14 Şubat 2017 Salı

Hayy ve Kayyum neden kardeştir?

"İnsan kendisinin başıboş bırakılacağını mı sanır?"
(Kıyame sûresi, 36)

'Esma-i Sitte Risalesi' olarak da bilinen 30. Lem'a'da, Bediüzzaman Hazretleri, İmam Ali'den (r.a.) ism-i âzâm sadedinde rivayet olunan altı ismi (sırasıyla Kuddûs, Adl, Hakem, Ferd, Hayy ve Kayyum isimlerini) anlatır. İlginçtir, ilk dört isimde 'bir İsm-i Âzam veyahut İsm-i Âzamın altı nurundan bir nuru' ifadesini kullanırken, ism-i Hayy'a geldiğinde bu kullanımı değiştirir: 'İsm-i Âzam veyahut İsm-i Âzamın iki ziyasından bir ziyası veya altı nurundan bir nuru...' İslamî metinlere aşina olanlar için Hayy ve Kayyum isimlerinin 'altı nur' içinde ayrıca 'iki ziya' olması yadırganacak birşey değildir. Çünkü gerek Kur'an'da, gerek sünnette ve gerekse İslam büyüklerinin metinlerinde sıkça zikredilen şu iki ismin özel bir kardeşliği vardır. Ayete'l-Kürsî'den tutun Büyük Cevşen'de yeralan dualara kadar pekçok yerde bu özel hukukun izlerine rastlarsınız.

Peki bu 'özel hukuk'un mahiyeti nedir? Bana şöyle geliyor: Hayat, varlık mertebeleri içinde öyle bir mertebedir ki, sair hiçbir mertebe ism-i Kayyum'a ayna ve aç olmakta onun yerini tutamaz. Peki bu ne demektir? Kayyum isminin manasına değinmeden şunu izah edebilmem mümkün değil: "Bu kâinatın Hâlık-ı Zülcelâli Kayyûmdur, yani, bizatihî kaimdir, daimdir, bâkidir. Bütün eşya Onunla kaimdir, devam eder ve vücutta kalır, bekà bulur. Eğer kâinattan bir dakikacık olsun o nisbet-i kayyûmiyet kesilse, kâinat mahvolur."

Biz, Kayyum isminden bahsettiğimiz zaman, sadece Allah'ın 'varetmesinden' değil, 'varettiklerinin varlığı devam ettirmesinden' de bahsetmiş oluyoruz. Yani; bizim varlığımız, saatçisi tarafından bir kere kurulmuş, sonra da kendi halinde tıkırdamaya bırakılmış bir saatin varlığı gibi değildir. Ya nasıldır? Bizim varlığımız 'her an tıkırdaması ancak Ustasının her an yaratışlarıyla mümkün' bir varlıktır. Arızî bir varlıktır. Yaratılışa bağımlı bir varlıktır.

Bizim yaratılışla ilişkimiz saatçi ve saat örneğinde olduğu gibi değil, tabir-i caizse, projeksiyon cihazıyla perdedeki görüntü arasındaki ilişki gibi bir ilişkimiz var yaratılışla. Varlığımızın asıl kaynağıyla bağımız kesilecek olsa anında hiçliğe düşeriz. Yani; Vacibü'l-Vücud olan Allah'tır anlarımızı her an yeniden yaratıp bize yeniden varlık lütfeden. Odur, yeni tecellilerle ve yepyeni farkındalıklarla, herbir anımızı diğer anlarımızın hem benzeri hem gayrısı kılan.

Biz saat gibi değiliz. Hayatımızın hiçbir detayı bir diğerinin aynısı değildir ki Ustamızın bizi bir defada kurup kendi haline bıraktığına hükmedelim. Biz bir kısırdöngüyü veya tekrarı yaşamıyoruz. Her yeni an bir öncekiyle bağının neredeyse zâhirde kaldığı muhteşem nüanslar taşıyor. Hassaten kalpte ve akılda. Duygulanışta ve fikredişte bir anımız hiçbir anımızı tutmuyor. "Aynı nehirde iki kez yıkanamazsınız!" sözünün böyle bir hakikat vechi de var. Ne nehir aynı kalır ne biz ne de eylemimiz. Oradan çok sular akar ve senden çok 'sen'ler geçer. Varlık kendini tekrar etmez. Bugün doğan güneşle yarın doğacak güneş zâhiren aynıdır. Hakikatte ise farklıdır. Onun (c.c.) esmasının tecellisi kesildiği anda yokluk aynasında yansıyan arızî nakışlarımız hiçliğe düşer.

İşte, tam da bu bağlamda, hayatın Kayyumiyetin en güçlü aynası olduğunu düşünüyorum. Çünkü mürşidim de Esma-i Sitte Risalesi'nde hayat hakkında diyor: "Hem kâinatın mahiyetleri içinde Zât-ı Hayy-ı Kayyûmun vücub-u vücuduna ve vahdetine ve ehadiyetine şehadet eden burhanların en parlağı, en kat'îsi ve en mükemmeli..." Ve orada saydığı 'hayatın 29 hassesi' ile bu aynalığın birçok yönüne dikkat çekiyor. Hepsinden elde ettiğim netice şu: Birşeyin varlığı 'hayat mertebesi'ne ulaştığında varlığını devam ettirmede Allah'a muhtaçlığı 'Kayyumiyet mertebesi'nde ortaya çıkar. (Burada 'Kayyumiyet mertebesi' ifadesini 'Halıkıyet mertebesi' ile arasındaki biliş farkını ortaya koymak için kullandım. Bu biliş kula aittir. Yaratışa ait değildir. Kul, hayatı tatmak ve bilmekle Allah'ı Kayyum mertebesinde bilir veya bilebilir.) Ve evet, birşeyde hayat şiddetlendikçe, bunun bedeli ve ikramı olarak, o şeyin aczi ve fakrı da şiddetlenir.

Kenan Demirtaş Hoca'nın o meşhur örneğiyle ifade etmem gerekirse: Bir taş bir ağaçtan daha az şeye ihtiyaç duyar, ama ağaç taştan daha hayatlıdır. Bir ağaç bir hayvandan daha az şeye ihtiyaç duyar, ama hayvan ağaçtan daha hayatlıdır. Bir hayvan bir insandan daha az şeye ihtiyaç duyar, ama insan hayvandan daha hayatlıdır. Hayat mertebelerinde yükseldikçe varlığımız ism-i Kayyuma olan açlığımız da artar. Muhtaçlığımız şiddet peyda eder. Çünkü Allah bize hayat bahşetmiştir, ama Kayyum olan sadece kendisidir. Kayyumiyeti olmayan hayat ister istemez acze ve fakra düşer.

Biz mahluklar ne 'yaratışa' ne de 'devam ettirişe' sahibiz. Ancak hayat ve şuur sahibi olmakla varlığın yaratılıp devam ettirilmesi için bir Kayyum'a muhtaç olduğunu farkediyoruz. Kulluk da belki buradan ortaya çıkıyor. (Acz ve fakr dediğimiz bilinçler/bilişler de, aslında, hayy olup kayyum olmayışın bir neticesidir.) Hayat belki de bu noktada kainat ağacının meyvesi oluyor. Çünkü kainatta neler olup bittiğini mahluklar içinde varlığı en şiddet peyda edenler (yani hayatı şuur derecesine çıkanlar) anlıyor: "Hem hayat, bütün kâinattan süzülmüş en sâfi bir hülâsası olduğu gibi, kâinattaki en mühim bir maksad-ı İlâhî ve hilkat-i âlemin en mühim neticesi olan şükür ve ibadet ve hamd ve muhabbeti netice veren bir sırr-ı âzamdır."

