en büyük eksikliğimiz şu cümleyi yanlış anlamamız: “Risale-i Nur yeter!” Evet, Risale-i Nur elbette yeter, ama onu virde veya garnitüre çevirmezseniz yeter. Yoksa hep bir eksiklik hissedersiniz.

Bu yazı da çok uzadı. En iyisi bu meseleyi birkaç yazıda daha ele alıp bir yazı serisi oluşturmak. Benim zihnimin de açılması ve üzerinde konuşacağımız yeni meselelerin de şekillenmesi açısından yorumlarınızı ve görüşlerinizi yenirenkler@gmail.com adresine gönderebilirsiniz. Bu konular üzerine daha çok konuşmak gerek. Zira bence şu soru cevap faslı ki; tıpkı Münazarat’ta olduğu gibi ve tıpkı Lahikalar’da bir ağabeyin dediği gibi “ilim çıkmasına” neden oluyor. Biz her sorumuzda ve her cevap arayışımızda Allah’a ihtiyacımızı açıp ilim talep ediyoruz. Allah dualarımızı tekrar tekrar kabul buyursun, amin.

22 Şubat 2012 Çarşamba

Cemaat neden yetmiyor ki?

Evet, bir önceki yazımda Ekrem Dumanlı’nın camia ve cemaat karşılaştırmasını haddim olmayarak bir nebze eleştirdim. Eleştirdim, çünkü o yazı sadece beni değil, birçok kişiyi incitti. İncinenlerin yüreğine bir ses olmak lazımdı, haddim değildi ama, kalemim döndüğünce olmaya çalıştım. Olmaya çalıştım, zira yürekte kalan isyan, hakkı olan sesi bulamadığında, münafık bir düşmanlığa döner. Ben kalbimde kalmasın, hem münafık da olmasın, ortaya çıksın istedim. Sürç-ü lisan ettiysek affola... Fakat ne yalan söyleyeyim, eleştirilerle yerimden pek kımıldayasım yok, yazmaya devam edeceğim. Yazmaya devam edeceğim, zira başımıza ne geliyorsa zaten bu insaflı eleştiri eksikliğinden geliyor. İnsaflı eleştiriyi yapmayınca, insafsız düşmanlıklar onun yerini alıyor.

Şimdi, Ekrem Dumanlı’nın yaptığı hatayı öncelikle sadece Ekrem Dumanlı’nın yaptığı bir hata olarak görmediğimi ifade etmek istiyorum. Eğer bu hatayı sadece Ekrem Dumanlı’nın hatası olarak görmeye çalışırsak, ona da bir insafsızlık etmiş oluruz. Bu, Nur cemaatinin Hocaefendi ekolünde bazı bazı nükseden bir arızanın yeni bir tecellisiydi, o kadar... Bu arıza kelimesini de sanmayın mahza olumsuz bir karşılıkla kullanıyorum. Benim arızadan kastettiğim aslında bir kararsızlık noktası. Yani bir belirsizlik... Nerede ve hangi noktada durduğunu belirleyememe, bir esneklik, bir oynaklık. Kelimeleri kötü anlamayın lütfen, ben sadece düşüncemi sizin zihinlerinizde daha net ifade etmeye çalışıyorum.

Öncelikle; sanıyorum Hocaefendi ekolünden hiçkimse hizmetlerinin başlangıç noktasından buraya varmasında Risale-i Nur öğretisinin katkılarını inkâr edemez. Ki inkâr etseler bile bizzat Fethullah Gülen Hocaefendi’nin hayatı yüzlerine birer tokat olur. Her bir hutbesi, vaazı, konuşması enselerine şamar olur. Hocaefendi zaten kendisi de hatıralarında Risale-i Nur’un ona neler kazandırdığını tekrar tekrar anlatır, övgüyle beyan eder. Hatta değişik yörelerde başlattığı hizmetin temel taşlarında bile yine o yörelerde daha önce hizmetleri başlatmış ağabeylerinin ayağının tozu, gözlerinin nuru, ellerinin emeği vardır. Üzerine bastığı, onlardan kalan ayak izleri vardır.

Haydi bunları geçelim, Hocaefendi’nin yazdığı eserler aslında nedir? Risale-i Nur’un bazı kısımlarının şerhinden ve yorumlanmasından ibaret değil midir? Mesela Sonsuz Nur serisi, içinde tevafuk eden onlarca örnekle Mucizat-ı Ahmediye Risalesi’ne işaret etmez midir? Asrın Getirdiği Tereddütler serisi mesela... Onların her bir sorusu, her bir soruya verilmiş her bir cevabı yine büyük büyük ölçüde Risale-i Nur’dan alınmış şeyler değil midir? Kaldı ki, Hocaefendi’nin Bamteli sohbetlerini dinlerken dahi bir insan onun cümlelerinin içinden “İşte bak, bu Risale-i Nur’un şurasında geçiyor. İşte bak, bak; şu cümle de şurada! İşte bak, bu tespiti de şuradan almış” diyebilir. (Nur’dan metinlere aşina olan herkes söyler bunu...) Hal böyleyken Nur talebeliğinin Hocaefendi ekolünü Nur talebeliğinin dışında görmek, ona karşı da bir haksızlık, bir incitme değil midir? Hem değil yalnızca bizler, dış dünyadan Türkiye’ye bakanlar dahi onu böyle tarif eder. Mesela tarihçi Eric Jan Zürcher bile Modernleşen Türkiye’nin Tarihi kitabında onu “Nurculuğun ilerici bir ekolü” olarak vasıflandırır.

