24 Eylül 2016 Cumartesi

Caner Taslaman ümmete neden katılamıyor?

Geçtiğimiz günlerde, Risalehaber'in konuyu haberleştirip sunmasıyla, Yıldız Teknik Üniversitesi Felsefe Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Caner Taslaman'ın Bediüzzaman'ı 'beğendiğini' ama eserlerinde naklettiği iki hadis konusunda kendisine 'katılmadığını' öğrenmiş olduk. Bunlardan bir tanesine ('levlake levlak...' bahsine) çeşitli isimler tarafından yeterli cevaplar verildiğinden, ben, çok da üzerinde durulmayan ikincisi hakkında birşeyler karalamak istiyorum. Lakin öncelikle şunu belirtmeden geçemeyeceğim: Nur talebelerinin bir konuda daha uyanık olması lazım. Bediüzzaman'ı beğenmek gittiği yolu beğenmektir. Gittiği yolu beğenenin ancak Bediüzzaman'ı beğendiğine inanılır. Gittiği yolu beğenmeden ona duyulacak bir muhabbet, belki kulağa hoş gelir amma, hakikatte hiçbir anlam ifade etmez. Bu tıpkı, rafızîlerin Hz. Ali'nin (r.a.) şahsına duydukları muhabbetle, hristiyanların Hz. İsa'nın (a.s.) şahsına yaptıkları övgü gibidir. İkisi de necat vermez.

"Muhabbet iki kısımdır. Biri: Mânâ-yı harfiyle, yani Resul-i Ekrem aleyhissalâtüvesselâm hesabına, Cenâb-ı Hak namına, Hazret-i Ali ile Hasan ve Hüseyin ve Âl-i Beyti sevmektir. Şu muhabbet, Resul-i Ekrem aleyhissalâtüvesselâmın muhabbetini ziyadeleştirir, Cenâb-ı Hakkın muhabbetine vesile olur. Şu muhabbet meşrudur, ifratı zarar vermez, tecavüz etmez, başkalarının zemmini ve adâvetini iktiza etmez. İkincisi: Mânâ-yı ismiyle muhabbettir. Yani bizzat onları sever. Hazret-i Peygamber aleyhissalâtüvesselâmı düşünmeden, Hazret-i Ali'nin kahramanlıklarını ve kemâlini ve Hazret-i Hasan ve Hüseyin'in yüksek faziletlerini düşünüp sever. Hattâ Allah'ı bilmese de, Peygamberi tanımasa da, yine onları sever. Bu sevmek, Resul-i Ekrem aleyhissalâtüvesselâmın muhabbetine ve Cenâb-ı Hakkın muhabbetine sebebiyet vermez. Hem ifrat olsa, başkaların zemmini ve adâvetini iktiza eder."

Bizim de Bediüzzaman'ın 'şahsına' duyulan muhabbetle 'yoluna' duyulan muhabbeti birbirinden ayırmamız lazım. Yoluna duyulan muhabbetten kastımız elbette ehl-i sünnet ve'l-cemaatin yoluna duyulacak bir muhabbettir. Eğer böyle bir muhabbet sözkonusu değilse, şahsına duyulacak bir muhabbet, en merhametli ifadesiyle faydasız, en yalın ifadesiyle yalandır. Çünkü o muhabbet arzu ettiğimiz türden bir muhabbet değildir. Geçmişte de, bir zaman Bediüzzaman'a muhabbetini ifade eden, ancak daha sonra ehl-i sünnet ve'l-cemaate (ve dolayısıyla Risale-i Nur mesleğine) saldıran birçok isimle karşılaştığımız malumdur. Yaşar Nuri Öztürk'ün veya Mustafa İslamoğlu'nun mazisini bilenler bu sözlerime hak verirler.

Şimdi, gelelim Caner Taslaman'ın itiraz ettiği hadise. Bu hadis, Bediüzzaman'ın Mucizat-ı Ahmediye Risalesi'nde naklettiği rivayetlerden birisi. Önce o kısmı alıntılayalım: "Altıncı çocuk: Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm namaz kılarken, hırçın bir çocuk namazını kat' edip geçtiğinden, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm 'Allahım, onun yerden izini kes!' demiş. Ondan sonra çocuk daha yürümemiş, öyle kalmış, hırçınlığının cezasını bulmuş." Caner Taslaman bu rivayetin 'uydurma olduğunu düşündüğünü' ifade ediyor. Bizse, Söz Basım'ın Mektubat baskısında, ilgili hadisin altına not düşülen şöyle bir kaynak bilgisine rastlıyoruz: Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:328; Hafâcî, Şerhu'ş-Şifâ, 3:137; Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:663.

Demek ki; Caner Taslaman'ın mezkûr hadisi inkârı (Ah, yoksa 'katılmaması' mı demeliydim?) hadis kaynaklarında bulamamaktan veya hadis ilmine dair bir endişeden kaynaklanmıyor. Ya? Hadisin kendisine 'mantıklı' görünmemesinden kaynaklanıyor. Peki, nedir bu hadisi mantıksız kılan? Caner Taslaman'ın bu yöndeki ifadelerini okumadığımdan tahminde bulunayım: "Ümmetine bu derece şefkatli bir Resul-i Ekrem aleyhissalatuvesselam hiç sırf namazına zarar verdi diye bir çocuğa beddua eder mi? Hem Hz. Hasan ve Hüseyin (r.a.) ile ilgili anlatılan rivayetler, onun, namazda rahatsız eden çocuklara çok şefkatli davrandığını göstermiyor mu? O halde bu tavır da neyin nesidir? Bu hadis, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın şefkatiyle bağdaşmayacağından 'uydurma' olduğunu söylemek daha doğrudur."

Acele etmeyin. Tartışmayı buradan göğüslerseniz müzakereye yanlış bir noktadan başlamış olursunuz. İlk olarak sorgulamamız gereken aslında şudur: İslam bizi sadece modern aklın kabul ettiği şeylere mi iman etmeye yönlendirir? Öyle ya! Kur'an'da ve hadis-i şeriflerde modern aklın basmayacağı birçok mucizeden de bahsedilmektedir. Hz. İsa'nın (a.s.) babasız dünyaya gelmesi, Hz. Yakub'un (a.s.) gözlerinin Hz. Yusuf'un (a.s.) gömleğiyle açılması, Hz. Musa'nın (a.s.) asâsının yılana dönüşmesi... Sayamayacağımız kadar çok mucizenin haberi bize nakille gelmektedir ve biz bugün modern akılla 'nasıllığını' anlayamadığımız bu şeylere iman etmekle mükellefiz. Çünkü, en başta, 'aklımızın kavrayamayacağı şeyleri dahi yaratmaya gücü yetecek' bir Allah'a iman etmişiz. O halde, aklı ve kalbi doğru çalışan bir mü'minin sorması gereken bu olmalıdır: Bu haberler kat'i midir? Eğer işin nakil boyutu kat'ilik ifade ediyorsa, aklımız kesmese de, öyle olduğuna iman ederiz.

Hiç mi 'nasıllığını' anlamaya çalışmayız? Hayır, çalışırız. Hatta Bediüzzaman'ın 20. Söz'de peygamber mucizeleri ve teknoloji arasında kurduğu 'teşvik' ilgisi, bu mucizelerin Kur'an'da ve sünnette yeralmasının bir hikmetinin de 'onlara yetişmeye çalışmak' olduğunu bize öğretir. Nitekim, bugün varlıklarını normal bulduğumuz nice buluş ve keşif, öyle birşeyin varolabileceğini aklımıza/hayalimize düşüren mucizeler sayesinde varolabilmiştir. Zira insanoğlu benzerini görmediği şeyi hayal edemez. Hayali haline gelmemiş şeylere ulaşamaz. Hülasa, demem o ki: Normal bir mü'minin aklı, nakil kat'i olduğunda, aklını o kat'i haberi 'cerh etmeye' değil 'anlayabilmeye' kullanır. Marifet ve hikmet yürüyüşü de zaten en özet haliyle budur.

Şimdi, asıl konumuza geri dönelim ve şu sorularla yüzleşelim: Cenab-ı Hak, bu kainatta, çocuklara da acı çektirmekte midir? Elcevap: Evet, çektirmektedir. Sakat bırakabilmekte midir? Elcevap: Evet, bırakabilmektedir. Öldürmekte midir? Elcevap: Evet, öldürebilmektedir. Medyada her gün (maalesef) görebildiğimiz şeylerdir bunlar. Peki, sırf yaşananların (görünürdeki) çirkinliğine ve Allah'ın nihayetsiz cemaline bakarak 'bunu ondan başkasının yaptığını' veya 'onun asla böyle şeyler yapmayacağını' söylemek ne kadar doğru olur? Tevhide ve "Ölümü de hayatı da yaratan odur!" ayetine iman eden hiçbir mü'min böyle birşeyi aklının geçirmez. O halde, Rahman ve Rahim bildiği Allah'ın tasarrufunda böyle şeyler gerçekleşince nasıl düşünür mü'min?

