Vahiy ile ilhamın hem bir arkadaşlığı hem de çok büyük farkları var. Mürşidim de, başta umum-husus meselesi olmak üzere, pekçok açıdan bu farkları izah eder. Hemen yazının başında bunu ifade edeyim ki kavramlar ve karşılıkları karışmasın. Karıştırdığım sanılmasın. Şunu yazmaya bir cesaret buldum. Çünkü Bediüzzaman da insanı kainatın misal-i musağğarı (küçük bir nümunesi) olarak anmakla bana bu cesareti veriyor. Hatta burada da bırakmıyor. Levh-i mahfuz ile hafıza arasında, âlem-i misal ve rüya arasında, lümme-i şeytaniye ile şeytanın zatı hakkında öyle ilginç benzerlik ilgileri kuruyor ki, bencileyin, böylesi ilgilerin peşine düşmeden edemiyorum. İşte, bu yazıda, onlardan birisine dair aklımdan geçenleri sizlerle paylaşmaya çalışacağım. Sürç-i lisanlarımız baştan affola. Fakat önce, ne demek istediğimi anlamanız için, yine mürşidimin bu benzerliği ortaya koyduğu bir yerden damlacık olsun alıntılayayım. Yemeğimiz onun tuzuyla ballansın:
"İnsan küçük bir âlem olduğu gibi, âlem dahi büyük bir insandır. Bu küçük insan o büyük insanın bir fihristesi ve hülâsasıdır. İnsanda bulunan nümunelerin büyük asılları, insan-ı ekberde bizzarure bulunacaktır. Meselâ, nasıl ki insanda kuvve-i hafızanın vücudu, âlemde levh-i mahfuzun vücuduna kat'î delildir; öyle de, insanda kalbin bir köşesinde lümme-i şeytaniye denilen bir âlet-i vesvese ve kuvve-i vâhimenin telkinatıyla konuşan bir şeytanî lisan ve ifsad edilen kuvve-i vâhime küçük bir şeytan hükmüne geçtiğini ve sahiplerinin ihtiyarına zıt ve arzusuna muhalif hareket ettiklerini, hissen ve hadsen herkes nefsinde görmesi, âlemde büyük şeytanların vücuduna kat'î bir delildir. Ve bu lümme-i şeytaniye ve şu kuvve-i vâhime bir kulak ve bir dil olduklarından, ona üfleyen ve bunu konuşturan haricî bir şahs-ı şerîrenin vücudunu ihsas ederler."
Şimdi, kendimce kurduğum benzerlik ilgisine gelirsem, evveliyetle şunu ifade etmeliyim: Bu tefekkürüm aslında bir korkumdan besleniyor. Ben, ancak yazarak bir işe yaradığıma inandığım için, başıma gelecek en büyük musibetlerden birisinin ilhamlarımın kesilmesi olduğunu düşünürüm. Ne zaman, beyaz bir sayfayı açıp içini dolduracak birşey bulamayarak kalkarsam başından, aynı endişeyi tekrar yaşarım: "Bu hep böyle sürecek mi?"
Şükürler olsun. Sürmez. Rabbim bana hemence rahmet eder. Elimi uzun süreler boş çevirmez. Her yazımdan sonra içimden gele gele 'Elhamdülillah' derim demesine ama mutluluğumun huzuru da, tevekkülde zayıf olduğundan, pek kısadır. Bir-iki günü geçince yeniden "Hâlâ orada duruyorlar mı bakalım?" diye kontrol etmek için elimi klavyeme atarım. Beyaz sayfayı yine açarım. Kendimi yeniden test ederim: "Hâlâ yazabiliyor muyum? Hâlâ kalbime birşeyler fısıldanıyor mu? Hâlâ umutlanabilir miyim kendimden?" Bu halim tıpkı parkta oynayan çocuğunu kollayan anneye benzer. Her neyle uğraşıyor olsa dikkatinin bir kenarı oradadır, parktadır, evladındadır.
