"Herşeyi bütün açıklığıyla görmeye yara mı diyorsunuz siz?" Nietzsche Ağladığında'dan.
Yeterince güçlü değiliz. Olamayız da. Çünkü vazgeçmeyi beceremiyoruz. Arzulayacak kadar güçle donatılmışız ama vazgeçecek kadar güçlü kılınmamışız. Vazgeçmek için dışardan yardıma ihtiyacımız var. Küseriz, o ayrı, ama o bile ilgimizin ve yoksunluğundan gelen yaramızın delilidir. İnsan ancak sevdiğine küser. Varlığına duyduğu umudu/arzuyu kırabilmek ve yoksunluğunun acısını sınırlayabilmek/sabitlemek için küser. Tekrar tekrar yara almaktan korktuğu için küser. Küsmek, yarasızlık değil, daha az yarayla yetinmektir. En azından denemektir yaraların durdurulabilir olup olmadığını.
En çok arzuladığımız şey, bir süre sonra, en büyük zaafımıza dönüşüyor. Kapmaya çalıştığımıza kapılıyoruz. Hırsımız hem gücümüzün hem güçsüzlüğümüzün kaynağı oluyor. Peşinden koştuğumuz karadeliklere çekilmeye başlıyoruz. Elde edebilirsek, karşıladığımız arzu sayısınca, insanlara karşı övünüyoruz. Elde edemezsek, karşılayamadığımız arzu sayısınca, insanlara karşı ajitasyon yapıyoruz. Belki, Allah korusun, isyan da büyütüyoruz bu yoksunluklardan. Acılarımızın üzerine, şifa niyetine, öfke tuzu sürüyoruz.
Fakat nihayetinde övündüklerimiz veya yerindiklerimiz 'karşılanmış arzular' ve 'karşılanmamış arzular'dan daha fazlası değil. Kefenin cebi yok. Bedenin de öyle. Beden ile yaşadıklarımız damağımızdan akıp gider. Ruhla yaşananlar kalır. Ruhun cebi kalbidir. Ondakiler kalıcıdır. Dışımızda olanın bizdeki varlığı ancak hakkındaki duygulanımlarımızdır. Ceset cisme heves eder. Tutabileceğini veya tutunabileceğini sanır. Ama ruh yalnız manayı saklar. Cismin itibarı ruhta bırakacağı izlerin itibarıdır. Çünkü onlar sonsuzdur. Bu açıdan diyebiliriz ki: Asıl varlığımız yoksunluklarımızdır. Çünkü onları unutmayız.
"Kavuşamayınca aşk olur..." diyenler de buna yaslanıyorlar. "Pişmanlık ayraçtır" derken ben de buna yaslanıyorum. Biliyorum. Siz de biliyorsunuz. Hayatı elimize alınca ilk o sayfalar açılıyor. Başımızı yastığa koyunca da öyle. Eskiye dair neye dokunsak yine öyle. Yağmurlu havalarda, pencere önünde, uzun yolculuklarda, zirvelerde, denize bakarken, martılara simit atarken, çocukluğumuzun geçtiği sokaklarda yürürken, hatta aynaya bakarken yine öyle. Belli ki arasına birşeyler bırakılmış. Canımızı yakanlar bize hep sızlatan ayraçlar hediye etmişler. Biz de hayatımızın pişman olduğumuz anlarına, o sayfalar açıldığında canımız daha az yansın diye, 'tevbe' merhemi sürmüşüz.
"Dünyanın âkıbeti ne olursa olsun, lezâizi terk etmek evlâdır. Çünkü, âkıbetin ya saadettir; saadet ise şu fâni lezâizin terkiyle olur. Veya şekavettir. Ölüm ve idam intizarında bulunan bir adam, sehpanın tezyin ve süslendirilmesinden zevk ve lezzet alabilir mi? Dünyasının âkıbetini küfür sâikasıyla adem-i mutlak olduğunu tevehhüm eden adam için de terk-i lezâiz evlâdır. Çünkü, o lezâizin zevaliyle vukua gelen hususî ve mukayyed ademlerden, adem-i mutlakın elîm elemleri her dakikada hissediliyor. Bu gibi lezzetler o elemlere galebe edemez..." derken mürşidim de yaralarımızı çoğaltmamamızı salık veriyor sanki. Yoketmek mümkün değil ama azaltabilmek mümkün. Azaltmaya bakmalıyız. Çünkü yaralardan kaçış yok. İlla bu kuşa kurşun değecek avcıların arasında uçarken.
Züht, takva ve hatta inzivayı bu perspektiften ele alınca, onları, kırılgan insanların dünyaya karşı giyindikleri zırh gibi de düşünüyorum. Ne kadar az dünyanın fani yüzüyle muhatap olursan o kadar az canın acıyor. O kadar az sarsılıyorsun. O kadar az inciniyorsun. Dünyadan sakınmak aslında yaralarından sakınmaktır. Günahlardan sakınmak yaralayıcılardan sakınmaktır.
Schopenhauer ve Nietzsche gibi insanların 'karamsarlık felsefesi' sakınma güdülerinin bir uzantısı ve kendilerince fikrî dayanaklarından oluşuyor bence. Acıyı överek veya yererek acıyı aşabilmek mümkün mü? Takva imanlı insanın endişesidir. Onlarınkine takva denmez. Belki 'seküler bir takva' bu. Amacı ahiret değil dünyadaki huzur. Dünyadan sakınışı yine dünya için. Yaralarını mantıklı kılarak gerekli tatmini yaşayabileceklerini sanıyorlar. Nietzsche Ağladığında kitabında denildiği gibi: "Ümitsizlik özfarkındalık uğruna ödenmiş bir bedeldir." Veya yine dendiği gibi: "Önce zorunlu olanı istemek ve sonra da istenileni sevmek gerekiyor." Bu teselli değil afyon. Bu dünyadan ibaret kalırsan yaralarını işte böyle kendi kanını içerek iyileştirmeye çalışırsın. Sakın sen bunu yapma!
19 Nisan 2017 Çarşamba
15 Nisan 2017 Cumartesi
Ya kötü birisi başkan seçilirse? (4)
"Muhali talep etmek kendine fenalık etmektir. Zerrâtı günahkârlardan mürekkep bir hükûmet tamamıyla mâsum olamaz. Demek, nokta-i nazar, hükûmetin hasenâtı, seyyiatına tereccuhudur. Yoksa seyyiesiz hükûmet muhal-i âdidir." Münazarat'tan.
Şunu elbette en baştan kabul ediyorum: Hepimiz her konuda hemfikir olmak zorunda değiliz. Olamayız da zaten. Ve elbette, hakikati ararken, muhalif fikrin de bir hakk-ı hayatı vardır. Buna saygı göstermeliyiz. Ancak bu hassasiyetler şunu da netice vermemeli: Muvafık olanın da muhalifini kritik edebilme imkanı elinden alınmamalı. Çünkü nihayetinde biz de muhalifimizin muhalifiyiz. Saygısızlık, yalancılık ve artniyet taşımadığımız sürece, biz de, tıpkı muhalifimizin bize yaptığı gibi, onun durduğu yeri ve savunduğu argümanları analiz edebilmeliyiz. Denial filminde denildiği gibi: "Konuşma özgürlüğü 'Her istediğini söyleyebilirsin' demek. Yapamayacağın şey ise: Yalan söylemek." Yalan söylemedikten sonra, umuyorum, biz de fikir hürriyetinin içinde kalırız.
Metin Karabaşoğlu abinin en kritik dönemlerde AK Parti'ye ve Erdoğan'a 'her riski göze alarak' verdiği destekler malumdur. Bugün AK Parti içinde veya arkasında önsıraları kapmaya çalışanların dahi destekte çekimser kaldığı dönemlerde, Metin abi, bu çizgiyi 'sonunu düşünmeden' destekliyordu. 'Sonunu düşünmeden' diyorum, çünkü, hakikaten o günlerde bu işin sonunun ne olacağı belli değildi. Ve bugün önsıralarda farkedilmek için davul çalanların çoğu o dönemlerde 'domates biber herkese gider' tavırlar takınıyordu. Kazananın kim olduğu kesinleşene kadar 'tatlı su aydınlığı' yapanları veya iki tarafa da oynayanları kastediyorum. Öyle olmayanlar bu sözlerimden alınmasınlar.
Fakat bu referandumda, yine kimileri gibi ikinci bir hesap yapmadan, Metin abinin sergilediği duruş ortadadır. Bu değişimin şu şekliyle hayırlı bir değişim olmayacağını düşünüyor. Olsun, düşünebilir, fikir özgürlüğü en temel hakkımızdır, o da bu özgürlüğünü kullanmaya herbirimiz kadar hak sahibidir. Dar zamanlarında bu kadar iyilik gördüğü bir isme hiçbir AK Partili veya Erdoğancı gücenik durmamalı. Vefa bunu gerektirir. Ancak yine de, her kanaat önderi gibi, Metin abinin de etkileyebildiği kanaatler olduğu için, onun kanaatlerini dayandırdığı şeyler ve kullandığı argümanlar da insafla kritik edilmelidir.