Belki ben güzelce ifade edemedim, fakat Esma-i Sitte Risalesi'nin ism-i Hayy bahsini şu gözle okusanız, daha kemalde anlarsınız. Özetlersem: Hayy ve Kayyum isimlerinin beraber anılışı, onların arasındaki bu özel hukuk, aynı zamanda mahluk-Halık, abd-Mabud, merzuk-Rezzak gibi terkiplerdeki en öz manayı da ifade ediyor. (Bu terkiplerden daha fazlasını okumak için Veysel Karanî Hazretleri'nin münacaatına bakmalısınız.) Yani; varlığın mahlukattaki en şiddetli hali, aynı zamanda ism-i Kayyum'un da en çok farkında hali, olabilir hali, 'ol'maya muhtaç hali... Birisi diğerisinin en Ehadî aynası. Diğeri ötekinin olmazsa olmazı. Kardeşlikleri oradan. Allah Hayy u Kayyum'dur. Çünkü; hayat gibi zamana yayılmış en girift, değişken ve bütüncül nakışı yaratan, ancak teker teker anları yaratan bir Kayyum olabilir. Bir kerede yaratılıp bırakılsaydık herbir anımız bir öncekinin tekrarı olabilirdi sadece.

10 Şubat 2017 Cuma

FETÖ Abdülhamid'i kullanmaz mıydı?

Ortaokul 3. sınıftan Lise 1'in sonlarına kadar FETÖ'nün evlerine/abilerine devam ettim. Bu süre zarfında herhalde yüzlerce vaazını dinlemiş ve onlarca da kitabını okumuşumdur. İtiraf edeyim: Onlar "İtaat sorunu var!" deyip şutlayıncaya kadar büsbütün irtibatımı koparamamıştım. Evet, itiraz ediyordum. Evet, bazı şeyleri yanlış/saçma buluyordum. Evet, işin içinde bir tuhaflık/dengesizlik olduğunu hissediyordum. Ancak yine de FETÖ'den büsbütün kopmaya cesaret edemiyordum. Neden?

Bunu anlatabilmem için öncelikle size 'manevî istibdat' denilen şeyi tarif etmem gerek. Manevî istibdat, kişinin, fiziksel/dünyevî tehditlerle değil, metafizik/gaybî öğelerle esaret altına alınmasıdır. Maddî istibdatta, insanlar, somut varlıklardan görecekleri zararlardan korkarlar. Manevî istibdatta ise cezasından korkulan şeyler soyut varlıklardır. Ve biz FETÖ'ye devam ettiğimiz dönem boyunca, alttan alta, bir manevî istibdat ile baskılandık.

Cemaate girmek kolaydı. Hele gelecek adına menfaat beklenen bireylerseniz giderek de kolaylaşıyordu. Fakat çıkmak konusunda 'dünyanın kenarından cehenneme düşmek' gibi derin kaygılarımız vardı. FETÖ'deki en büyük marazlardan (veya taktiklerden) birisi; İslam tarihindeki bütün manevî istibdat malzemesini (veya elverecek şekilde evriltebileceği malzemeyi) başarıyla çocuklar-gençler üzerinde kullanmasıydı. Sınavlara hazırlanmak için eğitim kurumlarına/öğretmenlerine mecbur olan öğrencileri oralarda öyle bir endoktrinasyona tâbi tutuyorlardı ki, cemaate bir defa giren bir çocuk, eğer hepten dine düşman olmayacaksa, cemaatten kopmayı 'cehenneme atlamak' gibi görüyordu. FETÖ bunu nasıl başarıyordu? Bunu, siyerden tutun peygamber kıssalarına, Risale-i Nur'dan tutun II. Abdülhamid anlatılarına kadar 'bükmeye elverişli bulduğu' geniş bir malzeme yelpazesiyle başarıyordu.

Şeriata aykırı işlerini Hz. Hızır (a.s.) ve Hz. Musa (a.s.) kıssası üzerinden 'hikmeti sonra anlaşılacak' şeyler olarak lanse ederken; dinlerarası diyaloglarında 'Muhammedu'r-Resulullah'tan ödün vermelerini ise, Efendimiz aleyhissalatuvesselamın müşriklere "La ilahe illallah deyin, kurtulun!" buyurması üzerinden meşrulaştırıyorlardı. (Yani; o, müşrikleri İslam'a çağırırken böyle yapıyorsa 'Muhammedu'r-Resulullah'a çok da takılmamak lazımdı.) Cemaatten çıkma konusunda ise iki şeyi Gülen'in sohbetlerinde sık andığını hatırlıyorum: Risale-i Nur'dan (çarpıttıkları) bir metin ve merhum II. Abdülhamid'e dair (uydurdukları) bir hikaye.

Çarpıttıkları o metin ne idi? Hemen alıntılayayım: "Evet, yol iki görünüyor. Cadde-i Kübrâ-yı Kur'âniye olan şu mesleğimizden şimdi ayrılanlar, bize düşman olan dinsizlik kuvvetine bilmeyerek yardım etmek ihtimali var." İşte, bu metin, bağlamından koparılarak deniliyordu ki: "Hizmetlerimizin gitmediği ülke kalmadı. Bu işin şu zamanda en büyük mümessili biziz. Şimdi bizden ayrılırsanız, sadece bizden ayrılmış sayılmazsınız, dinsizliğe dahil olursunuz." Böyle bir tuzağa düştükten sonra artık size iki yoldan birisini seçmek kalıyordu: Ya cemaate herşeye rağmen devam edecektiniz. Veya sadece cemaatten değil dinden de kopacaktınız. Nitekim, ben, FETÖ'den koptuğum dönemde böyle bir boşluğa düştüğümü (düşürüldüğümü) hatırlıyorum.

Halbuki Bediüzzaman'ın şu ifadeleri hem içerisinde bulundukları metinle hem de başka birçok bağlamla kayıtlı ifadelerdi. Daha sonra Risale-i Nur'un birebir/cemaatsiz bir talebesi olduğumda farkettim. Bediüzzaman o gibi yerlerde kendisine, eserlerine ve talebelerine (imana hizmetlerinden dolayı) savaş açıldığı bir dönemde mahkemede Risale-i Nur'dan teberri edenlerden yakınıyordu:

"Gücenmemek şartıyla bu defa takdirkârane değil, belki tenkidkârane iki küçük meseleyi beyan edeceğim: Birincisi: Ben, sizleri ve Risale-i Nur'u müdâfaa için çok davalarda bulundum. O davalardaki şahidlerimin birinci sınıfı sizlerdiniz. Halbuki, inkârınızla hem beni şahidsiz bıraktınız, hem de hakkımdaki ittihamı takviye ettiniz. Çünkü, sizin kaçmanız ve inkârınız, 'Demek bir şey var ki, bunlar yanaşmıyorlar!' diye fikir verdi. Hem ben sizlerin nasıl tebrienize çalıştım, sizden çoluk çocukları olmayan kısmı beni yalnız bırakmamak için merdâne yanaşmak lazımdı. Fakat, iş işten geçti, yeniden yanaşmağa lüzum yok."

14. Şua'da mezkûr meseleyi vuzuha kavuşturacak birçok metni ve hatta Bediüzzaman'ın talebelerine ettiği duadan 'sadıkıne/sadıklar' ifadesini çıkarmasının nedenini okumak mümkün. Hepsinden özetle şunu anlıyorsunuz: Hakikaten o sırada Bediüzzaman'dan teberri edenler karşı tarafa yardım etmiş oluyorlar. Çünkü muhatabın eline bir gerekçe/dayanak tutuşturmuş oluyorlar. Yoksa bu metinle Bediüzzaman, hâşâ, "Nur talebesi değilseniz dinsizlere yardım ediyorsunuz!" inhisarcılığı yapmıyor. Eserlerinin/hayatının bütününe baktığınızda zaten böyle bir inhisarcılığın ondan sâdır olmasının mümkün olmadığını görüyorsunuz. Ama ne var? Mahkemede işleyen bir süreç var. Nur talebeleri tevkif edilmiş. "Beni, çekingenliğinizle onlar karşısında yalnız bırakmayın, elimi zayıflatmayın, hasma destek olmayın!" diyor. Hatta başka bir yerde daha açık ifade ediyor bunları:

"Ve deyiniz: Acaba hizmet-i Kur'âniyede arkadaşımız ve o hizmet-i kudsiyenin tedbirinde üstadımız ve ustabaşımız olan Said Nursî'nin yüzünden, bizim gibi hak yolunda ona dost olan ehl-i haktan kim zarar görmüş? Ve onun has talebelerinden kim belâ görmüş ki biz de göreceğiz ve o görmek ihtimaliyle telâş edeceğiz? Bu kardeşimizin binler uhrevî dostları ve kardeşleri var. Yirmi-otuz senedir dünya hayat-ı içtimaiyesine tesirli bir surette karıştığı halde, onun yüzünden bir kardeşinin zarar gördüğünü işitmedik. Hususan o zaman elinde siyaset topuzu vardı. Şimdi o topuz yerine nur-u hakikat var. Eskiden 31 Mart hadisesinde çendan onu da karıştırdılar, bazı dostlarını da ezdiler. Fakat sonra tebeyyün etti ki, mesele başkaları tarafından çıkmış. Onun dostları, onun yüzünden değil, onun düşmanları yüzünden belâ gördüler. Hem o zaman çok dostlarını da kurtardı. Buna binaen, bin değil, binler ihtimalden birtek ihtimal-i tehlike korkusuyla bir hazine-i ebediyeyi elimizden kaçırmak, sizin gibi şeytanların hatırına gelmemeli... deyip, ehl-i dalâletin dalkavuklarının ağzına vurup tard etmelisiniz."

İşte FETÖ, bu ve benzeri metinleri bükerek manevî istibdadına malzeme buluyordu. Tabir-i caizse 'ima yoluyla tekfircilik' yapıyordu. Bu hususta kullandığı ikinci öğe ise; merhum II. Abdülhamid'e dair, (güya) merhum Mehmet Akif'in anlattığı bir hikayeydi. Kaynağı meçhul ama internette rahatlıkla bulunan bu hikayeyi aklımda kaldığı kadarıyla nakledeyim:

Mehmet Akif bir gün çok ızdıraplı bir ihtiyara rastlıyor camide. Derdini öğrenmek istiyor. O da, vaktiyle II. Abdülhamid'in subayı olduğunu, ancak mirasa konunca ordudan ayrılmak istediğini ve evvelen buna izin vermeyen Sultan'ın, ısrarları sonucu onu azlettiğini anlatıyor. Ardından bir rüya görüyor bu ihtiyar. Rüyasında Efendimiz aleyhissalatuvesselam Osmanlı ordusunu teftiş ediyor. Yanında da II. Abdülhamid var. Bütün bölükleri geziyorlar. İhtiyarın başında olması gereken bölük dağınık olunca (güya) Aleyhissalatuvesselam soruyor: "Bunlar niye dağınık?" II. Abdülhamid cevaplıyor: "Efendim komutanını azlettik." Aleyhissalatuvesselam hiddetle buyuruyor: "Senin azlettiğini biz de azlettik." İşte, mezkûr ihtiyar, yaşadığı bu sahne yüzünden ızdırabdan kurtulamıyor.

Bu hadisenin anlatılış/kullanılış amacı da aynı. Yani; "Ey müntesipler, eğer Gülencilikten ayrılırsanız, siz de Efendimiz aleyhissalatuvesselam tarafından görevden alınmış olacaksınız. Ayağınızı denk alın!" ihtarı verilmiş oluyor.

Peki, yazıyı neden yazdım, ona geleyim: Son zamanlarda Erdoğan-II. Abdülhamid üzerine pek rağbet gören bir özdeşleştirme çabası var. (Yakında bir dizi de TRT'de başlayacak.) Allah mübarek etsin. İkisini de severiz. Fakat bütün bunlar olurken şunu unutmamak lazım kanaatimce: FETÖ bitse de FETÖ'yü doğuran arkaplanın bitmesi kolay değil. Malzeme, kritiği yapılmamış bir şekilde, öylece duruyor. Bu 'kimin hakkında' ürettiğinizle ilgili bir mesele değil çünkü.

Asıl soru şu: Ne üretiyorsunuz? Bir kişinin veya liderin 'hikmetinden sual olunmaz'lığının pr'ını yapıyorsanız, istediğiniz kadar FETÖ'ye düşman olun, yeni yeni FETÖ'lere zemin sağlıyor ve malzeme hazırlıyorsunuz demektir. Hatta bunu Erdoğan üzerinden yapsanız bile emekleriniz yine geleceğin FETÖ'lerine yarar. Kullanışlı kılıflar her minarenin boyuna uydurulur. Böyle özdeşleştirmeler yapılırken 'hamiyet' ekseni doğru, 'her yaptığı doğru' ekseni yanlıştır. Bize, hata yapmayan 'ulu önderler' değil, hatalarıyla/tevbeleriyle içimizden olan, yani eleştirilebilir liderler lazım. (Ben, Erdoğan'ın 'yanıldığını/kandırıldığını' rahatlıkla ifade ettiği yerleri bu yüzden seviyorum.) Aksi yöndeki telkinlerin sahipleri, ne kadar iyi niyetli olurlarsa olsunlar, geleceğin FETÖ'leri için tarla ekiyorlar. Fakat ne çare! Yaptıklarının farkında değiller.

9 Şubat 2017 Perşembe

Yoksunluk da bir farkındalıktır

Klavyeyi tıklatmaya başladığımda akıp gider cümleler. Ki genelde o cümleler akıp giderken oturmuş olurum bilgisayarın başına. Sayfalar açarım boşa akmasın diye. Bu nedenle benim için yazmak, bir açıdan, akıntının tersine yüzen balıkları yakalamak gibidir. Fakat bugünlerde öyle değil. Bugünlerde akıntının tersine yüzen balık yok. Balıkçı gergin. Yeni birşey mi bu? Değil. Bazen, hesap etsem belki periyotlar içinde, oluyor bu. Böyle zamanlarda farkediyorum: Allah istemese, yani musluğu açmasa veya sürüyü salmasa içimde bir yerlerde, ben kendim balık yaratabilecek güçte değilim. Zaten hiç olmadım. Ne diyor Gabor Mate 'Vücudunuz Hayır Diyorsa'da: "Reçeteler dışarıdan gelir, dönüşüm ise içeride yaşanır." Bunun reçetesi yok fakat dönüşümü var. Bal gibi. Ne olduğunu biliyorum. Nasıl olduğunu bilmiyorum. Tatsam tanırım. Yapsam yapamam.

Yeknesaklık, bir yönüyle, şirk fikrinin ortaya çıktığı cerbezeye müsait bir yerdir. Birşey tam bir düzenlilik içinde oluyorsa, orada, Allah'ı ve isimlerini görmezden gelmeye başlayabilirsiniz. (Bu tehlike yakındır.) Tekdüzelik dikkati failden alıkoyar. Ama onun gerçekleşmesi (sizce) bir gelişgüzelliğe sahip olduğunda, yani kaideleri sıradanlığı sarstığında (matematikselliğini okuyamaz olduğunuzda), hapı yutarsınız. (Ne güzel bir haptır o!) İşte o zaman içinizde bir yer "Bir Allah olmalı!" diye bağırmaya başlar. "Ben elimde-aklımda tutamıyorum, gidiyorlar, Rahman ve Rahim olan biri ilminde ve kudretinde tutmalı! Güzellikler boşa akmamalı!"

Latife-i Rabbaniye denilen şey bu mu? İhtimallerden ve o ihtimallerin gönlüne yüklediği sıkletten korkan bir yer. Latif olanı, hep olanı, ilmiyle ve kudretiyle her yerde hazır ve nazır olanı hisseden latife. Bir duyu, bir his, bir eksik parça, ama onsuz eksikliğinin de şuurunda olan bir parça. Hepimizin içinde düştüğü o tanımsız boşluk. Yalnız korku değildir insanları Allah'a çağıran kanaatimce. İhtimallerin heybetidir. Olanlardaki cemal kadar olabileceklerdeki celaldir. Demem o ki: Bu açıdan baktığında, perde arkasını görememek, perdenin önündeki mesajı daha güçlü kılıyor. Fakat perde yalnız bundan ibaret değil. Bir de tehlikelisi var.

