13 Nisan 2017 Perşembe

Ya kötü birisi başkan seçilirse? (3)

"Dediler: 'İttihada şedit bir muarızdın. Neden şimdi sükût ediyorsun?' Dedim: 'Düşmanların onlara şiddeti hücumundan. Düşmanın hedef-i hücumu, onların hasenesi olan azim ve sebattır ve İslâmiyet düşmanına vasıta-i tesmim olmaktan feragatıdır.'" Münazarat'tan.

Bediüzzaman'ın hayır ve şer bahsinde dikkatimizi çektiği birşeydir: Hayır vücudî/varlıksal olandır. Şer ise ademî/yokluksal olandır. Birşey yokluğa hizmet ediyorsa şerdir. Birşey varlığa hizmet ediyorsa hayırdır. Merhamet varlığa hizmet ettiği için hayırdır. Nefret yokluğa hizmet ettiği için şerdir. Parçalanmaya/tefrikaya hizmet eden dolayısıyla yokluğa hizmet eder. İttihada/bütünlüğe hizmet eden dolayısıyla varlığa hizmet eder. Yani; parçalamak yokluğa, birlik varlığa yakındır. Zehir, insanın, hayat birliğini dağıttığı ve bedenî varlığını parçaladığı için şerir birşeydir. İlaç, insanın, hayat birliğini koruduğu ve bedenî varlığını kolladığı için hayır birşeydir. Dolayısıyla en genel anlamda diyebiliriz ki: Birşey bizim ve parçası olduğumuz bütünlüklerin varlığına katkıda bulunuyor ve kolluyorsa o şey hayırdır. Birşey bizim ve parçası olduğumuz bütünlüklerin varlığını eksiltiyor ve zarar veriyorsa şerdir.

Ancak, şaşırmayalım, imtihan dünyasında herşey bu kadar 'şaşırtmasız' işlemez. Yine mürşidimin dikkatimizi çektiği üzere varlık âleminde 'ademî görünür vücudîlikler' ve 'vücudî görünür ademîlikler' de vardır. Yani; birşey, zâhirde size ve başkalarına yokluksal görünür de, aslında siz ve dahil olduğunuz bütünlükler adına varlıksal olabilir. Yine; birşey, zâhirde size ve başkalarına varlıksal görünür de, aslında siz ve dahil olduğunuz bütünlükler adına yokluksal olabilir. Mesela: Zekat vermek, zâhirde varlıksallığınızın eksilmesi gibi görünürken, aslında sosyolojik ve uhrevî anlamda varlığın korunmasına hizmet etmektedir. Ve yine faiz, zâhirde varlıksallığınızın artması gibi görünürken, aslında sosyolojik ve uhrevî anlamda yokluğun artmasına hizmet etmektedir.

İşte vahiy ve şeriat, sünnet ve Kur'an boyutlarıyla, bize, bu 'zâhiren ademî görünen vücudîlikleri' ve 'zâhiren vücudî görünen ademîlikleri' görmeyi öğretir. Çünkü yokluksal görünenin aslında varlıksal olduğu veya varlıksal görünenin aslında yokluksal olduğu ancak 'büyük resme' bakınca anlaşılır. Küllî bakışlarla elde edilir. Ezel de bu resimlerin en büyüğünü gören nazar-ı âlâdır.

Zübeyir Tercan abinin o güzel örneğiyle izah etmem gerekirse: Birkaç insanın birisini bıçakla kestiklerini görmek size o an yaşananın şer olduğunu düşündürebilir. Fakat biraz başınızı kaldırıp daha büyük bir resme baktığınızda, mesela, kapının üzerinde yazan 'Ameliyathane' yazısını görecek kadar başınızı kaldırdığınızda, hadiseyi değerlendirişiniz değişir. Yokluksal görüneni aslında varlığa hizmet ettiğini, o kesişin aslında bir parçalama değil, bütünlüğü koruma çabası olduğunu anlarsınız. Ezel, yine bu perspektiften, resimlerin en büyüğünü de anlatır bize. Tevhid o resmin bütünlüğünün en özet tarifidir.

Ben, Bediüzzaman'ın, meşrutiyete ve İttihat ve Terakki'ye bakışını da bu nazarla anlarım. Bediüzzaman, meşrutiyetten de, başlangıçta İttihat ve Terakki'den de, hayra hizmet etmesini beklemiş ve hayır murad ederek taraftarları olmuştur. Ne zaman ki, İttihat Terakki'nin muradının meşrutiyet değil başka bir tür istibdat olduğunu anlamış, o zaman İttihat ve Terakki'den desteğini çekmiştir. Sonra yine varlığa hizmet ettiklerini düşündüğünde destek çıkmıştır. Kendisine bu durum sorulduğunda verdiği cevapta da vardır bu. O, bir âlim olarak, meşrutiyete bakışında ve duruşunda bir değişiklik yapmamıştır. Aksine, ona göre, meşrutiyete bakışı ve duruşu değişenler ondan ayrılmıştır.

Yani; Bediüzzaman'ın muradı hayırdır, varlıksaldır, vücudîdir. Sureten vücudî görünen şu ademîlik aslını sonradan ortaya koymuşsa bundan Bediüzzaman'ın bir mesuliyeti yoktur. Onun niyeti halistir. Kaldı ki: O dönemde şöyle veya böyle uygulanmış bir meşrutiyettir ki, bugün, demokrasi denilen şeyi konuşulabilir/uygulanabilir kılmıştır. Yani; o dönem için bu seçimler ademî/yokluksal sonuçlar verse de, geçen zaman bu hayırlı/varlıksal seçimlerin gerçek suretini görmemizi sağlamıştır. Tıpkı, başlarda, Hudeybiye sulhünün bizzat sahabe tarafından üzüntüyle karşılanılacak kadar yokluksal görünmesine rağmen, ilerleyen dönemde varlıksal neticelerini göstermesi gibi.