Ben de bu yazıda kısıtlı bir çerçevede şunu yapmaya çalışacağım. Metin abi, geçtiğimiz günlerde, twitter hesabından dedi ki: "İyi bir yazar iyi çalışılmamış bir dosyayla geldiğinde editöre yakışan, o dosyayı geri çevirmektir. Yazara ve kitaba saygı bunu gerektirir. Ve bazan sevdiklerimiz, değer verdiklerimiz duymak istediklerini değil, duymaları gerekeni duyarlar bizden. Sevgimiz bunu gerektirir zira... Ve ne acıdır ki, kafasını kullanarak öğrenmeyi reddetmenin sonucu, kafasını vura vura öğrenmektir." Ben, biraz zan ettim, bu cümleyi zâhirinde ifade ettiği 'yayın piyasası prensipleri'nden aşkın olarak referandumla ilişkilendirdim. Sonra baktım: Twitter'da bu cümleyi beğenip paylaşanlar da benim gibi anlamışlar. Metin abi de onların fehmini tashih etmemiş. O böyle etmeyince ben de zannımın suizan olmadığına kanaat getirdim. Ayrıca kendimde de şu meseleye dair bir konuşma hakkı gördüm. Şöyle ki:
Ben, Metin abiyle, elhamdülillah, Nesil Yayınları'nda birkaç yıl beraber çalıştım. Kendisinden çok şeyler öğrendim. Metin abi yayın danışmanımızdı o zamanlar. Ben de sevkiyattan devşirme yeni yetme bir editörü veya mizanpajcısıydım yayınevinin. (Her ikisinde de iddialı değilim.) Metin abinin yukarıda zikrettiği prensip, hakikati olan bir prensip olarak, beni o günlerde yaşadıklarımıza/konuştuklarımıza götürdü. Ve hakikaten, biz, yeterli görmediğimiz çalışmaları 'tekrar çalışılsın' diye yazarlarına iade ederdik. Fakat her zaman mı böyle yapardık? Bu kanun hiç mi istisnaya uğramaz veya huruç etmiş fertler ile inkıta yaşamazdı? O yılları tahattur ederken şu prensibin çok da layetezelzel olmadığını anımsıyorum. Aksine sık sık inkıtaya uğrardı.
Sözgelimi: İyi bir yazarın iyi dosyalarına ulaşma yolculuğunda kötü dosyalarına katlanılırdı. Gelecek vaadeden genç bir yazarın ileride yapabileceği çalışmalar hürmetine bugünkü metinlerine katlanılırdı. Çok satan yazarların zaten neredeyse her metnine katlanılırdı. Fakat Metin abinin elinde olsa fırsat vermeyeceği şu sonuncusundan yüz çevirerek yukarıdaki iki şıkka baktığımızda dahi birçok nümunesi hatırıma geliyor. Bu sırrı bizzat Metin abinin de beyan ettiğini hatırlıyorum toplantılarda. Biz, bazı çalışmalara, gelecekte önümüze gelecek daha güzel bazıları için 'olur' verirdik. Bu maliyetin gelecek adına bir yatırım olduğunu düşünürdük. Yazarın gayreti kesilmesin. Yazmaya küsmesin. Veya sadece 'Yayınevine ayağı alışsın' diye bastığımız dosyalar vardı. Yani 'Çalış gel!' dersek geri gelmeyecek yazarlar için yayınevi olarak risk alırdık.
Metin abinin, yeni anayasa konusunun müzakere edildiği eski bir Alternatif Bakış'ta "tek bir yeni anayasa değil 'yeni anayasalar' şeklinde düşünülüp ilk değişim için çok mükemmeliyetçi olunmaması gerektiğini" dediğini hatırlıyorum. O zamanlar, muhalefet ve iktidar arasındaki anlaşmazlıklarla düğümlenen yeni anayasa meselesinde, bu tutumun bir çıkış olacağını düşünmüş ve hak vermiştim. Evet, bence de, önemli olan şu kapıyı bir kere açmaktı. Türkiye darbe anayasalarının 'değişebilir' birşey olduğunu bizzat değiştirerek anladıktan sonra yeni değişimler kolaydı ve kaçınılmazdı. Çünkü mezkûr sistemler beşerî sistemlerdi. Beşer gibi zamanla değişir, gelişir, değiştirilir ve geliştirilirlerdi.
Nitekim 2010 referandumunda "Yetmez ama evet!" cümlesini savunurken hepimizin söylediği buydu. Metin abinin de söylediği buydu. Orada yapılan değişikliğin değişimlerin en mükemmeli ve sorunların tek çözücüsü olmadığını biliyorduk. Ama bir ümit besliyorduk. O değişimin 'değişmesi teklif dahi edilemez' tabulara dokunabilmemize bir kapı açacağını düşünüyorduk. Nitekim, o günlerden bugünlere, epey bir mesafe alındı da. İnşaallah şu alınanlar ileride alınacakların sadece başlangıcıdır.
Elbette Metin abi bizimle aynı şekilde düşünmek zorunda değil. Biz de onun gibi düşünmek zorunda değiliz. Fakat genç bir nur talebesi olarak sormak istiyorum: O günlerden bugünlere "Yetmez ama evet!" ümidinden "Yetmez ve hayır!" karamsarlığına nasıl gelindi? Daha dokuz ay önce darbe teşebbüsü atlatmış bir ülkeyiz. Şu büyük emeklerle geldiğimiz mübarek eşiğin bir daha önümüze geleceğinin garantisi var mı? İleride bugünlere bakarak dizlerimizi dövmeyeceğimizi kim garanti edebilir? "Çalış gel!" dersek bir daha bu dosyanın önümüze getirilip getirilmeyeceğini kim gaybdan haber verebilir? Önce 'Evet' desek de 'yetmez'ini anlatmaya devam etsek daha güzel olmaz mı? Bunlar benim aklıma gelenler ve kalbimden geçenler. Elbette en doğrusunu Allah bilir. Allah, yalnız ülkemiz için değil, âlem-i İslam için en hayırlısını nasip etsin. Âmin.
Şunu elbette en baştan kabul ediyorum: Hepimiz her konuda hemfikir olmak zorunda değiliz. Olamayız da zaten. Ve elbette, hakikati ararken, muhalif fikrin de bir hakk-ı hayatı vardır. Buna saygı göstermeliyiz. Ancak bu hassasiyetler şunu da netice vermemeli: Muvafık olanın da muhalifini kritik edebilme imkanı elinden alınmamalı. Çünkü nihayetinde biz de muhalifimizin muhalifiyiz. Saygısızlık, yalancılık ve artniyet taşımadığımız sürece, biz de, tıpkı muhalifimizin bize yaptığı gibi, onun durduğu yeri ve savunduğu argümanları analiz edebilmeliyiz. Denial filminde denildiği gibi: "Konuşma özgürlüğü 'Her istediğini söyleyebilirsin' demek. Yapamayacağın şey ise: Yalan söylemek." Yalan söylemedikten sonra, umuyorum, biz de fikir hürriyetinin içinde kalırız.
Metin Karabaşoğlu abinin en kritik dönemlerde AK Parti'ye ve Erdoğan'a 'her riski göze alarak' verdiği destekler malumdur. Bugün AK Parti içinde veya arkasında önsıraları kapmaya çalışanların dahi destekte çekimser kaldığı dönemlerde, Metin abi, bu çizgiyi 'sonunu düşünmeden' destekliyordu. 'Sonunu düşünmeden' diyorum, çünkü, hakikaten o günlerde bu işin sonunun ne olacağı belli değildi. Ve bugün önsıralarda farkedilmek için davul çalanların çoğu o dönemlerde 'domates biber herkese gider' tavırlar takınıyordu. Kazananın kim olduğu kesinleşene kadar 'tatlı su aydınlığı' yapanları veya iki tarafa da oynayanları kastediyorum. Öyle olmayanlar bu sözlerimden alınmasınlar.
Fakat bu referandumda, yine kimileri gibi ikinci bir hesap yapmadan, Metin abinin sergilediği duruş ortadadır. Bu değişimin şu şekliyle hayırlı bir değişim olmayacağını düşünüyor. Olsun, düşünebilir, fikir özgürlüğü en temel hakkımızdır, o da bu özgürlüğünü kullanmaya herbirimiz kadar hak sahibidir. Dar zamanlarında bu kadar iyilik gördüğü bir isme hiçbir AK Partili veya Erdoğancı gücenik durmamalı. Vefa bunu gerektirir. Ancak yine de, her kanaat önderi gibi, Metin abinin de etkileyebildiği kanaatler olduğu için, onun kanaatlerini dayandırdığı şeyler ve kullandığı argümanlar da insafla kritik edilmelidir.
Ben de bu yazıda kısıtlı bir çerçevede şunu yapmaya çalışacağım. Metin abi, geçtiğimiz günlerde, twitter hesabından dedi ki: "İyi bir yazar iyi çalışılmamış bir dosyayla geldiğinde editöre yakışan, o dosyayı geri çevirmektir. Yazara ve kitaba saygı bunu gerektirir. Ve bazan sevdiklerimiz, değer verdiklerimiz duymak istediklerini değil, duymaları gerekeni duyarlar bizden. Sevgimiz bunu gerektirir zira... Ve ne acıdır ki, kafasını kullanarak öğrenmeyi reddetmenin sonucu, kafasını vura vura öğrenmektir." Ben, biraz zan ettim, bu cümleyi zâhirinde ifade ettiği 'yayın piyasası prensipleri'nden aşkın olarak referandumla ilişkilendirdim. Sonra baktım: Twitter'da bu cümleyi beğenip paylaşanlar da benim gibi anlamışlar. Metin abi de onların fehmini tashih etmemiş. O böyle etmeyince ben de zannımın suizan olmadığına kanaat getirdim. Ayrıca kendimde de şu meseleye dair bir konuşma hakkı gördüm. Şöyle ki:
Ben, Metin abiyle, elhamdülillah, Nesil Yayınları'nda birkaç yıl beraber çalıştım. Kendisinden çok şeyler öğrendim. Metin abi yayın danışmanımızdı o zamanlar. Ben de sevkiyattan devşirme yeni yetme bir editörü veya mizanpajcısıydım yayınevinin. (Her ikisinde de iddialı değilim.) Metin abinin yukarıda zikrettiği prensip, hakikati olan bir prensip olarak, beni o günlerde yaşadıklarımıza/konuştuklarımıza götürdü. Ve hakikaten, biz, yeterli görmediğimiz çalışmaları 'tekrar çalışılsın' diye yazarlarına iade ederdik. Fakat her zaman mı böyle yapardık? Bu kanun hiç mi istisnaya uğramaz veya huruç etmiş fertler ile inkıta yaşamazdı? O yılları tahattur ederken şu prensibin çok da layetezelzel olmadığını anımsıyorum. Aksine sık sık inkıtaya uğrardı.