İşte yeknesaklık, herşeyin matematiksel bir düzende işlemesi, güneşin her sabah doğması ve her akşam batması, bizi, bir yanıyla Allah'a yaklaştıran, bir yanıyla da Allah'tan uzaklaştıran şeyler bunlar. Alındınız mı bu sözüme? Alınmalısınız, evet. Çünkü bunu yeknesak olana yitirdiğiniz hayret yapıyor. Düzen, faili daha şiddetli göstermesi gereken bir ayna iken, salt kendisine edilen hasr-ı nazarla şeffafiyetini yitiriyor. Perde oluyor. Hayret edilesi olanı sadece 'sıradışı olan' olarak tayin ettiğimiz günden beri 'sıradan' perdeli. Hiç sordun mu kendine: Kur'an neden arıdan, sinekten, taştan, inekten, aydan, güneşten bahsediyor? Neden sana karadeliklerin, Bermuda şeytan üçgeninin veya iki başlı yılanların haberleriyle gelmiyor? Çünkü hastasın arkadaşım. Harika olanı sıradanlaştırmakla hastasın. Tedavi olman lazım.

Kur'an da sana sırlı bir şekilde bu hatanı hatırlatıyor: "Allah bir sinekle veya ondan daha aşağı birşeyle misal vermekten çekinmez.(...) Verdiği misallerle Allah ancak fasıkları saptırır." Fasıklığı yalnız amellerde arama, bakışaçında da olabilir fasıklık. Mesela; hep olanı basit, arada bir olanı harika görmeye başlamışsan; bu da bir nazar hastalığıdır. Nitekim güneş doğdu diye şükreden pek bulunmaz da, yağmur yağmayınca duaya çıkan çok olur. Halbuki; harika olan, zarlar her atıldığında altı gelmesi midir, yoksa her atıldığında değişmesi midir? Yoksa ikisi de eşit midir harikalıkta? Belki de tesadüf ve tevafuk aynı şey. Görürsen tevafuk göremezsen tesadüf oluyor. Düzenini kuşatamadığında tesadüf diyorsun. Yakaladığında tevafuk.

Ben de tam bunu diyecektim sana. Bu sıralar zarlarımı atıyorum ama altı gelmiyor. Yazamıyorum. Demek evvelden de getiren ben değilmişim. "Kalemle yazmasını öğreten" ve hatta "insana bilmediğini öğreten" birisi varmış. Hep olsaydı, yani her istediğimde yazabilseydim, yazdıklarımı kendimden sanabilirdim. Derler ki: Firavun ömründe hiç hastalık görmemiş biriymiş. Calut'un bileği bükülmezmiş. Nemrut'un ordusu yenilmezmiş. Keşke bir kere hasta olsaydı. Keşke bir kere bükülseydi. Keşke bir kere yenilseydi. O zaman Allah'a ne kadar muhtaç olduğunu anlamaz mıydı? Hep olan, aynı olan, sıradan olan bazen böyle nefsi kandırıyor işte. Yoksunluk var ya, böylesi tefekkürler eşliğinde bakınca, o da bir nimet. Hem mürşidim de demiyor mu: "Senin nihayetsiz aczin ve fakrın, seni nihayetsiz kudrete, rahmete raptedip Kadîr-i Rahîmin dergâhında aczi, fakrı en makbul bir şefaatçi yapar."

7 Şubat 2017 Salı

Bir mü'min 'inanması zor gelen' bir rivayetle karşılaşırsa ne yapmalı? (3)

Üç ayrı rivayet şekliyle birçok hadis kaynağında geçen meşhur bir hâdise var. 'Muhallim' ismiyle rivayet edileni esas alırsam: Muhallim b. Cessame, Âmir b. Azbat'ı, 'içinde bulunduğu mücahid grubunu müslüman selamıyla selamladığı halde' şahsî düşmanlığından dolayı öldürmüştü. Allah Resulü aleyhissalatuvesselam kısas için gelenleri kan bedeli almaya razı ettikten sonra, Muhallim, affedilmesi kendisine müracaat etti. Aleyhissalatuvesselam ellerini açıp şöyle dua etti: "Allahım, Muhallim'i affetme!" Muhallim b. Cessame, bu beddua ile öyle sarsıldı ki, bir hafta içinde vefat etti. Gömdüler. Yer dışarı attı. Tekrar denediler. Tekrar dışarıya attı. Sonunda cesedinin üzerine taş yığarak öylece bıraktılar. Durumu Efendimiz aleyhissalatuvesselama ilettiklerinde şöyle buyurdu: "Vallahi yer çok daha kötülerinin üzerini örtmüştür. Fakat Allah size gösterdiği bu hadiseyle aranızdaki (haksız yere adam öldürme) yasağı hakkında öğüt ve ibret vermek istemektedir."

Huzuruna geldiğinde Muhallim b. Cessame'ye şöyle tepki gösterdiği nakledilir Aleyhissalatuvesselamın: "Demek, sen, ona (Âmir b. Azbat'a) Allah'ın emanıyla eman verdin (selamına karşılık selam verdin) ve sonra da vurup öldürdün, öyle mi?" Kanaatimce, mezkûr ifadeler üç şeye dikkatimizi çeker: 1) Mü'minlerin birbirlerini haksız yere öldürmeleri Allah katında büyük bir cürümdür. 2) Muhallim b. Cessame'nin toprak tarafından kabul edilmeyişine bakarak, onun, insanların en kötüsü olduğuna hükmetmek doğru değildir. 3) Cenab-ı Hak, bazen, önemli hakikatlere dikkatimizi çekmek için, kişileri veya cezaları ibret ve öğüt aracı olarak kullanabilir. Mahlukatı üzerindeki bu tarz tasarruflarında kimse Hakkın hikmet elini alıkoyamaz. Malikü'l-Mülk odur. Ve mürşidimin de ifade buyurduğu gibi: "Mülkünde istediği gibi tasarruf eder."

"Üçüncü Sualiniz: Cenâb-ı Hak musibetleri veriyor, belâları musallat ediyor. Hususan masumlara, hattâ hayvanlara bu zulüm değil mi? Elcevap: Hâşâ! Mülk Onundur; mülkünde istediği gibi tasarruf eder. Hem acaba, san'atkâr bir zât, bir ücret mukàbilinde seni bir model yapıp, gayet san'atkârâne yaptığı murassâ bir libası sana giydiriyor; hünerini, maharetini göstermek için kısaltıyor, uzaltıyor, biçiyor, kesiyor, seni oturtuyor, kaldırıyor. Sen ona diyebilir misin ki, 'Beni güzelleştiren elbiseyi çirkinleştirdin; bana oturtup kaldırmakla zahmet verdin?' Elbette diyemezsin. Dersen divanelik edersin."

Bu noktada, gerek (bu serinin ilk yazısında zikrettiğim) Hamdi Akyol abinin şüphesinin, gerek (artık sıkça karşılaştığımız) benzer şüphelerin kaynağının sadece 'hadis ilmiyle' ilgili olmadığı nazarımıza çarpıyor. Bu endişeler, en özünde, mülk algısına dair mü'min zihinlerinde yaşanan erozyonun sonucu olarak ortaya çıkıyorlar. Çarçabuk inkâra gidilebilmesinin ardında yatan psikoloji bu. İster Hamdi Akyol abinin Ebu Davud'dan naklettiği 'merkeple Efendimiz aleyhissalatuvesselamın namazını bozan adamın bedduaya uğrayıp felçli kalması' meselesini ele alalım, ister Bediüzzaman'ın Mucizat-ı Ahmediye Risalesi'nde naklettiği 'Efendimiz aleyhissalatuvesselamın namazını bozan yaramaz bir çocuğun bedduaya uğrayıp sakat kalması' hâdisesine odaklanalım, sonuç değişmiyor. Burada öncelikle edilen itiraz şu: "Şu kadarcık fiile insan böylesine ağır bir bedduayı ve cezayı hakeder mi?"