Bu hal böyleyken ve böyle olduğunu da herkes bilirken her nedense zaman zaman o ekolün içinden bazı fertlerde Hocaefendi ekolünün tarifini Nur talebeliğinin dışına taşırma, etrafına aşırma gibi bir meyil oluşur. Hatta bazısı özellikle ve özellikle, üstüne basa basa Fethullah Gülen Cemaati veya Fethullah Gülen Hareketi gibi ifadeler kullanır. Yine zaman olur, o ekolden bir kardeşimiz tutar müceddid kavramı üzerinden bir kitap yazarak Hocaefendi’yi de bu asrın müceddidi olarak ilan eder. Sonra biraz eleştiri alınca “yanlış anlaşıldığını” söyleyerek geri çekilir. Bizzat Hocaefendi bile bunu, yani bu eseri eleştirir. Ama o bunu eleştiredursun, alttan alta konuşulmaya devam eder. Kitap satılır, okunur, sohbetlerde bu esas anlatılır.

Ve nihayetinde Ekrem Dumanlı bir yazı kaleme alır; cemaatlerin marjinal gruplar olabileceğini ama camiaların böyle olamayacağını, kendilerinin ise bir camia olduğunu ifade eder. Yine yanlış anlamamaya çalışırsınız, ancak birazcık eleştiri üretirsiniz. Belki bu eleştiri de şunun içindir: “Ağabey, meramınız tam anlaşılmadı. Hem kendilerini Nur cemaati olarak tarif edenler de incindiler marjinal ilan edilmekten. Üzerlerine alındılar. Biraz detaylandırır mısınız? Bakınız, böyle böyle bir durum da var.” Ne yazık ki cevabınız da başkaları tarafından hazırlanmıştır: “Ya kardeşim ne üzerine geliyorsunuz hizmet edenlerin? Ne istiyorsunuz onlardan? Siz yolunuza, biz yolumuza...” Birşey istemiyoruz ki, izah istiyoruz. Hem aynı yolda yürüdüğümüzü sanıyoruz.

Biz elbette onları aynı dairede beraber hizmet ettiğimiz insanlar olarak görüyoruz, görmeyenleri de beğenmiyoruz. Bunu evvelki yazılarımda diler getirdim, okuduysanız. Fakat keşke onlar da ara sıra böyle dışarıya çıkmaya meyletmeseler. Atmaya çalışanların ekmeklerine yağ sürmeseler, malzeme vermeseler... Cemaat ifadesi içinde hepimize yer var. Hem bizde çamur da yok ki, kaçılsın. Bakınız Bediüzzaman’ın şu ifadelerine... Kendisinden başka mülahazalarla uzakta durmaya çalışanları nasıl şefkatle uyarıyor:

“Benim bazı dostlarım, ehl-i dünya bana şüpheli baktıkları için, ehl-i dünyaya hoş görünmek için benden zâhiren teberri ediyorlar, belki tenkit ediyorlar. Halbuki, kurnaz ehl-i dünya, bunların teberrisini ve bana karşı içtinaplarını, o ehl-i dünyaya sadakate değil, belki bir nevi riyaya, vicdansızlığa hamledip o dostlarıma karşı fena nazarla bakıyorlar.

Ben de derim: Ey âhiret dostlarım! Benim Kur’ân’a hizmetkârlığımdan teberri edip kaçmayınız. Çünkü, inşaallah benden size zarar gelmez. Eğer faraza musibet gelse veya bana zulmedilse, siz benden teberriyle kurtulamazsınız. O hal ile, musibete ve tokada daha ziyade istihkak kesb edersiniz. Hem ne var ki evhama düşüyorsunuz?”

İşte biz alınıyorsak, biraz bu endişeyle alınıyoruz. Neden kendinizi cemaat içinde, Nur dairesi içinde tarif etmekten kaçıyorsunuz ki? Neden alınıyor, neyi eksik görüyorsunuz ki? O daire zaten geniştir. Ayrıca camia olmaya gerek yok gibi... Hatta Ekrem Dumanlı’nın saydığı maddelere baksanız, yani bahsettiğin şeyin camia değil cemaat olduğunu sanırsınız. Cemaatin genişliğini anlarsınız. Hatta bakınız yine Mektubat’ta Bediüzzaman dost, kardeş, talebe üçlemesinde Nur dairesini ne kadar da geniş tutuyor:

“İkinci cihet, sırf Kur’ân-ı Hakîmin dellâlı olduğum cihetledir. Bu kapıdan girenleri ale’r-re’si ve’l-ayn kabul ediyorum. Onlar da üç tarzda olur: Ya dost olur, ya kardeş olur, ya talebe olur.

Dostun hassası ve şartı budur ki: Kat’iyen Sözlere ve envâr-ı Kur’âniyeye dair olan hizmetimize ciddî taraftar olsun; ve haksızlığa ve bid’alara ve dalâlete kalben taraftar olmasın; kendine de istifadeye çalışsın.

Kardeşin hassası ve şartı şudur ki: Hakikî olarak Sözlerin neşrine ciddî çalışmakla beraber, beş farz namazını edâ etmek, yedi kebâiri işlememektir.

Talebeliğin hassası ve şartı şudur ki: Sözleri kendi malı ve telifi gibi hissedip sahip çıksın ve en mühim vazife-i hayatiyesini onun neşir ve hizmeti bilsin.”