Sözgelimi: İyi bir yazarın iyi dosyalarına ulaşma yolculuğunda kötü dosyalarına katlanılırdı. Gelecek vaadeden genç bir yazarın ileride yapabileceği çalışmalar hürmetine bugünkü metinlerine katlanılırdı. Çok satan yazarların zaten neredeyse her metnine katlanılırdı. Fakat Metin abinin elinde olsa fırsat vermeyeceği şu sonuncusundan yüz çevirerek yukarıdaki iki şıkka baktığımızda dahi birçok nümunesi hatırıma geliyor. Bu sırrı bizzat Metin abinin de beyan ettiğini hatırlıyorum toplantılarda. Biz, bazı çalışmalara, gelecekte önümüze gelecek daha güzel bazıları için 'olur' verirdik. Bu maliyetin gelecek adına bir yatırım olduğunu düşünürdük. Yazarın gayreti kesilmesin. Yazmaya küsmesin. Veya sadece 'Yayınevine ayağı alışsın' diye bastığımız dosyalar vardı. Yani 'Çalış gel!' dersek geri gelmeyecek yazarlar için yayınevi olarak risk alırdık.
Metin abinin, yeni anayasa konusunun müzakere edildiği eski bir Alternatif Bakış'ta "tek bir yeni anayasa değil 'yeni anayasalar' şeklinde düşünülüp ilk değişim için çok mükemmeliyetçi olunmaması gerektiğini" dediğini hatırlıyorum. O zamanlar, muhalefet ve iktidar arasındaki anlaşmazlıklarla düğümlenen yeni anayasa meselesinde, bu tutumun bir çıkış olacağını düşünmüş ve hak vermiştim. Evet, bence de, önemli olan şu kapıyı bir kere açmaktı. Türkiye darbe anayasalarının 'değişebilir' birşey olduğunu bizzat değiştirerek anladıktan sonra yeni değişimler kolaydı ve kaçınılmazdı. Çünkü mezkûr sistemler beşerî sistemlerdi. Beşer gibi zamanla değişir, gelişir, değiştirilir ve geliştirilirlerdi.
Nitekim 2010 referandumunda "Yetmez ama evet!" cümlesini savunurken hepimizin söylediği buydu. Metin abinin de söylediği buydu. Orada yapılan değişikliğin değişimlerin en mükemmeli ve sorunların tek çözücüsü olmadığını biliyorduk. Ama bir ümit besliyorduk. O değişimin 'değişmesi teklif dahi edilemez' tabulara dokunabilmemize bir kapı açacağını düşünüyorduk. Nitekim, o günlerden bugünlere, epey bir mesafe alındı da. İnşaallah şu alınanlar ileride alınacakların sadece başlangıcıdır.
Elbette Metin abi bizimle aynı şekilde düşünmek zorunda değil. Biz de onun gibi düşünmek zorunda değiliz. Fakat genç bir nur talebesi olarak sormak istiyorum: O günlerden bugünlere "Yetmez ama evet!" ümidinden "Yetmez ve hayır!" karamsarlığına nasıl gelindi? Daha dokuz ay önce darbe teşebbüsü atlatmış bir ülkeyiz. Şu büyük emeklerle geldiğimiz mübarek eşiğin bir daha önümüze geleceğinin garantisi var mı? İleride bugünlere bakarak dizlerimizi dövmeyeceğimizi kim garanti edebilir? "Çalış gel!" dersek bir daha bu dosyanın önümüze getirilip getirilmeyeceğini kim gaybdan haber verebilir? Önce 'Evet' desek de 'yetmez'ini anlatmaya devam etsek daha güzel olmaz mı? Bunlar benim aklıma gelenler ve kalbimden geçenler. Elbette en doğrusunu Allah bilir. Allah, yalnız ülkemiz için değil, âlem-i İslam için en hayırlısını nasip etsin. Âmin.
14 Nisan 2017 Cuma
Yazmak yaşamaktan boğulanlar için nefes almaktır
"Stavrogin, inanırsa inandığına inanmaz, inanmazsa da inanmadığına inanmaz..." Dostoyevski, Ecinniler'den.
Yazılacak ne çok şey var. Kaşıkla denizi bitirmeye çalışıyoruz. Bazen yazacakların bitmeyişinden gelen ümitsizlik bizzat yazışımın düşmanı oluyor. Bazen de heyecanı... "Acaba bir dahaki bölümde neler olacak?" diye tatlı bir bekleyişe girmek gibi.
İnsan Allah'ın kendisine lütfedeceklerini beklemek üzere yaratılmıştır. Açlıklarımızın özü budur. Beklemek şuurdur. Beklemek bilmektir. Beklemek farkındalıktır. Beklemek, geçmişi bilmek ve geleceğin farkında olmaktır. Bu beklenti hayatın ta kendisidir. Beklediklerin arttıkça yaşam lezzetlenir. Beklediğin şeyler varsa yaşadığını hissedersin. "Duanız olmasa ne ehemmiyetiniz var?" buyuran ayet-i kerime bir açıdan da bizi 'beklentisizlik' çukurundan çıkmaya çağırıyor. Öyle ya, duan yoksa beklentin de yoktur, beklentin yoksa umudun da yoktur, umudun yoksa emeğin de yoktur. Umudun olmayışı yürüyen bir cesede çevirir insanı. O halde dua etmekten vazgeçmeyelim. Çünkü hakikaten 'daha vazgeçmediğimizi' gösterir.
Ertesi gün uyanmak için bir nedene sahip olmalıyız gece gözlerimizi kapadığımızda. Yarının bugünden farklı olacağına dair umudumuz olmalı. Yarın bizim için Alice'in harikalar diyarı olmalı. "İki günü eşit olan zarardadır!" buyuran Allah Resulü aleyhissalatuvesselam, belki sadece hakikatte böyle olduğu için değil, iki günü birbirine eşit olan da tam bu şekilde hissettiği için böyle söylüyor. Onun 'kendisine zarar verici' psikolojisinden haber veriyor.
Ben de böyle hissederim. Yarın yeni bir yazı yazmayacaksam ve kendimce yeni şeyler söylemeyeceksem dünyaya, dünyaya uyanmak güçleşir. Yazmak benim için hayata tutunma şeklidir. Bana bağışlanmış kulptur. Boşuna yaşamadığımı hissettirir. Hayata birşeyler katabilmenin başarabildiğim tek yolunu onunla bulmuş gibiyim. Büsbütün yararsız olmaktan onunla kurtuluyor gibiyim.
'Geceyi bir dinlenme vakti' ve 'uykuyu bir istirahat' olarak tayin eden ve Kur'an'ında bunu bize haber veren Allah, nasıl rüya ile de bizi/hayalimizi yaşamın tekdüzeliğinden kurtarıyor, bir harikalar âlemi bağışlıyor hayatlarımıza, aynen öyle de, yazmakla da yine bize bir harikalar diyarı bağışlıyor gibidir. Yazanlar bu diyarı bilirler.
"İkincisi, hususî rububiyetidir ve has iltifat ve imdad-ı Rahmânîsidir ki, umumî kanunların tazyikatı altında tahammül edemeyen fertlerin imdadına, Rahmânü'r-Rahîm isimleri imdada yetişirler, hususî bir surette muavenet ederler, o tazyikattan kurtarırlar. Onun için, her zîhayat, hususan insan, her anda Ondan istimdat eder ve medet alabilir. İşte bu hususî rububiyetindeki ihsânâtı, ehl-i gaflete karşı da tesadüf altına gizlenmez ve tabiata havale edilmez."
Hepimizin hayatında tutunmamız için bırakılmış bize özel kulplar, yani 'has iltifatlar' ve 'imdad-ı Rahmanî'ler var. Bizi 'umumi kanunların tazyikatı'ndan kurtarıyor onlar. İşte yazmak da yaşamaktan boğulanlar için nefes almaktır. Duvarların içinden geçemediğimizde satırların içinden geçeriz. Kilitli kapıları açamadığımızda cümlelerin kilitleri açılır. Kendilik zindanından çıkmanın yoludur yazmak. Senden başka bir sen olmaktır.
