Bazen okuduğunuz bambaşka bir kitapla birlikte Kur’an’ın bir inceliği, bir nüktesi zihninize açılıyor. Sanki Kur’an, o bilgiyle birlikte yeni baştan kalbinize nüzul ediyor. Tıpkı Hz. Peygamber’in (a.s.m.) vefatı hengamında Hz. Ömer (r.a.) gibi oluyorsunuz. Ne zaman ki, Hz. Ebubekir misali birisi aklınıza dokunuyor, o zaman böyle diyorsunuz: “Sanki bu ayeti daha önce hiç işitmemiştim.”
Evet, bazı müfessirler, sahabilerin nüzul sebeplerini farklı rivayet etmelerini de buna bağlarlar. Yani kim, hangi ayeti, hangi olayla anlamışsa onu nüzul sebebi saymıştır derler. Bununla birlikte nüzul asla bitmez. Ayetler kesintisiz bir sekine edasıyla nüzul etmeye devam ederler kıyamete kadar. Her asra, her topluma, her insana bakan ve onun için saklı kalan yönleri vardır. Bir yönüyle bizim imtihanımız da budur. Arza nazil olanı kalbimize nüzul ettirmek. İçselleştirmek...
“Vicdanın ziyası, ulûm-u diniyedir. Aklın nuru, fünûn-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecelli eder” cümlesini de böyle anlıyorum ben. Belki de yaptığımız kainat okumaları ulûm-u diniyenin ziyasını daha fazla parlatmamızı sağlıyor. Kainat aynasındaki yansımalarını/nurlarını görmemizi sağlıyor.
Bu nedenle kendi adıma Risale-i Nur okumalarıma devam etmekle birlikte, haricinde okumalar yapmayı da çok kıymetli buluyorum. Mesela Münazarat’ı, yine o dönemi anlatan bir yakıntarih eseriyle beraber okumak bana daha hikmetli görünüyor. Böyle okuma yapınca hakikati daha tam tecelli eder buluyorum. Tabii bunlar bana ait düşüncelerdir, herkes böyle bilmeye mecbur değil.
Bugünlerde de okuduğum bir psikoloji kitabı sayesinde Kur’an’ın bir ayeti zihnimde çok farklı bir açılım yaptı. Prof. Dr. Bengi Semerci’ye ait olan Duyguların Şifresi isimli bu kitap aslında dinî öğreti anlamında pek birşey içermiyordu. Ama dedim ya; arza nazil olanı kalbe nüzul ettirmek anlamında benim ruhuma temas eden bir yeri oldu. Hem de nicedir düşündüğüm gıybete dair birşey hakkında...
Ben mesela kendi kendime çok defalar sorardım: “Neden Cenab-ı Hak gıybeti kendi kardeşinin etini yemeğe benzetiyor?” Yani neden başka bir benzetme değil de o? Önceleri bu soruma cevap olarak “yamyamlığın iğrençliğini” gerekçe sayardım. Yani Kur’an, gıybeti çok iğrenç bir işe benzeterek bizi ondan soğutmaya çalışıyordu. Bu bir süre beni idare etti. Fakat daha sonraları yetmemeye başladı. Başka hikmetler aradım. Ve bu kitap sayesinde belki bir tanesini buldum.
Bengi Semerci, kitabının “Dedikodu mu, Söylenti mi?” isimli bölümünde bu konuya değinirken gıybeti çok farklı bir yönüyle tahlil ediyor. Dedikodu yapan kişinin aslında onunla beslendiğini, kendisinde eksik olduğunu düşündüğü yönlerini gıybetle tedavi etmeye çalıştığını anlatıyor. Hatta bir yerde diyor ki; “Onlar hakkında çıkan olumsuzlukları konuşarak, dedikodusunu yaparak kendi yerimizi içimizde değerli kılabiliriz.” Yani gıybeti, aslında insanın kendi içindeki eksiklikleri başkalarını çekiştirerek unutma, bastırma tekniği olarak ifade ediyor. “Ne de olsa onlar da benim gibi...” diyerek teselli buluyor bir nevi... Kendisi yükseklere çıkmaktansa onları aşağıya indiriyor.
Bengi Semerci’nin bu tahlillerini okuduktan sonra ayet-i kerimenin “kardeşinin etini yeme” teşbihi bana daha da manidar göründü. Belki Cenab-ı Hak da, bu teşbihle meselenin psikolojik arkaplanına bakmamızı tavsiye ediyordu. Belki biz de gıybet ettiğimiz şahısların daha çok benzeri bizde var olan kusurlarını dilimize doluyor, onları bu şekilde konuşarak kendi içimizdeki vicdan azabını bastırıyorduk. Bu yönüyle bizim yaptığımız da içimizdeki kompleksleri, açlıkları başkalarının/kardeşlerimizin etini yiyerek bastırmak gibi birşey oluyordu. Biz onlarla resmen besleniyorduk. Ayetin “yamyam” benzetmesi bu yönüyle cidden çok anlamlıydı. Ve ilginçtir, gerçek yamyamlar da etlerini yedikleri insanların güçlerini aldıklarına inanıyorlardı.
Yine bölüm boyunca Bengi Semerci dedikoduyu bir şiddet aracı olarak tarif ediyor ve “Dedikodu ve söylenti gençlik döneminden başlayarak bazı insanların şiddet uygulama biçimidir. Düşmanlığını, kıskançlığını, korkusunu dedikoduya döker. Şiddet, sözleridir artık” diyerek onu metin içinde defalarca bir silaha benzetiyordu. Bunu da manidar buldum, zira Bediüzzaman’ın da gıybeti Kur’an penceresinden ele alıp işlediği bölümde (Yirmi İkinci Mektub’un Hatime bölümü) bir Arap şairinin şu mealdeki şiirini alıntılıyordu:
“Düşmanıma gıybetle ceza vermekten nefsimi yüksek tutuyorum ve tenezzül etmiyorum. Çünkü gıybet, zayıf ve zelil ve aşağıların silahıdır.”
Sanıyorum ziya ve nurun buluşması böyle birşey oluyor. İnsan okudukça, öğrendikçe bilgilerinin farklı açılarını, açılımlarını görüyor. Bu yönüyle ulûm-u diniye olan Risale-i Nur’umuz da ziya misal cümlelerine fünûnumuzu arttırıp nuru katık etmemizi bekliyor bizden. Ki hakikat böyle birşeydir. Hakikat karşı konulmazdır. İnsan ziyayı bilirse, yaptığı okumalarda onun yansımalarını, yani nurlarını çok görür, okur, işitir. Kur’an’ın karşı konulmaz elmas kılıcı işte bu yönündedir. Bilgiyi hakikate dönüştürür.
18 Nisan 2012 Çarşamba
13 Nisan 2012 Cuma
Bu kalb hangi kalb?
“İhtar: Kalbden maksat, sanevberî (çam kozalağı) gibi bir et parçası değildir. Ancak, bir lâtife-i Rabbaniyedir ki, mazhar-ı hissiyatı vicdan, mâkes-i efkârı dimağdır. Binaenaleyh, o lâtife-i Rabbaniyeyi tazammun eden o et parçasına kalb tabirinden şöyle bir letafet çıkıyor ki, o lâtife-i Rabbaniyenin insanın maneviyatına yaptığı hizmet, cism-i sanevberînin cesede yaptığı hizmet gibidir.”
Yazıma, İşaratü’l-İcaz’dan böylesi bir alıntıyla başlamak istedim. Zira öncelikle kafamızdaki kalb kavramının yerinden oynaması gerektiğini düşünüyorum. Bu kardeşiniz de böylesi metinleri tekrar tekrar okuyarak ancak felsefenin (belki modern eğitim sisteminin) beni şartlandırdığı tanımlardan bir nebze sıyrılabiliyorum. Bu noktada Dücane Cündioğlu’nun Sözün Özü isimli eserine dikkatinizi çekmeliyim. O kitapta deniliyor ki; “Kur’an’ı yorumlarken oradaki terimlerin bugünkü karşılıklarını değil, Asr-ı Saadet’te o kelimeler hangi karşılıklarla kullanılmış onları bilmek gerekir.”
Aynı soruna Bediüzzaman’ın da eserleri içinde sık sık değindiğini düşünüyorum. Hatta bazı kelimelerin aslî manasını haşiye ile vererek onları istimal etmesi (örneğin tevatür), Lemaat’ta da “Zıdlarda emsal olmuş, suretlerde tebâdül, isimlerde tekabül, makamlarda becâyiş-i mekânî...” demesi bu noktada sanırım yeterli delili oluşturuyor.
Şimdi, yukarıdaki kalb tarifi kafamızda kalarak Hz. Eyyub’un kıssasının anlatıldığı İkinci Lem’a isimli esere yolculuk etmek istiyorum. Orada şöyle deniliyor:
“(...) Sonra, yaralarından tevellüt eden kurtlar kalbine ve diline iliştiği zaman, zikir ve marifet-i İlâhiyenin mahalleri olan kalb ve lisanına iliştikleri için, o vazife-i ubudiyete halel gelir düşüncesiyle, kendi istirahati için değil, belki ubudiyet-i İlâhiye için demiş: ‘Yâ Rab, zarar bana dokundu. Lisanen zikrime ve kalben ubudiyetime halel veriyor...’”
Ben bu metni ne zaman okusam, şu kısım kafama takılırdı: “Hz. Eyyub, hastalığın diline ve kalbine gelmesini neden bu kadar önemsiyor?”
İşaratü’l-İcaz’daki tarifi hesaba katmadığımda bu dil ve kalb, bedenimin dili ve kalbi olarak bende çağrışım yapıyordu. O zaman soruyordum: “İnsanın maddi kısmına böyle bir hastalık gelse, mesela kalbinde bir rahatsızlığı olsa, bu kulluğuna zarar verir mi? Hem diyelim ki, adam dilsiz. Dilinin olmaması Allah’ı zikretmesine engel olur mu?”
Bunlar, bu lem’ayı her okuyuşumda kafamda soru işareti olarak dönüp duruyordu. Fakat nihayet, Şualar’da rastladığım bir mektup sayesinde bir nebze bu sırrın izahına vasıl olabildim. Sanıyorum demeliyim, çünkü belki de sizleri o kadar da ikna edemeyeceğim. Ama bana çok manidar göründüğü için alıyorum:
“Nasıl bir parmak yaralansa göz, akıl, kalb ehemmiyetli vazifelerini bırakıp onunla meşgul oluyorlar. Öyle de, bu derece zarurete giren sıkıntılı hayatımız, yarasıyla kalb ve ruhumuzu kendiyle meşgul eder. Hattâ dünyayı unutmak lâzım olduğu bir zamanımda, o hal beni masonların meclisine getirdi, onları tokatlamakla meşgul eyledi.”