Bakınız burada daire ne kadar da geniş... Hatta dost dairesi öyle geniş ki, kardeş olmada istediği beş farz namazı edâ şartını onlara şart dahi koşmuyor. İmana, Kur’an’a ve ona dair Sözler’e taraftar olmayı yeterli sayıyor. Yalnız “İstifadeye çalışsın” diyor. O daire bu kadar genişken ve sizin de ekolünüz bu denli Risale-i Nur’dan beslenirken, dairedeki sair kardeşlerinizi incitecek, canlarını acıtacak, belki onları beğenmemezlik ima edecek arayışlara girmeseniz, ne güzel olacak... Hem sadeleştirme meselesi de ortada bu kadar çatlak yaratmışken, çatlağa bir balyoz daha indirmeseniz ne iyi olacak... Düşünsenize, sizin içinizden Risale-i Nur çekilip alınsa, geriye ne kalır? Siz içimizden çekilip alınsanız biz ne kadar kalırız? Ekrem Dumanlı’nın yazısından inciniyorsak biz, belki biraz da bu nedenle inciniyoruz. Yoksa Ekrem Dumanlı bizim her vakit ağabeyimiz, kardeşimizdir.

“Benim camiam, senin cemaatini döver...”

Doç. Dr. Ahmet Yıldız, İletişim Yayınları’ndan çıkan “Ne Mutlu Türküm Diyebilene!” isimli kitabında, yakın tarih konuşulurken yaşanan bir kavram karmaşasına dikkatleri çeker. Millet, ümmet ve kavmiyet kavramları ekseninde yaşanan bu karmaşayı anlatan bölüm, zikredilen kelimelerin Kur’an’daki karşılıklarından uzaklaşılmasıyla manaların yerinden nasıl oynatıldığını, bir kelimenin manasını diğerinin nasıl karşılar hale geldiğini göstermektedir. Örneğin; Kur’an’da millet kelimesinin karşılığı “İslam milleti” iken, daha alt (ve ırksal) bir tasnifin karşılığı kavmiyetçiliktir. (Bugünse biz, kavmiyeti millet kelimesiyle karşılamaktayız.) Ümmet kelimesinin karşılığı ise Hz. Peygamberin (a.s.m.) davetine icabet etmişler (ümmet-i icabe) ve hâlâ davet edilenler (ümmet-i dave) olarak bütün insanlığı kapsar. (Fakat biz onun da karşılığını sadece İslam ümmeti olarak kullanmaktayız.)

Bediüzzaman’ın Lemaat isimli eserinde “Zıdlarda emsal olmuş, suretlerde te­bâ­dül, isimlerde tekabül, makamlarda becâyiş-i mekânî...” ifadeleriyle dikkat çektiği bu kavram karmaşası, bazen kasıtlı ve bazen de kasıtsız olarak kelimelerin yerlerinden oynatılmasıyla, birisinin yerine diğerinin kullanılmasıyla gerçekleşir. Zaten alıntıladığımız bölümden hemen önce de Bediüzzaman buna misal olarak; “Ada­let külâhını, zulüm başına geçirmiş. Hamiyet libasını, hıyanet ucuz giymiş. Cihad ve hem gazâya, bağy ismi takılmış. Esaret-i hayvanî, is­tibdad-ı şeytanî, hürriyet nam verilmiş...” örneklendirmelerini sunar. Bu örneklerden de anlaşıldığı üzere ahirzaman fitnesinin bir yanını, bu kavram karmaşası (kaymaları) oluşturmaktadır. Yanlış şeylere yanlış namlar takılarak ve bunların gölgesinde bir meşruiyet aranmaktadır.

Zaman gazetesi genel yayın yönetmeni Ekrem Dumanlı’nın “Cemaat Değil Camia” başlıklı yazısını okuyunca da her nedense yukarıda alıntıladığım kısımlar geldi aklıma. Sanki o yazıda da kelimelerle oynanarak, kelimelerin altı daha farklı manalarla doldurularak bazı noktalarda meşruiyet (ve belki kurtuluş) kapısı aranıyordu. Belki oradan daha kapsayıcı ve daha üst bir tariflemeye ulaşılmaya çalışılıyordu. Belki daha alt kabul ettiği ve marjinal(!) bulduğu cemaatlerin gılafından kurtularak, kendilerine yönelik son zamanlarda şekillenen eleştirilerden bu şekilde bir sıyrılma endişesi taşıyordu. Elbette de bu yazıdan muradını ancak müellifin kendisi tam olarak bilir. Bizimkisi sadece tahminden ibarettir...

Fakat ben bu noktada (çok da büyük bir müdakkiklik örneği olmamakla birlikte) Ekrem Dumanlı’nın söylediği gibi “ezberci” olmamak için hem camia, hem de cemaat kelimelerinin karşılığını sözlükte aradım. Her zaman işyerimdeki masamda duran Ferit Develioğlu Lügati’nden “camia” ve “cemaat” kelimelerinin karşılığına baktım hemen. Ne tuhaftır ki; bu sözlük, camia kelimesine sadece “topluluk” manasını verirken cemaat kelimesine karşılık olarak da “insan toplulukları” manasını veriyordu. Yani lügate göre de Ekrem Dumanlı’nın tarifi yanlıştı. Camia daha alt, cemaat daha üst bir sınıfı tarif ediyordu lügatte... Belki orada yapılan kelimenin tam anlamıyla “makamlarda becâyiş-i mekânî” idi. Kelimeler yerlerinden oynatılmış, birbirlerinin anlamlarını kuşanmışlardı.