İçinde senden daha iyi bir insan, söylediklerinden daha güzel cümleler veya yaşadığından daha tatlı bir öykü vardır ve sen kaleminle kendini kazıyarak ona ulaşmaya çalışırsın. Ulaşamasan da iyi hissedersin. Çünkü emeğin vardır. Çünkü ümidin vardır. Çünkü beklentin vardır. Çünkü o günkü duanı etmişsindir. Dua ettiğinden ötürü de kendini ehemmiyetli hissedersin. Öyle deme. Önce senin ihtiyacın var kendini önemli bulmaya. Yoksa boşuboşunalığın boşluğuna düşersin. 'Eşitliğin zararı' bundan başka nedir ki?
Yazılacak ne çok şey var. Kaşıkla denizi bitirmeye çalışıyoruz. Bazen yazacakların bitmeyişinden gelen ümitsizlik bizzat yazışımın düşmanı oluyor. Bazen de heyecanı... "Acaba bir dahaki bölümde neler olacak?" diye tatlı bir bekleyişe girmek gibi.
İnsan Allah'ın kendisine lütfedeceklerini beklemek üzere yaratılmıştır. Açlıklarımızın özü budur. Beklemek şuurdur. Beklemek bilmektir. Beklemek farkındalıktır. Beklemek, geçmişi bilmek ve geleceğin farkında olmaktır. Bu beklenti hayatın ta kendisidir. Beklediklerin arttıkça yaşam lezzetlenir. Beklediğin şeyler varsa yaşadığını hissedersin. "Duanız olmasa ne ehemmiyetiniz var?" buyuran ayet-i kerime bir açıdan da bizi 'beklentisizlik' çukurundan çıkmaya çağırıyor. Öyle ya, duan yoksa beklentin de yoktur, beklentin yoksa umudun da yoktur, umudun yoksa emeğin de yoktur. Umudun olmayışı yürüyen bir cesede çevirir insanı. O halde dua etmekten vazgeçmeyelim. Çünkü hakikaten 'daha vazgeçmediğimizi' gösterir.
Ertesi gün uyanmak için bir nedene sahip olmalıyız gece gözlerimizi kapadığımızda. Yarının bugünden farklı olacağına dair umudumuz olmalı. Yarın bizim için Alice'in harikalar diyarı olmalı. "İki günü eşit olan zarardadır!" buyuran Allah Resulü aleyhissalatuvesselam, belki sadece hakikatte böyle olduğu için değil, iki günü birbirine eşit olan da tam bu şekilde hissettiği için böyle söylüyor. Onun 'kendisine zarar verici' psikolojisinden haber veriyor.
Ben de böyle hissederim. Yarın yeni bir yazı yazmayacaksam ve kendimce yeni şeyler söylemeyeceksem dünyaya, dünyaya uyanmak güçleşir. Yazmak benim için hayata tutunma şeklidir. Bana bağışlanmış kulptur. Boşuna yaşamadığımı hissettirir. Hayata birşeyler katabilmenin başarabildiğim tek yolunu onunla bulmuş gibiyim. Büsbütün yararsız olmaktan onunla kurtuluyor gibiyim.
'Geceyi bir dinlenme vakti' ve 'uykuyu bir istirahat' olarak tayin eden ve Kur'an'ında bunu bize haber veren Allah, nasıl rüya ile de bizi/hayalimizi yaşamın tekdüzeliğinden kurtarıyor, bir harikalar âlemi bağışlıyor hayatlarımıza, aynen öyle de, yazmakla da yine bize bir harikalar diyarı bağışlıyor gibidir. Yazanlar bu diyarı bilirler.
"İkincisi, hususî rububiyetidir ve has iltifat ve imdad-ı Rahmânîsidir ki, umumî kanunların tazyikatı altında tahammül edemeyen fertlerin imdadına, Rahmânü'r-Rahîm isimleri imdada yetişirler, hususî bir surette muavenet ederler, o tazyikattan kurtarırlar. Onun için, her zîhayat, hususan insan, her anda Ondan istimdat eder ve medet alabilir. İşte bu hususî rububiyetindeki ihsânâtı, ehl-i gaflete karşı da tesadüf altına gizlenmez ve tabiata havale edilmez."
Hepimizin hayatında tutunmamız için bırakılmış bize özel kulplar, yani 'has iltifatlar' ve 'imdad-ı Rahmanî'ler var. Bizi 'umumi kanunların tazyikatı'ndan kurtarıyor onlar. İşte yazmak da yaşamaktan boğulanlar için nefes almaktır. Duvarların içinden geçemediğimizde satırların içinden geçeriz. Kilitli kapıları açamadığımızda cümlelerin kilitleri açılır. Kendilik zindanından çıkmanın yoludur yazmak. Senden başka bir sen olmaktır.
İçinde senden daha iyi bir insan, söylediklerinden daha güzel cümleler veya yaşadığından daha tatlı bir öykü vardır ve sen kaleminle kendini kazıyarak ona ulaşmaya çalışırsın. Ulaşamasan da iyi hissedersin. Çünkü emeğin vardır. Çünkü ümidin vardır. Çünkü beklentin vardır. Çünkü o günkü duanı etmişsindir. Dua ettiğinden ötürü de kendini ehemmiyetli hissedersin. Öyle deme. Önce senin ihtiyacın var kendini önemli bulmaya. Yoksa boşuboşunalığın boşluğuna düşersin. 'Eşitliğin zararı' bundan başka nedir ki?
13 Nisan 2017 Perşembe
Ya kötü birisi başkan seçilirse? (3)
"Dediler: 'İttihada şedit bir muarızdın. Neden şimdi sükût ediyorsun?' Dedim: 'Düşmanların onlara şiddeti hücumundan. Düşmanın hedef-i hücumu, onların hasenesi olan azim ve sebattır ve İslâmiyet düşmanına vasıta-i tesmim olmaktan feragatıdır.'" Münazarat'tan.
Bediüzzaman'ın hayır ve şer bahsinde dikkatimizi çektiği birşeydir: Hayır vücudî/varlıksal olandır. Şer ise ademî/yokluksal olandır. Birşey yokluğa hizmet ediyorsa şerdir. Birşey varlığa hizmet ediyorsa hayırdır. Merhamet varlığa hizmet ettiği için hayırdır. Nefret yokluğa hizmet ettiği için şerdir. Parçalanmaya/tefrikaya hizmet eden dolayısıyla yokluğa hizmet eder. İttihada/bütünlüğe hizmet eden dolayısıyla varlığa hizmet eder. Yani; parçalamak yokluğa, birlik varlığa yakındır. Zehir, insanın, hayat birliğini dağıttığı ve bedenî varlığını parçaladığı için şerir birşeydir. İlaç, insanın, hayat birliğini koruduğu ve bedenî varlığını kolladığı için hayır birşeydir. Dolayısıyla en genel anlamda diyebiliriz ki: Birşey bizim ve parçası olduğumuz bütünlüklerin varlığına katkıda bulunuyor ve kolluyorsa o şey hayırdır. Birşey bizim ve parçası olduğumuz bütünlüklerin varlığını eksiltiyor ve zarar veriyorsa şerdir.
Ancak, şaşırmayalım, imtihan dünyasında herşey bu kadar 'şaşırtmasız' işlemez. Yine mürşidimin dikkatimizi çektiği üzere varlık âleminde 'ademî görünür vücudîlikler' ve 'vücudî görünür ademîlikler' de vardır. Yani; birşey, zâhirde size ve başkalarına yokluksal görünür de, aslında siz ve dahil olduğunuz bütünlükler adına varlıksal olabilir. Yine; birşey, zâhirde size ve başkalarına varlıksal görünür de, aslında siz ve dahil olduğunuz bütünlükler adına yokluksal olabilir. Mesela: Zekat vermek, zâhirde varlıksallığınızın eksilmesi gibi görünürken, aslında sosyolojik ve uhrevî anlamda varlığın korunmasına hizmet etmektedir. Ve yine faiz, zâhirde varlıksallığınızın artması gibi görünürken, aslında sosyolojik ve uhrevî anlamda yokluğun artmasına hizmet etmektedir.
İşte vahiy ve şeriat, sünnet ve Kur'an boyutlarıyla, bize, bu 'zâhiren ademî görünen vücudîlikleri' ve 'zâhiren vücudî görünen ademîlikleri' görmeyi öğretir. Çünkü yokluksal görünenin aslında varlıksal olduğu veya varlıksal görünenin aslında yokluksal olduğu ancak 'büyük resme' bakınca anlaşılır. Küllî bakışlarla elde edilir. Ezel de bu resimlerin en büyüğünü gören nazar-ı âlâdır.
Zübeyir Tercan abinin o güzel örneğiyle izah etmem gerekirse: Birkaç insanın birisini bıçakla kestiklerini görmek size o an yaşananın şer olduğunu düşündürebilir. Fakat biraz başınızı kaldırıp daha büyük bir resme baktığınızda, mesela, kapının üzerinde yazan 'Ameliyathane' yazısını görecek kadar başınızı kaldırdığınızda, hadiseyi değerlendirişiniz değişir. Yokluksal görüneni aslında varlığa hizmet ettiğini, o kesişin aslında bir parçalama değil, bütünlüğü koruma çabası olduğunu anlarsınız. Ezel, yine bu perspektiften, resimlerin en büyüğünü de anlatır bize. Tevhid o resmin bütünlüğünün en özet tarifidir.