Bakınız burada Bediüzzaman kalb ve ruhu meşgul eden bir yaradan ve ondan kaynaklanan bir dikkat dağılmasından bahsediyor. Dünyayı unutmak lazımken onu aksine hatıra getiren bir durumdan dem vuruyor.
Şimdi düşünüyorum: Belki Hz. Eyyub’un kıssasında onun lisanına ve kalbine ilişen kurtlar da böylesi bir sıkıntı seviyesinin habercisi olamazlar mı? Yani hastalığı öyle bir seviyeye gelmiş ki, en nihayet Allah ile meşgul olmasına dahi engel oluyor. Belki maddi dili ve kalbi değil; manevi yanlarını kendisiyle uğraştırıyor, zikrine set çekiyor.
Şimdi diyeceksiniz ki; “E, Ahmet; yani bundan ne değişir? Ha manevî, ha maddi kalb olmuş; sorun aynı. Meselenin özü değişmez.”
Değişir kardeşlerim değişir. Şu kalb tarifini kafamızda doğru oturtmazsak, meselelere bakış açımız da hep hatalı kalmaya mahkum olacak, hatta Risale metinlerine bile...
Örnek vereyim: On Dördüncü Lem’a’nın İkinci Makamı için “Akıldan ziyade kalbe bakar, delilden ziyade zevke nazırdır” cümlesini algılayışımızı bile değiştirir bu tarif. Zira Bediüzzaman’ın kalb tarifi, aklı dışarıda bırakan bir tarif değil; makes-i efkârı dimağ olan bir ayna, bir toplanma alanı. Aklın dahil olduğu bir yer...
Belki de orada On Dördüncü Lem’a’nın akla hitap etmeyen bir yer olduğu katsedilmiyor. Aksine hem akla, hem kalbe, hem de ruha bir lezzet de verecek zevke (ki zevk, tasavvufta keşf gibi bir delildir.) sahip olduğu anlatılıyor. Belki böyle bir zenginliği anlatılıyor. Fakat mateessüf bizler genelde o kısmı “Akla dair olmayan” olarak anlıyoruz, anlatıyoruz. Halbuki hiç öyle değil., O metin gayet aklî... Evet, dostlarım; kafamızdaki tarifleri yerinden oynatmamızın, Kur’an’a göre ayarlamamızın böyle faydaları var. Böylece vahye de, hadislere de, külliyata da daha çok yaklaşacağız.
Yazıma, İşaratü’l-İcaz’dan böylesi bir alıntıyla başlamak istedim. Zira öncelikle kafamızdaki kalb kavramının yerinden oynaması gerektiğini düşünüyorum. Bu kardeşiniz de böylesi metinleri tekrar tekrar okuyarak ancak felsefenin (belki modern eğitim sisteminin) beni şartlandırdığı tanımlardan bir nebze sıyrılabiliyorum. Bu noktada Dücane Cündioğlu’nun Sözün Özü isimli eserine dikkatinizi çekmeliyim. O kitapta deniliyor ki; “Kur’an’ı yorumlarken oradaki terimlerin bugünkü karşılıklarını değil, Asr-ı Saadet’te o kelimeler hangi karşılıklarla kullanılmış onları bilmek gerekir.”
Aynı soruna Bediüzzaman’ın da eserleri içinde sık sık değindiğini düşünüyorum. Hatta bazı kelimelerin aslî manasını haşiye ile vererek onları istimal etmesi (örneğin tevatür), Lemaat’ta da “Zıdlarda emsal olmuş, suretlerde tebâdül, isimlerde tekabül, makamlarda becâyiş-i mekânî...” demesi bu noktada sanırım yeterli delili oluşturuyor.
Şimdi, yukarıdaki kalb tarifi kafamızda kalarak Hz. Eyyub’un kıssasının anlatıldığı İkinci Lem’a isimli esere yolculuk etmek istiyorum. Orada şöyle deniliyor:
“(...) Sonra, yaralarından tevellüt eden kurtlar kalbine ve diline iliştiği zaman, zikir ve marifet-i İlâhiyenin mahalleri olan kalb ve lisanına iliştikleri için, o vazife-i ubudiyete halel gelir düşüncesiyle, kendi istirahati için değil, belki ubudiyet-i İlâhiye için demiş: ‘Yâ Rab, zarar bana dokundu. Lisanen zikrime ve kalben ubudiyetime halel veriyor...’”
Ben bu metni ne zaman okusam, şu kısım kafama takılırdı: “Hz. Eyyub, hastalığın diline ve kalbine gelmesini neden bu kadar önemsiyor?”
İşaratü’l-İcaz’daki tarifi hesaba katmadığımda bu dil ve kalb, bedenimin dili ve kalbi olarak bende çağrışım yapıyordu. O zaman soruyordum: “İnsanın maddi kısmına böyle bir hastalık gelse, mesela kalbinde bir rahatsızlığı olsa, bu kulluğuna zarar verir mi? Hem diyelim ki, adam dilsiz. Dilinin olmaması Allah’ı zikretmesine engel olur mu?”
Bunlar, bu lem’ayı her okuyuşumda kafamda soru işareti olarak dönüp duruyordu. Fakat nihayet, Şualar’da rastladığım bir mektup sayesinde bir nebze bu sırrın izahına vasıl olabildim. Sanıyorum demeliyim, çünkü belki de sizleri o kadar da ikna edemeyeceğim. Ama bana çok manidar göründüğü için alıyorum:
“Nasıl bir parmak yaralansa göz, akıl, kalb ehemmiyetli vazifelerini bırakıp onunla meşgul oluyorlar. Öyle de, bu derece zarurete giren sıkıntılı hayatımız, yarasıyla kalb ve ruhumuzu kendiyle meşgul eder. Hattâ dünyayı unutmak lâzım olduğu bir zamanımda, o hal beni masonların meclisine getirdi, onları tokatlamakla meşgul eyledi.”
Bakınız burada Bediüzzaman kalb ve ruhu meşgul eden bir yaradan ve ondan kaynaklanan bir dikkat dağılmasından bahsediyor. Dünyayı unutmak lazımken onu aksine hatıra getiren bir durumdan dem vuruyor.
Şimdi düşünüyorum: Belki Hz. Eyyub’un kıssasında onun lisanına ve kalbine ilişen kurtlar da böylesi bir sıkıntı seviyesinin habercisi olamazlar mı? Yani hastalığı öyle bir seviyeye gelmiş ki, en nihayet Allah ile meşgul olmasına dahi engel oluyor. Belki maddi dili ve kalbi değil; manevi yanlarını kendisiyle uğraştırıyor, zikrine set çekiyor.
Şimdi diyeceksiniz ki; “E, Ahmet; yani bundan ne değişir? Ha manevî, ha maddi kalb olmuş; sorun aynı. Meselenin özü değişmez.”
Değişir kardeşlerim değişir. Şu kalb tarifini kafamızda doğru oturtmazsak, meselelere bakış açımız da hep hatalı kalmaya mahkum olacak, hatta Risale metinlerine bile...
Örnek vereyim: On Dördüncü Lem’a’nın İkinci Makamı için “Akıldan ziyade kalbe bakar, delilden ziyade zevke nazırdır” cümlesini algılayışımızı bile değiştirir bu tarif. Zira Bediüzzaman’ın kalb tarifi, aklı dışarıda bırakan bir tarif değil; makes-i efkârı dimağ olan bir ayna, bir toplanma alanı. Aklın dahil olduğu bir yer...
Belki de orada On Dördüncü Lem’a’nın akla hitap etmeyen bir yer olduğu katsedilmiyor. Aksine hem akla, hem kalbe, hem de ruha bir lezzet de verecek zevke (ki zevk, tasavvufta keşf gibi bir delildir.) sahip olduğu anlatılıyor. Belki böyle bir zenginliği anlatılıyor. Fakat mateessüf bizler genelde o kısmı “Akla dair olmayan” olarak anlıyoruz, anlatıyoruz. Halbuki hiç öyle değil., O metin gayet aklî... Evet, dostlarım; kafamızdaki tarifleri yerinden oynatmamızın, Kur’an’a göre ayarlamamızın böyle faydaları var. Böylece vahye de, hadislere de, külliyata da daha çok yaklaşacağız.
23 Mart 2012 Cuma
Nasıl bir marifetullah üretmeliyiz?
Yıllar önce bir ağabeyime akademisyenlerin yazım dili hakkında serzenişte bulunmuştum: Tarzlarının çok benzediğini, tamamının aynı kişi tarafından yazılmış gibi bir üsluba sahip olduğunu söylemiştim. O ağabeyim de cahilane sözlerime gülümseyerek akademik bilgide zaten amaçlananın bu olduğunu, insanların ortak bir bilgi aktarım zemini oluşturmak için bunu yaptıklarını ifade etmişti. Hatta anlattıklarını şöyle örneklendirmişti:
“Amerikalı bir uzman Türkiye’deki bir araştırmacının çalışmasını kaynak olarak kullanabilmeli. Türkiye’deki de Amerika’dakini. Başarılmaya çalışılan bu...”
•••
Bilirsiniz, Bediüzzaman pekçok yerde Risalelerin felsefeye diğer ekoller gibi mağlup olmadığını (musırrane) söyler. Hatta tarikat, tasavvuf erbabının ekserisinin geri çekilmek, sönmek zorunda kaldığı bir devirde Nurların galibane mücadele ettiğini ifade eder. Ben bu sözün altında yatan sırrı çok düşünmüşümdür. “Neden o öyle, bu böyle?” diye. Zira gerçekten de, ilim suretine bürünmüş bir dalaletin hücum ettiği bir zamanda insanlar Risale-i Nur’un derslerini sinelerine bastırarak ayakta kalmışlardır.
İşte buraya alıntılamak istediğim mektupta da Bediüzzaman; Risale-i Nur’un bir artısını şöyle ifade ediyor: “Hatta ilm-i mantıkta ‘kaziye-i makbule’ tâbir ettikleri, yani büyük zatların delilsiz sözlerini kabul etmektir; mantıkça yakîn ve kat’iyyeti ifade etmiyor, belki zann-ı galiple kanaat verir. İlm-i mantıkda; burhan-ı yakînî, hüsn-ü zanna ve makbul şahıslara bakmıyor, cerh edilmez delile bakar ki, bütün Risale-i Nur hüccetleri, bu burhan-ı yakinî kısmındandır.”
