Siz, bu meselenin Cübbeli Ahmed Hoca'ya bakan yönüyle oyalanadurun, ben size Mustafa Akyol Hoca'ya bakan yönüne dair birşeyler söyleyeceğim. Malum, Akyol Hoca, geçtiğimiz günlerde twitter'da şöyle yazdı: "Satranç günahtır gibi absürt hükümler İslam fıkhındaki tecdid (yenilenme) ihtiyacını bağırarak önümüze koyan örneklerdir." Bu 'süper ilmî' tesbiti gördükten sonra aklıma gelen şeylerden birisi de, yine geçtiğimiz günlerde dinlediğim, Ebubekir Sifil Hoca'nın bir hadis dersiydi. Mişkatü'l-Mesabih isimli eserin Kitabu't-Tahare bahsinin 3. Bâb'ındaki 367 numaralı hadis-i şerifle başlayan ders; aslında Asr-ı Saadet'ten bugüne insan psikolojisinin çok da değişmediğini gösteriyordu.
Özetle ve bilmana nakledeceğim: Hadisin başında bir müşrik Selman-ı Farisî'ye (r.a.) alaycı bir üslûpla soruyordu ki; "Arkadaşınız (Allah Resulü aleyhissalatuvesselamı kastediyor) size tuvalette ne yapacağınızı bile öğretiyormuş?" Ve hadisin devamında da Hz. Selman ona cevap veriyordu. Burada Ebubekir Hoca'nın hikmetli bir şekilde dikkatimizi çektiği şey şu idi: Hz. Selman, bu alaycı sual karşısında hiçbir 'acaba' yaşamadan, büyük bir özgüven ve rahatlıkla diyordu ki: "Evet, o bize def-i hacette şöyle şöyle yapmamızı öğretti." Zaten mezkûr hadisin Kitabu't-Tahare bahsinde yeralması içerdiği 'temizlik adabı'na dair bilgilerden ötürüydü.
Hakikaten de Asr-ı Saadet'ten bize ulaşan bütün misaller, sahabenin, Aleyhissalatuvesselamın konumunu sadece bir 'postacı' olarak değil, hayatın her alanında rehberliğinden istifade edilmesi gereken bir 'muallim' olarak gördüklerini gösteriyordu. Hadis kitaplarında yeralan ve hayatın her alanıyla ilgili ümmete rehberlik sunabilecek olan nakiller, Efendimiz aleyhissalatuvesselamın hiçbir davranışının sahabe tarafından 'absürt' bulunmadığını; bilakis, dikkatle takip ve zaptedilerek/nakledilerek muhafaza edilmesi gereken birşey olarak görüldüğünü ortaya koyuyordu. Bu rivayetlerin içerisinde tuvalet adabı da vardı, eşler arasındaki ilişkiler de, hangi kapıdan hangi ayakla girileceği de... Sahabeye göre bunlardan hiçbirisi 'absürt' değildi. Müşriklere göre durumun aynı olmadığını ise mezkûr hadis-i şeriften anlıyoruz.
Ben, bu sorunun, sadece 'peygamber' kavramına bakıştaki bir arızadan kaynaklanmadığını düşünüyorum. Çünkü mürşidim "Neden bir cüz-ü hakikat-ı imaniyeyi inkâr eden kâfir olur ve kabul etmeyen Müslüman olmaz?" sualine verdiği cevapla bana öğretiyor ki: İmanın esaslarından birisinde arıza yaşayan insanın bu arızası aslında esasat-ı imaniyenin tamamıyla ilgilidir. Başta Allah'a iman olmak üzere, iman esaslarının tamamı, birbirine yaslanarak ayakta duran taşlar gibidir. Birisinde devrildiğiniz (veya birisi devrildiği) zaman bu gösterir ki: Diğerlerinde de arızalarınız var.
"Elcevap: İman, altı rüknünden çıkan öyle bir vahdânî hakikattir ki, tefrik kabul etmez. Ve öyle bir küllîdir ki, tecezzî kaldırmaz. Ve öyle bir külldür ki, kabil-i inkısam olmazlar. Çünkü, herbir rükn-ü imanî, kendini ispat eden hüccetleriyle, sair erkân-ı imaniyeyi ispat eder. Herbiri herbirisine gayet kuvvetli bir hüccet-i âzam olur. Öyle ise, bütün erkânı bütün delilleriyle sarsmayan bir fikr-i bâtıl, hakikat nazarında birtek rüknü, belki bir hakikati iptal edip inkâr edemez."