Ben, Bediüzzaman'ın, meşrutiyete ve İttihat ve Terakki'ye bakışını da bu nazarla anlarım. Bediüzzaman, meşrutiyetten de, başlangıçta İttihat ve Terakki'den de, hayra hizmet etmesini beklemiş ve hayır murad ederek taraftarları olmuştur. Ne zaman ki, İttihat Terakki'nin muradının meşrutiyet değil başka bir tür istibdat olduğunu anlamış, o zaman İttihat ve Terakki'den desteğini çekmiştir. Sonra yine varlığa hizmet ettiklerini düşündüğünde destek çıkmıştır. Kendisine bu durum sorulduğunda verdiği cevapta da vardır bu. O, bir âlim olarak, meşrutiyete bakışında ve duruşunda bir değişiklik yapmamıştır. Aksine, ona göre, meşrutiyete bakışı ve duruşu değişenler ondan ayrılmıştır.
Yani; Bediüzzaman'ın muradı hayırdır, varlıksaldır, vücudîdir. Sureten vücudî görünen şu ademîlik aslını sonradan ortaya koymuşsa bundan Bediüzzaman'ın bir mesuliyeti yoktur. Onun niyeti halistir. Kaldı ki: O dönemde şöyle veya böyle uygulanmış bir meşrutiyettir ki, bugün, demokrasi denilen şeyi konuşulabilir/uygulanabilir kılmıştır. Yani; o dönem için bu seçimler ademî/yokluksal sonuçlar verse de, geçen zaman bu hayırlı/varlıksal seçimlerin gerçek suretini görmemizi sağlamıştır. Tıpkı, başlarda, Hudeybiye sulhünün bizzat sahabe tarafından üzüntüyle karşılanılacak kadar yokluksal görünmesine rağmen, ilerleyen dönemde varlıksal neticelerini göstermesi gibi.
Bugüne geleyim. Önümüzde bir referandum var. Biz bu referandumla başkanlık sistemi üzerinden hayırlı bir netice murad ediyoruz. Bu sistemi, büyük güçlüklerle elde ettiğimiz meşvereti yitirmenin değil, onun işleyişini arızalardan kurtarmanın bir parçası olarak görüyoruz. Muradımız hayırdır. Murad ettiklerimiz 15 yıldır hayırlarını gördüğümüz insanlardır. Onların dillerinden de işittiklerimiz hayırdır. Hadi şu vehme bir suret verelim: Velev ki, başkanlık sistemi sinesinde bir sıkıntı barındırıyor olsun, şu sıkıntı geçicidir. Türkiye toplumu meşveretin ihyası yolunda geri döndürülmeyecek bir mesafe almıştır. Yüzyıllık bir tecrübe kazanmıştır. Şu gidişin dönüşü muhaldir.
15 Temmuz bunu gösterdi bize. Tereddüt etmeyelim. Artık sosyolojimize güvenelim. Meşrutiyetle murad olunan hayır, ondan sonra gelen istibdatla ziyan olmadığı gibi; başkanlık sistemiyle murad olunan güzellik de, ondan sonra ne gelirse gelsin, ziyan olmayacaktır. Değişim risk almaktır. Biz de Bediüzzaman ve emsali gibi bir risk alıyoruz. Ama hayrı murad ederek alıyoruz.
Bediüzzaman meşrutiyet istedi. Gelen istibdat oldu. Biz de başkanlık istiyoruz. Velev başımıza bir arıza gelsin. Muradımızla yargılanırız. Fakat Bediüzzaman, Münazarat'ta olduğu gibi, "Ya şeriata zarar gelirse?" diyenler arasında yeralıp tereddüt etseydi bugün 'demokrasiyi' konuşabilir miydik? Gelecek imkanattır. İmkanat sonsuzdur. Delilden neşet etmeyen şüpheyle hüküm verilmez. Biz birşeyi bir niyet ve murad ile istiyoruz. O da belli. Neden vehmin ürettiği her ihtimalle korkup ürkelim? Gelecek, bugünde şekillenen, fakat gelecekte müdahale edilemeyecek birşey midir? İTF meşrutiyetten ayrılırsa biz de ondan ayrılırız. AK Parti demokrasiden ayrılırsa biz de ondan ayrılırız. Ancak şimdi 'dövülmeden ağlamak' niye? Ülke yaşanmaz hale gelince anlaşılmaz mı bu? Neden kendimizi bu hamleyi yapamayacak kadar zayıf buluyoruz?
Bediüzzaman'ın hayır ve şer bahsinde dikkatimizi çektiği birşeydir: Hayır vücudî/varlıksal olandır. Şer ise ademî/yokluksal olandır. Birşey yokluğa hizmet ediyorsa şerdir. Birşey varlığa hizmet ediyorsa hayırdır. Merhamet varlığa hizmet ettiği için hayırdır. Nefret yokluğa hizmet ettiği için şerdir. Parçalanmaya/tefrikaya hizmet eden dolayısıyla yokluğa hizmet eder. İttihada/bütünlüğe hizmet eden dolayısıyla varlığa hizmet eder. Yani; parçalamak yokluğa, birlik varlığa yakındır. Zehir, insanın, hayat birliğini dağıttığı ve bedenî varlığını parçaladığı için şerir birşeydir. İlaç, insanın, hayat birliğini koruduğu ve bedenî varlığını kolladığı için hayır birşeydir. Dolayısıyla en genel anlamda diyebiliriz ki: Birşey bizim ve parçası olduğumuz bütünlüklerin varlığına katkıda bulunuyor ve kolluyorsa o şey hayırdır. Birşey bizim ve parçası olduğumuz bütünlüklerin varlığını eksiltiyor ve zarar veriyorsa şerdir.
Ancak, şaşırmayalım, imtihan dünyasında herşey bu kadar 'şaşırtmasız' işlemez. Yine mürşidimin dikkatimizi çektiği üzere varlık âleminde 'ademî görünür vücudîlikler' ve 'vücudî görünür ademîlikler' de vardır. Yani; birşey, zâhirde size ve başkalarına yokluksal görünür de, aslında siz ve dahil olduğunuz bütünlükler adına varlıksal olabilir. Yine; birşey, zâhirde size ve başkalarına varlıksal görünür de, aslında siz ve dahil olduğunuz bütünlükler adına yokluksal olabilir. Mesela: Zekat vermek, zâhirde varlıksallığınızın eksilmesi gibi görünürken, aslında sosyolojik ve uhrevî anlamda varlığın korunmasına hizmet etmektedir. Ve yine faiz, zâhirde varlıksallığınızın artması gibi görünürken, aslında sosyolojik ve uhrevî anlamda yokluğun artmasına hizmet etmektedir.
İşte vahiy ve şeriat, sünnet ve Kur'an boyutlarıyla, bize, bu 'zâhiren ademî görünen vücudîlikleri' ve 'zâhiren vücudî görünen ademîlikleri' görmeyi öğretir. Çünkü yokluksal görünenin aslında varlıksal olduğu veya varlıksal görünenin aslında yokluksal olduğu ancak 'büyük resme' bakınca anlaşılır. Küllî bakışlarla elde edilir. Ezel de bu resimlerin en büyüğünü gören nazar-ı âlâdır.
Zübeyir Tercan abinin o güzel örneğiyle izah etmem gerekirse: Birkaç insanın birisini bıçakla kestiklerini görmek size o an yaşananın şer olduğunu düşündürebilir. Fakat biraz başınızı kaldırıp daha büyük bir resme baktığınızda, mesela, kapının üzerinde yazan 'Ameliyathane' yazısını görecek kadar başınızı kaldırdığınızda, hadiseyi değerlendirişiniz değişir. Yokluksal görüneni aslında varlığa hizmet ettiğini, o kesişin aslında bir parçalama değil, bütünlüğü koruma çabası olduğunu anlarsınız. Ezel, yine bu perspektiften, resimlerin en büyüğünü de anlatır bize. Tevhid o resmin bütünlüğünün en özet tarifidir.
Ben, Bediüzzaman'ın, meşrutiyete ve İttihat ve Terakki'ye bakışını da bu nazarla anlarım. Bediüzzaman, meşrutiyetten de, başlangıçta İttihat ve Terakki'den de, hayra hizmet etmesini beklemiş ve hayır murad ederek taraftarları olmuştur. Ne zaman ki, İttihat Terakki'nin muradının meşrutiyet değil başka bir tür istibdat olduğunu anlamış, o zaman İttihat ve Terakki'den desteğini çekmiştir. Sonra yine varlığa hizmet ettiklerini düşündüğünde destek çıkmıştır. Kendisine bu durum sorulduğunda verdiği cevapta da vardır bu. O, bir âlim olarak, meşrutiyete bakışında ve duruşunda bir değişiklik yapmamıştır. Aksine, ona göre, meşrutiyete bakışı ve duruşu değişenler ondan ayrılmıştır.
Yani; Bediüzzaman'ın muradı hayırdır, varlıksaldır, vücudîdir. Sureten vücudî görünen şu ademîlik aslını sonradan ortaya koymuşsa bundan Bediüzzaman'ın bir mesuliyeti yoktur. Onun niyeti halistir. Kaldı ki: O dönemde şöyle veya böyle uygulanmış bir meşrutiyettir ki, bugün, demokrasi denilen şeyi konuşulabilir/uygulanabilir kılmıştır. Yani; o dönem için bu seçimler ademî/yokluksal sonuçlar verse de, geçen zaman bu hayırlı/varlıksal seçimlerin gerçek suretini görmemizi sağlamıştır. Tıpkı, başlarda, Hudeybiye sulhünün bizzat sahabe tarafından üzüntüyle karşılanılacak kadar yokluksal görünmesine rağmen, ilerleyen dönemde varlıksal neticelerini göstermesi gibi.