Emirdağ Lahikası’nda yer alan bu mektup, özünde Risale-i Nur’un bilgi oluşturma ve aktarma tarzını da anlatan şahane bir metin. Yine bu mektupta Bediüzzaman, Risale-i Nur için “bu asrın hakikat ve tarikat cereyanlarına galebe çalan felsefî dalaletlere galebe ediyor” ifadesini kullanıyor.
Ben şimdi, bu mektubun tamamından hareketle Risale-i Nur öğretisinin keşfettiğim bir özelliğini, girişte anlattıklarımla bağlayarak sizlere sunmaya çalışacağım. Tevfik Allah’tan...
Bildiğiniz gibi dalalet öğretisi, yani bir kısım felsefî ekoller veya akımlar (dış kaynaklı olanları için konuşuyorum) bizden çok daha önce insanlığın ortak dilini geliştirmeye ve bilgi aktarımını bu ortak dil üzerinden gerçekleştirmeyi başaran örgütlenmelere sahiplerdi. Örneğin; materyalizmin veya başka akımların sahip olduğu bilgiler, dünyanın her tarafında genel kabul görmeye müheyya edilmiş; deney/ispat diline sokulmuş metinlerdi. Keza matbaayı da önce onlar kullanmaya başlamış, bugünkü eğitim sistemini de onlar geliştirmişlerdi.
Tabii bu akademik dilden kastım, sadece bugünkü formasyon değil, yukarıda Bediüzzaman’ın ilm-i mantık çerçevesinde kastettiği bürhan-ı yakinî şeklinde sunulan bir ispatlanabilir bilgidir.
Felsefî ekoller Avrupa’nın bizden daha hızlı gelişmesiyle bu ortak dili konuşmaya başlamış ve bu noktada bizi geçmiş idiler. Bu yüzden kendi ürettikleri her argüman, karşı konulmaz bir şekilde İslam coğrafyasına da etki ediyordu. Hatta bazı dindar insanlar Avrupa’yı görür görmez öğrendikleriyle yollarını karıştırıyorlar, döndüklerinde tam bir inkarcı olabiliyorlardı. (Bunun özellikle Osmanlı’nın son döneminde birçok örneği var.) Bu, felsefenin, İslam ulemasını ilzam etme yöntemiydi.
Onların ürettiği bilgi çocukların bile kullanabileceği bir elverişliliğe sahipken (ki buna özellikle dikkat ediyorlardı) bizim marifetullah bilgimiz medreselerde uzun eğitim süzgeçlerinden geçmeye veyahut yukarıdaki alıntıda zikredildiği gibi kaziye-yi makbule türünden kalmaya mahkum oluyordu. İslam coğrafyası bu türden genele hitap eder, her yerde geçer bir enformasyon üretemiyor veya üretse bile bu çok cılız bir ses olarak kalıyordu. Genel kabulü, burhan-ı yakinî (kesin delil) gibi yakalayamıyordu.
İşte bu noktada Bediüzzaman, yeni bir dil geliştirdi veyahut bu dilin öncülerinden oldu. Öyle bir marifetullah ve İslam bilgisi üretti ki, bu bilgi her nereye gitse işlerliği olan, Amerika’da bile sunulsa; “Aslında doğru söylüyor, olabilir” dedirten bir seviyeye erişti. Yani Bediüzzaman, İslam’ın marifetullah eksenini her yerde ve her şartta kabul edilebilir, kullanılabilir ortak dile ulaştırmayı başardı kendi öğretisinde...
Ve bu yüzden aynı silahı kullanan felsefî ekollere karşı mağlup olmadı. Çünkü onlara karşı, onların tarzında bir cevabı vardı. Kanaat-i şahsiyelere bağlı/ibaret olmayan, her yerde geçer burhanlara yaslanıyordu. Belki de bu yüzden müellif-i muhteremi bile “Benim sözlerimi mihenge vurun!” diyebiliyordu, bu cesareti gösterebiliyordu. Taklit yerine tahkiki öneriyordu.
Bu noktadan hareketle Lemaat’ta geçen “Âlim-i mürşid koyun olmalı, kuş olmamalı” sözünü de biraz daha zengin anlamak taraftarıyım. Koyun ve kuş arasındaki fark sadece yavrularına sundukları besinin daha lezzetli olmasından, daha kolay sindirilir olmasından ibaret değildir. Koyunun ürettiği sütü sadece kendi yavrusu değil, herkes kullanabilir. Yani insan da süt içebilir, başka bir hayvan da o sütü içerek hayatta kalabilir. Süt genel kullanıma müsait, hatta çiğ bile içilebilen bir besindir. Ama kuşun yavrusuna verdiği kay, en fazla kendi türü içinde faydalı olacak bir gıda çeşididir. Bu yönüyle kuş ve koyun örneklemesinin Nur talebelerinin ürettiği marifetullah bilgisinin hedef kitlesini tasavvur etme anlamında önemli olduğunu düşünüyorum.
Bu noktadan hareketle kendi içimizde de bir eleştiri geliştirmeliyiz. Derslerimizde, seminerlerimizde veyahut yazdıklarımızda nasıl bir bilgi üretiyoruz? Her yerde geçer, her yerde kullanılabilir bir bilgi mi? Yoksa sadece kendi aramızda, Nur talebeleri arasında kullanılabilir bir bilgi mi? Acaba Bediüzzaman’ın hedeflediği eksende kalabiliyor muyuz?
Mesela benim çoğu derste gördüğüm “hatıralar” üzerine kurgulanmış bir ders üslubu var ki, bence Bediüzzaman’ın yukarıda kastettiği burhan-ı yakinî kısmına hiç girmiyor. Hatta bence eleştirdiği “kaziye-yi makbule” sınıfından şeyler anlatılıyor kimi ortamlarda. Böylesi bir bilgi üretim ve ders tarzının Nur öğretisinin hedef kitlesini genişletmek yerine daraltacağı açıktır. Zira orada kullanılan bilgi herkesin sahip olduğu veya kabul edebileceği bir bilgi değildir. Ancak o ağabeyleri tanıyanların ve “kanaat-i kalbiyeleri” olanların kabul edebileceği bir öğretimdir.
Bu yönüyle Nur talebelerinin de kendi içinde bir eleştiri üreterek bilgi eksenlerini ortak dile yaklaştırmaları gerektiğini düşünüyorum. Müellif-i muhterem bile Mucizat-ı Ahmediye Risalesi’nin sonunda kale-kıle (dedi-denildi) usulüyle gitmenin meşrebine pek uygun olmadığını söylerken, bizim hale bu usulle ders yapmamız pek de uygun değildir. Bize dünyanın kabul edebileceği bir zeminde marifetullah bilgisi üretmek düşüyor. Tıpkı Bediüzzaman gibi... Felsefeye mağlub olmayacak bilgi o. Kanaat-i kalbiyeler o meydanda çok dayanamaz.
“Amerikalı bir uzman Türkiye’deki bir araştırmacının çalışmasını kaynak olarak kullanabilmeli. Türkiye’deki de Amerika’dakini. Başarılmaya çalışılan bu...”
•••
Bilirsiniz, Bediüzzaman pekçok yerde Risalelerin felsefeye diğer ekoller gibi mağlup olmadığını (musırrane) söyler. Hatta tarikat, tasavvuf erbabının ekserisinin geri çekilmek, sönmek zorunda kaldığı bir devirde Nurların galibane mücadele ettiğini ifade eder. Ben bu sözün altında yatan sırrı çok düşünmüşümdür. “Neden o öyle, bu böyle?” diye. Zira gerçekten de, ilim suretine bürünmüş bir dalaletin hücum ettiği bir zamanda insanlar Risale-i Nur’un derslerini sinelerine bastırarak ayakta kalmışlardır.
İşte buraya alıntılamak istediğim mektupta da Bediüzzaman; Risale-i Nur’un bir artısını şöyle ifade ediyor: “Hatta ilm-i mantıkta ‘kaziye-i makbule’ tâbir ettikleri, yani büyük zatların delilsiz sözlerini kabul etmektir; mantıkça yakîn ve kat’iyyeti ifade etmiyor, belki zann-ı galiple kanaat verir. İlm-i mantıkda; burhan-ı yakînî, hüsn-ü zanna ve makbul şahıslara bakmıyor, cerh edilmez delile bakar ki, bütün Risale-i Nur hüccetleri, bu burhan-ı yakinî kısmındandır.”
Emirdağ Lahikası’nda yer alan bu mektup, özünde Risale-i Nur’un bilgi oluşturma ve aktarma tarzını da anlatan şahane bir metin. Yine bu mektupta Bediüzzaman, Risale-i Nur için “bu asrın hakikat ve tarikat cereyanlarına galebe çalan felsefî dalaletlere galebe ediyor” ifadesini kullanıyor.
Ben şimdi, bu mektubun tamamından hareketle Risale-i Nur öğretisinin keşfettiğim bir özelliğini, girişte anlattıklarımla bağlayarak sizlere sunmaya çalışacağım. Tevfik Allah’tan...
Bildiğiniz gibi dalalet öğretisi, yani bir kısım felsefî ekoller veya akımlar (dış kaynaklı olanları için konuşuyorum) bizden çok daha önce insanlığın ortak dilini geliştirmeye ve bilgi aktarımını bu ortak dil üzerinden gerçekleştirmeyi başaran örgütlenmelere sahiplerdi. Örneğin; materyalizmin veya başka akımların sahip olduğu bilgiler, dünyanın her tarafında genel kabul görmeye müheyya edilmiş; deney/ispat diline sokulmuş metinlerdi. Keza matbaayı da önce onlar kullanmaya başlamış, bugünkü eğitim sistemini de onlar geliştirmişlerdi.
Tabii bu akademik dilden kastım, sadece bugünkü formasyon değil, yukarıda Bediüzzaman’ın ilm-i mantık çerçevesinde kastettiği bürhan-ı yakinî şeklinde sunulan bir ispatlanabilir bilgidir.
Felsefî ekoller Avrupa’nın bizden daha hızlı gelişmesiyle bu ortak dili konuşmaya başlamış ve bu noktada bizi geçmiş idiler. Bu yüzden kendi ürettikleri her argüman, karşı konulmaz bir şekilde İslam coğrafyasına da etki ediyordu. Hatta bazı dindar insanlar Avrupa’yı görür görmez öğrendikleriyle yollarını karıştırıyorlar, döndüklerinde tam bir inkarcı olabiliyorlardı. (Bunun özellikle Osmanlı’nın son döneminde birçok örneği var.) Bu, felsefenin, İslam ulemasını ilzam etme yöntemiydi.