İşte, bu tarz suallerin modern zamanlardan önce sorulmamasının veya böylesi rivayetlerin (en azından şu yönleriyle) bizden önce tartışmaya medar olmamasının değişen mülk algımızla ciddi bir ilgisi var. Salih seleflerimizin zihinleri, mürşidimin de ifade buyurduğu gibi, "Mülk sahibi mülkünde istediği gibi tasarruf eder!" çerçevesinde şekillendiği için, onlara göre bu rivayetlerde (eğer sened sorunu yoksa) tartışmaya medar olacak hiçbirşey yoktu. O Allah'tı. Hak Teala, şan-ı Rububiyeti iktizasınca, böylesi tasarruflarda bulunabilir ve Allah Resulü aleyhissalatuvesselam da beddualarıyla bu hikmet ve ibret derslerinin vesilesi olabilirdi. Ancak modern zaman müslümanı bu tür konulara seleflerinden daha farklı bir perspektiften bakıyordu. Kendisi farkında olsun veya olmasın, bu farklı perspektif, hadislere bakışında yansımalarını gösterdi.

Hayatın içinden bir örnek vermeyi deneyelim: Askerde, öyle yerlerde nöbet tuttuğunuz olur ki, oraya değil bir düşman askerinin, yönünü kaybetmiş hayvanların bile yolu düşmez. Henüz inşaatı süren binaların veya boş depoların önünde nöbet tuttuğunuz olur. (Aslında depo doluyken tutulacak bir nöbettir o.) Bu nöbetlerde bazen mermi de verilmez erlere. (Şahsen ben 'şarjör atar' diye tesmiye ettiğimiz silahlarla çok nöbet tuttum.) Fakat yaptığınız iş ne kadar boş gelirse gelsin, uyumaktan korkarsınız, çünkü cezası ağırdır. Nöbet yerinin önemsizliği veya nöbetçinin bahanesi 'nöbette uyumanın' cezasını hiçbir zaman yumuşatamamıştır. Komutanlar, uyurken yakaladıkları erlere ağır cezalar verirler ki, diğerleri böyle birşeyi akıllarından dahi geçirmesinler. Bunun hikmetini herhangi bir komutana sorsanız alacağınız cevap aşağı-yukarı şöyle birşey olur: "Bugün sen boş deponun önünde uyursan yarın bir başkası da cephaneliğin önünde uyur." Yani size verilen ceza aslında zincirin hiçbir yerinde zayıflık oluşmaması içindir. Üzümlerin birbirlerine bakarak kararmalarını engellemek için ilk kararan üzümü iyice beyazlatırlar.

Peki, bu yanlış bir tedbir midir? Doğrusu, kendi tuttuğunuz nöbetleri ve nöbet yerlerini hakikatin tek mihengi olarak almazsanız, 'yanlıştır' diyemezsiniz. Çünkü öyle nöbet yerleri vardır ki, hakikaten uyku kaldırmaz, dalgınlığınız dahi sizinle birlikte birçok kişinin hayatını tehlikeye sokar. (Dağ filminin birincisinde nöbet yerinde uyuyan er üzerinden komutanın birliğe anlattıklarını hatırlayanlar ne dediğimi daha kolay anlayacaklardır.)

Bu hakikati, mürşidim, 24. Söz'ün 3. Dalı'ndaki Asıllar'da, zâhiren küçük görülen bazı günahların tehlikesine vurgu yapan hadisler hakkında da ifade eder:

"Meselâ, 'Gıybet, katl gibidir.' Demek gıybette öyle bir fert bulunur ki, katl gibi bir zehr-i kàtilden daha muzırdır. Meselâ, 'Bir güzel söz, bir abdi âzâd etmek gibi bir sadaka-i azîmenin yerine geçer.' Şimdi, tergib veya teşvik için, o müphem ferd-i mükemmel, mutlak bir surette her yerde bulunmasının imkânını vaki bir surette göstermekle, hayra şevki ve şerden nefreti tahrik etmektir."

Her merkebiyle namaz bozan felç olası mıdır? Değildir. Her namaz bozduran çocuk felç olası mıdır? Değildir. Her gıybet adam öldürmek gibi günah mıdır? Değildir. Her güzel söz bir insanı özgürlüğüne kavuşturmak gibi sevaplı mıdır? Değildir. Fakat, hepsinin böyle olmaması, içlerinden bazılarının (harika fertlerin) bu ayarda olmasını engellemez. Bazen, gıybet olur, bir insana (veya insanlara) onu öldürmekten daha fazla zarar verir. Bazen, güzel bir söz olur, onu duyanı/duyanları özgürlüğüne kavuşturur. (Mürşidlerin güzel sözleri böyledir. Bizi nefsimize, şeytanımıza ve günahlarımıza esir olmaktan kurtarır.) Böyle harika fertler bulunabilir nesneler ve olaylar içinde. Onların bulunması da bir hikmet ve ibret dersi içindir.

Tıpkı Muhallim b. Cessame'nin yaşadıkları gibi. Sahabeden birisinin, işlediği cinayet nedeniyle toprak tarafından kabul edilmemesi, nasıl Mülk Sahibi'nin bize üzerinden ders vermek istediği bir vesileye dönüşüyorsa; aynen öyle de, bir çocuğun veya merkepli insanın Allah Resulü aleyhissalatuvesselama (veya namazına) gereken saygıyı göstermemesi de yine ibret ve hikmet dersine dönüşebilir. Kur'an'da, hakkında, mü'minlere 'seslerini dahi sesinden yüksekte tutmamaları' emredilen bir Nebi aleyhissalatuvesselamdan bahsediyoruz. Allah'ın kudret ve hikmet elini böylesi derslerden kim alıkoyabilir? En nihayet demek istediğim şu: Yeter ki, hazine sandığının önünde tevakkuf edelim, dikkatli bakınca görünecek inci çoktur. Hem yine mürşidim demez mi: "Nazlanan ve istiğna gösteren nazeninlerin mehirleri dikkattir."

6 Şubat 2017 Pazartesi

Bir mü'min 'inanması zor gelen' bir rivayetle karşılaşırsa ne yapmalı? (2)

"Acaba fikir dediğiniz şey—el'iyazü billâh—arzu olmasın?" Bediüzzaman Said Nursî, İlk Dönem Eserleri'nden...

Bazen, şahit olduklarımız hakkında bir yargıya varmakta o kadar acele ediyoruz ki, hakikat hızımıza yetişemiyor. 2016 yapımı Denial/İnkâr filminin en sevdiğim cümlelerinden birisiydi: "İnkar başka bir yöne doğru açıldıkları görülen kapıların kilitlenmesi için yapılmış bir seçimdir." Biz de kilitliyoruz kapıları. Gitmek istemediğimiz bir yöne açıldıkları için. O tarafa doğru yürümeyi (veya yürünmesini) istemediğimiz için. Hakikat menfaate uyumlu gelmediğinde yaşanıyor bu. 'Olan' ile 'olması istenen'in uyumsuzluğu, nefsimizi, nefsü'l-emirde olanı inkâra zorluyor. Kuvve-i gadabiye ve şeheviyenin menfaatçi baskısı, kuvve-i akliyeyi, başını nereye çevirsen oraya gider bir beygire dönüştürüyor.

Karşısında durabilmek mümkün mü? Evet. Ama bunun için hakikatle 'haklı çıkmak' kadar olsun menfaat ilişkisi kurmamalısınız. Hesapçı olmamalısınız. Birşeyle menfaat ilişkiniz biterse kuvve-i gadabiyenizin ve şeheviyenizin ondan ümidi/ilgisi de kesilir. Akıl kuvveniz rahatlar. Daha objektif şekilde nesneler ve olaylar üzerinde düşünmeye başlarsınız. "Kesinlikle hakikate ulaşırsınız!" demiyorum, ama yaklaşacağınız kesindir. Hakkaniyet hakikatin müjdecisidir.