"Olmaz öyle şey!" deyip çocukları Allah'ın öldürdüğünü inkâr mı eder? Bu noktadan hareketle tevhidi terkedip 'ölümlerden/acılardan sorumlu' ikinci bir ilaha mı inanmaya başlar? Yoksa, Allah'ın Hakîm ve Âdil isimlerini de hesaba katıp 'bu işin bir hikmeti olabileceğini' mi tefekkür eder? Ben sonuncusunu seçiyorum.

Sonuncuyu seçmediğinizde, tıpkı mecusilerde olduğu gibi, iyilik tanrısı ve kötülük tanrısı diye ikili bir yalan kurgulayabilirsiniz. Yahut da mutezilede olduğu gibi 'şerrin yaratılışını kula verip' tevhid akidenize büyük bir zarar verebilirsiniz. Peki, çare nedir? İki vartadan kurtulmanın da çaresi 'anlamaya çalışmak'tır. Allah'ın rahmetini olayların sadece zâhirinde değil içyüzlerinde ve arkalarında da araştırmaktır. Tenzih adına tevhide zarar vermek değil; tenzihi, tevhidi doğrular bir şekilde anlamaktır:

"Sual: Mutezile imamları, şerrin icadını şer telâkki ettikleri için, küfür ve dalâletin hilkatini Allah'a vermiyorlar. Güya onunla Allahı takdis ediyorlar! 'Beşer kendi ef'âlinin hâlıkıdır' diye dalâlete gidiyorlar. (...)
Elcevap: Kader Risalesinde izah edildiği gibi, halk-ı şer, şer değil; belki kesb-i şer, şerdir. Çünkü, halk ve icad umum neticelere bakar. Bir şerrin vücudu çok hayırlı neticelere mukaddeme olduğu için, o şerrin icadı, neticeler itibarıyla hayır olur, hayır hükmüne geçer. Meselâ ateşin yüz hayırlı neticeleri var. Fakat bazı insanlar, sû-i ihtiyarıyla ateşi kendilerine şer yapmakla, 'Ateşin icadı şerdir!' diyemezler. Öyle de, şeytanların icadı, terakkiyât-ı insaniye gibi çok hikmetli neticeleri olmakla beraber, sû-i ihtiyarıyla ve yanlış kesbiyle şeytanlara mağlûp olmakla, 'Şeytanın hilkati şerdir!' diyemez. Belki o, kendi kesbiyle kendine şer yaptı."

Caner Taslaman'ın da mezkûr hadiste yaşadığı sorun budur: O, güya Allah Resulü aleyhissalatuvesselamı 'çocuklara beddua etmekten' tenzih ederken, aslında hadis ilminin 'sahihlik kıstaslarını' görmezden gelmektedir. Mutezile nasıl 'güya tenzih için' tevhid akidesine zarar vermekteyse, Caner Taslaman da, 'güya tenzih için' hadis ilminin üzerine kurulu olduğu sisteme zarar vermektedir.

Bu gemide açılacak en küçük bir delik bile küçük görülmemelidir. Bugün sırf aklı kesmiyor diye sahih bir hadisi inkâr edebilen, yarın yine aklı kesmediğinde, Hz. İsa'nın (a.s.) babasız doğmasını inkâr edebilir. Hatta kader gibi, melekler gibi, ahiret gibi, varlığını beş duyu organımızla algılayamadığımız akaid-i imaniyede inkâra cüret edebilir. Devası nedir bu vartanın? Devası 'anlamaya çalışmak'tır.

Üstelik yine mağduru(!) çocuk olan bir hâdise, Kur'an'da, Hz. Hızır ve Musa (a.s.) kıssası içinde bizi bulmaktadır. "Böylece ikisi (yine) yola koyuldular. Nitekim bir çocukla karşılaştılar, o hemen tutup onu öldürüverdi. (Musa) Dedi ki: 'Bir cana karşılık olmaksızın, tertemiz bir canı mı öldürdün? Andolsun, sen kötü bir iş yaptın.'" (Kehf, 74) Kıssanın devamında Hz. Hızır (a.s.) bu öldürüşün hikmetini açıklar: "Çocuğa gelince, onun anne ve babası mü'min kimselerdi. Bundan dolayı, onun kendilerine azgınlık ve inkar zorunu kullanmasından endişe edip-korktuk. Böylece, onlara Rablerinin ondan temiz olmak bakımından daha hayırlısı, merhamet bakımından da daha yakın olanını vermesini diledik." (Kehf, 80-81)

Şimdi, sözde Kur'an'a pek düşkün bir 'Prof. Dr.' olarak Caner Taslaman'dan beklenen, aklına yatmayanı hemen inkâr etmesi midir? Yoksa azıcık 'anlamaya çalışması' mıdır? Anlamaya çalışıldığında, tıpkı yukarıda Hz. Hızır ve Musa (a.s.) kıssasında bize öğütlendiği gibi, pekçok şeyin hikmeti anlaşılabilir. Allah Resulü aleyhisselatuvesselamın o çocuğun ahlakında/geleceğinde ne gördüğünü, Hz. Hızır (a.s.) gibi nasıl bir endişe duyduğunu bilemiyoruz. Ancak şunu biliyoruz: Eğer hadis ilminin kıstaslarına göre bir haber kat'iyse mutlaka bir hikmeti vardır: "Dedi ki: 'Gerçekten sen, benimle birlikte olma sabrını göstermeye güç yetiremezsin.' (Böyleyken) 'Özünü kavramaya kuşatıcı olamadığın şeye nasıl sabredebilirsin?'" (Kehf, 67-68). Caner Taslaman'ı da Hz. Hızır ve Musa (a.s.) örneğinin öğütlediği şekilde 'anlamak için gerekli olan sabra' ve 'içyüzü öğrenme gayretine' davet ediyoruz.

23 Eylül 2016 Cuma

Erdoğan'ı Abdulhamid Han'a neden benzetmek istemiyoruz?

Yakınlarda, bir dostumla "Neden Erdoğan'ın 15 Temmuz'da aldığı toplumsal desteği 28 Şubat'ta Erbakan alamadı?" meselesi üzerine müzakerelerde bulunurken şöyle bir ayrılık yaşadığımızı farkettim: O, merhum Erbakan'ın bu desteği alamayışını 'halkın onu anlamayışına' bağlıyordu. Erdoğan'ın bulduğu destek ise 'nihayet Erbakan'ın çizgisinin birazcık anlaşılması' işiydi. Ben böyle düşünmüyordum. Buna delilim: Her iki liderin (Erbakan'ın sağlığında) yaşadıkları 'anlaşmazlık' ve Saadet geleneğinin Erdoğan'a karşı 'giderek marjinalleşen tavrı' idi. Başka gerekçelerim de vardı. Ancak bütün bunların ötesinde, tecrübî bir tesbitimi ortaya koymam gerekirse, Erdoğan çizgisinde gördüğüm fakat Erbakan çizgisinde görememekten yakındığım şey şu idi:

Bir Milli Görüşçü ile konuştuğunuzda, bu, bir AK Partili ile konuşmak gibi olmazdı. Kapalılığını hissederdiniz. Milli Gençlik Vakfı'na takıldığım yıllarda üzerimde kalan etkilerden birinin bu olduğunu hatırlıyorum. Onlara öğretebileceğiniz veya farketmelerini sağlayabileceğiniz bir doğru yoktu. Zaten hepsini biliyorlardı. Zaten herşeyi çözmüşlerdi. Zaten bütün cevaplar ellerindeydi. Siyasi/toplumsal problemler ve çözümleri onların gözünde 'tekrar tartışmayı gerektirmeyecek şekilde' netti. Bu nedenle farklı düşünen 'dindarların' veya 'dine hürmetkârların' onlara anlatabileceği birşey yoktu. Halkın yapması gereken, sistem başkasına elvermediği için, başa geçmelerini sağlayacak oyu vermek ve seyirci koltuğunda olacakları izlemekti. (Demokrasiye 'şeytan işi' denmesini falan anmıyorum bile.)

Erdoğan'ın "Milli Görüş gömleğimi çıkardım!" derken dindarlara ve hatta dindar olmayıp da dine hürmetkâr olanlara verdiği umut bu idi: Artık tavsiyelerimiz ve hatta endişelerimiz de dikkate alınacaktı. Dinleyici koltuğunda oturmaktan kurtulmuş ve 'görüşü alınan seçmenler' haline gelmiştik. Nitekim, Erdoğan'ın 2002'den beri idarede ve siyasette izlediği çizgi, zaman zaman renginde koyulaşmalar ve açılmalar yaşansa da, 'katılıma ve kucaklamaya açık' bir çizgiydi. İçerisinde Türkçüsünden Kürtçüsüne, sağcısından solcusuna, liberalinden İslamcısına birçok rengi barındırıyordu bu gökkuşağı. Erdoğan'ın kısmen sevdiği kısmen de mecbur olduğu otoriter duruşu bir yana bırakılırsa, AK Parti'nin Milli Görüş geleneğinden ayrıldığını hissettiren en büyük delil, doğrularını tartışmaya açmasıydı.