Onların ürettiği bilgi çocukların bile kullanabileceği bir elverişliliğe sahipken (ki buna özellikle dikkat ediyorlardı) bizim marifetullah bilgimiz medreselerde uzun eğitim süzgeçlerinden geçmeye veyahut yukarıdaki alıntıda zikredildiği gibi kaziye-yi makbule türünden kalmaya mahkum oluyordu. İslam coğrafyası bu türden genele hitap eder, her yerde geçer bir enformasyon üretemiyor veya üretse bile bu çok cılız bir ses olarak kalıyordu. Genel kabulü, burhan-ı yakinî (kesin delil) gibi yakalayamıyordu.
İşte bu noktada Bediüzzaman, yeni bir dil geliştirdi veyahut bu dilin öncülerinden oldu. Öyle bir marifetullah ve İslam bilgisi üretti ki, bu bilgi her nereye gitse işlerliği olan, Amerika’da bile sunulsa; “Aslında doğru söylüyor, olabilir” dedirten bir seviyeye erişti. Yani Bediüzzaman, İslam’ın marifetullah eksenini her yerde ve her şartta kabul edilebilir, kullanılabilir ortak dile ulaştırmayı başardı kendi öğretisinde...
Ve bu yüzden aynı silahı kullanan felsefî ekollere karşı mağlup olmadı. Çünkü onlara karşı, onların tarzında bir cevabı vardı. Kanaat-i şahsiyelere bağlı/ibaret olmayan, her yerde geçer burhanlara yaslanıyordu. Belki de bu yüzden müellif-i muhteremi bile “Benim sözlerimi mihenge vurun!” diyebiliyordu, bu cesareti gösterebiliyordu. Taklit yerine tahkiki öneriyordu.
Bu noktadan hareketle Lemaat’ta geçen “Âlim-i mürşid koyun olmalı, kuş olmamalı” sözünü de biraz daha zengin anlamak taraftarıyım. Koyun ve kuş arasındaki fark sadece yavrularına sundukları besinin daha lezzetli olmasından, daha kolay sindirilir olmasından ibaret değildir. Koyunun ürettiği sütü sadece kendi yavrusu değil, herkes kullanabilir. Yani insan da süt içebilir, başka bir hayvan da o sütü içerek hayatta kalabilir. Süt genel kullanıma müsait, hatta çiğ bile içilebilen bir besindir. Ama kuşun yavrusuna verdiği kay, en fazla kendi türü içinde faydalı olacak bir gıda çeşididir. Bu yönüyle kuş ve koyun örneklemesinin Nur talebelerinin ürettiği marifetullah bilgisinin hedef kitlesini tasavvur etme anlamında önemli olduğunu düşünüyorum.
Bu noktadan hareketle kendi içimizde de bir eleştiri geliştirmeliyiz. Derslerimizde, seminerlerimizde veyahut yazdıklarımızda nasıl bir bilgi üretiyoruz? Her yerde geçer, her yerde kullanılabilir bir bilgi mi? Yoksa sadece kendi aramızda, Nur talebeleri arasında kullanılabilir bir bilgi mi? Acaba Bediüzzaman’ın hedeflediği eksende kalabiliyor muyuz?
Mesela benim çoğu derste gördüğüm “hatıralar” üzerine kurgulanmış bir ders üslubu var ki, bence Bediüzzaman’ın yukarıda kastettiği burhan-ı yakinî kısmına hiç girmiyor. Hatta bence eleştirdiği “kaziye-yi makbule” sınıfından şeyler anlatılıyor kimi ortamlarda. Böylesi bir bilgi üretim ve ders tarzının Nur öğretisinin hedef kitlesini genişletmek yerine daraltacağı açıktır. Zira orada kullanılan bilgi herkesin sahip olduğu veya kabul edebileceği bir bilgi değildir. Ancak o ağabeyleri tanıyanların ve “kanaat-i kalbiyeleri” olanların kabul edebileceği bir öğretimdir.
Bu yönüyle Nur talebelerinin de kendi içinde bir eleştiri üreterek bilgi eksenlerini ortak dile yaklaştırmaları gerektiğini düşünüyorum. Müellif-i muhterem bile Mucizat-ı Ahmediye Risalesi’nin sonunda kale-kıle (dedi-denildi) usulüyle gitmenin meşrebine pek uygun olmadığını söylerken, bizim hale bu usulle ders yapmamız pek de uygun değildir. Bize dünyanın kabul edebileceği bir zeminde marifetullah bilgisi üretmek düşüyor. Tıpkı Bediüzzaman gibi... Felsefeye mağlub olmayacak bilgi o. Kanaat-i kalbiyeler o meydanda çok dayanamaz.
13 Mart 2012 Salı
Are you ready mehdi?
Adnan Oktar Hoca üzerine birşey yazmam çok gerekli mi? Değil elbette... Hele bu blogta. Yani zaten genelde onu görmezden gelmeye çalıştığımız için benim de görmezden gelmeye çalışmam mantıklı olabilirdi. Fakat yapamadım. Günlerdir, hatta aylardır internette izlenme rekorları kıran(!) danslı, coşkulu videoları; o videolardaki kızlar hakkında ilginç, orijinal iltifatları ve hakkında konuşulanlar en nihayet beni bu yazıyı yazmaya sevk etti. Doğru yaptığımı hâlâ iddia etmiyorum. Ama nihayetinde hiçkimsenin yazmadığı, belki yazmaktan çekindiği bir konuda bir iki cümle kelam etmek de gerekli. Yoksa insanlar sükûtunuzu ikrardan sanıyorlar, aldanıyorlar...
Tamam, ekolü ve ekolünün esasları kendine ait birşeydir. Hatta bu noktada kendince Risale-i Nurlardan istifade de edebilir, birşey demiyorum. Ama şu mehdiyet meselesi ki, yani bu noktada Adnan Oktar beni çok güldürüyor. Sahiden güldürüyor.
Ne bileyim? Kafamızdaki mehdi şablonuna hiç oturmadığını fark etmiyor mu acaba? Mesela ben kendi adıma konuşayım; küfürlü disko şarkılarında bile dans eden, şarkının sözlerindeki çirkin manayı ise yanındaki kızların (Allah onlardan razı olsun, mehdiyi rezil olmaktan kurtardılar) uyarmasıyla ancak fark eden bir mehdiyi önümde, alem-i İslam’ın başında görmek istemiyorum. (Öyle ya, böyle bir mehdi alem-i İslam’ı cennetimsi zamanlara değil, en fazla diskoya götürebilir.)
İyi, peki... Hepten reddetmeyelim. Elbette kendisinin de hizmetleri olmuştur. Belki insanların hidayetine de vesile olmuştur. Ama bu, bu kadardır yani... Bizden daha fazlasını beklemesin, zira kaldırabilecek gibi durmuyor. Kendisine de yük etmesin, bizi de boş boş düşündürmesin.
Bir de şuna bitiyorum, çevresindekiler dönüp dönüp meseleyi Bediüzzaman’ın “bir asır sonra gelecek” ifadesini içeren metinlere getiriyorlar. Oradan pişirip pişirip benim gibi farklı düşünenlerin önüne servis ediyorlar, vurmaya gayret ediyorlar. Videolar falan yapıyorlar...
Yahu bir asır sonra birisi gelecek bile olsa (ki kendi adıma ben kimseyi beklemiyorum) bu Adnan Oktar olabilir mi? Yani eğer bir asır sonra gelecek olan 21. yüzyılın en büyük talk showcusu falan olsa, Adnan Oktar elbette olabilir. Hatta bu zamana kadar neden o kızlarla birlikte büyük bir kanala transfer olmadı, onu da anlayabilmiş değilim. Pekala bu yaz Star’a, Kanal D’ye falan geçebilir. Ki bu başarıyı bence hakediyor. Bugün bir insan Hayrettin’in, Okan Bayülgen’in geyiği haline gelebiliyorsa bence o büyük kanallarda tutunabilir kardeşlerim. Küçük görmeyelim.
O bu değil de bu kızların cazibesiyle kendi cemaatini terk edip onun tarafına geçmek isteyen gençlerle karşılaşmaya başladık. :) Ahaha, tabii bu işin şakası. Ama hakikaten bekar erkeklerin izdivaç programlarından sonra en çok katılmak istediği programlardan birisi haline geldi Adnan Hoca’nın programları...
İyi, güzel. Herkesin bir meşrebi var, eyvallah. Çok da sıkmak istemiyoruz. Tek ses, tek fikir, tek renk olalım demiyoruz. O da güzel şeyler yapmaya çalışıyor, takdir ediyoruz. Evrim hakkında Harun Yahya müstearı ile habire kitap yazıyor mesela... (Gerçi onları da Adnan Oktar’ın bizzat yazdığı tartışılır.) Onlara destek de oluyoruz. Ben de okudum, arkadaşlarıma verdim örneğin o kitaplardan. Ama yani bizim Adnan Oktar sevgimiz buraya kadar... Böyle “Ben mehdiyim!” falan demeye başlarsanız, iş arızaya bağlar. Orada biz de size bir; “Ne oluyor ya?” deriz. Ancak insanları güldürürsünüz bu iddialarla. Yerim kedi canınızı sizin...
Tamam, ekolü ve ekolünün esasları kendine ait birşeydir. Hatta bu noktada kendince Risale-i Nurlardan istifade de edebilir, birşey demiyorum. Ama şu mehdiyet meselesi ki, yani bu noktada Adnan Oktar beni çok güldürüyor. Sahiden güldürüyor.
Ne bileyim? Kafamızdaki mehdi şablonuna hiç oturmadığını fark etmiyor mu acaba? Mesela ben kendi adıma konuşayım; küfürlü disko şarkılarında bile dans eden, şarkının sözlerindeki çirkin manayı ise yanındaki kızların (Allah onlardan razı olsun, mehdiyi rezil olmaktan kurtardılar) uyarmasıyla ancak fark eden bir mehdiyi önümde, alem-i İslam’ın başında görmek istemiyorum. (Öyle ya, böyle bir mehdi alem-i İslam’ı cennetimsi zamanlara değil, en fazla diskoya götürebilir.)
İyi, peki... Hepten reddetmeyelim. Elbette kendisinin de hizmetleri olmuştur. Belki insanların hidayetine de vesile olmuştur. Ama bu, bu kadardır yani... Bizden daha fazlasını beklemesin, zira kaldırabilecek gibi durmuyor. Kendisine de yük etmesin, bizi de boş boş düşündürmesin.
