‘Çok kimlikli olmanın kökenleri’ yazıları, benim nicedir açlığını duyduğum, ‘birisi yazar’ diye beklediğim bir alana tekabül ediyor aslında. Gülen Hareketinin, Risale-i Nur mesleğinden ayrıldığı noktalar ve bunların sonuçları üzerine bir basit yazı dizisi. Ne kadar başarılı olduğu tartışılır, fakat nihayetinde birşeylerin altını çizmeye çalıştığı için değerli. Altını çizdiği şeylerle, daha sonra kendisinden sanılmakla Nurlara sürülecek bir çamuru, onun pâk teninden silmeye çalışıyor. Ve Metin Karabaşoğlu, Yusuf Kaplan, Senai Demirci gibi birkaç isim hariç, kalem oynatmaya/söz söylenmeye korkulan bir alanda, daha sonraki kuşaktan birisinin de bu yönlü itirazları olduğunu göstermeye çabalıyor. Hem de ortaokul-lise yıllarını camianın içinde geçirmiş ve hâlâ iş/aile bağları dolayısıyla onlarla organik teması kesilmemiş birisi tarafından yapılıyor bu eleştiriler. Uzaktan bakan birisinin sözleri değil.
Bu farkları göstermek neden ehemmiyetli? Bu sorunun cevabıyla başlayalım. Öncelikle; Gülen Hareketi, kendisini, Bediüzzaman’ın Risale mesleğinin devamı ve hatta emanetinin bu zamandaki sahibi olarak görüyor. Hatta bu noktada cemaatin sahip olduğu kurum/kişi sayısı üzerinden Bediüzzaman’ın bizzat hizmetinde bulunmuş talebelerin dahi onu anlayamadığı tarzı bir argüman üretiliyor. İçten içe “Allah bizi galip/çok kıldı. Çünkü Bediüzzaman’ın emaneti aslında Hocaefendi’de!” tarzı, şer’i anlamda dayanaksız, belki ancak rüyalara ve bazı mistizm yüklenmiş şeylere zorla dayandırılabilen savlara sahipler. (Örneğin; Bediüzzaman’ın babasının ismi Mirza, Hocaefendi’ninki Ramiz. İkisi de aynı harflerle yazıldığından... gibi.) Hatta bazı uydurulmuş menkıbelerle/hatıralarla da besleniyor bu anlayış. Bazı örneklerini daha evvelki yazılarımda vermiştim. Tekrar etmeyeceğim.
Bu aslında Gülen’in kurnazlığı bence. Bediüzzaman’ın bu topraklarda sahip olduğu temiz miras üzerinden kendi mesleğini inşa etmenin bir yolu. Hocaefendi, bu miras üzerinden nüfuzunu arttırmaya çalışmasa, böyle geniş kitlelere ulaşabilir miydi? Mümkün değil. Çünkü çoğu yerde ona yol verenler, oralarda Nur hizmetini yürütenler oldu. İzmir’de başlattığı hareketi ele alalım mesela. Mustafa Birlik abi gibi, o bölgede zaten etkin hizmetler yürüten birilerinden destek almasa, Gülen bu noktaya gelebilir miydi?
Yargılanırken Nurculuğunu inkâr etmesi ve ardından kendi yolunu çizmek için yaşadığı ayrılık. Bundan sonrası aslında Gülen ve takipçilerinin kimliklerindeki büyük kırılmanın başlangıç noktasıdır. Gülen, o andan sonra, her zaman iki kimliklidir. Bir yönüyle Bediüzzaman’ın hizmetinin bu zamandaki söz sahibidir(!); diğer yanda ise, kendisinin Bediüzzaman’la irtibatını anlatan bir yazıda (ki kendi sitelerinde de yer almaktadır bu yazı) söylendiği gibi; Risale-i Nur, onun okuduğu kitaplardan bir kitaptır ve sırf onu okuduğu için Nurcu sayılmamalıdır. Çünkü o çok başka isimleri de okumuştur.