Zaten Metin Karabaşoğlu’nun dün yayınlanan yazısında dikkatleri çektiği hadisin (yetmiş üç fırkayı ve kurtulan tek cemaati anlatan hadisin) içerdiği cemaat ifadesi de sadece marjinal bir grubu değil, bütün grupları kapsayan geniş bir cemaat ifadesini karşılıyordu. (Zaten ehl-i sünnet ve’l-cemaat de bu idi.) Yani bütün bu öğrendiklerime binaen, ezberden konuşan bir başkası değil, Ekrem Dumanlı’nın bizzat kendisi oluyordu. Kelimelerin altını kendisine göre doldurarak, onların tarihsel ve Kur’anî karşılıklarını görmezden gelerek, yeni bir terim icad ediyor ve onunla bir meşruiyet arıyordu.

Meşruiyet aramak kötü değil elbette, son zamanlarda yaşanan tartışmalardan ötürü endişelerini anlıyoruz. Fakat içinden geldikleri ve şimdiye kadar bununla gayet de övündükleri ekole karşı; “Tüh, pis, marjinal!” demeden bunu yapmak, asıl bu önemliydi. Sanıyorum Ekrem Dumanlı, yazısında birtek bunu başaramadı. Belki biraz da bu yüzden bir nebze can yakıcı oldu yazdıkları... Zira biz biliyoruz ki; Ekrem Dumanlı kendilerini nasıl tarif ederse etsin, Nur cemaatinin onların öğretisine katkısı inkâr edilemez. Öteleşmeye çalışsalar da kimse buna inanmaz. Hatta dostlarını geçtim, düşmanları hiç inanmaz. İkinci bir kurnazlık, bir takıyye ararlar bunda. Hasılı; ilk sarsıntıda geçtiğimiz yollardan utanacaksak, biz nasıl dava ehliyiz?

15 Şubat 2012 Çarşamba

Sayısal üstünlük yeterli mi?

Sadeleştirme tartışmaları sürerken şaşırdığım şeylerden birisi de “kemiyet” ve “keyfiyet” arasındaki farkı çok iyi bilmesi gereken kardeşlerimin sayısal üstünlüğü bir ihlas delili olarak kullanmaları... Evet, teveccüh-ü nas bir noktada Allah’ın rızasına bir delil oluşturabilir, ancak bu fert tarafından ancak ümit edilebilir ve bunun ihtimali ile insan kalben avunabilir. Ufkuna çöken yeisin eleminden kurtulabilir. Yoksa bunu kesin çizgilerle ve başkasına dayatır bir şekilde iddiayla söyleyemez. “Siz başarısız oldunuz, yapamadınız, bakınız sayınız az. Biz haklıydık, yaptık, bakınız sayımız çok!” tarzı bir taarruz (belki bir savunma) geçmiş peygamberlerden ve ümmetlerinin azlığından verilen küçücük örneklerle pek çabuk çürütülebilir. Fakat ne yazık ki, Yirminci Lem’a’yı yüz kere okumuş Nur talebeleri arasında bile bu sayısal üstünlük meselesi hâlâ tefevvuk vesilesi olarak kullanılabiliyor.

Mesela bir grup, sayısının çok oluşunu ve dünyanın dört bir yanına dağılmasını, diğerlerine göre, hizmeti ve metodolojisini daha iyi anlama ve uygulama neticesi olarak görebiliyor. Olabilir... Bunu, onların kalplerindeki hiss-i şahsî veya akıllarındaki kanaat-i şahsiye olarak düşünüp müdahale etmiyorsunuz, zaten etmemelisiniz. Kalabilir... Ancak bu insanlar kalplerinde durması gerekeni artık kalplerinde tutmayı bırakarak bir gurur gibi, bir enaniyet gibi kardeşlerine karşı onunla böbürleniyorlar, hatta her fırsatta ezme vesilesi olarak kullanıyorlar, üstünlük dava ediyorlar. İhlas Risalesi’ndeki ifadeyle gıpta damarlarını en ayarsız şekilde tahrik ediyorlar... Yani, enteresan ve hazindir, kişisel ihlaslarında hiçbir sorun yokken, hatta maşaallahları varken, cemaat söz konusu olduğunda o ihlası ayaklarının altı yapabiliyorlar...

Bunun çok örneğini gördüm, yaşadım. Pekçok benzeri de sadeleştirme konusunda yaşanıyor... Hatta sadeleştirme işini yapan gruptan konuştuğum birisi, duyulan tepkilerden teessürümü izah ederken bana şuna benzer birşey söyledi: “Tepkiler boş. Şimdi bu kitaplar yok satıyor. Ben de alıp arkadaşlarıma dağıtacağım. Onların yaptıkları bizi etkilemez. Biz yine başarırız!” Doğru söylüyor, diğer cemaatlerin sayısı düşünüldüğünde hakikaten bu tepki onların gücündeki bir cemaati etkilemez. Ama biraz derunî düşününce tepki gösterenler arasında Bediüzzaman’ın bizzat hizmetinde bulunmuş insanların olması, birazcık duygulanmamıza; “Acaba bu meseleyi daha farklı çözebilir miydik?” diye düşünmemize vesile olamaz mı? Yani sadece bu kadarlık bir hislenme, bir duygulanma... Yapamaz mı? Ama yok, o kardeşimin suretine baktım. Sanki o tepkilere rağmen bu kitabın çok satıyor oluşuyla ayrıca övünüyor gibiydi. Daha da keyiflenmişti.