Bir de şuna bitiyorum, çevresindekiler dönüp dönüp meseleyi Bediüzzaman’ın “bir asır sonra gelecek” ifadesini içeren metinlere getiriyorlar. Oradan pişirip pişirip benim gibi farklı düşünenlerin önüne servis ediyorlar, vurmaya gayret ediyorlar. Videolar falan yapıyorlar...
Yahu bir asır sonra birisi gelecek bile olsa (ki kendi adıma ben kimseyi beklemiyorum) bu Adnan Oktar olabilir mi? Yani eğer bir asır sonra gelecek olan 21. yüzyılın en büyük talk showcusu falan olsa, Adnan Oktar elbette olabilir. Hatta bu zamana kadar neden o kızlarla birlikte büyük bir kanala transfer olmadı, onu da anlayabilmiş değilim. Pekala bu yaz Star’a, Kanal D’ye falan geçebilir. Ki bu başarıyı bence hakediyor. Bugün bir insan Hayrettin’in, Okan Bayülgen’in geyiği haline gelebiliyorsa bence o büyük kanallarda tutunabilir kardeşlerim. Küçük görmeyelim.
O bu değil de bu kızların cazibesiyle kendi cemaatini terk edip onun tarafına geçmek isteyen gençlerle karşılaşmaya başladık. :) Ahaha, tabii bu işin şakası. Ama hakikaten bekar erkeklerin izdivaç programlarından sonra en çok katılmak istediği programlardan birisi haline geldi Adnan Hoca’nın programları...
İyi, güzel. Herkesin bir meşrebi var, eyvallah. Çok da sıkmak istemiyoruz. Tek ses, tek fikir, tek renk olalım demiyoruz. O da güzel şeyler yapmaya çalışıyor, takdir ediyoruz. Evrim hakkında Harun Yahya müstearı ile habire kitap yazıyor mesela... (Gerçi onları da Adnan Oktar’ın bizzat yazdığı tartışılır.) Onlara destek de oluyoruz. Ben de okudum, arkadaşlarıma verdim örneğin o kitaplardan. Ama yani bizim Adnan Oktar sevgimiz buraya kadar... Böyle “Ben mehdiyim!” falan demeye başlarsanız, iş arızaya bağlar. Orada biz de size bir; “Ne oluyor ya?” deriz. Ancak insanları güldürürsünüz bu iddialarla. Yerim kedi canınızı sizin...
8 Mart 2012 Perşembe
Arap Baharı'nda müsbet harekete ne oldu?
Geçtiğimiz salı Nur Vakfı’nın Yenibosna’daki binasında farklı bir seminer vardı. Doç. Dr. Ensar Nişancı, o akşam, Hutbe-i Şamiye ekseninde Arap Baharı’nı yorumladı. Seminerde konuşulanların tamamını bir yazıya sığdırmam elbette mümkün değil. O yüzden buna hiç girişmeyeceğim. Fakat bu yazıda, o seminerde bir sual olarak Ensar Nişancı Hoca’ya yönelttiğim, aslında Arap Baharı’nın başından beri zihnimi kurcalayan bir meseleyi sizinle müzakere edeceğim: Arap Baharı ve Nur talebelerinin ona bakışı meselesini...
Biliyorum, yazının daha başlarında olmama rağmen yine garip garip şeyler söylemeye başladım. Belki bir çoğunuz, daha bu noktada bana; “Nur talebelerinin Arap Baharı’na bakışı nasıl olabilir ki? Elbette destekliyoruz” diyeceksiniz. Haklısınız, hepimiz Arap Baharı’nı ve yaşananları destekliyoruz. Coğrafyamızın özgürleşmesini istiyoruz. Lakin acaba bu noktada, bu desteği verirken ne kadar çizgimizden ödün veriyor, ne kadar olayların heyecanına kapılıyoruz? Ben asıl bu noktayı, Nur talebeleri mabeyninde istişare etmemiz gerektiğini düşünüyorum.
Bediüzzaman’ın, Arap coğrafyasında hakim olan istibdatlardan daha beter bir istibdatın Türkiye’de kol gezdiği zamanlarda iki duruşunu hiç bozmadığını görüyoruz: Birincisi 16. Lem’a’daki 3. Meraklı Sual’e verdiği cevapta olduğu gibi Türkiye kemalini ararken dışarıdan bir müdahaleyi kesinlikle kabul etmiyor. Tıpkı Irak’ta, Amerikan müdahalesine karşı çıktığımız gibi...
En azından biz şimdiye kadar o kısımları yorumlarken hep böyle yorumladık. Bu işin dışarıdan dış güçlerin müdahalesiyle değil, içeriden kendi dinamiklerimizle olabileceğini söyledik. İkincisi; Bediüzzaman en sıkıntılı zamanlarında bile asayişi bozabilecek girişimlere asla müsaade etmiyor. Mesela Nur talebeleri Bediüzzaman’ın sağlığında da, vefatından sonra da hiçbir gösteri, eylem, direniş hareketine karışmıyorlar. Ki buna da Nur terminolojisinde “müsbet hareket” deniyor.
Bu iki kırmızı çizgiyi aklınızda tutun ve şimdi Arap Baharı’na tekrar bakın. Biz Nur talebeleri, Arap Baharı yaşanırken her iki çizgide de yerimizden birazcık oynamadık mı? Birincisi; Suriye ve Libya gibi iktidarın silahlı direnişçilere silahla karşılık verdiği yerlerde dış güçlerin müdahale etmesini arzulamadık mı?
İkincisi; müsbet hareket meselesi... Kendi ülkemizde bu istibdatın belki daha beteri yaşanırken, darbeler olurken, insanlar tutuklanırken sokaklara asla çıkmayan ve belki bu yüzden herkes tarafından pasiflikle suçlanan bizler; Arap Baharı boyunca halkların bu eylemlere girişmesini saygıyla ve tebrikle karşılamadık mı? Yani menfî hareketi öğütleme noktasında da bizde bir kayma olmadı mı?
Şimdi ben bu iki meseleyi çok düşünüyorum. Kendi kendime de çok soruyorum: “Müsbet hareket mi eskidi, yoksa zamanın değişmesiyle şartlar da mı değişti? Neden kendi ülkemizde taraftar olmadığımız şeylere Arap coğrafyasında razı olduk?”
Ya da...
Ya da acaba müsbet hareketi şimdiye kadar biz mi yanlış anladık? Bediüzzaman’ın gayrın müdahalesine karşı oluşunu, bu müdahalenin şartlarıyla birlikte ele almayarak şimdiye kadar biz mi yanlış yorumladık? Ben şimdi hakikaten ikisini de ciddi ciddi kendi dünyamda muhasebe etmekteyim. Ki bu yüzden size bahsetmekteyim.
Öyle ya, Risale-i Nur eğer bütün dünyaya saadeti getirecek bir sistemi içinde barındırıyorsa, bu sistem, neden daha ilk bahar tecrübesinde en sağlam prensiplerinden böylesine kolay vazgeçti? Türkiye için şart koştuğu müsbet hareketi, sokaklardaki eylemsizliği Arap Baharı için neden terk etti? O insanlar sokaklara çıkıp eylemler yaptılar, polisle çatıştılar, hatta bazıları hâlâ silahla direniyorlar, çarpışıyorlar. Can alıp canlar kaybediyorlar. Bu noktada Nur talebelerinin duruşu koşulsuz bir destek mi olmalıydı, yoksa hareketin sınırlarını daha iyi tayin etme yönünde mi yorumlar yapmalıydılar?
Bir de en hazini: Acaba bu bahar hamleleri başarısız olsaydı, biz Nur talebeleri bir kenara geçip şöyle demeyecek miydik: “Ah, ah... Bediüzzaman’ın müsbet hareketini anlamadılar. İçlerinde dahili karmaşaya sebebiyet verdiler. Dahilde kılıç çektiler. Ondan başlarına bu belalar geldi.”
Evet, ben inanıyorum ki, biz bunu diyecektik. Onların başarısızlığını kendi ekolümüz açısından izah edecektik. Ama şimdi bu direniş başarılı oldu. Üstelik bizim tarz-ı cihadımız gibi olmadan oldu. Yahut da olmadı, ama biz yine de onları başarılı bulup desteğimizi verdik. Arap Baharı’nı destekledik. Şimdi sormak gerekiyor o zaman kendimize: “Bizim müsbet hareketimize o topraklarda ne oldu?” Yanlış anlamayın, bu yazıda cevaplar yok. Bu yazı, sadece sorularımın yazısıdır.
Biliyorum, yazının daha başlarında olmama rağmen yine garip garip şeyler söylemeye başladım. Belki bir çoğunuz, daha bu noktada bana; “Nur talebelerinin Arap Baharı’na bakışı nasıl olabilir ki? Elbette destekliyoruz” diyeceksiniz. Haklısınız, hepimiz Arap Baharı’nı ve yaşananları destekliyoruz. Coğrafyamızın özgürleşmesini istiyoruz. Lakin acaba bu noktada, bu desteği verirken ne kadar çizgimizden ödün veriyor, ne kadar olayların heyecanına kapılıyoruz? Ben asıl bu noktayı, Nur talebeleri mabeyninde istişare etmemiz gerektiğini düşünüyorum.
Bediüzzaman’ın, Arap coğrafyasında hakim olan istibdatlardan daha beter bir istibdatın Türkiye’de kol gezdiği zamanlarda iki duruşunu hiç bozmadığını görüyoruz: Birincisi 16. Lem’a’daki 3. Meraklı Sual’e verdiği cevapta olduğu gibi Türkiye kemalini ararken dışarıdan bir müdahaleyi kesinlikle kabul etmiyor. Tıpkı Irak’ta, Amerikan müdahalesine karşı çıktığımız gibi...
En azından biz şimdiye kadar o kısımları yorumlarken hep böyle yorumladık. Bu işin dışarıdan dış güçlerin müdahalesiyle değil, içeriden kendi dinamiklerimizle olabileceğini söyledik. İkincisi; Bediüzzaman en sıkıntılı zamanlarında bile asayişi bozabilecek girişimlere asla müsaade etmiyor. Mesela Nur talebeleri Bediüzzaman’ın sağlığında da, vefatından sonra da hiçbir gösteri, eylem, direniş hareketine karışmıyorlar. Ki buna da Nur terminolojisinde “müsbet hareket” deniyor.