Bugüne geleyim. Önümüzde bir referandum var. Biz bu referandumla başkanlık sistemi üzerinden hayırlı bir netice murad ediyoruz. Bu sistemi, büyük güçlüklerle elde ettiğimiz meşvereti yitirmenin değil, onun işleyişini arızalardan kurtarmanın bir parçası olarak görüyoruz. Muradımız hayırdır. Murad ettiklerimiz 15 yıldır hayırlarını gördüğümüz insanlardır. Onların dillerinden de işittiklerimiz hayırdır. Hadi şu vehme bir suret verelim: Velev ki, başkanlık sistemi sinesinde bir sıkıntı barındırıyor olsun, şu sıkıntı geçicidir. Türkiye toplumu meşveretin ihyası yolunda geri döndürülmeyecek bir mesafe almıştır. Yüzyıllık bir tecrübe kazanmıştır. Şu gidişin dönüşü muhaldir.

15 Temmuz bunu gösterdi bize. Tereddüt etmeyelim. Artık sosyolojimize güvenelim. Meşrutiyetle murad olunan hayır, ondan sonra gelen istibdatla ziyan olmadığı gibi; başkanlık sistemiyle murad olunan güzellik de, ondan sonra ne gelirse gelsin, ziyan olmayacaktır. Değişim risk almaktır. Biz de Bediüzzaman ve emsali gibi bir risk alıyoruz. Ama hayrı murad ederek alıyoruz.

Bediüzzaman meşrutiyet istedi. Gelen istibdat oldu. Biz de başkanlık istiyoruz. Velev başımıza bir arıza gelsin. Muradımızla yargılanırız. Fakat Bediüzzaman, Münazarat'ta olduğu gibi, "Ya şeriata zarar gelirse?" diyenler arasında yeralıp tereddüt etseydi bugün 'demokrasiyi' konuşabilir miydik? Gelecek imkanattır. İmkanat sonsuzdur. Delilden neşet etmeyen şüpheyle hüküm verilmez. Biz birşeyi bir niyet ve murad ile istiyoruz. O da belli. Neden vehmin ürettiği her ihtimalle korkup ürkelim? Gelecek, bugünde şekillenen, fakat gelecekte müdahale edilemeyecek birşey midir? İTF meşrutiyetten ayrılırsa biz de ondan ayrılırız. AK Parti demokrasiden ayrılırsa biz de ondan ayrılırız. Ancak şimdi 'dövülmeden ağlamak' niye? Ülke yaşanmaz hale gelince anlaşılmaz mı bu? Neden kendimizi bu hamleyi yapamayacak kadar zayıf buluyoruz?

11 Nisan 2017 Salı

Ya kötü birisi başkan seçilirse? (2)

Bunu da bir evvelki yazıya tetimme olarak anmadan geçemeyeceğim: 'Mustafa Kemal olmasaydı baban kim bilmezdin'cilerle 'Ya başkanlık sisteminde istemediğin birisi seçilirse'cileri aynı çizgide görüyorum. İki cümle de aynı şekilde bizi, irademizi, aklımızı, hamiyetimizi, muhakememizi, cesaretimizi ve en özünde insanlığımızı görmezden geliyor. Nasıl? Bize, ninelerimize veya dedelerimize, Mustafa Kemal olmasa namusunu bile koruyamayacak reziller olarak bakılmasıyla; bir kere seçtikten sonra, başkan kimse onun dediğini yapacak, hiç karşı çıkamayacak, hiç kendi aklıyla ve vicdanıyla tartamayacak, itiraz edemeyecek, ne denilse hemen boyun eğecek reziller diye bakılması aynı. Aynı derecede tahkir edici. Aynı derecede koyunlaştırıcı. Aynı derecede aptal yerine koyucu... İkisi de aynı şekilde bireysel varlığımızı/insanlığımızı görmezden geliyor, unutuyor veya hiçe sayıyor ve inkar ediyor. 

Bu dayatmaya insanlığımız ve insaniyet-i kübra olan İslamiyetimiz adına karşı koymalıyız. Biz cenneti bir siyasal sistemin sonucu olarak kazanmıyoruz. Biz cenneti, inşaallah, ona layık bireyler olmakla kazanacağız. Hak ile bâtılı ayırmasını öğreten Kitabullah ve sünnet-i seniyye ile kazanacağız. Bütün bunlar da, siyasal sistemlerden veya kişilere atfettiğimiz önemlerden bağımsız olarak, insanlık sınavını geçmemize bakıyor. Ben şahsen ümmet-i Muhammed'i böyle olmaktan tenzih ederim. Bu ümmet seçtiği 'halife' dahi olsa, şeriatı ve vicdanı havsalasından çıkarıp, iradesinin direksiyonunu onlara bırakmamıştır. İmamlarına masumiyet atfeden ehl-i sünnet ve'l-cemaat değildir şiadır.