Bugüne geleyim. Önümüzde bir referandum var. Biz bu referandumla başkanlık sistemi üzerinden hayırlı bir netice murad ediyoruz. Bu sistemi, büyük güçlüklerle elde ettiğimiz meşvereti yitirmenin değil, onun işleyişini arızalardan kurtarmanın bir parçası olarak görüyoruz. Muradımız hayırdır. Murad ettiklerimiz 15 yıldır hayırlarını gördüğümüz insanlardır. Onların dillerinden de işittiklerimiz hayırdır. Hadi şu vehme bir suret verelim: Velev ki, başkanlık sistemi sinesinde bir sıkıntı barındırıyor olsun, şu sıkıntı geçicidir. Türkiye toplumu meşveretin ihyası yolunda geri döndürülmeyecek bir mesafe almıştır. Yüzyıllık bir tecrübe kazanmıştır. Şu gidişin dönüşü muhaldir.
15 Temmuz bunu gösterdi bize. Tereddüt etmeyelim. Artık sosyolojimize güvenelim. Meşrutiyetle murad olunan hayır, ondan sonra gelen istibdatla ziyan olmadığı gibi; başkanlık sistemiyle murad olunan güzellik de, ondan sonra ne gelirse gelsin, ziyan olmayacaktır. Değişim risk almaktır. Biz de Bediüzzaman ve emsali gibi bir risk alıyoruz. Ama hayrı murad ederek alıyoruz.
Bediüzzaman meşrutiyet istedi. Gelen istibdat oldu. Biz de başkanlık istiyoruz. Velev başımıza bir arıza gelsin. Muradımızla yargılanırız. Fakat Bediüzzaman, Münazarat'ta olduğu gibi, "Ya şeriata zarar gelirse?" diyenler arasında yeralıp tereddüt etseydi bugün 'demokrasiyi' konuşabilir miydik? Gelecek imkanattır. İmkanat sonsuzdur. Delilden neşet etmeyen şüpheyle hüküm verilmez. Biz birşeyi bir niyet ve murad ile istiyoruz. O da belli. Neden vehmin ürettiği her ihtimalle korkup ürkelim? Gelecek, bugünde şekillenen, fakat gelecekte müdahale edilemeyecek birşey midir? İTF meşrutiyetten ayrılırsa biz de ondan ayrılırız. AK Parti demokrasiden ayrılırsa biz de ondan ayrılırız. Ancak şimdi 'dövülmeden ağlamak' niye? Ülke yaşanmaz hale gelince anlaşılmaz mı bu? Neden kendimizi bu hamleyi yapamayacak kadar zayıf buluyoruz?
11 Nisan 2017 Salı
Ya kötü birisi başkan seçilirse? (2)
Bunu da bir evvelki yazıya tetimme olarak anmadan geçemeyeceğim: 'Mustafa Kemal olmasaydı baban kim bilmezdin'cilerle 'Ya başkanlık sisteminde istemediğin birisi seçilirse'cileri aynı çizgide görüyorum. İki cümle de aynı şekilde bizi, irademizi, aklımızı, hamiyetimizi, muhakememizi, cesaretimizi ve en özünde insanlığımızı görmezden geliyor. Nasıl? Bize, ninelerimize veya dedelerimize, Mustafa Kemal olmasa namusunu bile koruyamayacak reziller olarak bakılmasıyla; bir kere seçtikten sonra, başkan kimse onun dediğini yapacak, hiç karşı çıkamayacak, hiç kendi aklıyla ve vicdanıyla tartamayacak, itiraz edemeyecek, ne denilse hemen boyun eğecek reziller diye bakılması aynı. Aynı derecede tahkir edici. Aynı derecede koyunlaştırıcı. Aynı derecede aptal yerine koyucu... İkisi de aynı şekilde bireysel varlığımızı/insanlığımızı görmezden geliyor, unutuyor veya hiçe sayıyor ve inkar ediyor.
Bu dayatmaya insanlığımız ve insaniyet-i kübra olan İslamiyetimiz adına karşı koymalıyız. Biz cenneti bir siyasal sistemin sonucu olarak kazanmıyoruz. Biz cenneti, inşaallah, ona layık bireyler olmakla kazanacağız. Hak ile bâtılı ayırmasını öğreten Kitabullah ve sünnet-i seniyye ile kazanacağız. Bütün bunlar da, siyasal sistemlerden veya kişilere atfettiğimiz önemlerden bağımsız olarak, insanlık sınavını geçmemize bakıyor. Ben şahsen ümmet-i Muhammed'i böyle olmaktan tenzih ederim. Bu ümmet seçtiği 'halife' dahi olsa, şeriatı ve vicdanı havsalasından çıkarıp, iradesinin direksiyonunu onlara bırakmamıştır. İmamlarına masumiyet atfeden ehl-i sünnet ve'l-cemaat değildir şiadır.
Bu konudaki rüştünü bindörtyüz yılı aşkın kemaliyle de ispatlamıştır. Zalime karşı duruşuyla da ispatlamıştır. Fazıla verdiği destekle de ispatlamıştır. Kim bunu diyorsa milletine, en başta da bizzat kendi dedelerine ve ninelerine, güvenmiyordur. O dedelerin ve ninelerin ahlakını şekillendiren dinine de güvenmiyordur. O kendi ceddine namuslarını koruyamama konusunda güvenmeyebilir, ama biz ceddimize güveniyoruz, elhamdülillah. Yunan işgaline kadar bu ümmet, başta moğolların istilası ve haçlı saldırıları olmak üzere, birçok taarruz gördü. Bütün bu krizleri atlatırken, bir parlamenter sistem veya bir Mustafa Kemal aramadığı gibi, hamiyetini birilerinin omuzlarına da bırakmadı.
Peki neden şimdi bütün bunlar yokmuş gibi davranılıyor? Biz başkanlık sistemini isterken omuzumuzdan yük atalım diye mi istiyoruz? 15 Temmuz'da ölümü pahasına "Bana ne?" dememiş bir millete bu tahkir ağır değil mi? Tanklar üzerine gelirken "Bana ne?" dememişlere bu itham ağır sayılmaz mı? Diyenleri hayâ etmez mi? Hayır! Biz, yükümüzü başkasına bırakmak için değil, gayretimizin önündeki duvarlar yıkılsın diye istiyoruz. "Tevhidde kolaylık var!" diye bildiğimiz için istiyoruz. Bizi başıbozukluğa iten dağınıklığımız kalksın; kalplerimiz, kuvvetimiz ve sistemimiz ittihada yatkın olsun diye istiyoruz.
Ve evet, biz doğruyu/yanlışı parlamenter sistem sayesinde öğrenmiş bireyler değiliz ki, onun elimizden gitmesiyle din gitmiş gibi ağlayalım. Başkanlık sisteminde yanlış uygulamalar yaşanırsa, daha ölmedik abiler-ablalar, bunu eleştirmeye ve değiştirmeye de kâdiriz. Herşeye gücü yeten Allah'a dayanırız. Bunu yaparız. Tek parti diktasına karşı yaptığımız gibi yaparız. Yine yaparız.
Eğer bir mü'min doğruyu-yanlışı ayırma yetisini parlamenter sistemin gitmesiyle kaybediyorsa, o çok dizlerine vursun, zaten imtihanını kaybetmiştir. Fakat biz Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın dar-ı bekaya irtihalinde Hz. Ebu Bekir'in (r.a.) konuştuğu yerdeyiz. Allah'ı ve bize indirdiğini baki biliriz. Onunla tahlil eder, amel eder ve karar veririz. Kişileri 'olmazsa olmaz' kılmadığımız gibi, sistemleri de 'olmazsa olmaz' kılmayız. Başkanlık sistemi sorunsuz mu olacak? Elbette hayır. Arızaları hiç mi çıkmayacak? Elbette hayır. Beşerî her sistem gibi onun da sorunlarına şahit olacak ve süreç içinde telafisine çalışacağız. Fakat, Allah aşkına, bir sistem değişiyor diye insandan koyuna dönüşüyormuşuz gibi davranmayın. Kendi insanlığınıza/vicdanınıza biraz saygı gösterin.
10 Nisan 2017 Pazartesi
Ya kötü birisi başkan seçilirse?
Bence, mürşidimin metinlerinde sıklıkla dikkatimizi çekmeye çalıştığı, ama bizim aynı sıklıkta ıskaladığımız birşeydir şu: Biz, elhamdülillah, mü'minleriz. Bizim hayatımızı ve o hayatların birlikteliğinden oluşan sosyolojimizi ve o sosyolojiye bina olunan seçimlerimizi İslam belirler. Büyük oranda onun etkisinde şekillenir veya en azından bir açlık, bir gaye-i hayal, bir 'olması gereken' olarak vicdan-ı umumi onu ufkunda bulundurur. Onu tanır. Ona özenir. Onu arar ve talep eder. Kur'an'da 'ümmeten vasatan' buyrularak işaret edilen de, hadis-i şerifte "Ümmetim dalalet üzerine birleşmez!" denilerek altı çizilen de budur. İmanımız bizi farklı kılar. Ahirette, inşaallah, cennete gitmemizi sağlayacağı gibi; bu dünyada da bizi hadd-i vasatta, yani adalette, tutar.