Kitapların satılması, okunması elbette güzel. Fakat hiçbir kitabın satışı bir tefevvuk vesilesi değil. Yani şöyle fitneli bir meselede başarılı olmak, başaramamak bence hiç ehemmiyetli değil. Zira böyle bir kavganın kazananı olmaz. Şu şahit olduğumuz şey, sanıyorum Nur talebeliğinin birkaç ekolü arasında ciddi bir kırılmadır. Zannetmiyorum ki, bu yara kolay sarılsın. Belki Hocaefendi güzel bir açıklama yapsa, belki... Ha, şu da yanıltmasın: Belki Hocaefendi cemaatinin gücünden dolayı bir kısım Nur talebeleri bu işe kısık sesli tepkiler verebilirler. Ekonomik çıkarlar susturucu bir etki yapabilir. Fakat emin olun, bunlar söylenmeye, gıybet edilmeye, insanlar konuşmaya ve kınamaya devam edecekler. Keşke Nur talebeleri olarak dünya ile kurduğumuz diyaloğun onda birini kendi aramızda farklı fraksiyonlar arasında kurabilseydik. Ama ne gezer... Dünyayı ıslaha çıkmışız, daha nefsimizi ıslah edememişiz. Herkesle maşaallah diyaloğumuz var, kendi içimizde sıfır... Ne yapalım, kader böyleymiş(!)

12 Şubat 2012 Pazar

Risale-i Nur sahiden anlaşılmıyor mu?

Olcay Yazıcı Hoca’nın, bazıları bugün rahmetli olmuş, pekçok isimle yaptığı röportajlardan oluşmuş bir kitabı var, Etkileşim Yayınları’ndan 2007 yılında yayınlanmış. İsmi; Irmaklar Sonsuza Akar... Bu kitaptaki röportajlardan birisinde rahmetli edebiyat profesörü Mehmet Kaplan’ın bir tespiti var. Diyor ki, Mehmet Kaplan Hoca orada özetle; “Bizim bu halimizin bir sebebi de okuduğumuz ortak kitapların olmaması... Bir kültür, bir hars ancak ortak okunan metinler sayesinde oluşur, gelişir. Bir toplum, ancak ortak okuduğu metinler varsa aynı dili konuşabilir. Biz bunu ihmal etmişiz. Ondan nesillerin arası kopuk...”

Bugün Ali Çolak Hoca’mın Zaman gazetesinde çıkan yazısını okurken bu cümleler geldi aklıma, bilmiyorum neden? Gerçi, yazının geneline baktığımda hak verdiğim birçok noktası olduğunu gördüm. Mesela tenkitte seviye ve insaf konusu ki, hakikaten hicran misal bir yaradır. Hatta benim yaşıtım, kuşağım birçok Nur talebesinin ciğerinde bir yaradır ki, canımız yanıyor da hiçbir şey yapamıyoruz. Maalesef, hem binler maalesef ki, ne zaman cemaat içinde böyle bir anlaşmazlık peyda olsa; bazılarımız birbirlerine kafirlerden bile amansız saldırıyorlar. Sanki memur oldukları şey suizanmış gibi davranıyorlar. O yönüyle hem Ufuk Yayınları’nın, hem Hocaefendi’yi sevenlerin yerden göğe hakları var ki, bizden şekva etsinler. Doğru, biz seviyemizi iyi belirleyemedik. Eleştirirken de hem insafsızlık ettik, hem incittik. Haklı olduğumuza inansak bile uygulamada haksızlık ettik...

Lakin bu noktalarda Ali Çolak Hoca’ya hak vermekle birlikte yazısının tamamına katılıyor değilim. Zira orada aslında yanlış bir zemin üzerine yine yanlış bir temellendirme yapılıyor. İletişim Yayınları’ndan çıkan Zaman İçinde Bediüzzaman kitabının ilk kısımlarında önemle dikkat çekildiği gibi; biz Nur talebeleri bir noktada pek fena bir hataya düşüyoruz. Karşımızda bir duruş sergileyenlerin enformasyonlarını ve kabullerini, kendi tahkiklerimizmiş gibi algılayarak üstüne kendi yorumlarımızı bina ediyoruz. Mesela orada (o kitapta) bu durum Kürt Teali Cemiyeti’ne bakışımız açısından masaya yatırılıyor ki, bence o tahlil bizim adımıza pek hazindir. Hem reddedilmezdir...

İşte burada bence Ali Çolak Hoca da bir yanlış kabulün üzerine fikrini bina ediyor. Risale-i Nur’un anlaşılmaz olduğu bizim görüşümüz değildir. Bilakis, biz aksine Risale-i Nur metinlerinin, müellifinin Muhakemat’ta söylediği gibi, dikkat olan mehirleri verilirse pek güzel açılabildiğini düşünmekteyiz. Ki nitekim Risale-i Nur metinlerinden çok güzel açılımlar, yorumlar, hakikatler devşirenlerimiz de var ve çok sayıdalar... Hem müellifinin tek başına sürgün edildiği Barla gibi bir yerden onu bütün dünyaya yayan da yine bu metinlerin fikre açık oluşu... İstifadeye medar oluşu... Eğer biz gerçekten böyle anlaşılmaz olduğunu düşündüğümüz metinler okuyor olsaydık bugün bu sayıda ve gayrette olabilir miydik? Bunu birazcık da kalbimize, vicdanımıza, kabullerimize soruyorum.