Bu konudaki rüştünü bindörtyüz yılı aşkın kemaliyle de ispatlamıştır. Zalime karşı duruşuyla da ispatlamıştır. Fazıla verdiği destekle de ispatlamıştır. Kim bunu diyorsa milletine, en başta da bizzat kendi dedelerine ve ninelerine, güvenmiyordur. O dedelerin ve ninelerin ahlakını şekillendiren dinine de güvenmiyordur. O kendi ceddine namuslarını koruyamama konusunda güvenmeyebilir, ama biz ceddimize güveniyoruz, elhamdülillah. Yunan işgaline kadar bu ümmet, başta moğolların istilası ve haçlı saldırıları olmak üzere, birçok taarruz gördü. Bütün bu krizleri atlatırken, bir parlamenter sistem veya bir Mustafa Kemal aramadığı gibi, hamiyetini birilerinin omuzlarına da bırakmadı.

Peki neden şimdi bütün bunlar yokmuş gibi davranılıyor? Biz başkanlık sistemini isterken omuzumuzdan yük atalım diye mi istiyoruz? 15 Temmuz'da ölümü pahasına "Bana ne?" dememiş bir millete bu tahkir ağır değil mi? Tanklar üzerine gelirken "Bana ne?" dememişlere bu itham ağır sayılmaz mı? Diyenleri hayâ etmez mi? Hayır! Biz, yükümüzü başkasına bırakmak için değil, gayretimizin önündeki duvarlar yıkılsın diye istiyoruz. "Tevhidde kolaylık var!" diye bildiğimiz için istiyoruz. Bizi başıbozukluğa iten dağınıklığımız kalksın; kalplerimiz, kuvvetimiz ve sistemimiz ittihada yatkın olsun diye istiyoruz.

Ve evet, biz doğruyu/yanlışı parlamenter sistem sayesinde öğrenmiş bireyler değiliz ki, onun elimizden gitmesiyle din gitmiş gibi ağlayalım. Başkanlık sisteminde yanlış uygulamalar yaşanırsa, daha ölmedik abiler-ablalar, bunu eleştirmeye ve değiştirmeye de kâdiriz. Herşeye gücü yeten Allah'a dayanırız. Bunu yaparız. Tek parti diktasına karşı yaptığımız gibi yaparız. Yine yaparız.

Eğer bir mü'min doğruyu-yanlışı ayırma yetisini parlamenter sistemin gitmesiyle kaybediyorsa, o çok dizlerine vursun, zaten imtihanını kaybetmiştir. Fakat biz Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın dar-ı bekaya irtihalinde Hz. Ebu Bekir'in (r.a.) konuştuğu yerdeyiz. Allah'ı ve bize indirdiğini baki biliriz. Onunla tahlil eder, amel eder ve karar veririz. Kişileri 'olmazsa olmaz' kılmadığımız gibi, sistemleri de 'olmazsa olmaz' kılmayız. Başkanlık sistemi sorunsuz mu olacak? Elbette hayır. Arızaları hiç mi çıkmayacak? Elbette hayır. Beşerî her sistem gibi onun da sorunlarına şahit olacak ve süreç içinde telafisine çalışacağız. Fakat, Allah aşkına, bir sistem değişiyor diye insandan koyuna dönüşüyormuşuz gibi davranmayın. Kendi insanlığınıza/vicdanınıza biraz saygı gösterin.

10 Nisan 2017 Pazartesi

Ya kötü birisi başkan seçilirse?

"Bu millet-i İslâmın cemaatleri, çendan bir cemaat namazsız kalsa, fâsık da olsa, yine başlarındakini mütedeyyin görmek ister." Mesnevî-i Nuriye'den.

Bence, mürşidimin metinlerinde sıklıkla dikkatimizi çekmeye çalıştığı, ama bizim aynı sıklıkta ıskaladığımız birşeydir şu: Biz, elhamdülillah, mü'minleriz. Bizim hayatımızı ve o hayatların birlikteliğinden oluşan sosyolojimizi ve o sosyolojiye bina olunan seçimlerimizi İslam belirler. Büyük oranda onun etkisinde şekillenir veya en azından bir açlık, bir gaye-i hayal, bir 'olması gereken' olarak vicdan-ı umumi onu ufkunda bulundurur. Onu tanır. Ona özenir. Onu arar ve talep eder. Kur'an'da 'ümmeten vasatan' buyrularak işaret edilen de, hadis-i şerifte "Ümmetim dalalet üzerine birleşmez!" denilerek altı çizilen de budur. İmanımız bizi farklı kılar. Ahirette, inşaallah, cennete gitmemizi sağlayacağı gibi; bu dünyada da bizi hadd-i vasatta, yani adalette, tutar.

"Her milletin kamet-i kıymeti başka bir elbise ister. Bir cins kumaş bile olsa, tarzı ayrı ayrı olmak lâzım gelir. Bir kadına bir jandarma elbisesi giydirilmez. Bir ihtiyar hocaya tango bir kadın libası giydirilmediği gibi, körü körüne taklit dahi çok defa maskaralık olur..." derken Bediüzzaman'ın dikkat çektiği biraz da budur. Biz, kendi sosyolojimiz ile değerlendirilir, yargılanır ve şekilleniriz. Başka sosyolojiler üzerinden yapılan çıkarımlar bünyemize uymaz. Bizi bağlamaz. Hem haklı da çıkmaz. Çünkü üzerinde yükseldiğimiz değerler silsilesi de farklıdır:

"Amma hikmet-i Kur'âniye ise, nokta-i istinadı, kuvvete bedel 'hakkı' kabul eder. Gayede menfaate bedel 'fazilet ve rıza-i İlâhîyi' kabul eder. Hayatta düstur-u cidal yerine 'düstur-u teâvünü' esas tutar. Cemaatlerin rabıtalarında unsuriyet, milliyet yerine 'rabıta-i dinî ve sınıfî ve vatanî' kabul eder. Gayâtı, hevesat-ı nefsâniyenin tecavüzâtına sed çekip ruhu maâliyâta teşvik ve hissiyat-ı ulviyesini tatmin eder ve insanı kemâlât-ı insaniyeye sevk edip insan eder."