"Her milletin kamet-i kıymeti başka bir elbise ister. Bir cins kumaş bile olsa, tarzı ayrı ayrı olmak lâzım gelir. Bir kadına bir jandarma elbisesi giydirilmez. Bir ihtiyar hocaya tango bir kadın libası giydirilmediği gibi, körü körüne taklit dahi çok defa maskaralık olur..." derken Bediüzzaman'ın dikkat çektiği biraz da budur. Biz, kendi sosyolojimiz ile değerlendirilir, yargılanır ve şekilleniriz. Başka sosyolojiler üzerinden yapılan çıkarımlar bünyemize uymaz. Bizi bağlamaz. Hem haklı da çıkmaz. Çünkü üzerinde yükseldiğimiz değerler silsilesi de farklıdır:
"Amma hikmet-i Kur'âniye ise, nokta-i istinadı, kuvvete bedel 'hakkı' kabul eder. Gayede menfaate bedel 'fazilet ve rıza-i İlâhîyi' kabul eder. Hayatta düstur-u cidal yerine 'düstur-u teâvünü' esas tutar. Cemaatlerin rabıtalarında unsuriyet, milliyet yerine 'rabıta-i dinî ve sınıfî ve vatanî' kabul eder. Gayâtı, hevesat-ı nefsâniyenin tecavüzâtına sed çekip ruhu maâliyâta teşvik ve hissiyat-ı ulviyesini tatmin eder ve insanı kemâlât-ı insaniyeye sevk edip insan eder."
Bu yüzden Batı'nın tarihi 'zulüm tarihi' iken İslam'ın tarihi fazilet tarihidir. Sömürgecilik Batı'nın medeniyet İslam'ındır. İşgal ettikleri her bölgeye kan kusturmak Batı'nın, gittikleri her yere insanlık götürmek İslam'ındır. Dalaleti meslek haline getirmek Batı'nın, dalalette birleşmemek İslam'ındır. İfrat etmek Batı'nın, adalet etmek İslam'ındır. Sayılacak her değerde bu böyledir. Çok şükür, biz mü'minler, Batı'nın zulümle dolu mirasının yetişemeyeceği pak bir tarihe sahibiz. Çünkü bu tarihi dinimizin getirdiği değerler üzerine bina etmişiz.
Peki hiç mi zulüm olmamıştır İslam tarihinde veya hiç mi müslümanlar zulmetmemiştir birbirlerine veya başkalarına? Elbette olmuştur. Fakat kritik ayrım şurada: Ümmet hiçbir zaman böylesi hadiseleri olumlamamış veya meşrulaştırmamıştır. Yezit'in yezitliğini hatırda tutmuş, Haccac'ın yanına 'zalim'i eklemiş, içinden çıkan her fasığa fırsatını bulduğunda karşı koymuştur.
Batı, zulmünü 'sosyal darwinizm' gibi şeyler üzerinden meşrulaştırırken, müslümanlar kendi içindeki sapmaların üzerine 'zulüm' kaşesini vurarak kaldırıp ümmete göstermiştir. Geçmiş ulemamızın eserlerine bakınız. Zalimin zalimliğinin net bir şekilde altının çizildiğini göreceksiniz. Bundan daha fazlası, menkıbe menkıbe anlatılan, ahlaklarında vardır. İslam tarihi zalimlere karşı dik dik konuşabilen âlimlerin tarihidir.
Üstelik bu zalimler ümmetin iradesiyle başa geçmiş kişiler de değillerdir. Yezit'in saltanatı hangi seçimle olmuştur? Haccac'ı hangi ümmet atamıştır? Yakın tarihte tahtları devrilen Saddam gibi, Kaddafi gibi, Hüsnü Mübarek gibi nemrutlar seçimle mi başagelmişlerdir? Yoksa, elde ettikleri silah gücüyle veya sırtlarını sıvazlayan küresel ağaların desteğiyle mi iktidarı elde etmişlerdir? Daha öncesinden sarf-ı nazar, Arap Baharı'nı doğuran sürece bu gözle bakılsa, şu zalimlerin halklarının iradesini/isteklerini değil, onları oraya atayan 'küresel ağaların' iradesini/isteklerini kolladıkları görülür. İktidarı ne elde edişleri ne de elde tutuşları demokratiktir. Bu 'Asya münafıklarını' başımıza bırakan 'Avrupa kafirleri'dir. Bizim oylarımız değildir.
"Biz ferec ve ferah ve sürur ve fütuhat isteriz—fakat kâfirlerin kılıcıyla değil! Kâfirlerin kılıçları başlarını yesin; kılıçlarından gelen fayda bize lâzım değil. Zaten o mütemerrid ecnebîlerdir ki, münafıkları ehl-i imana musallat ettiler ve zındıkları yetiştirdiler..." derken Bediüzzaman'ın altını çizdiği de budur.
Önümüzdeki referandum nedeniyle tekrar dillendirilmeye başlanan Hitler-Erdoğan benzetmesi tam da bu nedenle yanlıştır. Mantığı tam da bu noktadan yanlışlanır. Nasıl? Bu benzetme kafir sosyolojisini müslüman sosyolojisine kıyaslıyor. Küfrün üzerinde yükselen bir toplumun seçimleriyle İslam'ın üzerinde yükselen bir toplumun seçimlerini bir tutuyor. Mürşidimin ifadesiyle tangocu bir kadının libasını ihtiyar hocaya giydiriyor.
Hitler'i biz seçmedik. Müslümanlar asla bir Hitler seçmediler. Çünkü mü'mindiler. Allah, onlara, doğruyu yanlıştan ayıran Furkan'ı ve hak ile batılı öğreten sünneti bağışlamıştı. Bu yüzden Museviler Endülüs'te kılıçtan geçirilirken müslümanlar onlara kucak açtılar. Şunlar üzerine yükseldikleri değerlerin/sosyolojinin hakkını veriyorlardı. Bunlar üzerinde yükseldikleri değerlerin/sosyolojinin hakkını verdiler. Ve işte yine tam da bu yüzden "Ya kötü birisi başkan seçilirse?" veya "Hitler de çok oy almıştı!" argümanlarının altı boştur. Boştur, çünkü bizim sosyolojimize ve tecrübelerimize değil, küfrün sosyolojisine ve tecrübelerine yaslanmaktadır. Hasıl-ı kelam: Bu ve benzeri demagojileri aşabilmek için kopyala-yapıştır analizlerden kaçmaya ve kendi mirasımıza daha fazla özgüven duymaya ihtiyacımız var. İslam'ın izzeti burada saklı çünkü. Ve evet, tangocu kadının elbisesi, bu ihtiyar hocaya yakışmaz.
7 Nisan 2017 Cuma
Bilgisayar aslında kimin?
Yaptığımız herşeyin kararını beynimiz vermiyor. Evet, 'refleks' tabir edilen bir yapışımız daha var ki, bunların karar yeri beyin değil. Omurilikten gelen emirlerle bedenimiz hareket ediyor. Bu, hem verilen kararların daha hızlı uygulanmasını sağlıyor, hem de beynin yükünü azaltıyor. Dizinize bir çekiçle hafifçe vurulduğunda verdiğiniz tepki veya yakıcı birşeye temas anında yaptığınız ani hareket reflekse güzel birer örnek.
Ancak iş bu kadarla da sınırlı değil. Kararları beyinde verildiği halde (en azından bilim şimdilik böyle söylüyor) şuurumuza taalluk etmeyen şeyler de var. Bedenimizin işleyişi sırasında öyle şeyler yaşanıyor ki, bunların bir yerden yönetildiğini biliyoruz, ama kimin yönettiğini bilmiyoruz. Dikkatimiz çekildiğinde "Ha, evet, oluyor öyle şeyler!" desek de genel manada yaşananların farkında değiliz. Nefes alıp verişimiz mesela. Bunun yönetimimizde birşey olduğunu söyleyebilir miyiz? Dahil olduğumuzda nefesimizi kontrol edebiliyoruz. Ama daldığımızda? Ama geceleri? Ama uyurken? Peki kalbimizin atışı? Böbreklerimizin işleyişi? Karaciğerimizin çalışması? Biz onları unuttuğumuzda kim onları unutmuyor?
İnsan sarayının idaresi pek şaşırtıcı. Bazen, sahip olduğumuz irade yetkisine rağmen, yaşananların seyircisi olduğumuzu düşünüyorum. Yani şahitlikten ötesi silik. Var ama pek zayıf. Hatta onun da bir kısmı yine fıtratın etkisi altında. (Fıtrat kaderin hayatımıza dokunduğu yerdir.) Neden bir insanın canı çöp yemek istemez? Neden leş hepimiz için pistir? Neden gideceğimiz yere yuvarlanarak gitmiyoruz? Neden böylesi şeyler hepimize aynı derecede 'yanlış' geliyor? İrademizin kısıtlılığı buralarda daha net görünüyor. Biz 'kalıplar içerisinde seçebilen' canlılarız. Varolmadan öncemizi belirleyemediğimiz gibi varlıkla getirdiğimiz kayıtları da seçimlerimiz sırasında gözetiyoruz. Bize bırakılan seçim alanı tüm bu kalıpların ve kayıtların içinde.
İrademiz bu kayıtlara sahip olduğu gibi şuurumuz da öyle. Bu aslında biraz da 'yaratıcılık' ve 'şahitlik' arasındaki o kapanmaz mesafenin getirisi. Yaratan yarattığının her detayını bilmek ve irade etmek zorundadır. Şahit ise bu yükleri tastamam taşımak zorunda değildir. Bir evin sahibi olmakla misafiri olmak aynı şey değildir. Bir malın emanetçisi olmakla sahibi olmak aynı şey değildir.