Bu iki kırmızı çizgiyi aklınızda tutun ve şimdi Arap Baharı’na tekrar bakın. Biz Nur talebeleri, Arap Baharı yaşanırken her iki çizgide de yerimizden birazcık oynamadık mı? Birincisi; Suriye ve Libya gibi iktidarın silahlı direnişçilere silahla karşılık verdiği yerlerde dış güçlerin müdahale etmesini arzulamadık mı?
İkincisi; müsbet hareket meselesi... Kendi ülkemizde bu istibdatın belki daha beteri yaşanırken, darbeler olurken, insanlar tutuklanırken sokaklara asla çıkmayan ve belki bu yüzden herkes tarafından pasiflikle suçlanan bizler; Arap Baharı boyunca halkların bu eylemlere girişmesini saygıyla ve tebrikle karşılamadık mı? Yani menfî hareketi öğütleme noktasında da bizde bir kayma olmadı mı?
Şimdi ben bu iki meseleyi çok düşünüyorum. Kendi kendime de çok soruyorum: “Müsbet hareket mi eskidi, yoksa zamanın değişmesiyle şartlar da mı değişti? Neden kendi ülkemizde taraftar olmadığımız şeylere Arap coğrafyasında razı olduk?”
Ya da...
Ya da acaba müsbet hareketi şimdiye kadar biz mi yanlış anladık? Bediüzzaman’ın gayrın müdahalesine karşı oluşunu, bu müdahalenin şartlarıyla birlikte ele almayarak şimdiye kadar biz mi yanlış yorumladık? Ben şimdi hakikaten ikisini de ciddi ciddi kendi dünyamda muhasebe etmekteyim. Ki bu yüzden size bahsetmekteyim.
Öyle ya, Risale-i Nur eğer bütün dünyaya saadeti getirecek bir sistemi içinde barındırıyorsa, bu sistem, neden daha ilk bahar tecrübesinde en sağlam prensiplerinden böylesine kolay vazgeçti? Türkiye için şart koştuğu müsbet hareketi, sokaklardaki eylemsizliği Arap Baharı için neden terk etti? O insanlar sokaklara çıkıp eylemler yaptılar, polisle çatıştılar, hatta bazıları hâlâ silahla direniyorlar, çarpışıyorlar. Can alıp canlar kaybediyorlar. Bu noktada Nur talebelerinin duruşu koşulsuz bir destek mi olmalıydı, yoksa hareketin sınırlarını daha iyi tayin etme yönünde mi yorumlar yapmalıydılar?
Bir de en hazini: Acaba bu bahar hamleleri başarısız olsaydı, biz Nur talebeleri bir kenara geçip şöyle demeyecek miydik: “Ah, ah... Bediüzzaman’ın müsbet hareketini anlamadılar. İçlerinde dahili karmaşaya sebebiyet verdiler. Dahilde kılıç çektiler. Ondan başlarına bu belalar geldi.”
Evet, ben inanıyorum ki, biz bunu diyecektik. Onların başarısızlığını kendi ekolümüz açısından izah edecektik. Ama şimdi bu direniş başarılı oldu. Üstelik bizim tarz-ı cihadımız gibi olmadan oldu. Yahut da olmadı, ama biz yine de onları başarılı bulup desteğimizi verdik. Arap Baharı’nı destekledik. Şimdi sormak gerekiyor o zaman kendimize: “Bizim müsbet hareketimize o topraklarda ne oldu?” Yanlış anlamayın, bu yazıda cevaplar yok. Bu yazı, sadece sorularımın yazısıdır.
7 Mart 2012 Çarşamba
Hangisi kabuk, hangisi öz?
Bu yazı, aslında gecikmiş bir yazı... Bundan aylar evvel yazılmış olması gerekiyordu. Fakat bekledi. Aklım niyet ettikçe yazmaya, kader bir hikmete binaen vaktini tehir etti. Anladım ki; “vakt-i merhunu” gelmemiş. Vakti gelmeyince de cemresi gönle düşmemiş...
Nur Vakfı’nın Yenibosna’daki binasında düzenlediği seminerlere 2011’in Kasım ayında Doç. Dr. Mehmet Çelik konuk olmuştu. Seminerin konusu “Risale-i Nur ve Tasavvuf” idi.
O seminer boyunca Doç. Dr. Mehmet Çelik; tasavvuf ekolünün hala geçerliliği olan bir ekol olduğunu, asıl zenginliğin onda saklandığını (cadde-i kübranın o olduğunu) ancak bazı Nur talebelerinin her nedense tasavvuf hakkında olumsuz çağrışım yapan Bediüzzaman sözlerini cımbızlayarak (evet, seminerde kullandığı kelime tam da buydu) ona karşı önyargılar oluşturduklarını söyledi. Hatta külliyat içinde tasavvufa böyle değinen metin miktarının birkaç cümleyi geçmeyeceğini ve Nur talebelerininse hep o cümlelerde takıldıklarını beyan etti.
Seminerin ardından başta Cemal Uşak ağabey olmak üzere bazı ağabeyler bu kanaate itiraz ettiler ki, bence de nihayetsiz hakları vardı. Bir kere özellikle Telvihat-ı Tis’a gibi bölümlerin bulunduğu bir külliyatta tasavvufa dair bahislerin birkaç cümleden ibaret olduğunu söylemek, bir akademisyen için, büyük bir hataydı. Ve Nur talebelerinin sadece bunları cımbızlayarak bir tasavvuf eleştirisi geliştirdiklerini söylemek de insafsızlıktı. Zira Nur talebelerinin sinesinde her zaman tasavvuf ekolüne saygı vardı. Fakat Bediüzzaman’ın mesleğinin farklarını ortaya koyma, kendi çizgilerini belirleme anlamında tasavvufî yorumlarında bir derece hassas idiler. Belki o cümlelerin çoklukla tekrarı, bu ayrımın sağlıklı algılanması açısından yapılıyordu. Yoksa tasavvuf ekolünü kötülemek amacıyla kullanılmıyordu.
Öncelikle Doç. Dr. Mehmet Çelik, tasavvufu ifade ederken Hz. Hızır’ın ekolünü ve ilm-i ledününü Hz. Musa’nın ekolüne kıyaslayarak ve Hz. Musa’nın (a.s.) Kur’an’da da geçtiği şekilde, bilmediği çok şeyi Hz. Hızır’dan (a.s.) öğrendiğini, bunun da tasavvuf ekolünün diğer ekollerden üstünlüğüne bir örnek oluşturduğunu söyledi. Yani Mehmet Çelik’e göre tasavvuf ekolünün ekseni Hz. Hızır’ın ilm-i ledünü üzerine kurgulanmıştı. Fakat bu örneklemenin kendi içinde şöyle bir açmazı vardı ki; rivayetlerden de bilindiği gibi peygamberler içinde ulu’l-azm sayılan Hz. Hızır (a.s.) değil, Hz. Musa (a.s.) idi. Yani ehl-i sünnet akaidine göre makam-ı Musa, makam-ı Hızır’dan yüksekte idi. Bu yönüyle eğer ilm-i ledün, Hz. Musa’nın şeriat bilgisinden yüksek birşey olsaydı, ulu’l-azmın içerisinde yer alması gereken Hz. Hızır olmalı değil miydi?
Bu örnekleme hafızanızda kalarak Od kitabına yönelelim şimdi. Orada da İskender Pala, bir tasavvuf büyüğü olan Derviş Yunus’un (Allah şefaatine nail eylesin) mesleğini, yani ilm-i ledünü, zahirî(!) şeriattan daha çok önemsiyordu.
Hatta orada sayfalar boyunca Derviş Yunus’un eşyaya bakışı anlatılırken belki sünnet dairesindeki namazına, orucuna, tesbihatına yapılan atıf miktarı birkaç cümleyi, haydi en fazla paragrafı geçmiyordu. Yani kitap boyunca karşımızdaki Derviş Yunus, namazı nasıl kıldığı bilinmeyen, orucu nasıl tuttuğu ve neler duyumsadığı anlaşılmayan, zikri sadece “Bilmiyorum” olan bir mistik ekolün mensubuydu. Zahirî(!) şeriatla çok da meşgul değil gibiydi. Onun makamını asıl kıymetli kılan ibadetleri romanın içerisinde çok az vardı ya da yoktu. Genelde bu gelişim zihninde yaşanıyordu.
Kitabın içinde Derviş Yunus Hazretleri’nin bu yaşam çizgisini özetlemek amaçlı kullanılan şiir de şu idi: “Şeriat tarikat yoldur varana/Hakikat marifet andan içeri...”
Evet, tasavvuf ekolünün takipçilerinin bir kısmının avam-ı müsliminden farklarını ortaya koyma adına kullandıkları şu iki mısra, Od kitabında da Derviş Yunus’un düşünce dünyasını, gönül dünyasını aktarma adına kullanılıyordu. Belki Derviş Yunus’un, abdalların yanına sığınıp sonra onlardan daha yüksek makamda olduğunu anlamasıyla tekrar dergaha dönmesi yine bu iki mısrayla değerlendiriliyordu.
(Bu noktada kitapta geçen Şeyh Abdürrezak’ın öyküsü, hakikaten ilm-i ledün adına vazgeçilebilecek şeylerin sınırlarını tayinde pek endişe verici bir örneklemeydi. Orada Şeyh Abdürrezzak isimli şahıs, sevdiği kız için pekçok mukaddesatını feda edebiliyordu. Halbuki kendisi koskoca bir şeyhti.)
Kitaptan bahisleri az tutarak şimdi yukarıda bahsi geçen Yunus şiiri ile Bediüzzaman’ın telif eylediği Telvihat-ı Tis’a’dan bir bölüm alıntılamak istiyorum. Bakınız Bediüzzaman o kısımda bu şeriat, tarikat, hakikat bahsi hakkında neler söylüyor:
“Şeriat, doğrudan doğruya, gölgesiz, perdesiz, sırr-ı ehadiyet ile rububiyet-i mutlaka noktasında, hitab-ı İlâhînin neticesidir. Tarikatin ve hakikatin en yüksek mertebeleri, şeriatın cüzleri hükmüne geçer; yoksa daima vesile ve mukaddime ve hâdim hükmündedirler. Neticeleri, şeriatın muhkemâtıdır. Yani, hakaik-i şeriata yetişmek için, tarikat ve hakikat meslekleri, vesile ve hâdim ve basamaklar hükmündedir. Git gide, en yüksek mertebede, nefs-i şeriatta bulunan mânâ-yı hakikat ve sırr-ı tarikate inkılâp ederler. O vakit şeriat-ı kübrânın cüzleri oluyorlar. Yoksa, bazı ehl-i tasavvufun zannettikleri gibi, şeriatı zâhirî bir kışır, hakikati onun içi ve neticesi ve gayesi tasavvur etmek doğru değildir.”