Bu yüzden Batı'nın tarihi 'zulüm tarihi' iken İslam'ın tarihi fazilet tarihidir. Sömürgecilik Batı'nın medeniyet İslam'ındır. İşgal ettikleri her bölgeye kan kusturmak Batı'nın, gittikleri her yere insanlık götürmek İslam'ındır. Dalaleti meslek haline getirmek Batı'nın, dalalette birleşmemek İslam'ındır. İfrat etmek Batı'nın, adalet etmek İslam'ındır. Sayılacak her değerde bu böyledir. Çok şükür, biz mü'minler, Batı'nın zulümle dolu mirasının yetişemeyeceği pak bir tarihe sahibiz. Çünkü bu tarihi dinimizin getirdiği değerler üzerine bina etmişiz.

Peki hiç mi zulüm olmamıştır İslam tarihinde veya hiç mi müslümanlar zulmetmemiştir birbirlerine veya başkalarına? Elbette olmuştur. Fakat kritik ayrım şurada: Ümmet hiçbir zaman böylesi hadiseleri olumlamamış veya meşrulaştırmamıştır. Yezit'in yezitliğini hatırda tutmuş, Haccac'ın yanına 'zalim'i eklemiş, içinden çıkan her fasığa fırsatını bulduğunda karşı koymuştur.

Batı, zulmünü 'sosyal darwinizm' gibi şeyler üzerinden meşrulaştırırken, müslümanlar kendi içindeki sapmaların üzerine 'zulüm' kaşesini vurarak kaldırıp ümmete göstermiştir. Geçmiş ulemamızın eserlerine bakınız. Zalimin zalimliğinin net bir şekilde altının çizildiğini göreceksiniz. Bundan daha fazlası, menkıbe menkıbe anlatılan, ahlaklarında vardır. İslam tarihi zalimlere karşı dik dik konuşabilen âlimlerin tarihidir.

Üstelik bu zalimler ümmetin iradesiyle başa geçmiş kişiler de değillerdir. Yezit'in saltanatı hangi seçimle olmuştur? Haccac'ı hangi ümmet atamıştır? Yakın tarihte tahtları devrilen Saddam gibi, Kaddafi gibi, Hüsnü Mübarek gibi nemrutlar seçimle mi başagelmişlerdir? Yoksa, elde ettikleri silah gücüyle veya sırtlarını sıvazlayan küresel ağaların desteğiyle mi iktidarı elde etmişlerdir? Daha öncesinden sarf-ı nazar, Arap Baharı'nı doğuran sürece bu gözle bakılsa, şu zalimlerin halklarının iradesini/isteklerini değil, onları oraya atayan 'küresel ağaların' iradesini/isteklerini kolladıkları görülür. İktidarı ne elde edişleri ne de elde tutuşları demokratiktir. Bu 'Asya münafıklarını' başımıza bırakan 'Avrupa kafirleri'dir. Bizim oylarımız değildir.

"Biz ferec ve ferah ve sürur ve fütuhat isteriz—fakat kâfirlerin kılıcıyla değil! Kâfirlerin kılıçları başlarını yesin; kılıçlarından gelen fayda bize lâzım değil. Zaten o mütemerrid ecnebîlerdir ki, münafıkları ehl-i imana musallat ettiler ve zındıkları yetiştirdiler..." derken Bediüzzaman'ın altını çizdiği de budur.

Önümüzdeki referandum nedeniyle tekrar dillendirilmeye başlanan Hitler-Erdoğan benzetmesi tam da bu nedenle yanlıştır. Mantığı tam da bu noktadan yanlışlanır. Nasıl? Bu benzetme kafir sosyolojisini müslüman sosyolojisine kıyaslıyor. Küfrün üzerinde yükselen bir toplumun seçimleriyle İslam'ın üzerinde yükselen bir toplumun seçimlerini bir tutuyor. Mürşidimin ifadesiyle tangocu bir kadının libasını ihtiyar hocaya giydiriyor.

Hitler'i biz seçmedik. Müslümanlar asla bir Hitler seçmediler. Çünkü mü'mindiler. Allah, onlara, doğruyu yanlıştan ayıran Furkan'ı ve hak ile batılı öğreten sünneti bağışlamıştı. Bu yüzden Museviler Endülüs'te kılıçtan geçirilirken müslümanlar onlara kucak açtılar. Şunlar üzerine yükseldikleri değerlerin/sosyolojinin hakkını veriyorlardı. Bunlar üzerinde yükseldikleri değerlerin/sosyolojinin hakkını verdiler. Ve işte yine tam da bu yüzden "Ya kötü birisi başkan seçilirse?" veya "Hitler de çok oy almıştı!" argümanlarının altı boştur. Boştur, çünkü bizim sosyolojimize ve tecrübelerimize değil, küfrün sosyolojisine ve tecrübelerine yaslanmaktadır. Hasıl-ı kelam: Bu ve benzeri demagojileri aşabilmek için kopyala-yapıştır analizlerden kaçmaya ve kendi mirasımıza daha fazla özgüven duymaya ihtiyacımız var. İslam'ın izzeti burada saklı çünkü. Ve evet, tangocu kadının elbisesi, bu ihtiyar hocaya yakışmaz.