Risale-i Nur’un yeni kuşaklar tarafından anlaşılmaması meselesine gelirsek, bence bu metinlerin problemi değil, cemaatlerin problemidir. Metinlere insanları yaklaştırma açısından yeterince emek ve çaba sarf edilmediğinin göstergesidir. Bunu, en azından yaşadığım kadarıyla, Nur talebeliğinin Hocaefendi ekolünün içerisinde yaşadığım şeylerle analiz edeceğim. Allah, haksızlık etmekten korusun.

Ben ortaokul üçüncü sınıftan lise ikiye kadar Hocaefendi cemaatine bağlı ağabeylerle yakın temas içerisinde oldum. Allah razı olsun, emekleri çoktur üzerimde. Onlar sayesinde Fen Lisesini de kazandım. Fakat kader, belki nasibimin oradan olamayışı beni farklı yönlere itti. Bir dönem ciddi çalkantılar geçirdim manevi hayatımda... Cevaplayamadığım çok sorum vardı, çözülmüyorlardı. Samimi söylüyorum; ne Hocaefendi’nin kitapları, ne ağabeyler çözüm olamıyorlardı. Fakat (yıllar sonra) ne zaman ki, Kenan Demirtaş Hoca’nın bir Risale dersinde ondan kırk beş dakika Nurları dinledim; o sohbetten sonra hayatım değişti. Bütün külliyatı baştan sona okumam yaklaşık dört ayımı aldı. Okudum, okudum, okudum...

Hiç unutmuyorum, dersten çıkınca beni derse götüren ağabeyime söylediğim cümle şu olmuştu: “Risale-i Nur böyle bir kitap mıymış ya?” Hakikaten afallamıştım. Zira Hocaefendi cemaatindeki ağabeylerimle, kardeşlerimle beraberken Risale-i Nur görmek, elime almak, okumak yine nasip olmuştu; fakat hakikaten bir tek Risale-i Nur dersi görmemiştim. Bir tek kere bile Risale-i Nur metinlerinin böyle yorumlandığını dinlememiştim. Hatta Risale-i Nur metinlerinin yorumlanabildiğini, açılabildiğini bile tahmin etmemiştim. Benim için onlar sadece kitaplardı. İyi ve faydalı kitaplar. Her kitap gibi kitaplar... O kadar... Kur’an tefsiri olduklarını bile bilmiyordum. Muhtemelen bize gözetmenlik yapan ağabeyler de pek külliyat bilmiyorlardı. Sivas’ta Hocaefendi cemaatine bağlı ne kadar ev gezdim, organizasyonda bulundum; inanın anımsamıyorum, hiçbir Risale dersi görmedim, işitmedim.

Ama Allah razı olsun, Hocaefendi’nin ve başka hocalarımızın kitaplarını da okudum. Ve hakikaten, Allah hepsinden razı olsun, istifade ettiklerim de oldu. Ama kesinlikle Risale-i Nur’un öyle bir eser olabileceğinin kokusunu koklatmadılar bize. Belki istediler, kendileri de donanımlı değillerdi. Bu yüzden metinlerle aramız hep soğuk kaldı. Fakat o zamana kadar bir tek Risale-i Nur eserini alıp hitamına erdirmemiş olan ben, sadece kırk beş dakikalık bir ders sonucu, dört ay içinde külliyatı bitirdim. Şimdi bazılarını sekizinci, dokuzuncu kez okuyorum, doyamıyorum... Allah doymak bildirmesin.

Ben şimdi yaşadıklarımdan, gördüklerimden hareketle Ali Çolak Hoca’ma sormak istiyorum. Ama kardeşi gibi, kendilerini seven, ciğerine bassa oh demeyecek bir kardeşleri gibi sormak istiyorum: Hocam, siz elinde bu kadar güçlü kaynaklar olan, eğitimcilik yönü bu kadar kuvvetli bir cemaat olarak, acaba Risale-i Nur metinleri üzerinde (ama gençleri ona çıkarmaya yönelik) hiçbir çalışma yürüttünüz mü? Yani halka yönelik, gençlerin o metinlere ulaşmasına ve bir kültür birliği oluşmasına yönelik bir çalışma...

Bakınız, bugün dünyaya Türkçe konuşturarak büyük hayallerin peşinde koşmakta, hatta gerçekleştirmektesiniz. Okullarınızla neler neler başarılabileceğini hepimize göstermektesiniz. Yani anlamıyorum, dünyaya Türkçe öğretmek, Risale-i Nur’daki birkaç kelimeyi öğrenmekten/öğretmekten daha mı kolay? Yahut Türkçe bilenlerin Risale-i Nur okuması, dünyanın Türkçe konuşmasından daha mı zor?

Halbuki sizler, köklerimizle olan bağlılığımıza bizden daha düşkün, daha iştiyaklı idiniz. Hem okuduğunuz, hem yaydığınız kitaplar bunun iddiasında idiler. İnanıyorum, bunu istiyordunuz. Şimdi neden, hem de böylesi bir kitapta bu iddiadan vazgeçtiniz? Yapılmaz demiyoruz; yapamazsınız, hakkınız yok da demiyoruz; Risale-i Nur Kur’an’ın malıdır, o yüzden bütün ümmetin hakkı var. Fakat Risale-i Nur metinlerine gençleri çıkarmak adına daha muhteşem şeyler, seminerler, TV programları, olimpiyatlar yapabilecekken; neden burada böylesine kolaycılığa saptınız? Sahi beş yüz kelimenin anlamını öğretmek bu kadar zor muydu?