Şunu da yadsımıyorum: Hayatımı devam ettirebilmem için yazının dışında da devam etmesi gereken birçok şey var elbette. Her birine de ayrı ayrı muhtacım. Bazılarına yazıdan çok daha fazla muhtacım. (Nefes gibi an an lazım olan şeyler var.) Hiçbirini 'hazır cepte' sanamam. Fakat her nedense yazıda bu muhtaçlığımın daha bir şuurundayım. İhsan dairesinden musluk açılmazsa aklıma hiçbir güzel şeyin gelmediğini biliyorum. Deliriyorum. Böyle kabızlıklar yaşadım. Daraldım. Defter parçaladım. Tuşları tartakladım. Fakat yoksunluklarını da hikmetsiz görmedim. Onları da vahyin kesildiği dönemde Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın nasıl bir sıkıntı çektiğini anlamaya pencerem yaptım.
Bediüzzaman bir yerde nimetin devamının o nimetle tanışmaktan daha büyük bir nimet olduğunu söylüyor. Böyle münkabız vakitlerde daha iyi idrak ediyorum sırrını o bölümün: "Ve kezâ, Esmâ-i Hüsnâdan 'Vâris' isminin tecelliyatı adedince ve babalar gibi usulün zevâlinden sonra bâki kalan fürûatın sayısınca ve âlem-i âhiretin mevcudatı adedince ve uhrevî mükâfatları almaya medar olmak üzere hıfzedilen beşerin amelleri sayısınca, sadâsı ile şu fezayı dolduracak kadar büyük bir 'Elhamdülillâh' ile hamd edilecek Hafîziyet nimetidir. Çünkü, nimetin devamı, nimetin zâtından daha kıymetlidir. Lezzetin bekàsı, lezzetten daha lezizdir. Cennette devam, cennetin fevkindedir. Ve hâkeza..."
Bir nimeti tatmak, eğer devamı yoksa, tastamam beladır. Ayrılığı cefadır. Arızanın ta kendisidir. Çünkü özlenilecek bir yâr ile daha tanışılmış olur. Mecnun birdir. Ama Leyla 'devam etmeyenler kadar' çoktur. Bu nedenle Risale-i Nur'da denir ki: Nimetlerin nikmetlere dönüşmesini engelleyen şey öncelikle ahirettir. Tadı damağımızda kalmayacaksa hiçbirşeyin, bu, ancak ahiret sayesinde olur. Ahiret de Allah'ın ilmi, iradesi, rahmeti, kudreti vs. sayesinde olur. Allah'a iman ile ahirete iman tam da bu noktada birbirine bağlanır. Ölümü nimet haline getiren dahi bu gidişlerin sancısıdır: "Hem meselâ, güzel çiçeklerin âşıkları olan güzel sineklerin, kışın şedâidi içinde hayatları ne kadar zahmet ve ölümleri ne kadar rahmet olduğu anlaşılır." (Vahiy gibi bir nimetin tamam olduğunu haber vermesinden Aleyhissalatuvesselamın gideceğini çıkaran Hz. Ebu Bekir (r.a.) ne ferasetlidir!)
Biraz dağıttım yine. Tefekkürüme geri döneyim. İşte böyle 'devamsızlık' korkusu çektiğim anlardan birinde, yanlış hatırlamıyorsam Ebubekir Sifil Hoca'nın kıyamet alâmetlerine dair dersinde dinlediğim, birşeyi hatırladım: "Kıyamet alâmetlerinden birisi de (belki de ilki) Ahirzaman Nebisî aleyhissalatuvesselamın gelişidir!" diyordu Ebubekir Sifil Hoca. Hakikaten öyleydi. O, hem Kur'an'ın hem de hadislerinin ifadesiyle, peygamberliğin mührüydü ve ondan sonra artık peygamber gelmeyecekti. Vefatıyla dünyadan vahiy 'geri dönmemek üzere' kesilmişti. Onun gelişiyle varlığın kıyamet eşiğine iyice yaklaştığı anlaşılıyordu. O zirveydi. Sonrası düşüştü. Zirveler kendilerinden sonraki düşüşü haber verirdi. Bu bana şunu düşündürdü: Birşeyin sonu yaklaştığında galiba ondan ilhamlar da kesiliyor. Kelamın kesilmesi fenanın habercisi oluyor.