7 Nisan 2017 Cuma

Bilgisayar aslında kimin?

Yaptığımız herşeyin kararını beynimiz vermiyor. Evet, 'refleks' tabir edilen bir yapışımız daha var ki, bunların karar yeri beyin değil. Omurilikten gelen emirlerle bedenimiz hareket ediyor. Bu, hem verilen kararların daha hızlı uygulanmasını sağlıyor, hem de beynin yükünü azaltıyor. Dizinize bir çekiçle hafifçe vurulduğunda verdiğiniz tepki veya yakıcı birşeye temas anında yaptığınız ani hareket reflekse güzel birer örnek.

Ancak iş bu kadarla da sınırlı değil. Kararları beyinde verildiği halde (en azından bilim şimdilik böyle söylüyor) şuurumuza taalluk etmeyen şeyler de var. Bedenimizin işleyişi sırasında öyle şeyler yaşanıyor ki, bunların bir yerden yönetildiğini biliyoruz, ama kimin yönettiğini bilmiyoruz. Dikkatimiz çekildiğinde "Ha, evet, oluyor öyle şeyler!" desek de genel manada yaşananların farkında değiliz. Nefes alıp verişimiz mesela. Bunun yönetimimizde birşey olduğunu söyleyebilir miyiz? Dahil olduğumuzda nefesimizi kontrol edebiliyoruz. Ama daldığımızda? Ama geceleri? Ama uyurken? Peki kalbimizin atışı? Böbreklerimizin işleyişi? Karaciğerimizin çalışması? Biz onları unuttuğumuzda kim onları unutmuyor?

İnsan sarayının idaresi pek şaşırtıcı. Bazen, sahip olduğumuz irade yetkisine rağmen, yaşananların seyircisi olduğumuzu düşünüyorum. Yani şahitlikten ötesi silik. Var ama pek zayıf. Hatta onun da bir kısmı yine fıtratın etkisi altında. (Fıtrat kaderin hayatımıza dokunduğu yerdir.) Neden bir insanın canı çöp yemek istemez? Neden leş hepimiz için pistir? Neden gideceğimiz yere yuvarlanarak gitmiyoruz? Neden böylesi şeyler hepimize aynı derecede 'yanlış' geliyor? İrademizin kısıtlılığı buralarda daha net görünüyor. Biz 'kalıplar içerisinde seçebilen' canlılarız. Varolmadan öncemizi belirleyemediğimiz gibi varlıkla getirdiğimiz kayıtları da seçimlerimiz sırasında gözetiyoruz. Bize bırakılan seçim alanı tüm bu kalıpların ve kayıtların içinde.

İrademiz bu kayıtlara sahip olduğu gibi şuurumuz da öyle. Bu aslında biraz da 'yaratıcılık' ve 'şahitlik' arasındaki o kapanmaz mesafenin getirisi. Yaratan yarattığının her detayını bilmek ve irade etmek zorundadır. Şahit ise bu yükleri tastamam taşımak zorunda değildir. Bir evin sahibi olmakla misafiri olmak aynı şey değildir. Bir malın emanetçisi olmakla sahibi olmak aynı şey değildir.

Bir fabrikanın patronu olmakla orayı dolaşmaya gelmiş bir meraklı olmak aynı değildir. Aslında sahip olmak büyük ölçüde kontrol etmektir. Sahip olan, sahip olduğunun her detayını bildiği (ilim), değişimlerini irade edebildiği (irade), ihtiyaçlarını karşılayabildiği (rububiyet) ve yaratabildiği (kudret) ölçüde o şeyin sahibidir. Zaman zaman onda sınırlı tasarruflarda bulunabilmeyle onun her anının bilicisi, idarecisi veya devam ettiricisi olmak arasında farklar vardır. Esas sahiplik ikincisidir. Birincisi sadece emanetçiliktir.

Kusurlu bir örnekle birazcık açayım: Evinizdeki bilgisayarın sahibi sizsiniz öyle değil mi? Bir komşunuz küçük bir iş için onu kullansa, bu, onu bilgisayarın sahibi kılar mı? Hayır. Çünkü zamana yayılan varlığında bilgisayarın yönetimi daha çok size aittir. Elektriğini siz sağlarsınız. Bozulursa tamire siz götürürsünüz. Lazım olan programları siz yükler veya kaldırırsınız. Zaten parayı verip alan da sizsiniz. Komşunuz bilgisayarın varlığına bu şekilde dahil olmamıştır.

Buraya kadar tartıştığımız birşey yok. Tamam. Ama devam edelim: Peki, o bilgisayarı üreten firma mı o bilgisayara daha sahiptir, yoksa siz mi? Bu soruyla işler karışıyor. Çünkü, o bilgisayarın, bozulsa tamir edemeyeceğiniz ve hatta nasıl çalıştığını dahi bilmediğiniz öyle detayları vardır ki, bu detayları ancak üretici firma kuşatabilir. Bilebilir, irade edebilir ve yapabilir. Bu da ona o bilgisayarın üzerine 'markasını vurma' hakkı verir. Siz bir firmadan bilgisayar aldığınızda aslında sadece kiracısı olursunuz. Kısıtlı bir kullanım hakkı kazanırsınız. Kendi markanızı üzerine vuramazsınız. Kendi üretiminiz gibi yapamazsınız. Pazara koysanız da yine asıl ustasına nisbet edilir. "Filanca marka!" denilir.