Erdoğan Milli Görüş çizgisinde kalsa ve yine bunları söyleseydi bu kadar destek alır mıydı? Kesinlikle alamayacağını düşünüyorum. İnsanlar bir şekilde dahil olamadıkları kararların/süreçlerin ardında yürümek istemezler. Demokratik sistemlerin idarecilere verdiği güç biraz da bundan kaynaklanır: Senin karar alış sürecine müdahil olan insan sayısı arttıkça, alınan kararın uygulama gücü de artar, çünkü ardında insan kadar kararlı güç vardır. Monarşilerde ise kararların gücü muktedirlerin gücüne eşittir. Erdoğan'ı, elhamdülillah, 15 Temmuz'dan muzaffer çıkaran kararlarına katılmasına izin verdiği insanların sebat ve direnişidir. Ne kadar sâdık oldukları tartışmaya açık memurlarının gücü değil.

Bu mesele beni ister istemez II. Abdulhamid dönemine ve o dönemdeki meşrutiyet tartışmalarına götürüyor. Bediüzzaman'ın ve emsali 'iyi niyetli' meşrutiyet savunucularının Abdulhamid Han'dan istediği neydi? En azından Bediüzzaman'ın metinlerinden anlıyoruz ki: Onlar, saltanat sisteminin mevcut şekliyle Osmanlı'yı geleceğe taşıyamayacağına inanıyorlardı. İktidarın, geleceğin getirdiği yeni ve çeşitli sorunlarla başetmesi, hem güçlenmesi hem de çeşitlenmesi, meşrutiyet sayesinde olacaktı. Tek aklın veya bir zümre aklının idareye yettiği dönemler geçmişte kalıyordu. Avrupa'da ve hatta tüm dünyada da bu aynen böyle oluyordu. Osmanlı'nın yıkıldığı dönem, aynı zamanda, başka imparatorlukların da ardarda yıkıldığı bir dönemdi. Zamanın müfessirliğiydi yaşanan. Dehr saltanat sistemini tasfiye ediyordu ve bu tasfiyeye karşı direnmek ancak dönüşümü sertleştiriyordu.

Hakîm ve Kadîr olan Allah'tır. Dilediğini eyler. İttihad ve Terakki, meşrutiyeti kullanıp onu Bediüzzaman'ın da eleştirdiği şekilde 'zümre istibdadına' dönüştürmeseydi, ardarda savaş gaileleri Osmanlı'nın başına açılmasaydı, güzel günler belki de daha çabuk bekliyordu bizi. Olmadı. Kader başka hüküm verdi. Meşrutiyetin güzelliklerini tadamadık. Meşrutiyetin güzelliğini tatmaya İttihad ve Terakki müsaade etmedi de, Türkiye'nin sabık düzeni müsaade etti mi? Hayır ve asla! 1920'den 1923'e yaşadığımız gene aynı, 1950'den 1960'a yaşadığımız yine aynı, defalarca tercübe ettiğimiz yine aynı. Ne zaman meşrutiyet bu millete faydalarını gösterecek oldu 'zümre istibdadı' onun ensesine çöktü. Ya bir darbe oldu yahut da demokrasi vaadiyle gelenler onu kendi fırkalarının/teşkilatlarının istibdadına dönüştürdüler. Ta ki 15 Temmuz'a kadar. 15 Temmuz'da halk FETÖ'nün zümre istibdadına direndi.

Peki, biz Erdoğan'ın Abdulhamid Han'a benzetilmesinden neden rahatsız oluyoruz? Bütün bu konuştuklarımız üzerine onu arzedeceğim. Biz, aslında bu argümanın ardından yeni bir 'zümre istibdadının' kokusunu alıyoruz. Korkuyoruz. Erdoğan'ın buna niyeti olduğunu düşünmüyoruz. Ancak zümre öyle ilginç birşeydir ki, yapacaklarıyla liderini bile şaşkınlık içinde bırakabilir. Veya yansıttığı dünya algısıyla liderini dahi kandırabilir. Onun da istikametini bozabilir.

Biz, Erdoğan ile Abdulhamid Han arasında kurulan her bağlantıda, Bediüzzaman'ın gidip görüştürülmediği, ehl-i akl ve fazl birçok ulemanın yazdıklarının/tavsiyelerinin dikkate alınmadığı, 'her doğrunun kimseye danışılmak arzusu güdülmeyecek şekilde net olduğu' ve halkın yeniden seyirci koltuğuna oturmasının teklif edileceği günlere mahkûm edilmekten korkuyoruz. Çünkü biliyoruz: Bazılarının içinde bu kodlar var. Fetullahçılar, Pelikancılar, bilmem neciler diye parti içinde partilerini, devlet içinde devletlerini hemen kurgulamaya başlıyorlar. İttihad ve Terakki ruhu, reenkarnasyon geçirir gibi, farklı isimlerde yine meşrutiyetin ensesinde geziyor. Biz bu yüzden Erdoğan'ı Abdulhamid Han'a benzetmek istemiyoruz. Çünkü onu 'bizi dinlerken' seviyoruz.

20 Eylül 2016 Salı

Parçalarda boğulmak (9): Laakal onbeş günde bir parça olduğunu hatırla!

Yıllar önce bir yazı serisine başlamıştım: 'Parçalarda boğulmak'tı serinin ismi. Daldıkça daldım. Bitiremedim. Zaman geçtikçe de bu parça-bütün tefekkürünün yeni yeni renklerine uyanıyorum. Son aylarda da şu renge kafa patlatıyorum: FETÖ fitnesi üzerinden geliştireceğimiz bir tefekkürle cemaatlerin/tarikatlerin bağlı olması gereken bir yasa oluşturabilir miyiz? Bunu 'devlet yasası' şeklinde düşünmüyorum. Manevî anlamda, bir tür 'kardeşlik ahdi' gibi, üzerine ittifak edebileceğimiz bir metin olarak hayal ediyorum. Bir uyarı metni. Bir bağlılık bildirisi. Bir 'dikkat edilecekler' listesi.

Altında biraraya gelebileceğimiz düsturlar. Bazı maddeler geliyor aklıma. Üzerine bir işaret koyup geçiyorum. Çoğu zaten ehl-i sünnetin mizanlarından ibaret. Temel şeyler... Bunların bir kısmına da Risale-i Nur metinlerinde (özellikle İhlas Risalesi'nde) denk geliyorum. Mesela Mucizat-ı Kur'aniye Risalesi'nin ahirinde yeralan şu kısım:

"Meselâ, bir denizde, hesapsız cevherlerin aksâmıyla dolu bir definenin bulunduğunu farz edelim. Gavvas dalgıçlar, o definenin cevahirini aramak için dalıyorlar. Gözleri kapalı olduğundan, el yordamıyla anlarlar. Bir kısmının eline uzunca bir elmas geçer. O gavvas hükmeder ki, bütün hazine, uzun direk gibi bir elmastan ibarettir. Arkadaşlarından, başka cevahiri işittiği vakit hayal eder ki, o cevherler bulduğu elmasın tâbileridir, fusus ve nukuşlarıdır. Bir kısmının da kürevî bir yakut eline geçer. Başkası, murabba bir kehribar bulur, ve hâkezâ, herbiri eliyle gördüğü cevheri, o hazinenin aslı ve mu'zamı itikad edip, işittiklerini o hazinenin zevâid ve teferruatı zanneder. O vakit hakaikın muvazenesi bozulur. Tenasüp de gider. Çok hakikatin rengi değişir. Hakikatin hakikî rengini görmek için tevilâta ve tekellüfâta muztar kalır. Hattâ, bazan inkâr ve tâtile kadar giderler."

Bediüzzaman, Mevlana Celaleddin Hazretlerinin 'körlerin fili tarifi' hikayesine benzeyen bu temsili neden anlatıyor? Metnin öncesi maksadın ne olduğunu da söylüyor bize: "Evet, hakikat-i mutlaka, mukayyet enzar ile ihata edilmez. Kur'ân gibi bir nazar-ı küllî lâzım ki ihata etsin. Kur'ân'dan başka, çendan Kur'ân'dan da ders alıyorlar, fakat hakikat-i külliyenin, cüz'î zihniyle yalnız bir iki tarafını tamamen görür, onunla meşgul olur, onda hapsolur. Ya ifrat veya tefritle hakaikın muvazenesini ihlâl edip tenasübünü izale eder."

Maddelerden birisi bu olmalı gibi geliyor bana: Herkes elindekinin 'hazinenin ta kendisi olmadığını' bilmeli. Yolunun yollar içinden bir yol, mesleğinin meslekler içinde bir meslek olduğunu bilmeli. Aksi halde ne olur peki? Metnimiz cevaplıyor: "(...) herbiri eliyle gördüğü cevheri, o hazinenin aslı ve mu'zamı itikad edip, işittiklerini o hazinenin zevâid ve teferruatı zanneder. O vakit hakaikın muvazenesi bozulur. Tenasüp de gider." Tenasüp nedir? Tenasüb bağlı oluşun (intisabın) farkedilmesiyle gelen kardeşliktir. Tenasüp uyumdur. "Güya bir taksimü'l-a'mâl hükmünde, herbir kısmı hakikatin şecere-i uzmâsından yalnız bir iki dalına yapışıyor, yalnız onun meyvesiyle, yaprağıyla uğraşıyor. Başkasından ya haberi yok, yahut bakmıyor..."