İşte, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamana da 'öğretisiyle hayatın her detayına nüfuz eden bir muallim' olarak değil de 'mesajı iletmekle işi bitmiş bir postacı' gözüyle bakmak; aslında Allah'a da 'ilmi, iradesi, kudretiyle hayatın her anında müdahale eden, her yerde isimleriyle hazır, nazır ve mahlukatına ilgili olan bir ilah' olarak değil de 'kainatı başta kurmuş/yaratmış sonra kendi haline bırakmış bir saatçi' gözüyle bakmanın neticesidir. Biri diğerinin anasıdır. Bu arıza doğduktan sonra da Allah (hâşâ) ufaktan ufaktan (önce) müdahale ve (sonra) varlık sahasından iteklenmeye başlar.
Önce fıkıhtan rahatsız olmaya başlarsınız. (Çünkü Allah fıkıh sayesinde hayatınızın her anına karışabilmektedir.) Sonra sünnet-i seniyye canınızı sıkmaya başlar. (Çünkü sünnet, size dair, ama sizden üst bir otoritenin belirlediği yoldur.) Sonra sahabe rahatsız eder. (Çünkü dinin hayata yansımasında rehberliği kaçınılmaz bir otoritedir.) Sonra da... Neden uzatıyorum? Sonra da önce deist olur vahyi itelersiniz. (Çünkü dışarıdan insanlığa bir müdahaledir.) Sonra da determinist olur Allah'ı kainatta hiçbirşeye karışmaz hale getirirsiniz. (Çünkü dışarıdan kainata bir müdahaledir.) Yani hevanız hatrına 'azıcık da kendinize yer açmaya çalışmakla' başlayan yolculuğunuz, Allah muhafaza, en nihayet Allah'a yer bırakmamakla biter.
Şimdi ben de, buraya kadar yazdıklarımdan hareketle, Mustafa Akyol Hoca'nın gösterdiği yere değil, parmağına bakmayı teklif ediyorum sizlere. Evet, yanlış okumadınız, parmağına! Bu parmak, satranç haram olsun veya olmasın, dinde verilecek bir hükmü neye bağlıyor? Onun 'absürt' olup olmamasına değil mi? Peki, birşeyin absürt olup olmaması hangi kaideyle bağlıdır? Hangi ilmî usûl çerçevesinde birşey absürt olur veya olmaz? Ben cevap vereyim: Hevadan başka birşeye bağlı değildir. Çünkü absürtlük tayini bir usûlle yapılmaz.
Daha açıklayıcı olmak adına twitter'da verdiğim örneği tekrarlayayayım: Biz normalde selamı ne zaman veririz? Bir yere yeni geldiğimizde değil mi? Peki namazdan çıkarken neden sağımıza ve solumuza selam veririz? Bir yere yeni gelmekle ne ilgisi vardır bunun? Mescide neden sağ ayakla gireriz? Bir işe sağ ile başlamanın sol ile başlamaktan, biyolojik olarak, ne farkı vardır? Daha hızlı ilerleyelim: Eğer siz, fıkhî bir meselede 'absürtlüğü' bir usûl olarak işletmeye başlarsanız, dinin özellikle 'taabbüdî' diye tarif edilen kısmına ne olur?
Mugalata ile kıvırmaya gerek yok: Duman olur. İşte, Akyol Hoca'nın, işaret ettiği yere değil de, parmağına bakınca görülen facia budur. Cübbeli Ahmed Hoca'ya bir cevap verilecekse bu 'heva' ile değil ehl-i sünnet kıstaslarının kabul edeceği 'bir usûlle' verilmelidir. Ben de, meseleyi satranç üzerinden değil, Akyol Hoca'nın ve benzerlerinin kem niyetli parmağı üzerinden konuşalım istiyorum. Zira bu usûlsüz parmak çok göz çıkaracak gibi duruyor. Nitekim, Kur'an da, o parmaklardan birisinin "Çürümüş kemikleri kim diriltecek?" sorusunu, yani 'tekrar dirilişi absürt bulan tavrını' haşmetle cevaplamıyor mu: "De ki: Kim onları ilk başta yaratmış ise o diriltecek. O yaratmanın her türlüsünü bilir."