Peki, o bilgisayarda kullanılan 'şey'lerin yaratılışı? Demirin, bakırın, nikelin, plastiğin, kömürün, camın vs... yaratılışı? O bilgisayarı yapan mühendislerin, tasarımcıların, işçilerin yaratılışı? O mühendislerin, tasarımcıların ve işçilerin hayatta kalmasını sağlayacak bir evrenin yaratılışı?

Bunlara da o firma kadir değildir. O halde son mertebede şu bilgisayarın sahibi kim olur? Mülkü kimde kalır? İşte, biz, bu yüzden Cenab-ı Hakka Malik-i Hakiki diyoruz. Zira diğer bütün gölge sahipler yaratışın bir dönemine şahitlik etmekle yetiniyorlar. Daha detaya, daha detaya, daha detaya inildikçe bu sahte sahipler yavaş yavaş o şeyden ellerini çekiyorlar. Geriye tüm deyatların bilen Alîm, tüm detayları irade eden Mürîd ve tüm detayları yaratan Kadîr kalıyor. Allah kalıyor. Allah kaldığı için asıl yaratıcı o oluyor. Tevhid de bizim buna imanımızdır. Yani hepimiz aradan çekildiğimizde kalacak olana imanımızdır.

6 Nisan 2017 Perşembe

Sarılmak en hızlı kabul edilen duadır

Bahar geldi. Gelişiyle pekçok güzelliği de beraberinde getirdi. Bir kere çiçekler var. Yeşillikler var. Koşup oynayan çocuklar var. Bunların herbiri hayatta kalma sebebi. Tutunacak dallar. Başkasının hayatı bizim parçamızdır. Başkasının hayatı bizim sığınağımızdır. Başkasının mutluluğu bizim tutunacağımızdır. En çok filmler yaşatır şunu bize. Belki biraz da romanlar. Kendi yaşanmamışlığımızdan onların yaşanmışlığı ile intikam alırız. Kendi acılarımızı onların neşesiyle döveriz. Kendi hayallerimize onların hayatlarıyla cansuyu dökeriz. Onları okudukça hayatlarını yaşamış gibi oluruz. Nasıl midemizin doymaya ihtiyacı var, hayalgücümüzün de var. Ve hayalgücümüz, kendisine, hayal ettiklerinin 'olabileceğini' gösteren/hatırlatan şeylerle besleniyor. Hayalin rızkı masallardır.

Tebessümü sadaka olarak haber veren Aleyhissalatuvesselam ne güzel buyurmuş. Hakikaten de, yüzümüze gülen her güzel, bize hayatta kalmamızı sağlayacak bir sadaka verir. 24 altınımız daha olur 24 saati atlatabilmek için. Onun yüzüsuyu hürmetine günümüz güzel geçer. Onun yüzüsuyu hürmetine gönlümüz neşeden haberdar olur.

Bir başkasının neşesinden haberdar olmak kendi neşemizin ocağına odun atmaktır. Başkasının mutluluğu bizi de mutlu eder. Çünkü işlerin yolunda gittiğini/gidebileceğini söyler. "Bir başkası başarıyorsa biz de başarabiliriz!" umudunu verir. Hem zaten, tevhidî düzenin parçaları olarak, bir başkası zaten bizim parçamızdır. Onun mutlu olması bir parçamızın mutlu olması gibidir. Kardeşin mutluluğu ablanın mutluluğu gibidir. Parçanın mutluluğu bütünün tamamına sirayet eder. Tıpkı ailenin bir ferdinin neşesinin diğerlerini de neşeli kılması gibi. Şu bir diğerimizin neşesiyle ilgili yaşadığımız güzellik aslında tevhidin de delilidir.

Güzel şeyleri çoğaltalım. Güzel öyküleri, güzel fikirleri, güzel yüzleri, tebessümleri... Bunları dünyaya ekmekten kimseye zarar gelmiyor. Ve ettiğimiz her tebessüm başkasından önce kendimize sadaka. Gülümsemek önce bize iyi geliyor. Bir parçamızı tebessüm vasıtasıyla mutlu etmek nasıl sinemizde "İyi birşey yaptın!" hissi uyandırıyorsa, yüzümüzün iyi birşey yapması da kalbimize "İyi birşey yapıyorsun!" mesajı ulaştırıyor. Sadece kalpten yüze değil mesajların iletimi. Bazen yüzden de kalbe mesaj gider. "Sarılmak en hızlı kabul edilen duadır!" diye okumuştum bir kitapta. Hakikaten de sarılmak fiilî bir duadır. Bunlar tesirine karşıkonulmaz şeyler. Neden dünya daha iyi bir yer olsun diye daha fazla dua etmeyelim? Duanın ağırlığı yok ki!

4 Nisan 2017 Salı

İnsan iblisten neler öğrenmeli?

"Kur'ân-ı Hakîmde çok hâdisât-ı cüz'iye vardır ki, herbirisinin arkasında bir düstur-u küllî saklanmış ve bir kanun-u umumînin ucu olarak gösteriliyor." 20. Söz'den.