Yaşayacağımız 'parça boğulmasından' bizi kurtaracak olan da budur: Daha yolun başında parça olduğumuzu itiraf etmek... Neden lazım bu? Belki şundan lazım: Ötekini inkar etmek 'ötekiliğin' farkında olmamaktır. Farkında olmadığınla bağlı da olamazsın. Bağlı olmadığınla uyumlu da olamazsın. Zira uyum farkındalığın ve bağlılık hissinin getirisidir. (Halay çekerken bile uyumlu kalabilmek için diğerlerinin ayaklarına bakmak ihtiyacı duyarsın.) Uyum ahengi doğurur. Ahenkse bütünü ve güzelliği.

Bizim önce şunu bir ant gibi, vird gibi, zikr gibi tekrar etmemiz gerekiyor: Allah Resulü aleyhissalatuvesselamdan sonra hiçbirimiz tastamamın mirasçısı olamayacağız. Onun 'bütüne ayna olabilir' varlığının aramızdan çekilmesiyle bütünün haberi de kesildi. Biz aklımızla/kalbimizle acze düştük. Bundan sonrası parçalar zamanıdır. Parçalar da parçalıklarını doğru bir şekilde icra edebilmek için bütün olmadıklarını kabul etmeye muhtaçtırlar. Cemaatlerin/tarikatlerin öncelikle bununla yüzleşmesi gerekiyor. Ve belki, müellifinin 'onbeş günde bir okunmalı' dediği İhlas Risalesi de, bizi, bu hakikatle yüzleşmeye çağırıyor.

Bu cemaat asabiyetlerinin/enaniyetlerinin oluşmasını engelleyecek yegane şeydir. Kendisini parça olarak görmeyen bütünlükler asabiyetlere, kendisini parça olarak görmeyen bireysellikler ise enaniyetlere sebep olurlar. Asabiyeti kardeşlikten ayıran en önemli nüans budur. Kardeşlik daha büyük bir parçayı gördüğünde ona dahil olmaya hazır bir bütünlüktür. Asabiyet kendisinden başka/büyük bir bütün kabul etmeyen parçacılıktır. Parçasının büyümesi adına bütünün sağlığına kasteden bir kanserdir. Biraz da bu yüzden, mürşidim, 'onbeş günde bir okunmalı' dediği İhlas Risalesi'nde bizi 'metbuiyete (kendisine tâbi olunmaya)' değil, 'tâbiiyete (başkasına tâbi olmaya)' çağırır:

"Bu mühim marazın merhemi ve ilâcı, 'El-hubbu fillâh' sırrıyla, tarik-i hakta gidenlere refakatle iftihar etmek; ve arkalarından gitmek; ve imamlık şerefini onlara bırakmak; ve o hak yolunda kim olursa olsun kendinden daha iyi olduğunun ihtimaliyle enâniyetinden vazgeçip ihlâsı kazanmak; ve ihlâsla bir dirhem amel, ihlâssız batmanlarla amellere râcih olduğunu bilmekle ve tâbiiyeti dahi, sebeb-i mes'uliyet ve hatarlı olan metbûiyete tercih etmekle o marazdan kurtulur ve ihlâsı kazanır, vazife-i uhreviyesini hakkıyla yapabilir."

İhlas, bütüne sahip olmayı değil, bütünde parça olmayı/detay kalmayı seçenlere gözkırpıyor. Ümmet bütünü içinde erimeye hazır parçalarsak ne mutlu bize! Değilsek, bugün FETÖ'yü vuran fırtına, yarın bizi de başka şekillerde sarsabilir: "İşte, hem şu sırdandır ki, bâtın-ı umura gidip, sünnet-i seniyyeye ittibâ etmeyerek, meşhudatına itimad ederek yarı yoldan dönen ve bir cemaatin riyasetine geçip bir fırka teşkil eden firak-ı dâllenin bütün imamları, hakaikın tenasübünü, muvazenesini muhafaza edemediğindendir ki, böyle bid'aya, dalâlete düşüp bir cemaat-i beşeriyeyi yanlış yola sevk etmişler. İşte bunların bütün aczleri, âyât-ı Kur'âniyenin i'câzını gösterir."

18 Eylül 2016 Pazar

Sarı çiçek nasıl cevap verecek?

Mürşidim bir yerde eserleri hakkında diyor ki: "Selef-i Sâlihînin ve muhakkıkîn-i ulemanın âsarları, çendan her derde kâfi ve vâfi bir hazine-i azîmedir; fakat bazı zaman olur ki, bir anahtar bir hazineden ziyade ehemmiyetli olur. Çünkü hazine kapalıdır. Fakat bir anahtar çok hazineleri açabilir." Ve ekliyor: "Sözler, hakaik-i Kur'âniyenin birer anahtarı ve o hakaiki inkâr etmeye çalışanların başlarına inen birer elmas kılıçtır."

Mürşidimin sözünün şahidiyim. Özünde 'irşad' denilen şeyin de 'her defasında yeni bir yol inşa etme' değil, 'zaten varolan bir yolu yeniden gösterme' olduğunu düşünüyorum. Önceden sonraya 'peygamber varisi' bütün mürşidlerin yaptığının, yeni bir çığır açmak değil, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın zaten açmış olduğu cadde-i kübrayı (güçleri yettiğince) göstermek olduğuna kaniyim. Varsın müridleri/talebeleri o yolla ilk kez tanışsınlar. O mesleği/meşrebi ilk kez duysunlar. Kendilerini 'şucu/bucu' bilsinler. Onların hayretleri bizi şaşırtmaz. Tarikat-ı Muhammediye'nin dışında hak tarik, Sünnet-i Seniyyesinin dışında hak sünnet yoktur. Şeklî farklar gözümüzü aldatmasın. Öz yine Muhammed-i Arabî'nindir aleyhissalatuvesselam. Eğer o hakikatten öz almamışsa şu şekillerin, o çiçekten bal almamışsa şu peteklerin kıymeti yoktur.

Peki, mürşidler ne yaparlar? Mürşidler, hayatta kalmak ve hayatlarımıza katılmak için 'üzerinde taşınacakları hayatlara' ve 'dile getirilebilecekleri yeni söylenişlere' muhtaç olan kelimat-ı İslamiyeyi bize manasıyla aktarırlar. İcraat sözden güçlüdür. Fiilî dua kavlîsinden kuvvetlidir. Biz de salt metin olarak bize kadar gelen kavramların içlerinin ne kadar dolu olduğunu mürşidlerin hayatları/söyleyişleri ile öğreniriz. Mürşid irşadını sadece sözle yapmaz. Mürşidin bir şerhi de hayatıdır. Sözlerinin 'yaşanabilir' şeyler olduğunu, yani 'hayatta karşılıklarının hakikaten varolduğunu' mürşidin hayatıyla öğreniriz biz. Bu noktada Bediüzzaman'ın da hayatı Sözler'inin tesiridir.

Hakikatin, kendinden haber verir yeni yeni söylenişlerle ve mümkün olduğunu isbat eder yeni yeni hayatlarla dile getirilişi, hazineye açılan kapı mesabesindedir. Bir Bediüzzaman'a, bir Elmalılı Hamdi Yazır'a, bir Zahid el-Kevserî'ye (veya sayıları kitaplara sığmayacak Allah dostlarından birisine) şahit olan, silsilenin tamamına şahit olmuş gibidir. Çünkü onların hayatlarından 'silsilenin tamamının mümkün/vaki olduğunu' öğrenir. Kıssalar mitolojiden böylece ayrılır. Kerametler mucizelerin delili olur.

Allah dostlarını tanımak, mazi meclisinde yaşamış diğer Allah dostlarını ve sözlerini de canlandırdığı için, kıymetlidir. Belki biraz da bu yüzden İmam-ı Azam Hazretleri demiştir: "Âlimlerin güzel ahvalinin anlatılması bana fıkıh ilminin birçok meselesinin müzakere edilmesinden daha hoş gelir..." Hem Süfyan b. Uyeyne'ye Hazretleri demiştir: "Salihlerin anıldığı yere rahmet iner." Öyle ya! Fıkhı hayattar kılacak takva ve amel-i salih arzusunu mürşidin hayatı tetikler. Bediüzzaman ve Sözler'i de 'canıyla canlandırışı' itibariyle böyle bir anahtardır.