Burada benim üzüldüğüm birşey varsa, o da ortak konuştuğumuz bir dili, bir kitabı yavaş yavaş yitiriyor oluşumuzdan dolayıdır. Evet, haklısınız, gençler Risale-i Nur’u anlamıyorlar. Ama Risale-i Nur ağır olduğu için değil, onları omuzlarına alıp Nurdan metinlere çıkarabilecek ağabeyleri olmadığı için anlamıyorlar. Kimi sadeleştirmeye kaçıyor, kimi sadece yüzünden okuyor, pek azı hakikaten bir öğretmen gibi metni izah ediyor. Size azıcık sitem etme hakkımız varsa, bunun üzerinedir. Haddim olmadan ettim, ağabeyimsiniz, hakkınızı helal edin. Fakat şu yaşananlardan cidden ciğerimiz yanıyor. Yanıyor da hiçbir ağabeyimize derdimizi anlatamıyoruz.

6 Şubat 2012 Pazartesi

Dünyaya Türkçe konuşturdunuz da bir Risale-i Nur'un diline mi bizi çıkaramadınız?

Benim bu noktadaki duruşumu önceki yazılarımdan bir nebze anladınız: Kendi adıma sadeleştirmeyi doğru bulmuyorum, ama bir başkasının sadeleştirmesine de “Vay densiz, bunu neden yaptın şimdi?” tarzında bakmıyorum. Zira bu ihtiyacın dışarıdan değil, içeriden gelen bir sesin yankısı olduğunu düşünüyorum. Hal böyle olunca da hazır durum sadeleştirme yapanları düşman ilan etmek gibi bir fikri kalbime, zihnime vermiyor. Onları düşman değil, kardeş gibi görüyorum. İkisi beraber olmuyor. Zaten ben ikisini birden kalbimde istemiyorum. Kardeş bana yetiyor...

Fakat bu noktada kardeşlerimi kardeş bilmem, onlara birazcık serzenişte bulunmama mani değil. Mesela şu noktada kardeşlerime biraz kırgınım: Siz ki, tüm dünyaya Türkçe konuşturan, bunun bilmem kaç ülkede, kaç senedir tekrarını yapan, büyük büyük organizasyonlara imza atan bir cemaatsiniz. Büyüksünüz, kemiyeten de büyüksünüz, keyfiyeten de büyüksünüz. İnkâr etmiyoruz. “Kim bunlar? Daha dünkü çocuklar! Ne anlarlar?” falan demiyoruz. Sizi kesinlikle kendimizden öte görmüyoruz. Lakin böyle büyük bir güce sahip olan sizler, evet sizler, acaba bu milletin gençlerinin fikrini Risale-i Nur’un diline daha yakın bir hale getiremez miydiniz? Böyle organizasyonlar tertip edemez miydiniz? Risale-i Nur olimpiyatları düzenleyemez miydiniz? Bunun seferberliğine giremez miydiniz?

Ama hayır, bunu yapmadınız. Metni sadeleştirdiniz, yalınlaştırdınız. Bizi o semaya çıkarabilecekken, semayı aşağıya indirdiniz. Bunu yapmaya imkan sahibiydiniz halbuki... Sayınız çoktu, kaynağınız çoktu, imkanlarınız bizden kat kat çoktu. Bakınız, bunlardan dolayı sizi eleştirmiyoruz, siz bizim kardeşimizsiniz. Okullarınız var, öğrencileriniz var, dersaneleriz var. Kanallarınız, şirketleriniz, holdingleriniz var. Belki bu ülkenin en büyük eğitim organizasyonu Milli Eğitim Bakanlığı’ndan sonra sizin kontrolünüzde... Sizler, evet sizler, böyle bir eğitim organizasyonuna sahipken bizi neden Risale-i Nur’un semasına çıkmaya yönlendirmediniz? Neden semayı aşağıya indirdiniz? Neden buna heves ettiniz? Bu kolaycılık olmadı mı?

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi’nin bir kitabını bazen beş editörle yayına hazırlıyorsunuz. O beş editör, beş kişi bir oluyorlar da metni sadeleştiremiyorlar mı? Ben kendi adıma söyleyeyim, bana Hocaefendi’nin kitapları Risale-i Nur metinlerinden daha ağır geliyor. Bazı kitaplar daha anlaşılmaz duruyor. Fakat bugüne kadar Hocaefendi’nin hiçbir kitabını sadeleştirmeye teşebbüs etmediniz. Metinler, olduğu gibi duruyor. Peki, onun kitaplarında denemediğinizi, neden bizim kıymetlimizde denediniz, canımızı yaktınız, içimize bu fitneyi saçtınız, bazılarımızı ağlattınız?

Şimdi bu çıkan yangından sizin payınıza hiçbir şey düşmez mi sanıyorsunuz? Herkes birbirine beddua ederken, gıybetini ederken, kardeş kardeşin etini dişlerken; sizin hanenize de puanlar yazılmaz mı sanıyorsunuz? Yoksa “Niyetimiz hayır” deyip teselli mi buluyorsunuz? Hayır, hayır, teselli bulmamalısınız. Şu insanların onca feryadına biriniz çıkıp; “Tamam, hata olmuş, kapağına bir dahaki sefere sadeleştirilmiş yazacağız!” bile demediniz. Belli ki, demeyeceksiniz. Ben olsam, ben kimim ki ya, ama yine de sizin yerinizde ben olsam; şu canı yananların hatrına bir iki sakinleştirici söz söyler, bir iki şeyi değiştirebileceğimi beyan ederdim. Ama yok, siz bunu da söylemediniz. Şimdi bu ateş iki tarafı da yakıyor...