Görüldüğü gibi sırf buradaki metinden bile hareketle Bediüzzaman’ın mesleğinin tasavvufun içinde sadece bir şubeden ibaret olmadığı, aslında Bediüzzaman’ın tasavvufu reddetmeden, ama onun dengesi bozulan kısımlarını da kabullenmeyerek kendi Kur’anî mesleğini inşa ettiğini söyleyebiliriz.
Bu yönüyle Nur talebelerinin yapmaya çalıştığı da budur veya bu olmalıdır. Yani Nur talebeleri külliyatın içinden tasavvuf eleştirilerini cımbızlayan insanlar değil, kendi ekollerinin çizgisini ortaya koyma adına bazı hususları belirginleştiren insanlardır. Tıpkı yukarıdaki şeriat, hakikat bahsinde olduğu gibi...
Tasavvuf yolcusu kardeşlerimizin bizi anlaması gereken bir nokta varsa, o nokta işte bu noktadır. Şeriat kışır, tasavvuf öz değildir. Aksine tasavvuf bir vesile, şeriat özdür. Hz. Hızır’ın makamı da işte bu yüzden Hz. Musa’dan (a.s.) geridir. Çünkü Hz. Musa daha kapsamlı bir şeriatın emanetçisidir. Belki biz böyle noktalarda Derviş Yunus’un o mübarek elini öpüyor, ama fikrine katılmıyoruz. Başka bir kem niyetimiz yok...
Nur Vakfı’nın Yenibosna’daki binasında düzenlediği seminerlere 2011’in Kasım ayında Doç. Dr. Mehmet Çelik konuk olmuştu. Seminerin konusu “Risale-i Nur ve Tasavvuf” idi.
O seminer boyunca Doç. Dr. Mehmet Çelik; tasavvuf ekolünün hala geçerliliği olan bir ekol olduğunu, asıl zenginliğin onda saklandığını (cadde-i kübranın o olduğunu) ancak bazı Nur talebelerinin her nedense tasavvuf hakkında olumsuz çağrışım yapan Bediüzzaman sözlerini cımbızlayarak (evet, seminerde kullandığı kelime tam da buydu) ona karşı önyargılar oluşturduklarını söyledi. Hatta külliyat içinde tasavvufa böyle değinen metin miktarının birkaç cümleyi geçmeyeceğini ve Nur talebelerininse hep o cümlelerde takıldıklarını beyan etti.
Seminerin ardından başta Cemal Uşak ağabey olmak üzere bazı ağabeyler bu kanaate itiraz ettiler ki, bence de nihayetsiz hakları vardı. Bir kere özellikle Telvihat-ı Tis’a gibi bölümlerin bulunduğu bir külliyatta tasavvufa dair bahislerin birkaç cümleden ibaret olduğunu söylemek, bir akademisyen için, büyük bir hataydı. Ve Nur talebelerinin sadece bunları cımbızlayarak bir tasavvuf eleştirisi geliştirdiklerini söylemek de insafsızlıktı. Zira Nur talebelerinin sinesinde her zaman tasavvuf ekolüne saygı vardı. Fakat Bediüzzaman’ın mesleğinin farklarını ortaya koyma, kendi çizgilerini belirleme anlamında tasavvufî yorumlarında bir derece hassas idiler. Belki o cümlelerin çoklukla tekrarı, bu ayrımın sağlıklı algılanması açısından yapılıyordu. Yoksa tasavvuf ekolünü kötülemek amacıyla kullanılmıyordu.
Öncelikle Doç. Dr. Mehmet Çelik, tasavvufu ifade ederken Hz. Hızır’ın ekolünü ve ilm-i ledününü Hz. Musa’nın ekolüne kıyaslayarak ve Hz. Musa’nın (a.s.) Kur’an’da da geçtiği şekilde, bilmediği çok şeyi Hz. Hızır’dan (a.s.) öğrendiğini, bunun da tasavvuf ekolünün diğer ekollerden üstünlüğüne bir örnek oluşturduğunu söyledi. Yani Mehmet Çelik’e göre tasavvuf ekolünün ekseni Hz. Hızır’ın ilm-i ledünü üzerine kurgulanmıştı. Fakat bu örneklemenin kendi içinde şöyle bir açmazı vardı ki; rivayetlerden de bilindiği gibi peygamberler içinde ulu’l-azm sayılan Hz. Hızır (a.s.) değil, Hz. Musa (a.s.) idi. Yani ehl-i sünnet akaidine göre makam-ı Musa, makam-ı Hızır’dan yüksekte idi. Bu yönüyle eğer ilm-i ledün, Hz. Musa’nın şeriat bilgisinden yüksek birşey olsaydı, ulu’l-azmın içerisinde yer alması gereken Hz. Hızır olmalı değil miydi?
Bu örnekleme hafızanızda kalarak Od kitabına yönelelim şimdi. Orada da İskender Pala, bir tasavvuf büyüğü olan Derviş Yunus’un (Allah şefaatine nail eylesin) mesleğini, yani ilm-i ledünü, zahirî(!) şeriattan daha çok önemsiyordu.
Hatta orada sayfalar boyunca Derviş Yunus’un eşyaya bakışı anlatılırken belki sünnet dairesindeki namazına, orucuna, tesbihatına yapılan atıf miktarı birkaç cümleyi, haydi en fazla paragrafı geçmiyordu. Yani kitap boyunca karşımızdaki Derviş Yunus, namazı nasıl kıldığı bilinmeyen, orucu nasıl tuttuğu ve neler duyumsadığı anlaşılmayan, zikri sadece “Bilmiyorum” olan bir mistik ekolün mensubuydu. Zahirî(!) şeriatla çok da meşgul değil gibiydi. Onun makamını asıl kıymetli kılan ibadetleri romanın içerisinde çok az vardı ya da yoktu. Genelde bu gelişim zihninde yaşanıyordu.
Kitabın içinde Derviş Yunus Hazretleri’nin bu yaşam çizgisini özetlemek amaçlı kullanılan şiir de şu idi: “Şeriat tarikat yoldur varana/Hakikat marifet andan içeri...”
Evet, tasavvuf ekolünün takipçilerinin bir kısmının avam-ı müsliminden farklarını ortaya koyma adına kullandıkları şu iki mısra, Od kitabında da Derviş Yunus’un düşünce dünyasını, gönül dünyasını aktarma adına kullanılıyordu. Belki Derviş Yunus’un, abdalların yanına sığınıp sonra onlardan daha yüksek makamda olduğunu anlamasıyla tekrar dergaha dönmesi yine bu iki mısrayla değerlendiriliyordu.
(Bu noktada kitapta geçen Şeyh Abdürrezak’ın öyküsü, hakikaten ilm-i ledün adına vazgeçilebilecek şeylerin sınırlarını tayinde pek endişe verici bir örneklemeydi. Orada Şeyh Abdürrezzak isimli şahıs, sevdiği kız için pekçok mukaddesatını feda edebiliyordu. Halbuki kendisi koskoca bir şeyhti.)
Kitaptan bahisleri az tutarak şimdi yukarıda bahsi geçen Yunus şiiri ile Bediüzzaman’ın telif eylediği Telvihat-ı Tis’a’dan bir bölüm alıntılamak istiyorum. Bakınız Bediüzzaman o kısımda bu şeriat, tarikat, hakikat bahsi hakkında neler söylüyor:
“Şeriat, doğrudan doğruya, gölgesiz, perdesiz, sırr-ı ehadiyet ile rububiyet-i mutlaka noktasında, hitab-ı İlâhînin neticesidir. Tarikatin ve hakikatin en yüksek mertebeleri, şeriatın cüzleri hükmüne geçer; yoksa daima vesile ve mukaddime ve hâdim hükmündedirler. Neticeleri, şeriatın muhkemâtıdır. Yani, hakaik-i şeriata yetişmek için, tarikat ve hakikat meslekleri, vesile ve hâdim ve basamaklar hükmündedir. Git gide, en yüksek mertebede, nefs-i şeriatta bulunan mânâ-yı hakikat ve sırr-ı tarikate inkılâp ederler. O vakit şeriat-ı kübrânın cüzleri oluyorlar. Yoksa, bazı ehl-i tasavvufun zannettikleri gibi, şeriatı zâhirî bir kışır, hakikati onun içi ve neticesi ve gayesi tasavvur etmek doğru değildir.”
Görüldüğü gibi sırf buradaki metinden bile hareketle Bediüzzaman’ın mesleğinin tasavvufun içinde sadece bir şubeden ibaret olmadığı, aslında Bediüzzaman’ın tasavvufu reddetmeden, ama onun dengesi bozulan kısımlarını da kabullenmeyerek kendi Kur’anî mesleğini inşa ettiğini söyleyebiliriz.
Bu yönüyle Nur talebelerinin yapmaya çalıştığı da budur veya bu olmalıdır. Yani Nur talebeleri külliyatın içinden tasavvuf eleştirilerini cımbızlayan insanlar değil, kendi ekollerinin çizgisini ortaya koyma adına bazı hususları belirginleştiren insanlardır. Tıpkı yukarıdaki şeriat, hakikat bahsinde olduğu gibi...
Tasavvuf yolcusu kardeşlerimizin bizi anlaması gereken bir nokta varsa, o nokta işte bu noktadır. Şeriat kışır, tasavvuf öz değildir. Aksine tasavvuf bir vesile, şeriat özdür. Hz. Hızır’ın makamı da işte bu yüzden Hz. Musa’dan (a.s.) geridir. Çünkü Hz. Musa daha kapsamlı bir şeriatın emanetçisidir. Belki biz böyle noktalarda Derviş Yunus’un o mübarek elini öpüyor, ama fikrine katılmıyoruz. Başka bir kem niyetimiz yok...
5 Mart 2012 Pazartesi
Risale-i Nur'u yalnızca Risale-i Nur mu anlatır?
Bir önceki yazımızda dersi yapanlar noktasında Risale derslerimizin geliştirilmesine muhtaç olduğumuzu beyan etmiştik... Elhamdülillah, bu beyanın ardından iki türlü tepkiler aldık: Bir kısmı insaflıydı ki; bize hak vermekle beraber ıslah konusunun sadece dersi yapanla değil, dersi dinleyenle de ilgili olduğunu söyledi; amenna! Buna biz de katıldık. O noktada eksikliğimizi itiraf ettik. İkinci kısım insafsız idi ki; onlar da bu yaptığımızı farklı olmaya çalışmak, kendince hava atmak olarak yorumladılar. Belki bizi kale dahi almadılar. Onlara dair birşey söylemiyoruz, yalnız selametle diyoruz.