Bir fabrikanın patronu olmakla orayı dolaşmaya gelmiş bir meraklı olmak aynı değildir. Aslında sahip olmak büyük ölçüde kontrol etmektir. Sahip olan, sahip olduğunun her detayını bildiği (ilim), değişimlerini irade edebildiği (irade), ihtiyaçlarını karşılayabildiği (rububiyet) ve yaratabildiği (kudret) ölçüde o şeyin sahibidir. Zaman zaman onda sınırlı tasarruflarda bulunabilmeyle onun her anının bilicisi, idarecisi veya devam ettiricisi olmak arasında farklar vardır. Esas sahiplik ikincisidir. Birincisi sadece emanetçiliktir.
Kusurlu bir örnekle birazcık açayım: Evinizdeki bilgisayarın sahibi sizsiniz öyle değil mi? Bir komşunuz küçük bir iş için onu kullansa, bu, onu bilgisayarın sahibi kılar mı? Hayır. Çünkü zamana yayılan varlığında bilgisayarın yönetimi daha çok size aittir. Elektriğini siz sağlarsınız. Bozulursa tamire siz götürürsünüz. Lazım olan programları siz yükler veya kaldırırsınız. Zaten parayı verip alan da sizsiniz. Komşunuz bilgisayarın varlığına bu şekilde dahil olmamıştır.
Buraya kadar tartıştığımız birşey yok. Tamam. Ama devam edelim: Peki, o bilgisayarı üreten firma mı o bilgisayara daha sahiptir, yoksa siz mi? Bu soruyla işler karışıyor. Çünkü, o bilgisayarın, bozulsa tamir edemeyeceğiniz ve hatta nasıl çalıştığını dahi bilmediğiniz öyle detayları vardır ki, bu detayları ancak üretici firma kuşatabilir. Bilebilir, irade edebilir ve yapabilir. Bu da ona o bilgisayarın üzerine 'markasını vurma' hakkı verir. Siz bir firmadan bilgisayar aldığınızda aslında sadece kiracısı olursunuz. Kısıtlı bir kullanım hakkı kazanırsınız. Kendi markanızı üzerine vuramazsınız. Kendi üretiminiz gibi yapamazsınız. Pazara koysanız da yine asıl ustasına nisbet edilir. "Filanca marka!" denilir.
Peki, o bilgisayarda kullanılan 'şey'lerin yaratılışı? Demirin, bakırın, nikelin, plastiğin, kömürün, camın vs... yaratılışı? O bilgisayarı yapan mühendislerin, tasarımcıların, işçilerin yaratılışı? O mühendislerin, tasarımcıların ve işçilerin hayatta kalmasını sağlayacak bir evrenin yaratılışı?
Bunlara da o firma kadir değildir. O halde son mertebede şu bilgisayarın sahibi kim olur? Mülkü kimde kalır? İşte, biz, bu yüzden Cenab-ı Hakka Malik-i Hakiki diyoruz. Zira diğer bütün gölge sahipler yaratışın bir dönemine şahitlik etmekle yetiniyorlar. Daha detaya, daha detaya, daha detaya inildikçe bu sahte sahipler yavaş yavaş o şeyden ellerini çekiyorlar. Geriye tüm deyatların bilen Alîm, tüm detayları irade eden Mürîd ve tüm detayları yaratan Kadîr kalıyor. Allah kalıyor. Allah kaldığı için asıl yaratıcı o oluyor. Tevhid de bizim buna imanımızdır. Yani hepimiz aradan çekildiğimizde kalacak olana imanımızdır.
Ancak iş bu kadarla da sınırlı değil. Kararları beyinde verildiği halde (en azından bilim şimdilik böyle söylüyor) şuurumuza taalluk etmeyen şeyler de var. Bedenimizin işleyişi sırasında öyle şeyler yaşanıyor ki, bunların bir yerden yönetildiğini biliyoruz, ama kimin yönettiğini bilmiyoruz. Dikkatimiz çekildiğinde "Ha, evet, oluyor öyle şeyler!" desek de genel manada yaşananların farkında değiliz. Nefes alıp verişimiz mesela. Bunun yönetimimizde birşey olduğunu söyleyebilir miyiz? Dahil olduğumuzda nefesimizi kontrol edebiliyoruz. Ama daldığımızda? Ama geceleri? Ama uyurken? Peki kalbimizin atışı? Böbreklerimizin işleyişi? Karaciğerimizin çalışması? Biz onları unuttuğumuzda kim onları unutmuyor?
İnsan sarayının idaresi pek şaşırtıcı. Bazen, sahip olduğumuz irade yetkisine rağmen, yaşananların seyircisi olduğumuzu düşünüyorum. Yani şahitlikten ötesi silik. Var ama pek zayıf. Hatta onun da bir kısmı yine fıtratın etkisi altında. (Fıtrat kaderin hayatımıza dokunduğu yerdir.) Neden bir insanın canı çöp yemek istemez? Neden leş hepimiz için pistir? Neden gideceğimiz yere yuvarlanarak gitmiyoruz? Neden böylesi şeyler hepimize aynı derecede 'yanlış' geliyor? İrademizin kısıtlılığı buralarda daha net görünüyor. Biz 'kalıplar içerisinde seçebilen' canlılarız. Varolmadan öncemizi belirleyemediğimiz gibi varlıkla getirdiğimiz kayıtları da seçimlerimiz sırasında gözetiyoruz. Bize bırakılan seçim alanı tüm bu kalıpların ve kayıtların içinde.
İrademiz bu kayıtlara sahip olduğu gibi şuurumuz da öyle. Bu aslında biraz da 'yaratıcılık' ve 'şahitlik' arasındaki o kapanmaz mesafenin getirisi. Yaratan yarattığının her detayını bilmek ve irade etmek zorundadır. Şahit ise bu yükleri tastamam taşımak zorunda değildir. Bir evin sahibi olmakla misafiri olmak aynı şey değildir. Bir malın emanetçisi olmakla sahibi olmak aynı şey değildir.
Bir fabrikanın patronu olmakla orayı dolaşmaya gelmiş bir meraklı olmak aynı değildir. Aslında sahip olmak büyük ölçüde kontrol etmektir. Sahip olan, sahip olduğunun her detayını bildiği (ilim), değişimlerini irade edebildiği (irade), ihtiyaçlarını karşılayabildiği (rububiyet) ve yaratabildiği (kudret) ölçüde o şeyin sahibidir. Zaman zaman onda sınırlı tasarruflarda bulunabilmeyle onun her anının bilicisi, idarecisi veya devam ettiricisi olmak arasında farklar vardır. Esas sahiplik ikincisidir. Birincisi sadece emanetçiliktir.
Kusurlu bir örnekle birazcık açayım: Evinizdeki bilgisayarın sahibi sizsiniz öyle değil mi? Bir komşunuz küçük bir iş için onu kullansa, bu, onu bilgisayarın sahibi kılar mı? Hayır. Çünkü zamana yayılan varlığında bilgisayarın yönetimi daha çok size aittir. Elektriğini siz sağlarsınız. Bozulursa tamire siz götürürsünüz. Lazım olan programları siz yükler veya kaldırırsınız. Zaten parayı verip alan da sizsiniz. Komşunuz bilgisayarın varlığına bu şekilde dahil olmamıştır.
Buraya kadar tartıştığımız birşey yok. Tamam. Ama devam edelim: Peki, o bilgisayarı üreten firma mı o bilgisayara daha sahiptir, yoksa siz mi? Bu soruyla işler karışıyor. Çünkü, o bilgisayarın, bozulsa tamir edemeyeceğiniz ve hatta nasıl çalıştığını dahi bilmediğiniz öyle detayları vardır ki, bu detayları ancak üretici firma kuşatabilir. Bilebilir, irade edebilir ve yapabilir. Bu da ona o bilgisayarın üzerine 'markasını vurma' hakkı verir. Siz bir firmadan bilgisayar aldığınızda aslında sadece kiracısı olursunuz. Kısıtlı bir kullanım hakkı kazanırsınız. Kendi markanızı üzerine vuramazsınız. Kendi üretiminiz gibi yapamazsınız. Pazara koysanız da yine asıl ustasına nisbet edilir. "Filanca marka!" denilir.
Peki, o bilgisayarda kullanılan 'şey'lerin yaratılışı? Demirin, bakırın, nikelin, plastiğin, kömürün, camın vs... yaratılışı? O bilgisayarı yapan mühendislerin, tasarımcıların, işçilerin yaratılışı? O mühendislerin, tasarımcıların ve işçilerin hayatta kalmasını sağlayacak bir evrenin yaratılışı?
Bunlara da o firma kadir değildir. O halde son mertebede şu bilgisayarın sahibi kim olur? Mülkü kimde kalır? İşte, biz, bu yüzden Cenab-ı Hakka Malik-i Hakiki diyoruz. Zira diğer bütün gölge sahipler yaratışın bir dönemine şahitlik etmekle yetiniyorlar. Daha detaya, daha detaya, daha detaya inildikçe bu sahte sahipler yavaş yavaş o şeyden ellerini çekiyorlar. Geriye tüm deyatların bilen Alîm, tüm detayları irade eden Mürîd ve tüm detayları yaratan Kadîr kalıyor. Allah kalıyor. Allah kaldığı için asıl yaratıcı o oluyor. Tevhid de bizim buna imanımızdır. Yani hepimiz aradan çekildiğimizde kalacak olana imanımızdır.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...