Büyüğüz, güçlüyüz, kalabalığız, zenginiz diyorsunuz belki... Belki diğer kardeşlerinizi de kendinize muhtaç biliyorsunuz. Belki sizden hariç başka emanetçiler olduğunu da görmezden geliyorsunuz. Keşke böyle olmasaydınız. Böyle yapmasaydınız, bu mesele daha sakin halledilebilirdi. Daha az can yakıcı olabilirdi. Daha kavgasız, gürültüsüz olabilirdi. Herkes razı edilebilirdi. Şimdi; “Biz yaptık oldu” diyorsunuz. Oldu, evet oldu kardeşim, oldu; ama bir bak amel defterlerimize, nasıl oldu? Birbirimizin etini dişlemekte yamyamları geçtik, işte böyle oldu.

4 Şubat 2012 Cumartesi

Yakın tarihle neden hesaplaşmalıyız?

Emekli Askerî Hakim Yusuf Çağlayan, Nesil Yayınları’ndan çıkmış olan kitabı Darbeci Kuşatma’da birşeye önemle vurgu yapar: Darbeci zihniyetin kodlarına... Hatta kitabının bölümlerinden birisini (son bölümünü) bu başlık oluşturur. O bölümde Yusuf Çağlayan Hoca, olabilecek darbeleri engellemenin tek yolunun; darbeci zihniyetin arkasındaki zihnî kodlanmaların temizlenmesi sayesinde mümkün olabileceğini söyler. Hatta bunu (yani bizdeki darbecilik hastalığını) alıp Ernest Renan gibi Avrupalı düşünürlerin oluşturdukları “izm”lerle alakalandırır. Onların oluşturduğu felsefî akımların nasıl zihinleri böyle suistimallere açık hale getirdiğini anlatır...

Ben de bu noktada Yusuf Çağlayan Hoca’nın bu tespitlerine büyük haklılık veriyorum. Hatta sırf bu nedenle bile olsun yakın tarihin kirli, karanlık noktalarıyla ve onların arkasındaki zihniyetle hesaplaşmamız gerektiğini düşünüyorum. Bu noktada Mektubat’ta da geçen; “Allah bir topluluk için hayır murad ettiğinde, onlara nefislerinin ayıplarını gösterir” (el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, 1:81) hadisini çok manidar buluyorum. Evet, bizler belki de Allah’ın haklarında hayır murad ettiği o topluluğuz. Ve Allah, bugün bize, yakın tarihin karanlık noktalarıyla yani nefsimizdeki ayıplarla hesaplaşma imkanı veriyor. Kafatasları, suikastler, darbe planları, soruşturmalar hep bunu ifade ediyor...

Böyle bir hesaplaşma zihniyetin kodlarının temizlenmesi açısından mühim. Zira onlar, o karanlık olaylar, Diyarbakır’daki kafatasları, Hrant Dink suikasti; Dersim, Menemen hadiseleri ve saire aydınlatılmadıkça kodların gizli kalması, kendilerini açık etmemeleri mümkün. Bazıları, suçluların büyük bir kısmının ölmüş olduğu böylesi bir durumda eski defterleri neden tekrar be tekrar açıp, dillendirip durduğumuzu soruyor olabilirler. Onlara da bu cevabı veriyorum: “Biz bu olayları, arkasındaki zihniyetin ölmesi için kovalıyoruz. Amacımız bu... Yapmaya çalıştığımız şey; sadece Ebu Leheplerin ellerinin kırılması değil, ayette dendiği gibi ellerinin kuruması. Onları yetiştiren yatakların, membalarının kuruması, dezenfekte edilmesi...”

Hatta bu noktada yine Mektubat’ta (On Beşinci Mektup) geçen; “Sahabeler nazar-ı velayetle müfsitleri neden keşfedemediler? Ta, Hulefa-yı Raşidinin üçünün şehadetini netice verdi?” sualine Bediüzzaman’ın verdiği cevabın ikinci makamı da, bana, çok muhteşem mesajlar da içeren bir metin gibi görünüyor. Orada Üstad’ın bu olayların birkaç münafık yahudinin işi olmadığını vurgulaması, arkasında kırılan millli gurura ve fikr-i milliyeye dayanan bir zihinsel kodlamanın olduğunu söylemesi ve hatta o münafıklar bilinseydi bile bu yaranın ıslahının mümkün olmadığını belirtmesi çok manidar geliyor... Ki aynı paragrafta Üstad Hazretleri şöyle bir cümle de kullanıyor:

“Demek, o hadisatın önünü almak, o vakitteki hayat-ı içtimaiyeyi ve muhtelif efkârı ıslahla olurdu. Yoksa, bir iki müfsidin keşfedilmesiyle olmazdı.”

İşte arkadaşlar, biz de bunu yapmaya çalışıyoruz. Yani bugün bu yakın tarih hesaplaşmalarıyla bir zihniyet, bir zehirli ortam kurutulmaya çalışılıyor. Kem neticeler ve kötü sonuçlar ortaya konularak o fikrî arkaplan öldürülmeye gayret ediliyor. Bu nedenle bizim de yakın tarihin hataları üzerinde bu kadar tahdişat yapmamız garip görülmesin. Bu olaylar sadece bir Ogün Samast, bir İsmet İnönü, bir Mustafa Muğlalı, bir Mustafa Kemal hadiseleri değil. Arkasında ve arkalarında ıslah edilmesi gereken muhtelif efkâr var. Dehşetli ekoller var, herdem böyle neticeler vermeye münbit zeminler var. Zihinlerle savaşalım, kişilerle değil.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...