Buradan başlayan kırılma, daha sonra Gülen’in ele aldığı her kavram veya ideoloji karşısında iki dilli konuşmasına neden olmuştur. Gayrı neyi elinize alsanız, en aşağı iki Gülen bulursunuz karşınızda. Batı’yı eskiden beğenmez, çok sert eleştirir; ama sonra beğenir, hatta orada yaşar. Okumak için başını açmaya önceleri şiddetle karşı çıkar, ama sonra fürûat deyip fetva verir. Doğum tarihini 11 Kasım 1938 olarak lanse edip Kemalizmi bitirecek adam gibi alttan alta tanıtmasına rağmen kendisini, sonradan Mustafa Kemal’e hoşgörüyle bakılmasını ister. Hatta din dostu görmeye başlar. Daha bunun gibi her neye el atsanız, Gülen’in iki hatta daha fazla yüzüyle, kimliğiyle ve söylemiyle karşılaşırsınız. Mavi Marmara’da büyük puntolu beyanatlar verip “Otoriteye itaat etmeleri lazımdı” diyen adam, Gezi olayları başladığında otoritenin adını bile anmaz. Hatta eylemcilere cesaret verecek argümanlar kullanır.
İşte ben de bu çift dilli yerleri, hassaten Bediüzzaman’ın takip ettiği omurgalı yoldan ayrıldığını noktalarda teşhis etmeye çalıştım bu yazılarla. Bir yandan Bediüzzaman’ın mirasçılığı savunulurken aslında onun mirasına nasıl ihanet edildiğini göstermeye gayret ettim. 10.’sunu yazıyorum bugün bu yazıların. Başlarken 5 tane yazmayı planlamıştım. Sonra 7 oldu. Sonra 10. Daha da yazılabilir. İnşaallah ileride daha sağlam yazılarla ve daha ince araştırmalarla yapanlar da çıkacaktır. Benimkisi onların girizgâhı kabilinden birşey belki. Ön adımlardan birisi.
Kurumların kutsallaşması, istiğna mesleğinden uzaklaşma, kemiyetin (niceliğin) yükselişi, şebperestlik, Kemalizmin içselleştirilmesi, kişi merkezlilik, seçilmişlik algısı, abilerin ağalaşması ve dindarların memurlaştırılması... Bunun yanısıra yazılmasını arzu ettiğim, ama kendim yapmaktan vazgeçtiğim birkaç şey daha var. Mesela; ‘tedbir’i nasıl izzetsizliğe, dönekliğe ve bazen de casusluğa varır bir tarzda yorumladıkları ve uyguladıkları; ama Bediüzzaman’ın nasıl bunun tersi izzetli bir tedbir anlayışına sahip olduğu üzerinde durmak isterdim. Yine ‘istişareyi’ nasıl asıl manasından uzaklaştırıp avamın iradesini ellerinden alma/yönlendirme aracı olarak kullandıklarını da yazmak istiyordum. Ve yine Bediüzzaman’ın metinleri tefekkür ve marifet odaklıyken, Gülen’in metinlerinin hareket ve aksiyon odaklı olduğu üzerine birşeyler karalayacaktım. Fakat inadım bitti. Son bir tanesini daha ele alıp bu seriyi burada bitirmek istiyorum. Altın Nesil meselesi...
Altın Nesil ilginçtir bence. Çünkü ortaya çıkışı aynı zamanda Fethullah Gülen’in Nur hareketinden ayrılıp kendi yolunu çizdiği döneme rastlar. Gülen, 1975’te, İzmir’de Altın Nesil konferansında onu şöyle anlatır: “....Yunanlı bir şey bekler: O dünyayı kirden, pastan kurtaracak bir Heraklit bekler. Hristiyan insanlığı kurtaracak Mesih intizar etmektedir. Alevî de bir gayb imam, ‘muntazır imam’ beklemektedir. Biz de bir şey bekliyoruz. Eğer onu beklememizde Allah nezdinde bir mahsur yoksa; hem içini, hem dışını fetheden ‘altın nesil’ bekliyoruz...”