Sözü uzatmadan kendi şahitliğimi aktarayım. Bir 'sarı çiçek' şahitliğidir bu. Ben, Sordum Sarı Çiçeğe şiirinin ne anlamlara gelebilir olduğunu ancak Risale-i Nur sayesinde öğrendim. Yani o hazinen kapısı bana Risale-i Nur'la açıldı. Nasıl mı? Şiirin ilk kıtasını ele alalım: "Sordum sarı çiçeğe/Annen baban var mıdır?/Çiçek ey dür: Derviş baba/Annem babam topraktır..." Ben, Yunus Emre Hazretlerinin neden böyle şeyler sorduğunu, sarı çiçeğin ona nasıl/niye bu şekilde cevap verdiğini şu metni okuyuncaya kadar anlamazdım:

"Yeryüzünün tarlasında nebâtâtın herbir taifesi, lisan-ı hâl ve istidat diliyle Fâtır-ı Hakîmden sual ediyorlar, dua ediyorlar ki: 'Yâ Rabbenâ! Bize kuvvet ver ki, yeryüzünün herbir tarafında taifemizin bayrağını dikmekle saltanat-ı rububiyetini lisanımızla ilân edelim. Ve rû-yi arz mescidinin herbir köşesinde Sana ibadet etmek için bize tevfik ver. Ve meşhergâh-ı arzın herbir tarafında Senin Esmâ-i Hüsnânın nakışlarını, Senin bedî ve antika san'atlarını kendi lisanımızla teşhir etmek için bize bir revaç ve seyahate iktidar ver...' derler. Fâtır-ı Hakîm, onların mânevî dualarını kabul edip ki, bir taifenin tohumlarına kıldan kanatçıklar verir; her tarafa uçup gidiyorlar, taifeleri namına esmâ-i İlâhiyeyi okutturuyorlar (ekser dikenli nebâtat ve bir kısım sarı çiçeklerin tohumları gibi)."

Şuradan ve buradan en nihayet anladım ki: Yunus Emre Hazretleri çiçekle sohbeti üzerinden bizimle sohbet ediyor. "Bu sarı çiçek her yerde bulunur. Gezdiğim her yerde ona rastlarım. Fakat bu kadar çok yavrusu olan birşeyin zahiren annesi-babası da yoktur. Görünmüyor. Yanında durup emzirmiyor. Annesi-babası denilebilecek en yakın şey toprak. Fakat toprak da çiçek cinsinden birşey değildir. Hem hayatlı değildir. Hayatsız birşeyin hayatlı bir evladı nasıl olur? Sarı çiçeğin bu hali bir mucize olarak bize Allah'ı hatırlatmalı değil midir?"

Ve yine mesela; "Sordum sarı çiçeğe/Niçin boynun eğridir?/Çiçek ey dür: Derviş baba/Özüm hakka doğrudur..." kıtasını şununla anlarım: "Bir bahar mevsiminde, garibâne, mütefekkirâne seyahate gidiyordum. Bir tepeciğin eteğinden geçerken, parlak bir sarı çiçek nazarıma ilişti. Eskiden vatanımda ve sair memleketlerde gördüğüm o cins sarı çiçekleri derhatır ettirdi. Şöyle bir mânâ kalbe geldi ki: Bu çiçek kimin turrası ise, kimin sikkesi ise ve kimin mührü ise ve kimin nakşı ise, elbette bütün zemin yüzündeki o nevi çiçekler Onun mühürleridir, sikkeleridir. Şu mühür tahayyülünden sonra şöyle bir tasavvur geldi ki: Nasıl bir mühürle mühürlenmiş bir mektup, o mühür, o mektubun sahibini gösterir. Öyle de, şu çiçek bir mühr-ü Rahmânîdir. Şu envâ-ı nakışlarla ve mânidar nebâtat satırlarıyla yazılan şu tepecik dahi, bu çiçek Sâniinin mektubudur. Hem şu tepecik dahi bir mühürdür. Şu sahrâ ve ova, bir mektub-u Rahmânî hey'âtını aldı."

'Özü Hakka doğru' olan, yani kendisi için değil başka birşeye (hakikate) işaret etmek ve bakmak/baktırmak için yaratılmış olan, yani mektup olan, yani mektubun üzerindeki mühür gibi olan...

Sarı çiçek dahi, tüm güzelliğine rağmen, ancak budur işte. 'Özünün Hakka doğruluğu'dur boynunu büktüren. Ve bu yönüyle bütün mahlukatın boynu büküktür. Çünkü onlara bakılması gereken açı mana-i harfîdir. Boyunları bükülüp başka yönleri gösterir. Özlerindeki Hak boyunlarını büker. Yine mürşidimin bir yerde ifade ettiği gibi: Ölümdür Allah'ın her güzel sıfatın hakiki sahibi olduğunu bize ihtar eden. Gidenler, madem ki gidiyorlardır, o halde bizim değillerdir. Gelenler, madem ki yeni geliyorlardır, o halde onlara bu hünerleri bir bağışlayan vardır. Hayatı, güzelliği, boynu dikliği bağışlayan başkasıdır. Gün gelir, benizler sararır, boyunları bükülür de, özlerindeki Hak aşikar olur.

Uzatmamak için diğer kıtaları (ve mukabil gelen 'sarı çiçek' metinlerini) almıyorum. Ancak bu kadarı bile Bediüzzaman'ın ve Yunus Emre'nin nasıl bir manevî bağ ile bağlı olduklarını, nasıl aynı coğrafyanın ve gönül ikliminin üzerinde gezindiklerini anlatmaya yetmez mi? Şunu bencileyin ifade edebilirim ki: Sadece Yunus Emre'nin değil, pekçok âlim ve mutasavvıfın anlamakta zorlandığım şiirlerini/metinlerini Risale-i Nur'la anladım. Onlardan onlara yol buldum. Bunları şunlara anahtar eyledim. O zaman mürşidimin en başta ne dediğini anladım. Anahtarını bulamayınca insan hazinenin de kıymetini anlayamıyor.

16 Eylül 2016 Cuma

Fitne mümkün olmayanı isteme sanatıdır (4): Devletin atara değil, yardıma ihtiyacı var

Ebubekir Sifil Hoca'dan dinlemiştim: İslam'ın yerine koymaya çalıştığı 'din-i ilahî'ye karşı mücadele verdiği için, Ekber Şah döneminde büyük zulümlere maruz kalan İmam-ı Rabbanî Hazretleri, oğlu Cihangir Şah zamanında da gadre uğrar ve iki yıl zindanda kalır. Ancak Cihangir Şah babası Ekber Şah gibi değildir. Hatasını anlar ve İmam'ı zindandan çıkarır. Bu noktada ilginç birşey yaşanır. İmam-ı Rabbani Hazretleri, Cihangir Şah'ı terkederek, hemen talebelerinin arasına dönmez. Cihangir Şah'ın ulema meclisinde kalır. Ekber Şah'a duymadığı bu ilgiyi Cihangir'e duymasının hikmeti sorulduğunda 'yanında kalmanın önemli olduğunu' söyler.

Ebubekir Hoca, bu sadedde, anladığımca nakledeceğim şu yorumu yapar: İmam-ı Rabbanî Hazretleri, istikametli âlimlerin hükümdarları terketmesinin aynı zamanda meydanı 'ulema-i su'ya bırakmak olduğunun farkındadır. Bu nedenle, elinde küsmek veya kızmak için birçok neden bulunmasına rağmen, Cihangir Şah'ın yanından ayrılmaz. Onu istikametsiz âlimlerin tesirlerinden korumaya çalışır. Babası Ekber Şah'ın Ekfer Şah'a savruluş sürecinin Cihangir'de yaşanmasını engelleme çabasıdır bu aslında.

Bediüzzaman'ın hayatına aşina olanlar için İmam-ı Rabbanî'nin izleri yabancı değildir. Eserlerinde 'mürşidim' dediği, 'müceddid-i elf-i sani' diye andığı İmam'ın verdiği mücadeleye benzer bir mücadele vermiştir o da. Gerçi onun karşısında 'din-i ilahî' ismini verdiği bir sapkınlığı yaygınlaştırmaya çalışan Ekber Şah yoktur. Fakat muadili sayılabilecek zalim muktedirler mevcuttur. Sürgünden sürgüne, zindandan zindana, işkenceden işkenceye sürüklenen Bediüzzaman da, tıpkı İmam gibi, ehl-i sünnet itikadının korunması için emek verir.

Ancak bu mücadelenin yekününden görünen benzerlik dışında, Ekber Şah-Cihangir Şah dönemselliği açısından da, bazı ortak noktalar taşır onların hayatı. İmam-ı Rabbanî, Ekber Şah'ın sapkınlığına karşı mücadele vermiş, zulmüne maruz kalmıştır. Bediüzzaman da CHP zihniyetine karşı mücadele vermiş ve zulmüne maruz kalmıştır. Peki, onun Cihangir Şah dönemi? Bediüzzaman'ın böyle bir dönemi var mıdır?