Detayların bakışaçımızı ne denli değiştirebileceğine dair bir örneği yıllar önce Bilim ve Teknik dergisinde okuduğumu hatırlıyorum. Yazı, benim gibi avamdan olanlara, Newtoncu fizikten Kuantumcu fiziğe geçişin ne tür bir 'paradigma değişimini' ifade ettiğini anlatıyordu. Müellifin farfaralı iddiasına göre: Newtoncu fiziğe kıyasla Kuantumcu fizik anlayışı 'evrenin ele alınış biçiminin' değişmesiydi. Verdikleri örnek ise şuydu: Bir hastanenin acilinde sıra beklediğinizi düşünelim. Orada bir kadın ve iki çocuğu daha var. Kadın çocuklarına karşı ilgisiz. Çocuklar yaramaz. Ortalığı yıkıyorlar. Rahatsız oluyorsunuz. Anneyi 'kötü bir ebeveyn' olarak görüyorsunuz. En nihayet dayanamayıp uyarıyorsunuz: "Hanımefendi, çocuklarınıza biraz sahip çıkar mısınız, ortalığı ne hale getirdiler!" Kadın bir düşten uyanmış gibi silkiniyor: "Kusura bakmayın. Babalarının ölüm haberini henüz aldık. Ne yapacağımı bilmiyorum. Çocuklar da bilmiyor."

Buna dair bir örnek de bende var: Arkadaşlarımla bir iftar organizasyonuna katılmıştım. Çirkince bir kedi yakınımızda oturuyordu. Gözü masamızdaki yemeklerdeydi. Biz de aramızda şakalaşarak "Bakışa bak bakışa! Buradakiler ancak bize yeter! Oruçlunun yemeğine sulanılır mı?" gibi şeyler söylüyorduk. O sırada kedi ayağa kalktı. İnanın hepimizin bir anda yüzünün şekli değişti. Bir ayağı yoktu kedinin. Üç ayağıyla sekerek yürüyebiliyordu. Az önce masadan zırnık koklatmamak konusunda kararlı olan bizler, tabaklarımızdaki herşeyden vazgeçtik, kediye beğendirmeye çalıştık. Kedinin ayağa kalkışıyla masada yaşanan duygu değişimini, o gün bugündür, unutamıyorum.

Bütün bunları neden anlattım? Normal bir mü'minde 'inanılması zor gelen' hadislere karşı varolması gereken tevakkufun mantığını bir nebze çağrıştırabilmek için. Şunu kabul etmek gerekiyor önce: Detay dediğimiz şey aslında sihirli birşey. Ve kesinlikle önemsiz değil. (Kuantum fiziği dahi, makro âlemde değil, mikro âlemde yapılan deneyler sırasında farkedilmiştir.) Bazen, zahiren küçük bir detaya yeni bir farkındalık, olaylara bakışımızda 'paradigma değişimine' sebep olabilir. Sıklıkla da oluyor bu...

Örnekleri bile boşuna verdim aslında. Her gün yaşadığımız şeyler bunlar. Bir dostunuzun diğerine karşı öfkesini anlamak için, hemen, malumunuz olmayan bir detayın araştırmasına girişiyorsunuz. Sonra öğreniyorsunuz ki: Vaktiyle o diğeri de şu dostunuza bazı yanlışlar yapmış. Bunu arıyorsunuz. Bunu hepimiz arıyoruz. Çünkü olayları/taşları yerlerine oturtmak için bu tefekküre ihtiyacımız var. Fakat şunu asla yapmıyoruz: Dostumuzun eylediğini ahlakına uygun görmeyince "Böyle birşey olmadı!" deyip inkârına girişmiyoruz. Çünkü bu mantıksızdır. Yaşananlar karşımızdayken inkâra girişemeyiz. Meğer ki: Yaşananlar arzumuzun hilafına ve biz de arzumuza esir olmalayım.

Uzun ömürlü (inşaallah) bir yazıya kısa ömürlü bir örnek olacak ama, Ahmet Türk'ün kollarına girmiş jandarmalarla çekilen fotoğrafı hakkında önceleri neler söylendi? "Saygın ve yaşlı bir insanı, jandarmalar kollarına girmiş bir şekilde, oradan oraya götürmek ne kadar yanlış!" Fakat Ahmet Türk ne dedi o fotoğraf hakkında sonra: "Kayıp düşmemem için kollarıma girdiler." Bakınız, küçücük bir detay, ama olaya bakışınızı topyekün değişikliğe uğratabiliyor. Bediüzzaman'ın 24. Söz'ün 3. Dalı'nda yeralan mezkûr ifadesi de işte bu detay tereddüdüne uyanık olmamızı salık veriyor: "Şimdi, insafın varsa, bu On Usulü kemâl-i dikkatle düşündükten sonra, o aklın hilâf-ı hakikat gördüğü bir hadisin inkârına kalkışma. 'Ya bir tefsiri, ya bir tevili, ya bir tabiri vardır' de, ilişme..."

Benim de kolaylıkla hadis inkâr edenlerde anlayamadığım şey bu: Modern bilim, herhangi bir detay farkındalığının bilimde topyekün paradigma değişikliğine, hatta evren algısının büsbütün değişmesine sebep olabileceğini kabullenirken ve ona uyanık/tetikte düşünürken; siz neden nakil ilminde 'başka yöne açılabilecek kapıları' kilitliyorsunuz?

Hakkınızda suizan etsem Denial filminde dendiği gibi diyeceğim ki: O yöne açılan kapıları görmemek için. O kapıların varolmasını istemiyorsunuz zaten. Çünkü o kapılar ortaya çıkarsa, aslında yapmak istediğiniz şey, yani 'hadis ilmiyle/nakliyle gelen bilginin tartışmaya açılması' mümkün olmayacak. Eğer bunlarda bir hikmet olduğu ortaya çıkarsa 'inkâr paradigması'nın en sağlam kaleleri düşmüş olacak. O yüzden içinizdeki engisizyonda Galileilerin ensesine umarsız çöküyorsunuz. Tevakkuf etmek, anlamayı ve hak vermeyi kaçınılmaz kılacağı için. Dünya yuvarlak çıkacağı için.

Bitirirken bir not: Detay bilgisinin hadislerin doğru anlaşılmasında ne denli zenginlikler oluşturabileceğini anlayabilmek adına Ebubekir Sifil Hoca'nın Riyazü's-Salihin'den veya Mişkatü'l-Mesabih'ten yaptığı desleri takip etmenizi tavsiye ederim. İnternetten de kolaylıkla bulunabiliyorlar.

4 Şubat 2017 Cumartesi

Bir mü'min 'inanması zor gelen' bir rivayetle karşılaşırsa ne yapmalı?

Sürekli bu tarz konular hakkında yazmamdan bıktınız belki. Fakat ne çare? Tekrar tekrar karşıma çıkıyor. Ben de çenesini tutamaz bir adamım. İster istemez haklarında karalamak zorunda kalıyorum. Bu defa yazımın girizgâhını oluşturacak soruyu müdakkik abim Hamdi Akyol sordu. Facebook'ta yaptığı bir fotoğraf (sol köşede gördüğünüz) paylaşımının üstünde şunlar yazıyordu:

"Fotoğraftaki rivayet Ebu Davud'dan. 1617 numaralı hadis olarak Cem'u'l-Fevaid'de yer alıyor. Şimdi ilahiyatçı ve konuya ilgi duyanlarla bir konuşalım bakalım: Peygamberimiz namaz kılıyor. Önünden bir adam merkebiyle geçiyor ve peygamberimiz beddua ediyor, adam ömrünün geri kalanını kötürüm olarak geçiriyor. Bu rivayete göre sebep, merkebiyle namaz kılan peygamberimizin önünden geçmesi. Şimdi önümüzde iki seçenek var: Ya bu rivayeti uydurma, yalan olarak değerlendireceğiz. Veya 'âlemlere rahmet olarak gönderilen' peygamberimizin (haşa) gaddar, hoşgörüsüz, kinci biri olduğunu tasdik edeceğiz... Veya önümüzde bir üçüncü seçenek varsa, onu da bilelim?"