Daha başka metinlerde, Altın Nesil, Mehmet Akif’in Âsım’ı, Tevfik Fikret’in Haluk’u gibi şeylere de bağlanır. Fakat burada asıl ilginç olan; Gülen’in bu Altın Nesil’inin Kur’an’da ve sünnette bir dayanağı olmayışıdır. Yani ışığını onlardan almaz. (Yukarıdaki örneklendirmelerde de misaller Yunanlılar, Hristiyanlar ve Alevîler üzerinden yapılır.) Belki yukarıdaki örneklere yakın, ahirzamanda gelecek bir kişiden, bir Mehdi’den sünnet içre bahsedebilebilir. Fakat yine de topyekûn bir Altın Nesil idealinin içinin sünnetten beslendiği söylenemez. Çünkü İslam’da, müslümanlık, şu an yaşanamayacak, ancak ileride bir Altın Nesil’in hakikatine erebileceği birşey değildir. İslam’ın işi bugünledir. Bugünün hakkını vermek iledir. Yarın ise takdir-i Hüda’ya bırakılmıştır. Yarın gelecek bir nesil uğruna bugünden vazgeçilemez. Hatta eğer bir Altın Nesil’den bahsedilecekse, buna layık ancak Asr-ı Saadet dönemi olabilir. Çünkü onlar zamanlarının hakkını en çok verenlerdir.
Burada bir nefes alalım. Sizi Orwell’ın Bir Peri Masalı: Hayvan Çiftliği kitabına götürmek istiyorum. Okuyanlar bilirler, ama azıcık anlatayım: Aslında eser, fantastik bir öykü içeriyor. Çiftlik şartlarından rahatsız olan hayvanlar, en zekileri domuzların başkanlığında direnişe geçiyorlar ve çiftliği ele geçiriyorlar. Daha sonraları ise çiftlik içinde, kendi aralarında yaşadıkları olaylar, tüm hayvanlarını etkileyen yönleriyle aktarılıyor. Acı, kandırılma, ihanet, fedakârlık, hayaller, hayaller. Daha iyi bir gelecek için bugün çektirilen çileler, sonuç için süreçte yapılan fedakârlıklar. Daha güzel günler görmek hayaliyle yola çıkan devrim, en nihayet daha kötü bir düzene ulaşmış olarak sonlanıyor.
Ben de işte Orwell’ın Hayvan Çiftliği’ni okuduğumdan beri düşünüyorum: Hayaller, bugünün mahvedicisi olabilir mi? Hedef ne kadar güzel olursa olsun, en nihayetinde seni bugünden vazgeçmeye yönlendiriyorsa, oradan bir ütopya doğuyor. Bugün olmayacak, gelecekte seni ve sen gibileri kuşatacak (o da belki) bir ütopya. Ütopyaların öyle tatlı, öyle şehvetli bir yanı var ki; insanlar onlar için seve seve bugünlerinden vazgeçiyorlar. Fedai haline gelebiliyorlar. Belki Orwell’ın Bir Peri Masalı olarak isimlendirdiği bu karaütopyanın özünde de aynı hayalperestlik yatıyor. Düpedüz masal bu çünkü. Gelecekte daha güzel günler görmek için bugününden vazgeçen hayvanlar, en nihayet ne geleceğe ulaşabiliyorlar ne de bugünden nimetlenebiliyorlar. Bir baskı rejiminin yerini bir başka baskı rejimi alıyor. Vesayetin yerine vesayet geçiyor. Emek, sürünmeye devam ediyor.
Orwell’ın Hayvan Çiftliği’ni yalnızca bir komünizm, bir Sovyet Rusya eleştirisi olarak okumak çok yanlış. O aslında Bir Peri Masalı ile kandırılan tüm ideoloji mağdurlarını anlatıyor bu romanında. Yalnızca Batının sorunu değil kandırılmışlık. Mesela âlem-i İslam içinde bile çokları, gelecekte kurulacağı ümit edilen, tasavvur edilen, belki taakkulda bile yeri olmayan şeyler için gençlerini, senelerini feda ediyorlar. Bakıyorsunuz; her sapkın ideoloji önce kapınızı kendi ütopyasıyla çalıyor. En nihayet bir tasavvur sarıyor hayatınızın her yerini. Bugünü görmezden getiren bir ütopya. Davanızın her yeri aslında ütopyalardan oluşuyor. Zaten dava da özünde sanki bir ütopya. İnsanlar dava adamı dediklerinde iyi bir mümini kastetmiyorlar. Bir ütopyası olan ve bu ütopya için bugününden vazgeçen adamı kastediyorlar.