Risale derslerinin metamorfoz geçirmeye ihtiyacı olduğu yeni birşey değil. Fakat bu ihtiyacın karışısında cemaat içinde geliştirilmiş, üretilmiş pekçok tabunun, engelin kaya gibi sert, müsaadesiz duruşu var. Mesela bunların içinde bir tanesi; “Risale-i Nur yeter” cümlesi ki, hakikaten pek yanlış anlaşılmış bir ifadedir. Diğeri ise şu; “Risale-i Nur’u yine Risale-i Nur anlatır.”
“Risale-i Nur’u yine Risale-i Nur anlatır” söylemi, aynı metni izah eden başka bir metnin sadece yüzünden okunması olarak anlaşılmamalı. Hem “Risale-i Nur’u yine sadece Risale-i Nur izah eder” şeklinde düşünmek, Kur’an tefsir metotlarında klasik usüllere bağlı kalmayarak kainatı bir harita gibi tefsirlerine yayan bir Üstadın talebelerine cidden yakışmıyor. Bu şekilde Risale-i Nur’dan gayrısına kapanmak, tefsir metodunu bütün modern bilimlere alabildiğine açan bir ekolün sahiplerinin kabullenebileceği birşey değildir, olmamalıdır.
Örneğin Üstad Hazretleri, Kur’an’ı tefsir ederken “Kur’an’ı sadece Kur’an anlatır” demiyor. Üstelik irşad-ı nebevî olmasa, Hz. Resulullah (a.s.m.) aramıza dahil olmasa o ders kitabının dahi manalarının tam anlaşılamayacağını nübüvvetin gerekliliğini izah ederken kendisi söylüyor.
Hal böyleyken, Kur’an’ın sahibi (c.c.) dahi kelamının manasını insanlara aktarırken kelamıyla yetinmez ve peygamberler gönderirken ve izah eden öğretmenler dahi (Allah, hepsinin şefaatlerine nail eylesin) Kur’an’ı kainatla birlikte bize izah etmeye çalışırken, bizim sadece Risale-i Nur metinleriyle yetinmemiz, daha derinlikli izahlar için (ve metinleri daha iyi kavramak için) farklı okumalara girişmeyişimiz, bence düpedüz taassuptur. Evet, en açık lisanla ifade ediyorum; bu bir taassuptur. Bu söylem yıllar önce kendisine sualler tevcih eden lise talebelerine “Dersleri dinleyin!” diyen Üstadın talebelerine yakışmamaktadır. Üstad farklı Kur’an merkezli farklı okumalara alabildiğine açıkken ve tedris hayatı bununla geçmişken, sonraki nesiller giderek kapanmaktadır.
Bu noktada elbette ders yapanlar kadar dersi dinleyenlerin de yenilenmeye ihtiyacı var. Dersi dinlemeye gelenler, acaba gerçekten birşeyler öğrenmek ve ders almak için mi geliyorlar; yoksa sadece beraber bulunmak ve dostlarla birkaç saat birlikte olmak için mi o mekanlara geliyorlar, bu ciddi analiz edilmeli. Zira herkes de kabul eder ki; dersi yapanı şevklendiren, hareket getiren öğrencilerdeki, dinleyenlerdeki samimiyettir.
Eğer biz dinleyenler olarak içimizdeki heyecanı kaybetmişsek, dersi yapanda bunu bulmak zor olur. Dersi yapanın bu hissi uyandırması zorlukla olur. Pek azına nasip olur. Zira zorlama yoktur, zorlanmayınca da arama yoktur. Bu nazenin ve nazdar hakikatler de mehirleri olan dikkat ödenmedikçe kendilerini açmazlar.
Bu noktada dersi dinlemeye gelenlerin hakikaten öğrenci edasıyla, birşeyler kapmak için orada bulunması çok önemli. En azından bir küçük not defteri, bir kalem, birşeyleri kaydetme telaşı, birkaç soru inanın bu yolda çok faydalı olacaktır. Hem dersi dinleyen adına, hem dersi yapan adına çok faydalı olacaktır.
İnsanların sadece derse gelmesiyle ve sadece orada bulunmalarıyla tatmin olma çağının geçtiğini düşünmekteyim. Giderek çoğalan, ama çoğaldıkça metinlerden uzaklaşan Nur talebeleri zamanındayız. Benim bir üst kuşağım külliyat metinlerine iyi kötü aşinayken, benim bir alt kuşağım kapağını kaldırıp çok nadir okuyor. Okusa da heyecanlanmıyor. Belki pek nadir bir ferdi, merakla eserleri karıştırıyor.
Yeni bir ruh ile dersleri daha yüksek bir seviyeye çekmek, Nur talebelerinin kültür mirasını bir sonraki nesle taşımak açısından elbette çok faydalı olacaktır. Kemiyetin değil, keyfiyetin ehemmiyetli olduğu bu hizmette, dört tane gerçekten öğrenmek için gelmiş talebe yüz tane orada bulunmak için gelmiş insandan elbette hayırlıdır. Risale-i Nur talebeliği; talep eden, talep edilen ve bu talebe karşılık her dem yeni bilgilerin arz edildiği bir platformda yaşanmalı... Yoksa yüz kişi toplanıp dağılsak, ama içimizden bir Said çıkaramasak, o kalabalığın ne anlamı var?
Risale derslerinin metamorfoz geçirmeye ihtiyacı olduğu yeni birşey değil. Fakat bu ihtiyacın karışısında cemaat içinde geliştirilmiş, üretilmiş pekçok tabunun, engelin kaya gibi sert, müsaadesiz duruşu var. Mesela bunların içinde bir tanesi; “Risale-i Nur yeter” cümlesi ki, hakikaten pek yanlış anlaşılmış bir ifadedir. Diğeri ise şu; “Risale-i Nur’u yine Risale-i Nur anlatır.”
“Risale-i Nur’u yine Risale-i Nur anlatır” söylemi, aynı metni izah eden başka bir metnin sadece yüzünden okunması olarak anlaşılmamalı. Hem “Risale-i Nur’u yine sadece Risale-i Nur izah eder” şeklinde düşünmek, Kur’an tefsir metotlarında klasik usüllere bağlı kalmayarak kainatı bir harita gibi tefsirlerine yayan bir Üstadın talebelerine cidden yakışmıyor. Bu şekilde Risale-i Nur’dan gayrısına kapanmak, tefsir metodunu bütün modern bilimlere alabildiğine açan bir ekolün sahiplerinin kabullenebileceği birşey değildir, olmamalıdır.
Örneğin Üstad Hazretleri, Kur’an’ı tefsir ederken “Kur’an’ı sadece Kur’an anlatır” demiyor. Üstelik irşad-ı nebevî olmasa, Hz. Resulullah (a.s.m.) aramıza dahil olmasa o ders kitabının dahi manalarının tam anlaşılamayacağını nübüvvetin gerekliliğini izah ederken kendisi söylüyor.
Hal böyleyken, Kur’an’ın sahibi (c.c.) dahi kelamının manasını insanlara aktarırken kelamıyla yetinmez ve peygamberler gönderirken ve izah eden öğretmenler dahi (Allah, hepsinin şefaatlerine nail eylesin) Kur’an’ı kainatla birlikte bize izah etmeye çalışırken, bizim sadece Risale-i Nur metinleriyle yetinmemiz, daha derinlikli izahlar için (ve metinleri daha iyi kavramak için) farklı okumalara girişmeyişimiz, bence düpedüz taassuptur. Evet, en açık lisanla ifade ediyorum; bu bir taassuptur. Bu söylem yıllar önce kendisine sualler tevcih eden lise talebelerine “Dersleri dinleyin!” diyen Üstadın talebelerine yakışmamaktadır. Üstad farklı Kur’an merkezli farklı okumalara alabildiğine açıkken ve tedris hayatı bununla geçmişken, sonraki nesiller giderek kapanmaktadır.
Bu noktada elbette ders yapanlar kadar dersi dinleyenlerin de yenilenmeye ihtiyacı var. Dersi dinlemeye gelenler, acaba gerçekten birşeyler öğrenmek ve ders almak için mi geliyorlar; yoksa sadece beraber bulunmak ve dostlarla birkaç saat birlikte olmak için mi o mekanlara geliyorlar, bu ciddi analiz edilmeli. Zira herkes de kabul eder ki; dersi yapanı şevklendiren, hareket getiren öğrencilerdeki, dinleyenlerdeki samimiyettir.
Eğer biz dinleyenler olarak içimizdeki heyecanı kaybetmişsek, dersi yapanda bunu bulmak zor olur. Dersi yapanın bu hissi uyandırması zorlukla olur. Pek azına nasip olur. Zira zorlama yoktur, zorlanmayınca da arama yoktur. Bu nazenin ve nazdar hakikatler de mehirleri olan dikkat ödenmedikçe kendilerini açmazlar.
Bu noktada dersi dinlemeye gelenlerin hakikaten öğrenci edasıyla, birşeyler kapmak için orada bulunması çok önemli. En azından bir küçük not defteri, bir kalem, birşeyleri kaydetme telaşı, birkaç soru inanın bu yolda çok faydalı olacaktır. Hem dersi dinleyen adına, hem dersi yapan adına çok faydalı olacaktır.
İnsanların sadece derse gelmesiyle ve sadece orada bulunmalarıyla tatmin olma çağının geçtiğini düşünmekteyim. Giderek çoğalan, ama çoğaldıkça metinlerden uzaklaşan Nur talebeleri zamanındayız. Benim bir üst kuşağım külliyat metinlerine iyi kötü aşinayken, benim bir alt kuşağım kapağını kaldırıp çok nadir okuyor. Okusa da heyecanlanmıyor. Belki pek nadir bir ferdi, merakla eserleri karıştırıyor.
Yeni bir ruh ile dersleri daha yüksek bir seviyeye çekmek, Nur talebelerinin kültür mirasını bir sonraki nesle taşımak açısından elbette çok faydalı olacaktır. Kemiyetin değil, keyfiyetin ehemmiyetli olduğu bu hizmette, dört tane gerçekten öğrenmek için gelmiş talebe yüz tane orada bulunmak için gelmiş insandan elbette hayırlıdır. Risale-i Nur talebeliği; talep eden, talep edilen ve bu talebe karşılık her dem yeni bilgilerin arz edildiği bir platformda yaşanmalı... Yoksa yüz kişi toplanıp dağılsak, ama içimizden bir Said çıkaramasak, o kalabalığın ne anlamı var?
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...