Öncelikle herkesin zaten az-çok bildiği şu hakikati tekrar ifade edelim: Din, her duyana, duyar duymaz inanması kolay gelen hakikatlerden oluşmaz. (Sadece bunlardan oluşmaz.) Bizzat miraç hadisesinin kendisi bunu söyler bize. İnanmak için bir nebze Ebu Bekir'leşmek (r.a.), "O söylüyorsa doğrudur!" kıvamına ermek, yani sahabenin düşünüş ve aklediş biçimine yakınlaşmak gerekir. Ki bu 'aslında bizlere sıradan gelmesi gereken' mü'min tavrıdır.

Okuyanlar bilirler: Bediüzzaman, 24. Söz'ün 3. Dalı'nda 12 Asıl ile bir usûl öğretir talebelerine. "Bir mü'min 'inanması zor gelen' bir rivayetle karşılaşırsa ne yapmalı?" dersi veren bir yerdir bana göre. O metnin 10. Asıl'ını şöyle bağlar mürşidim: "Şimdi, insafın varsa, bu On Usulü kemâl-i dikkatle düşündükten sonra, o aklın hilâf-ı hakikat gördüğü bir hadisin inkârına kalkışma. 'Ya bir tefsiri, ya bir tevili, ya bir tabiri vardır' de, ilişme..."

Yine Hz. Ebu Bekir (r.a.) üzerinden konuşursak: "O söylüyorsa doğrudur!" sadakatinin öncesi "Bunu o mu söyledi?" sualini sormak ve emin olmaktır. Bir hadisin tenkidi de öncelikle senedinin tenkididir. Yani; rivayetler sağlam bir/birçok nakil silsilesiyle Efendimize (a.s.m.) bağlanabiliyor mu? Cevap aranması gereken ilk soru budur. Rivayetin sorunsuz bir şekilde Efendimize (a.s.m.) dayandırılıp dayandırılamayacağıdır.

İşin bu kısmını, ancak ehli olan âlimler, ilgili ilimlerin sağlama sistemleriyle sınayabilirler. Eğer burada hadis sorunlu çıkarsa zaten tartışılacak birşey kalmaz. Çünkü hadis ilmine göre de bir problemi vardır naklin. Ama ya senedi sağlam çıkarsa? Bu noktada artık mü'min kendi aklını merkezden veya doğrunun tek kıstası olmaktan çekerek rivayeti anlamanın yollarına koyulur.

Bu örneği Caner Taslaman'a yazdığım eleştiride de anmıştım. Yeri geldi. Yine anayım: Malumunuz, Hz. Hızır ve Musa kıssasında, Hz. Hızır (a.s.) bir masum çocuk öldürür. Kur'an'da geçen birşeydir bu. Ve Hz. Musa (a.s.) bu cinayete şaşırır. "Sen günahsız birisini öldürdün!" diye itiraz eder. Kıssa uzun. Tafsilatına girmeyeyim. Çoğunuz hatırlamıştır zaten. Hz. Hızır (a.s.), Hz. Musa'nın (a.s.) ilgili kıssa boyunca yaptığı bütün itirazları sahip olduğu ilm-i ledünle cevaplar. Kıssada geçen mezkûr çocuk için der mesela: "Erkek çocuğa gelince. Onun ana-babası mü'min kimselerdi. Bunun için (çocuğun) onları azgınlık ve nankörlükle boğmasından korktuk." Yani cinayeti göründüğü şekilde 'çocuk öldürmeyi canı istediği için' işlememiştir.

Aslında şu hakikat, bizim, daha imanın kapısından girerken kabul ettiğimiz/kuşandığımız birşeydir. Kur'an, bizi, "Onlar ki gayba iman ederler" diye tarif ve tasvir ettiğinde biraz da bu 'aklediş biçimimize' işaret eder. Özetlersek: Biz müslümanlar, herhangi bir meselede, beş duyu organıyla bilinenden daha fazlasının olabileceğine iman eden kimseleriz. Bu zengin farkındalık ve zihnî uyanıklık sayesinde zaten amentünün esaslarına iman edebiliyoruz. Kainatı deterministler gibi kendisinden ibaret görmüyoruz. Materyalistler gibi hakikati görünene hapsetmiyoruz. Ötesinde bir gayba uyanık kalplerimiz var. Neyi ele alsak başka mümkünlüklere teyakkuzla ele alıyoruz. Böyle bir bakışımız olmasa; ahiret gibi, haşir gibi, kader gibi, melekler gibi varlık ötesi hakikatlere iman etmemiz de mümkün değil zaten.

Hem sonra biliyoruz ki: Gayr-ı metlüv vahiy dediğimiz bir haberdar edilişi daha var Efendimizin (a.s.m). Bunun Kur'an'da ve sünnette pekçok delilleri mevcut. Hatta bizzat Kur'an, Efendimize (a.s.m.) bildirilen öyle şeylerden bahsediyor ki, onlar hakkında ayet yok, ama 'bildirdik' diyor. Şuralardan anlıyoruz ki: Vahiy Kur'an'dan ibaret değil. Farklı haberdar oluşlar ve bu haberdar oluşlara yönelik tedbirler, amel veya emredişler vâki hayat-ı nebeviyede.

Din sadece Kur'an değil ehl-i sünnet ve'l-cemaat için. Dinin şekillenmesinde vahy-i metlüv kadar vahy-i gayr-i metlüvun da payı var. Zaten sünnet olmadan en önemli ibadetlerin bile içeriği bize meçhulleşiyor. Hem hadiseleri anlamak zorlaşıyor. Bazen, gayr-i metlüv vahiy, eşleri hakkında bir bilgi veriyor Efendimize (a.s.m.), bazen bir suikaste karşı uyarıyor, bazen de Kur'an'da bildirilmemiş ahkama dair bilgiler paylaşıyor. Bunların hepsi "normal mü'minler için" meşhur ve makbul şeyler. Siyerde örnekleri çoklukla mevcut.

İşte, bizim, evvelemirde kapalı gelen hadis-i şeriflere bakışımıza bu kıymetli tereddüt şekillendiriyor. Diyoruz ki hemen temkinle: Varlık bizim gördüğümüzden ibaret değil. Diyoruz ki hemen: Vahiy Kur'an'dan ibaret değil. Diyoruz ki: Hakikat anladığımızdan ibaret değil. Ve öncesindeki bu güzel tevakkufta yeşeren şu tefekkürle anlama mesaisine girişiyoruz: "Belki de o adama dair Allah Resulü'nün (a.s.m.) başka bir bilişi sözkonusu? Bu iş sadece namaz bozma meselesi değil. Belki o adama dair bir kemlikten haberdar edildi? Belki şu olay göründüğünden ibaret değildi? Belki mü'minlerin bir ders almasını diledi Cenab-ı Hak? Meselenin bizce gayb olan bir bilişe bakan yönleri de olabilir..." diyoruz. Hemen reddetmiyoruz.

"Âlemlere rahmet olan bir Peygamber (a.s.m.) nasıl öz amcasına beddua eder?" deyip, yani meselenin Ebu Leheb'e dair derinliği ıskalanıp, Tebbet sûresini onun şan-ı şefkatine uygun görmemek ve inkâr etmek nasıl mümkün değilse, mezkûr rivayeti inkâr etmek de öyle mümkün değildir. Bu en azından içerik bakımından böyledir. Aksi tavrı benimsemek zararlı bir kolaycılık olur.

Kavimlerine beddua eden peygamberler de (ki Kur'an'da geçen şeylerdir) bize bu sırrı söylüyorlar. En nihayet şunu kabul etmek lazım düzlüğe çıkabilmek için: Hakikat göze görünenden ibaret değildir. Vahiy de sadece Kur'an'dan ibaret değildir. Efendimiz (a.s.m.), birçok örnekle de gördüğümüz gibi, çeşitli şekillerde/şeylerden haberdar edilir. Ve onlara yönelik tedbirlerde ve tavırlarda bulunur. Biz "Allahu'l-alem mezkûr meselenin böyle bir derinliği de olabilir!" deriz. Senedi sıhhatliyse reddetmeyiz. Anlamasak da önce tevakkuf ve sonra hakkında tefekkür ederiz. Özetle: Evet, Hamdi Akyol abi, üçüncü yol mümkün. Hatta mecburî. Yoksa bu itirazın dinin her yerine sirayet etmesi kaçınılmazdır. Çünkü din modern aklın eseri değildir.