Ben böyle anlıyorum. Mürşidimin 20. Söz'deki izahlarında da bunu anlatmaya çalıştığını düşünüyorum. Hz. Âdem aleyhisselama meleklerin secde etmesi ve şeytanın bundan sakınması kıssasında şöyle bir ders veriliyor bizlere: Kainat genel olarak insanın yanındadır. Varlık umumen insanın hayrınadır. 'Şey'ler insanla düşman olmaya değil dost olmaya çalışır. Müekkel melekleri insana secde ettikleri gibi, o şeyler de, yaptıkları hizmetlerle insanın varoluşuna secde ederler. Yani yardım ederler. Yani hizmet ederler. Yani bir bütünün parçalarıdırlar ve insan şirretlik yapmadığı (şeytana uymadığı) sürece uyumlu çalışırlar. Fakat iblis öyle değildir. Fakat iblis istisnadır. Fakat iblis cüz'îdir.

"Kur'ân, şahs-ı Âdem'e melâikelerin itaat ve inkıyadını ve Şeytanın tekebbür ve imtinâını zikretmesiyle, nev-i beşere kâinatın ekser maddî envâları ve o envâın mânevî mümessilleri ve müekkelleri musahhar olduklarını ve nev-i beşerin hassalarının bütün istifadelerine müheyyâ ve münkad olduklarını ifham etmekle beraber; o nev'in istidadâtını bozan ve yanlış yollara sevk eden mevadd-ı şerire ile onların mümessilleri ve sekene-i habiseleri o nev-i beşerin tarîk-i kemâlâtında ne büyük bir engel, ne müthiş bir düşman teşkil ettiğini ihtar ederek, Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan, birtek Âdem ile cüz'î hadiseyi konuşurken, bütün kâinatla ve bütün nev-i beşerle bir mükâleme-i ulviye ediyor."

Muhakemat'ta mürşidime şöyle söylettiren belki de bu kıssadan okuduğu sırdır: "Ukul-ü selime yanında muhakkaktır ki: Hilkatte hayır asıl, şer ise tebeîdir. Hayır küllî, şer cüz'îdir." Hakikaten de, varlığımızı devam ettirmemiz, bu cümlelerin işaret ettiği hakikate bağlıdır. İnsan gibi zayıf bir canlının binlerce yılı aşkın bir ömrü ve milyarları aşkın bir bereketi olması ancak varlıkla arasındaki bu uyum ile açıklanabilir. Melekler ve onların sorumlu oldukları şeyler insanın yanındadır ki, insan, kendi aczine rağmen varlık serüvenini sürdürebilmektedir.

Bu, aynı zamanda, Hz. Âdem aleyhisselama daha yolun başındayken yaşatılanın, Cenab-ı Hakkın ona (ve onun üzerinden oğullarına/kızlarına) bir algı dersi verdiğini gösteriyor. İnsan kendisinden önce varolanlara nasıl bakmalı? Veyahut beraber varlık sahasında yeraldığı diğer şeylerle nasıl bir ilişki kurmalı? Onlarla kurduğu mecburî bağda hangi önyargılara sahip olmalı? Suizan mı etmeli? Yoksa hüsnüzan mı kuşanmalı? Ötekilerini düşman görüp kafasına ve keyfine göre bozmaya/düzenlemeye mi çalışmalı? Yoksa zaten dost olduklarını düşünüp mümkün olduğunca zarar vermeyerek aradaki sıcaklığı mı korumalı?

Hz. Âdem aleyhisselama verilen dersin içeriğinde varlığın kendisinin yanında/uyumlu olduğu şuurunu edinmek ve korumak da var. Melek kardeşler, talim-i esma ile, 'sonra varolanın önce varolanları geçebileceğini' öğrenirlerken; Hz. Âdem aleyhisselam da 'sonra varolmanın önce varolanlarla düşman olmayı gerektirmediğini' öğreniyor. Burada dersini kaçıran tek kişi var. O da İblis.

İblis varlık sahasında 'sonradan gelen' olarak gördüğü insana pek kötü bir asabiyetle/milliyetçilikle yaklaşıyor. Kendisinin ateşten yaratılmasını bir üstünlük vesilesi saydığı gibi, (Çünkü, Allahu'l-alem, ateş topraktan çok daha önce kainatta vardı. Dünyamız gibi gezegenler soğumalarından önce birer ateş topu idiler. Yaratılıştaki bu durum, iblise, 'önce yaratılanın kıdemli olması gerektiğini' düşündürmüştü. Tıpkı bugün dünyanın değişik yerlerinde evsahibi halkların mülteci veya muhacir halklar hakkında düşündükleri gibi.) 'önce yaratılan' olmasını da bir üstünlük vesilesi saymıştı. Fakat hayır öncelikte-sonralıkta değil Allah'ın seçtiğinde idi. İblis de bunu öğrenecekti.

İblisin dersini alamayışı da bizim için bir ders oldu. Sayısız sayıda melek dostumuz yanında artık bir iblis düşmanımız var. Yani; hayır küllî, ama şer cüz'î. Hayatımızdaki herşeye akseden bir yönü var Hz. Âdem kıssasının. Mesela: Ateşin insana yüzlerce faydası var. Ancak onu kötü amaçlarına vesile kılanlar için zararı da var. Bıçağın insana yüzlerce faydası var. Ancak onu kötü amaçlarla kullananlar için zararı da var. Yağmurun saymakla bitmeyecek faydaları var. Ancak evini dere kenarına yapanlar için zararı da var. Yani varlık; tıpkı melek kardeşlerimizin atamız Hz. Âdem aleyhisselama secde ettiği gün olduğu gibi, genel olarak yanımızda ve hayrımıza; ancak bazı kötü niyetler, ihmaller, aceleler, hırslar, nefretler ve arzular küçük şerlerle muhatap olmamıza sebep oluyor.