Yine tarihçe-i hayatını okuyanlar bilirler ki; DP iktidarının özellikle ilk seneleri, Bediüzzaman için 'görece' bir ferahlıktır. DP'nin dine ve hürriyete hürmetkâr yapısı, Bediüzzaman'ı da, dönemindeki tüm dindarları olduğu gibi, olumlu etkiler. Ancak DP iktidarının tamamının böyle geçtiğini veya Bediüzzaman'ın o dönemde tastamam ferahlık bulduğunu düşünenler hata eder.

Ticani ve Malatya hadiseleri gibi olayların ve bürokraside/basında yerleşik halde bulunan CHP zihniyetinin çabalarıyla dindarlar ve DP arasındaki pozitif ilişki dönem dönem akamete uğrar. Hatta öyle ki; Bediüzzaman bu dönemde, CHP iktidarında dahi mecbur kalmadığı şekilde 'sarık takmasının zorunlu olduğu yönünde' bir doktor raporu alır. Gittiği yerlerde kalmasına izin verilmez. Hatta bazen gitmesine dahi izin verilmez. Aleyhinde açılan davalardan kurtulamaz.

Peki, Bediüzzaman'ın yaşadıklarına karşı tavrı ne olur? DP'ye de CHP gibi mi davranmaya başlar? Menderes onun gözünde ikinci bir İnönü mü olur? Tarih İçinde Bediüzzaman'da, Doç. Dr. Âdem Ölmez, Bediüzzaman'ın bu noktada DP'ye karşı takındığı tutumun, dönemin bazı dindar aydınlarından farklı olduğunu söyler. O dönemde çıkardıkları gazetelerde/dergilerde, Menderes'in 'dindarlara karşı sertleşen' veya 'karşıtlarına karşı yeterince sert bulmadıkları' tutumunu eleştirenlerin olduğunu belirten Ölmez; Bediüzzaman'ın herşeye rağmen Menderes'e desteğini çekmediğini ve negatif bir kanaat oluşmasına izin vermediğini anlatır.

Hatta, bu açıdan olumsuz bir atmosferde gerçekleşen 1957 seçimlerinde, "Benim oyum mühimdir!" diyerek bizzat sandığa gitmiş, açık bir şekilde DP'ye oyunu vermiştir. Bu oy hakikaten de DP'nin dindarların gözünde yıpranan/yıpratılan imajını tamirde çok önemlidir. Arkasındaki desteğin çekilmediğinin göstergesidir.

Peki, Bediüzzaman neden böyle yapmıştır? Neden, yaşadığı baskılara/zulümlere rağmen, DP'ye ve Menderes'e karşı tavrı CHP'ye sergilediği tavır gibi olmamıştır? Ben bu noktada mürşidimin duruşunu belirleyen öğelerden birisinin iktidarın 'dine hürmetkâr' oluşunda saklı olduğunu düşünüyorum. Bediüzzaman, her ne kadar yanlışları olsa da, Menderes hükümetinin 'iyi niyetli' olduğunu düşünüyordu. Evet, daire-i muamelatta yüzdeyüz adaletle davranamıyorlardı. Ancak daire-i itikadları adalete dönüktü. Daha da önemlisi: Etkiye açıklardı. Çünkü hürmetkârlardı. Önemsiyorlardı.

CHP'de ise böyle bir 'etkilenme' mümkün değildi. Üzerine kurulu olduğu ideoloji dine, halka veya hürriyete hürmetkâr olmadığından halkın ona tesir etmesi de mümkün görünmüyordu. Bu nedenle "Demokratları iktidar yerinde muhafaza etmeye Kur'ân menfaatine kendimizi mecbur biliyoruz..." derken de, Menderes'i ve DP'yi sitayişle anarken de Bediüzzaman'ın yaptığı, İmam-ı Rabbanî Hazretleri'nin Cihangir Şah'a yaptığından farklı birşey değildi. Yaşadıklarına rağmen iktidara küsmeyişi/kızmayışı/terketmeyişi, başka ellerden de etkilenmeye müsait ve yardıma muhtaç olan yeni muktedirlerin, dindar halkla/ulemayla etkileşiminin devam ettirilmesiydi.

Şimdi, bu iki örnek önümde, FETÖ soruşturmalarındaki yanlışlar nedeniyle hükümete atarlanan kardeşlerime sesleniyorum: Potansiyeli olan hükümetler kızarak, küserek, atar yaparak, sırt çevrilerek iyileştirilmezler. Bu noktada iki mürşidimiz bize iki güzel rehber olmalı.

İmam-ı Rabbanî'nin Mektubat'ında Cihangir Şah'a yazdığı mektuplara bakınız. Bediüzzaman'ın Lahikalar'da Menderes'e gönderdiği mektupları inceleyiniz. Hangisinin üslûbunda sizdeki öfke, ayar, atar var? Siz böyle yaptıkça hasmınıza da "Hükümet arkasındaki desteği kaybediyor!" neşesi/ümidi veriyorsunuz. Haksızlığa işaret etmek güzel. Nasihat etmek güzel. Peki ya onun üslûbu? Neden Bediüzzaman'ın yaptığı gibi "Sizinleyiz!" kokusu hissedilen nasihatlerde bulunmak yerine sert çıkıyorsunuz? Neden kendi Menderes'inize küsüp onu cuntanın, neden kendi Cihangir'inize küsüp onu ulema-i su'nun önüne itiyorsunuz?

Hz. Ömer'e (r.a.) "Seni kılıcımızla düzeltiriz!" diyen sahabinin misaline bu vurgu niye? Sahabenin birbirini kılıçla düzeltmeye çalıştığı Hz. Ali (r.a.) dönemi yeterince ders barındırmıyor mu? Hem ehl-i sünnet mirası, mürşidimde de ifadesini bulduğumuz gibi, 'Dahilde kılıç çekilmez'i bir düstur olarak bize belletmiyor mu? Hem 'Dahilde kılıç çekilmez' yalnız kılıç olarak mı anlaşılmalı? Dil de kimi zaman kılıç gibi can yakmaz mı? Edipler de edepli olmalı değil mi? Neden kavl-i leyyin ile nasihat etmiyorsunuz da 'at izi it izine karışmış' ortamın beter karışmasına müsaade ediyorsunuz? Devletin 15 Temmuz'dan sonra atara ihtiyacı yok ki, yardıma ihtiyacı var.

13 Eylül 2016 Salı

Fitne mümkün olmayanı isteme sanatıdır (3): Sopa aynı eller farklı

Ebu Hureyre (r.a.) anlatıyor: "Resulullah aleyhissalatuvesselam buyurdular ki: 'Kim Müslümanların kadılık hizmetini talep edip elde etse, sonra adaleti zulmüne galebe çalsa cennete girer. Zulmü adaletine galebe çalsa, ateş onundur.'" Kütüb-i Sitte, Hadis No: 4885

Ebubekir Sifil Hoca'nın dikkat çektiği bir husustur: DAİŞ'in sahte hilafeti, birçok safi kalpli mü'mini, şu gibi ayetleri delil göstererek kendisine davet etmektedir: "Kim Allah'ın indirdiği (hükümler) ile hükmetmezse işte onlar kafirlerin ta kendileridir." Maide sûresindeki bu ifadeler üzerinden, şeriata göre hükmedilmeyen devletlerde yaşamaktansa DAİŞ'e katılıp bir din devletinde yaşamanın daha doğru olduğu (ve hatta tek çıkar yol olduğunu) iddia eden bu insanlar; Ebubekir Hoca'nın tabiriyle 'yeni bir emperyal oyunun maşası' konumundadırlar: 'Müslümanı müslümana kırdırma' veya 'müslümanı müslümanla hizaya çekme' oyunu!

Halbuki, İbn-i Abbas (r.a.) gibi, mezkûr ayetteki küfrün 'mutlak küfrü' değil 'küfran-ı nimeti' kastettiğini söyleyen müfessirler de olmuştur. (Yani Allah'ın verdiği bir hükme uygun hareket etmemek, o hükmün 'nimetiyetinden' istifade edememektir.) Hal böyleyken, böylesi ifrat yorumlarla, ehl-i İslam'ı yaşadığı topraklarda huzursuz, mü'min kardeşine karşı tekfirci, devletine karşı düşman hale getirmek; hakikaten de büyük bir tuzaktan haber vermektedir. Mürşidim, aynı ayetler üzerinden yapılan benzer bir çarpıtmaya Münazarat isimli eserinde şöyle dikkat çeker:

“İnkılâptan on altı sene evvel Mardin cihetlerinde beni hakka irşad eden bir zata rast geldim. Siyasetteki muktesit mesleği bana gösterdi. Hem ta o vakitte meşhur Kemal’in Rüyâ’sıyla uyandım. Lâkin maatteessüf su-i tesadüf ile hükümete itiraz edenlerden ehl-i ifrat ve ehl-i tefrite rast geldim. Ehl-i ifratın bir kısmı Araptan sonra İslamiyetin bir kıvamı olan Etrâki tadlîl ediyorlardı. Hatta bir kısmı o kadar tecavüz etti ki, ehl-i kanunu tekfir ederdi. Otuz sene evvel olan Kanun-u Esasiyi ve hürriyetin ilanını tekfire delil gösterdi. 'Ve men lem yahkûm' (kim hükmetmezse) hüccet ederdi. Biçare bilmezdi ki 'men lem yahkûm' 'men lem yusaddık' (kim tasdik etmezse) manasındadır. Acaba sabık istibdadı hürriyet zanneden ve Kanun-u Esasiye itiraz eden adamlara nasıl itiraz etmeyeceğim? Çendan hükümete itiraz ederlerdi, lâkin onlar istibdadın daha dehşetlisini istediler. Bunun için onları reddederdim."