31 Ocak 2017 Salı

Trump'a karşı bu sessizlik neden?

"Şark husumeti, İslâm inkişafını boğuyordu; zâil oldu ve olmalı. Garp husumeti, İslâmın ittihadına, uhuvvetin inkişafına en müessir sebeptir; bâki kalmalı." Rüyada Bir Hitabe'den...

Bu yazıya çok yakışacak bir hikayem var. Onunla başlayalım: Bir zaman krallardan birisi halkına ağır vergiler koymuş. Sonra yardımcısını halkı teftişe yollamış. Yardımcısı teftişini yapmış ve dönmüş. "Kralım söyleniyorlar!" demiş. Kral gülmüş. "İyi!" demiş. Biraz daha arttırmış vergileri. Tekrar teftişe göndermiş. Yardımcısı teftişini yapmış. "Kralım bağırıp çağırıyorlar!" demiş. Kral yine gülmüş. "İyi!" demiş. Biraz daha arttırmış vergileri. Yardımcısı tekrar teftişe çıkmış. Halk içinde tebdil-i kıyafet dolaşmış. Şaşkınlık içinde geri dönmüş: "Kralım" demiş, "çok acayip, ama gülüyorlar." Kral endişeyle emir vermiş: "Başka vergi yok!"

Trump'ın başkanlığı İslam âleminde neden 'yoğun bir endişe kaynağı' olarak değil de, aksine, 'olursa o kız olsun' üslûbunda karşılanıyor? Bencileyin verebileceğim cevap: İslam âleminin Batı'dan çıkacak bir mehdiye artık inanmadığıdır. Evet, ben, Sovyet tehditine karşı ABD ile beraber hareket edilen dönemde, belki biraz da liberalizmin yumuşak dili nedeniyle, Batı'nın kurtarıcılığının müslümanların dünyasına bir inanç olarak yerleştiğini düşünüyorum. Hatta, bu iş, kıyametten önce güneşin batıdan doğacağı ile ilgili rivayetlerin 'buhranlardan kurtuluşun yine Batı eliyle olacağı' şeklinde tevil edilmesine kadar vardı kimilerinde. Hayır, FETÖ konusuna girmeyeceğim, fakat zaten yalnızca onunla da ilgili değil bu mesele. Bu arıza, merhum Muhammed İkbal gibi kimi isimlerin, İslam dünyasının İngilizlerce işgalini olumlanmasıyla başlıyor.

Müslümanların Batı karşısındaki (daha önce benzerini hiç yaşamadıkları) mağlubiyet(!) durumu, bir noktadan sonra, mazlum ve mağdur olanı 'kusuru kendisine alıp işgalciyi tenzih etme' hastalığına itti. İçinde bulunduğu güç duruma rağmen yaşamaya devam edebilmek için yaptı bunu. Aynalara tekrar bakabilmek için yaptı. Mağlubiyet içinde sahte bir zafer sağlıyordu bu yaptığı ona. Boğazınıza basılmış zalim ayağını, bir hakaret olarak değil de, bir iltifat olarak anlamlandırmak üzerindeki baskıyı da azaltıyordu.

Psikolojik arkaplanı da olan birşeydir şu söylediğim. Vazgeçemeyeceğiniz/karşı koyamayacağınız bir insanın kaldıramayacağınız bir tavrıyla karşılaşırsanız, onu, bazen görmezden gelerek, bazen de (elinizden geldiğince) yanlış anlayarak rahatsızlığınızı azaltmaya çalışırsınız. Yanından geçerken size laf atan hasmın sözünü duymazdan gelmeniz bundandır. Sevdiğiniz birisinin hakkınızdaki ağır sözünü tevil edip yutmaya çalışmanız bundandır. Ve yine, mürşidimin, İstanbul'un işgali sırasında İngilizlere karşı şu sözleri sarfetmesi de müslümanlarda böyle bir halet-i ruhiyenin oluşmasından korkmasındandır:

"Bir zaman İngiliz devleti, İstanbul Boğazının toplarını tahrip ve İstanbul'u istilâ ettiği hengâmda, o devletin en büyük daire-i diniyesi olan Anglikan Kilisesinin Başpapazı tarafından, Meşihat-ı İslâmiyeden dinî altı sual soruldu. Ben de o zaman, Dârü'l-Hikmeti'l-İslâmiyenin âzâsı idim. Bana dediler: 'Bir cevap ver. Onlar, altı suallerine altı yüz kelimeyle cevap istiyorlar.' Ben dedim: 'Altı yüz kelimeyle değil, altı kelimeyle değil, hattâ bir kelimeyle değil, belki bir tükürükle cevap veriyorum. Çünkü o devlet, işte görüyorsunuz, ayağını boğazımıza bastığı dakikada, onun papazı mağrurane üstümüzde sual sormasına karşı yüzüne tükürmek lâzım geliyor. Tükürün o ehl-i zulmün o merhametsiz yüzüne!' demiştim."

"Madem ki öldürüyorsun. Ölmek iki sûretledir: Birinci sûret: Senin ayağına düşmek, teslim olmak sûretinde ruhumuzu, vicdanımızı ellerimizle öldürmek, cesedi de güya ruhumuza kısasen sana telef ettirmektir. İkinci sûret: Senin yüzüne tükürmek, gözüne tokat vurmakla ruh ve kalbimiz sağ kalır, ceset de şehit olur. Akide faziletimiz tahkir edilmez; İslâmiyetin izzetiyle istihza edilmez. Elhasıl: İslâmiyet muhabbeti, senin husumetini istilzam eder. Cebrail, şeytan ile barışamaz."

Katılır mısınız bilmem, ama ben bu umudun son balonunun (çok şükür) Arap Baharı ve Obama sayesinde patladığını düşünüyorum. İslam coğrafyasında kendi menfaatine ters olacağını düşündüğü her demokratik dirilişi örseleyen, gelişimine taş koyan ve hatta binlerce kişiyi katleden Sisi gibi diktatörlerin ellerini sıkmaktan utanmayan Batı; kurtarıcılığına dair müslümanlarda varolan yıkılası umuda sağlam bir darbe vurdu. Trump'a karşı sessizliğimiz de biraz bundan. Yani umutsuzluk ve şaşkınlığımızdan..

Ülkemizde 15 Temmuz üzerinden tecrübe ettiğimiz bu ayılma, ABD'de artık başa kimin geçtiğini umursamaz bir hale getirdi bizi. Bence bu çok kıymetli birşey. Trump'ın İslam coğrafyasına yapacağı en büyük iyilik de, selefleri gibi 'yarım elma gönül alma' oyunlarına girmeyerek, ona karşı uyanıklığımızı diri tutmaktır. Belki de şu yanlış mehdiye duyulan ümittir hakiki mehdilerin içimizde yeşermesine engel olan. Şuna alıcı gözüyle bakışımızdır bunu üretmekte elimizi zayıflatan. Şimdi ondan soğusak fena mı olur? En nihayet, Bediüzzaman'ın Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra dediği yerdeyim:

"Şu millet-i İslâmın felâket-i mazisi, getirecek de elbet İslâmın âlemine saadet ve hürriyet. Olur geçen musibet istikbalde telâfi. Üçü veren, üç yüzü kazandıran etmiyor elbette hiç hasâret. Halini istikbale tebdil eder zîhimmet. Zira ki şu musibet, hayatımız mâyesi olan şefkat, uhuvvet, tesanüd-ü İslâmı harikulâde etti, inkişaf-ı uhuvvet, tesri-i ihtizazı, tahrib-i medeniyet. Deniyet-i hazıra sureti değişecek, sistemi bozulacak. Zuhur edecek o vakit İslâmî medeniyet."

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...