İblis bizi kendisi gibi parçalarda boğuyor. Sabah gözlerinizi açmanızdan tutun akşam kapamanıza kadar size yardım eden, akışında giden, intizamını bozmayan, yanınızda olan milyonlarca detay var. Hayatınız bu sayede devam ediyor. Ancak siz yalnız kaçırdığınız otobüse bakıyor ve mutsuz oluyorsunuz. Psikolojik sıkıntıların çoğu da bu 'parçada boğulma'lardan dolayı yaşanıyor. Halbuki Rahman ve Rahim olan sahibimiz bize daha yolun en başında şunu öğretmedi mi? Melekler arkadaşımızdır. Ve onların sorumlu oldukları varlıklar genel olarak bizim yanımızda ve yardımcımızdır. Bize secde ederler ve cidden severler. O halde iblisçiklerin itaatsizliklerine takılıp moral bozmak niye? Büyük resme baksak ya biraz? Yani Hz. Âdem kıssasının öğrettiği büyük resme...

3 Nisan 2017 Pazartesi

Sızıların azalıyorsa onu okuyorsun demektir

Madem yazılarımda 'yaraların yazdırıcılığına' ve 'yazıların iyileştiriciliğine' sıklıkla değiniyorum, o halde, bütün bu yara-yazı meselelerini dünyamda tetikleyen ayet hakkında da birşeyler söyleyebilmeliyim: "Eğer biz onu, yabancı dilden bir Kur'an kılsaydık, diyeceklerdi ki: Ayetleri tafsilatlı şekilde açıklanmalı değil miydi? Arab'a yabancı dilden (kitap) olur mu? De ki: O, inananlar için doğru yolu gösteren bir kılavuzdur ve şifadır. İnanmayanlara gelince, onların kulaklarında bir ağırlık vardır ve Kur'an onlara kapalıdır. (Sanki) onlara uzak bir yerden bağırılıyor (da Kur'an'da ne söylendiğini anlamıyorlar.)" Fussilet sûresinde geçen bu şeker-bal ifadelerde özellikle ilgimi çeken bölümse Kur'an'ın 'huden ve şifaun' yani 'hidayet ve şifa' olarak anlatıldığı kısım.

Ben, bu kısımda, 'hidayet' ile 'şifa'nın kardeş kılınmasında büyük hikmetler görüyorum. Nasıl? Belki şöyle: Şu ayet, hidayetin, ötemizde birşey veya sadece 'entelektüel bir meşgale' olmadığını, yaralarımızla da ilgili olduğunu ortaya koyuyor. Yani; biz Kur'an'a dair hangi marifete erişsek, o bizim bir yaramıza şifa olur. Kenarda kalmaz. Salt bir malumat olmaz. Devasını hissederiz. Rahatlarız. Ferahlarız. Göğsümüz genişler. Kur'an'la ilgili bilişler böyle bilişlerdir. Onlar insanın yaralarına dokunmayan bilişler gibi değildir. Talebesi de öyle bilip talip olmalıdır. Kendi yaralarına deva arayanlarla konuşur Kur'an. Şifa arayanlara hidayet gösterir. Ve hidayeti elde eden de tesirini yaralarında hisseder.

Bu meselenin birinci tarafı. İkincisi: Kur'an'ın hidayeti, bir yere giden çok yollardan en kısası değildir, tek yoldur. Sağladığı avantaj, salt yolu kısaltmasıyla değil, gideceği yere götüren tek yol olmasıyladır. Yani; Kur'an'ın kalbimize lütfettiği bilgi, doğruya giden yolların çok olduğu bir düzlemde, onların kolay bir alternatifi gibi değildir. Kur'an, doğruya giden başka yolun olmadığı bir düzlemde, hakikate giden tek yoldur. Bu, ondan gayrısını yaralı, onu ise şifalı kılar. Alternatifi marazdır. Nakşolduğu gönüller hep sızılıdır. O, kimin gönlüne misafir olmuşsa, ona şifa vermiştir. Onsuz bulunacak sağlık yoktur.

İstanbul'dan Sivas'a gitmenin çok yolları olabilir. Bunlardan birisi, belki en kısası, bize hidayet gibi gelebilir. (Kısalık/kolaylık da bir hidayettir.) Ama Kur'an'la gelen hidayet böyle değildir. Kur'an'la gelen marifet ondan gayrı yolların çıkmaz olduğu yerde Sivas'ı gösterir bize. Kendisini hidayetin yanında şifa ile de anması böyle bir dersi içeriyor olabilir. Allahu'l-alem.

En nihayet bu bahiste şunu söyleyebilirim: Bu ayet-i kerime, bize, hidayetin şifayla ve hakikatin yarayla ilgisini anlatıyor. Benim, yaralar üzerinde bu kadar durmam ve yaralarıyla uğraşanların yazılarını methetmem de bu yüzden. Onlar kalplerine dokunan bir işle meşgul oluyorlar. Kur'an'ı muhatabıymış gibi okuyabilmenin sırrı da bu. Sızıların azalıyorsa onu okuyorsun demektir. Kur'an'ın gırtlaktan aşağıya indiğinin delili budur. Hidayetin sana misafir olduğunu şifasından anlarsın. Rahatlarsın. Ferahlarsın. Göğsün genişler. Bu bilgi "Filancalar öyle söylüyor..." bilgisi değildir. Hidayet böyle birşey değildir. Yaranın farkındaysan sesini işitirsin. Yoksa kulaklarına bir ağırlık iner.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...