Görüldüğü gibi; bugün DAİŞ olup karşımıza çıkan zihin yapısı, Osmanlı'nın son döneminde de başka muhalif sûretlerde varolmuştur. Bediüzzaman'ın burada aynı ayet üzerinden bize aktardığı bilgi, bir asır sonra Ebubekir Hoca'nın DAİŞ üzerinden bize aktardığı bilginin neredeyse aynısıdır. O zamanın hükümetine yapılan tekfirci muhalefetin bir benzeri, bugün de, DAİŞ vb. örgütler eliyle bütün İslam ülkelerine dönük yapılmaktadır. Peki, Bediüzzaman'ın burada altını çizdiği 'siyasette muktesit meslek' nedir? Ben bu muktesit mesleğin yine Münazarat'ta bize aktarılan, benim de sıklıkla alıntıladığım, şu metinde saklı olduğunu düşünüyorum:

"Muhali talep etmek, kendine fenalık etmektir. Zerrâtı günahkârlardan mürekkep bir hükûmet tamamıyla mâsum olamaz. Demek, nokta-i nazar, hükûmetin hasenâtı, seyyiatına tereccuhudur. Yoksa, seyyiesiz hükûmet muhal-i âdidir. Ben öyle adamlara anarşist nazarıyla bakıyorum. Zira onlardan birisi—Allah etmesin—bin sene yaşayacak olsa, âdetâ mümkün hükûmetin hangi sûretini görse, hülya ile yine razı olmayacak. Şu hülyanın neticesi olan meylü't-tahrip ile, o sûreti bozmaya çalışacak. Şu halde, böylelerin fena zannettikleri Jön Türklerin nazarlarında dahi, mel'un, anarşist ve iğtişaşçı fırkasından addolunurlar. Meslekleri ihtilâl ve fesattır."

Bediüzzaman'ın, II. Abdulhamid'e veya İttihad ve Terakki'ye karşı sergilediği, dönem dönem değişen tavır, ancak bu metnin penceresinden bakınca anlaşılır. O, hükümetlere 'muhali talep etmeden' ve 'hasenatın seyyiata tereccuhu' mizanıyla bakmaktadır. Çünkü bilmektedir: "Seyyiesiz hükûmet muhal-i âdidir." Seyyiatını hasenatından çok gördüğünde muhalefet etmekte, ancak hasenatının seyyiatını geçtiğini düşündüğü noktalarda desteklemektedir. Bu meslek muktesittir. Zira umutla maksimumu istese de sahada optimuma razı olur. Teoriyle pratik, hakikatle arzu arasındaki nüansın farkındadır. Ve bize 'daire-i itikad' ile 'daire-i muamelat' arasındaki ayrımı da fısıldar.

Daire-i itikad ve daire-i muamelat ayrımı çok kritik bir ayrımdır. Burada yaşanacak bir zihin karışıklığı bireysel sahada vesveseyi, toplumsal sahada kargaşayı ortaya çıkarır. 'Tasdik etmek' ve 'hükmetmek' arasındaki ayrım da en çok burada kendini okutur. Daire-i itikadda herşey nettir. İtikad grilik kaldırmaz. Siyahlardan ve beyazlardan oluşur. Hak ve batıl birbirlerinden kesin sınırlarla ayrılmıştır. Fakat daire-i muamelatta işler böyle değildir. En müttaki insanlar bile bazen günaha düşer. En dikkatli insanlar bile unutkanlık yapar. En sağlam itikad sahipleri bile 'lazım-ı mezhep mezhep değildir' sırrınca nereye gittiğini o anda öngöremedikleri küfrü işmam eden sözler söyleyebilirler. Bu tıpkı mülk ve melekut ayrımı gibidir. Melekut cihetinde herşey nezih olsa da, mülk cihetinden bakıldığında hayır-şer, iyi-kötü, güzel-çirkin ayrımları vardır.

Bu noktada diyebiliriz ki: Daire-i muamelatta iktisatlı meslek 'hesanatın seyyiata tereccuhudur' ve Cenab-ı Hak bizi mizanda da böyle yargılayacaktır. Ancak daire-i itikadda böyle karşılaştırmalı ölçüm yoktur. Erkân-ı imaniyeden birisini hariçte tutan, diğerlerine/daha çoğuna duyduğu imandan ötürü necat bulamaz. "İman, altı rüknünden çıkan öyle bir vahdânî hakikattir ki, tefrik kabul etmez. Ve öyle bir küllîdir ki, tecezzî kaldırmaz. Ve öyle bir külldür ki, kabil-i inkısam olmazlar..." Meyve Risalesi'nin 9. Meselesi bu yönde bir soruya yukarıdaki kesinlikte başlayan bir cevap verir.

Ben de hayata/siyasete bakışımda mürşidimden öğrendiğim bu 'muktesit mesleği' korumaya çalışıyorum. Hükümeti bazen savunuyor, bazen eleştiriyorum. Savunduğum noktalarda hatalarını reddetmiyorum. Eleştirdiğim noktalarda iyiliklerini görmezden gelmiyorum. Çünkü biliyorum: "Muhtemeldir, Abdulhamid, muktedir değil ki dizgini gevşetsin, milletin saadetine yol versin. Veyahut hatâ bir içtihad ile olabilir, bir gayr-i makbul özrü kendine bulsun. Veyahut avanelerinin ve vehminin elinde mahpus gibidir..." demek Abdulhamid'in hatalarına onay vermek veya ortak olmak demek değildir. Onları 'anlamaya çalışmak'tır.

Daire-i muamelat ile daire-i itikad arasındaki o mühim ayrımı gözetmektir. Yine mürşidimin ifadesiyle; insan elbette kış içinde baharı ister, ama baharı irade edemez. Çünkü irade 'daire-i muamelat' ile, istemek ise 'daire-i itikad' ile ilintilidir. Dürüstlüğün doğru olduğunu her iman sahibi bilir. Ancak peygamberler haricinde kaç iman sahibi hayatını yalansız sonlandırabilmiştir? Günahın günah olduğuna imanımız tamdır. Ama hayat yolculuğunda o kem konağa uğramadan yaşayabilen kaç kişi vardır? Amel ile iman arasında ehl-i sünnetin gözettiği şu ayrım, mutezilenin yaptığı gibi büyük günah işleyenlerin tekfirle suçlanmamasını da sağlar. Amel ve iman ayrımı da aslında bir yönüyle 'daire-i itikad' ve 'daire-i muamelat' ayrımıdır.

Sadede geleyim: 17/25 Aralık sürecinde oluşturulmaya çalışılan puslu havada "Seyyiesiz hükümet muhal-i adidir" deyip Bediüzzaman'ın siyasetteki muktesit mesleğini hatırlattığımızda "Zulme rıza zulümdür!" cümlesiyle kafamıza vurmaya çalışan çok oldu. Güya biz, 'hasenatın seyyiata tereccuhu' mizanıyla AK Parti'yi savunduğumuzda hırsızlığını(!) da savunmuş, hatta onaylamış, hatta bizatihi ortağı oluyorduk.

Halbuki Bediüzzaman o gibi yerlerde der: "Ve bazen bu harp boğuşmalarını merakla takip eden, bir tarafa kalben taraftar olur. Onun zulümlerini hoş görür, zulmüne şerik olur." Yani bu ortaklık ancak 'taraftarlık' ve 'hoşgörmek' ile mümkün. Biz, ehl-i iman mü'minler, ne zaman hırsızlığa taraftar olduk veya hoşgördük ki, bundan pay sahibi olalım? Bizim karşı çıktığımız siyasette muktesit mesleğin kaidelerine uygun hareket edilmemesidir. Seyyiesiz hükümet mümkünmüş gibi davranılması ve imkansızın talep edilmesidir. Fitne mümkün olmayanı isteme sanatıdır. Mürşidim der: "Ben öyle adamlara anarşist nazarıyla bakıyorum. Zira onlardan birisi—Allah etmesin—bin sene yaşayacak olsa, âdetâ mümkün hükûmetin hangi sûretini görse, hülya ile yine razı olmayacak. Şu hülyanın neticesi olan meylü't-tahrip ile, o sûreti bozmaya çalışacak."