İşte o zaman ben Bediüzzaman’ın “Mahrem bir suale cevaptır...” kısmında söylediği ‘tasavvur değil tasdiktir’ sözünü anımsıyorum. Bu yolun, bu yolun yolcusunun tasavvurlarla meşgul olmadığını, tasdik dairesine kadar çıkabilmiş, elle tutulur ve akılla kestirilir bir yolda koştuğunu anlıyorum. Bu yüzden belki Bediüzzaman’ın ayakları hep yere sağlam basıyor gibi geliyor bana. Onun böyle ütopyaları yok çünkü. Bir bahardan bahsediyor, evet. Ama asla bunu başkalarının yaptığı gibi tasavvura dökmüyor. Başkalarının hayal ettiği gibi imparatorluklar, altın nesiller, devletler kurup dağıtmıyor. Bir bahar gelecek diyor sadece. Bir bahar, ama nasıl belli değil. Ve en önemlisi; o bahara erişmek için bugünden vazgeçmek gerekli değil.
Sahabe mesleği nedir? Bu meslekte olduğunu söyleyenlerin bile tüm köşelerini bildiği birşey değil sahabe mesleği. Sahabe, ütopyası olan insan mıdır? Yoksa onların yaptığı, bugünü, Asr-ı Saadet kıvamında yaşama telaşı mıdır? Bugünlerde böyle sorular sorasım çok var. Kur’an’ın bir ütopyası var mı? Yoksa onun derdi, müminin bugününün rıza dairesi içinde yaşanması mı? Yarınları ise tevekkülle Onun takdirine bırakması mı? Kur’an’ı okuyunca müslüman olmak ne kadar kolaylaşıyor. Başkalardan İslam’ı işitince ne kadar ağırlaşıyor. Herşey ne kadar karışıyor vahiyden insana gidince. Sorularım çok bugün. Peki ya cevaplar? Hepimiz birilerinin faziletinin esiriyiz. Birileri her zaman bizden ütopyaları için bugünden vazgeçmemizi istiyor.
Bence Gülen’in ‘sapmaları’nın en büyük nedenlerinden birisi de bu: Tasdik yerine tasavvuru yerleştirmesi. Bir hayal uğruna hakikatten tavizler vermesi. Halbuki bu yol, husulumeşkuk bir sonuç için, süreç içinde kırılmalara neden oluyor. Olup olmayacağı Allahın takdirinde birşey için bugünden vazgeçebiliyorsunuz böylece. Ve tâbilerinizi de böylece köleleştirebiliyorsunuz. Çünkü ütopya köleleştirir. Yarın için bugününüzü ister sizden. Afyondur, zincirdir. Her ütopya bir yalancı cennettir. Önden giden atlı olmanızı ister. Fedai olmanızı ister. Fakat sonra yola çıktığınız yerden ne kadar sapmış olduğunuzu farkettirmez. Çünkü ‘hareket’ odaklıdır. Düşünmeden deli gibi hareket. Hareket odaklıdır Gülen’in düşünce dünyası. Bediüzzaman gibi sürecin her an tefekkürle sorgulandığı bir alana karşılık gelmez. Sürekli aksiyon ister ki, düşünmeye fırsat kalmasın. Yapılsın, yapılsın, yapılsın. Sonu düşünülmeden ve sorgulanmadan yapılsın.
Bu da bir çok kimliklilik yaratır işte. Yarın için bugünden vazgeçenler, bugün girdikleri her şekli de yine aynı yarın adına savunur hale gelebilirler. Artık her omurgasızlık ve kıvrılma, “Bir hikmeti vardır!” uyarısıyla içselleştirilebilir. Metin Karabaşoğlu’nun ‘Yuşa Makamı: Yeniden’ yazısında çok güzel yakaladığı ve örneklendirdiği gibi; onlar süreci sorgulayan Hz. Musa olmak niyetinde değillerdir çünkü. Sonuç odaklı Hz. Hızır mesleğindedirler kendilerince. Fakat ulu’l-azm olan Hz. Hızır değil, Hz. Musa’dır. Yolu daha makbul olan Hz. Musa’dır. Hatırlarsınız, hatırlatırsınız, ama hatırlamazlar. Ütopyaların peşinde koşmak çok şehvetlidir çünkü.