Şimdi de benzer bir durumu 15 Temmuz'un ardından yürütülen soruşturmalarda meydana gelen hatalar bahsinde yaşıyoruz. Kafamıza kaldırılan sopa aynı. "Zulme rıza zulümdür." Fakat bizim ne suçluların suçsuz muamelesi görmesine onayımız var ve ne de suçsuzların suçlu muamelesi görmesine. Ne adalet-i mahzadan sapmışız ne de adalet-i izafiyeye sahip çıkmışız. Ancak şunun farkındayız: Daire-i itikadda adalet-i mahza hükümferma olsa da, ki kalbimiz onun doğruluğuna iman ile doludur, sahada gerçekleşen her daim mutlak adalet değildir. Saha insanlıdır. Kusur ise insanın imzasıdır. Üstelik, sahanın/sorunun şartlarına göre uygulamaların şekli de değişir. Bulaşıcı bir hastalıkta karantina adalet olurken, bulaşıcı olmayan bir hastalıkta zulümdür. İlletin bulaşıcılığı tedavinin de tedbirini değiştirir.

Şimdi, elverilirse, bizim sormak istediğimiz şu: Mutlak bir şekilde adalet gerçekleşmediğinde 'Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse'yi hataya nefes aldırmayan bir mükemmeliyetçilikte mi anlayacağız, yoksa 'arzuladığı ve tasdik ettiği adalet-i mahza idi, fakat sahada bunu gerçekleştiremedi' deyip 've lem yusaddik' şıkkını mı seçeceğiz? Biz AK Parti'yle ilgili bu işte ve her işte bu mizanı korumaya çalışıyoruz. Asayişi muhafazanın başka yolla mümkün olmadığını düşünüyoruz. Öyle ya! Meslek 'muktesit' olmadıktan sonra, her devrimin, ardından 'onunla tatmin olmamış' bir yenisini doğurmayacağını kim garanti edebilir? Gayrı siz söyleyin: Her denge ve iktisat arayışını 'zulme rıza' sopasıyla kovalamak doğru mu? Başımızdaki kadının 'ismetine' mi, yoksa 'adaletinin zulmüne galebesine' mi bakacağız? İsmetine bakarsanız bu iş yaş...

11 Eylül 2016 Pazar

İlmihalleri aradan çıkarmak...

"İslâmiyetin nazariyat kısmında ve selefin içtihadât-ı sâfiyâne ve hâlisânesiyle, bütün zamanların hâcâtına dar gelmeyen efkârları olduğu halde, onları bırakıp, heveskârâne yeni içtihadlar yapmak, bid'akârâne bir hıyanettir." İçtihad Risalesi'nden.

2014'te bir yazı yazmıştım: The Last Siyer-Bender (Son Siyer Bükücü). Yazı, FETÖ'nün, örgütsel stratejilerine/yanlışlarına din içinde nasıl yol bulmaya/meşruiyet kazandırmaya çalıştığına dairdi. O yazıda demiştim ki: FETÖ bunu en çok 'yönlendirilmiş siyer okumaları'yla yapıyor. Meşrulaştırmak istediği şeye göre siyerden 'bükülebilir' bir örnek seçiyor. O parçayı, bütünü görmezden gelecek bir şekilde, vurguyla okutuyor ve böylece nurtopu gibi yeni bir içtihadınız oluyor. Yani, mürşidimin "Şu zamanda oraya girmeye altı mâni var..." dediği 'içtihad kapısı'ndan çaktırmadan giriliyor. Mezkûr yazıdan kısaltılmış bir alıntı yapalım:

"Bankasya'nın Uhud'daki okçular tepesine benzetilmesinden tutun, muhalefet edenlerin sefere giden müminlerden ayrılan münafıklara benzetilmesine; Ali Ünal'ın yazılarındaki kıssa-i Kur'aniye atıflarından tutun, Gülen'in nağmelerinde siyer ile aralarında kurduğu bağa kadar her yerde en büyük sanatları bu: İman-küfür denkleminde yaşanan her tarihsel olayda kendilerini iman edenlerin yerine koyup, muhataplarını mutlaka karşı tarafa yerleştirmek. Anlatılacakları ve bağlanacakları evvelden seçilmiş, hatta yönlendirilmiş bir siyer ve tarih anlayışı bu."

Bugünlerde o yazının üzerine koyduğum yeni bir farkındalık ise şu: Bu hastalık şöyle veya böyle birçoğumuza bulaşmış durumda. Özellikle âlim olmadıkları halde aydın kontenjanından siyasal/sosyal alanda din adına birşeyler söylemek isteyenler bu yönteme çok başvuruyorlar. Kendi nefsimden başlayayım: Eski yazılarımda da gördüm bu hastalığın izlerini. Nasıl buna alıştırıldığımızı bilmiyorum. Ama biz artık fıkıhla/hukukla ilgili bir meselede, Allah'ın rızasının nerede olduğunu anlamak için, ilmihallere bakmıyoruz.

Ya? Kafamızda bir doğru beliriyor. (Belki de işimize geldiği için doğru(!) bu.) Sonra o doğru ile Kur'an'a veya sünnete gidip 'uyar bir örnek' bulmaya çabalıyoruz. Bu aslında 'nastan istinbat' falan değil. Düpedüz minareye kılıf uydurma çabası. Eğer aradığımız şey hakikaten marzıyat-ı ilahiye olsa, önce "Bu konuda fakihler ne diyor?" diye ilmihale bakıp sonra bir fikir sahibi olmamız gerekirdi. Bizde durum kesinlikle böyle işlemiyor. Biz, düpedüz kuş kadar siyer, hadis veya Kur'an bilgimizle içtihad kapısını zorluyoruz.

Bize bu hastalık FETÖ'den bulaştı. Çünkü Fetullahçılar dini tahriş eden her hamleleri için bu yöntemi uygularlardı. Muhalif sesleri bu örneklerde yaptıkları tevillerle bastırırlardı. Ezberden konuşmuş olmamak için çok araştırdım. Risale-i Nur'da bu 'seçkinci siyer okumasını' destekler hiçbir metne rastlamadım. Fıkha/fakihlere veya selefe gitmeden, salt siyerden birşeylerin meşruiyetine örnek bulmak Bediüzzaman'ın hiç yapmadığı birşey. İşte Fetullahçılığın Nurculara da bulaştırdığı bir arıza arıyorsak buna bir işaret koyabiliriz. Şimdi bu hastalık iki koldan ilerliyor. Hastalığı FETÖ'den kapanlar daha çok siyerden örneklerle bu bükücülüğü yapıyorlar. "Bize Kur'an yeter!" ekibinden bu hastalığı kapanlar ise Kur'an'da bunu yapmasını öğreniyorlar.

Buna tekrar be tekrar 'hastalık' diyorum, çünkü bu pis refleksi kapanlar için, herşeyin meşruiyeti, bükülebilir bir örnek bulmakla/hatırlamakla mümkün. Ne fıkıh, ne hadis, ne de kelam ilmine dair bir yetkinlik aramıyor bunlar. Yeter ki, bir mealde veya bir siyer kitabında kafalarına uygun birşey denk gelsin. Aykırı diğer bir örneğin varlığı/varolabileceği hatıra getirilmiyor bile. Özellikle aydın veya aydın adayı gençlerde bu hastalık belirginleşiyor.

FETÖ yıkılsa da bu hastalık varolmaya devam edecek gibi. Çünkü kolaycı. Böyle hüküm çıkarmak hiçbir ihtisas çabası veya ehl-i ihtisas yetkinliği istemiyor. "Bir keresinde Allah Resulü aleyhissalatuvesselam şöyle yapmış..." dense yetiyor. Halbuki; bir örnek siyerde dahi olsa, bu 'onun yüzdeyüz doğru olduğunu' veya 'onunla amel edilebilir olduğunu' göstermez. Bize bu yüzdeyüzü ancak hadis ilmi söyler. Eğer siyerdeki olayın bir hadis kaynağına veya senede atfı varsa, o sened ve o hadis kaynağı incelenerek bu olayın doğruluğu anlaşılır. Ancak bu 'yüzdeyüz' bile onunla amel etme hususunda fakihlerin bilgisine muhtaç olduğumuz gerçeğini değiştirmez. Bize vurgulanmış bir parçadan değil hepsini kuşatan bir bütünden, bir ilmî usûl ve tutarlılık içinde, istikametli hükümler verebilmeyi fıkıh öğretir.

Şu zamanın nazarı ise, maslahat ve hikmeti illet yerine ikame edip ona göre hükmediyor. Elbette böyle içtihad arziyedir, semâvî değildir..." Arzîliğin kolaycılığı bizi bu usûlsüzlüğe iten. Kendi yazılarımda gördüğüm bir hastalık. Kendi zihnimde, elhamdülillah, teşhis ettiğim bir hastalık. Kurtulmaya çalışıyorum. Arzî arzularımı bastırıp selef-i salihinin semavî içtihadlarına kanaat etmeye (çünkü sırat-ı müstakim budur) gayret ediyorum. Ancak bu arıza bir bende değil. Başkalarının metinlerinde de görüyorum. FETÖ'cülüğün veya modernist/bid'akâr her akımın bize bulaştırdığı bir maraz şu altını çizdiğim: İlmihalleri aradan çıkarmak...

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...