Yaşlanmış güvercinler yuvalarını bulmakta zorlanıyorlar. Ölümü yaklaşan arılar kovanlarına dönmeyi beceremiyorlar. Hayvanlar âleminden ilham ile haşır-neşir hangi örneği kaldırsanız az-çok şunu görüyorsunuz: Vazifelerinin bitmesi yaklaştığında birşeyler oluyor şu masumcuklara. Birden boşluğa düşer gibi bir halet yaşıyorlar. En iyi yaptıkları görevleri bile yerine getirmekte zorlanıyorlar. Huyları değişiyor. Ahlakları değişiyor. Alışkanlıkları değişiyor. Aptallaşıyorlar. Sadece yaşlılık mı bunun sebebi? Bence değil. Ahirzamanlarının gelmiş olmasının da bunda payı var. Ötelerden, belki müekkel melek dillerden, görevlerini güzelce yerine getirmeleri için fısıldanan haberler kesiliyor. Varlıkları hikmetini eda edip bitiriyor. İnsan için de bu biraz böyle.
Nasıl ki, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın dar-ı bekaya gidişiyle vahiy kesildi ve büyük âlemin ölümü yaklaştı, (ki bir hadis-i şerifte de şahadet ve orta parmaklarını göstererek kendisiyle kıyametin yakınlığını onlarla ifade ettiği aktarılır), öyle de misal-i musağğar olan insanın ölümü kendisinden ilhamların kesilmesiyle yaklaşıyor. Kalbimizin en derininde hissettiğimiz o ses kısılmaya başladığında belki de bu yüzden korkuyoruz.
Eskisi gibi üretemediğimizde, yazamadığımızda (özellikle şiir yazamadığımızda), âşık olamadığımızda veya güzel heyecanlar hissedemediğimizde içimiz ürpertiyor: "Yoksa o güzel ses kesildi mi?" Kendimde varolagelen bu korkunun böyle bir zeminden beslendiğini düşünmeye başladım.
Hatta bazı ihtiyarların yaşlandıkça gençlere özenmesinde de böyle bir hissedişin payı olduğunu hissediyorum. Yanlış yerde aranan bir hayat. Alıntıyla ayakta kalmaya çalışan bir yazar. Haberin kaynağını orada sanıyorlar. Sesin menbaını bu dünyada zannediyorlar. Peki bu bağ nasıl diri tutulacak? Bir yolu yok mu şunun? Ayet-i kerime onu bize güzelce müjdeliyor zaten: "Kalpler ancak Allah'ın zikriyle mutmain olur."
"Birinizin elbisesi eskidiği gibi göğsündeki imanı da eskir. Öyle ise Allah'tan kalbinizdeki imanı tazelemesini dileyiniz!" buyruluyor bir hadis-i şerifte. Yüz kere söylüyorsak bin kere, bin kere söylüyorsak onbin kere, Allah'ı anışımızı, zikrimizi, tefekkürümüzü çoğaltmamız lazım. Kalbimize o eski heyecanlar, ilhamlar, güzel sesler gelmiyor; çünkü gitmemiz yaklaştıkça voltajımız düşüyor. Bu düşüklüğün tedavisi geçmişe özlem duymakta değil yedek bataryaların sayısını arttırmakta. 'Ahirzamanda yaşlı kadınların dinine tâbi olmayı' tavsiye eden hadisin belki böyle bir yanı da var. En çok zikrullah ile meşgul onları görüyoruz çünkü. Kalplerinde kısıldığını hissettikleri sesin desibelini kendi dualarıyla arttırıyorlar. Zaten acz de şu hissedişi arttırmanın aracı değil midir? "Evet, bu kelime öyle mübarek bir definedir ki, senin nihayetsiz aczin ve fakrın, seni nihayetsiz kudrete, rahmete raptedip Kadîr-i Rahîmin dergâhında aczi, fakrı en makbul bir şefaatçi yapar." Şefaatçiye ihtiyacımız var. İlk şefaatçilerimiz; onun vahyi ile bize öğrettiği kelimat-ı mübarekedir, söylenmesini sevdiği kelimelerdir.
21 Eylül 2017 Perşembe
13 Eylül 2017 Çarşamba
Ahmed 'başka kitapları' neden okur?
En'am sûresinin 68. ayetinde, kısa bir meal olarak, "Âyetlerimiz hakkında dedikoduya dalanları gördüğün vakit başka bir söze dalıncaya kadar onlardan yüz çevir, uzaklaş. Şayet şeytan sana unutturursa, hatırladıktan sonra (kalk), o zalimler grubu ile beraber oturma!" buyruluyor. Yine Tirmizî ve İbn Mace'de geçen bir hadiste de "Bir kötülük gördüğünüz zaman elinizle, gücünüz yetmezse dilinizle, ona da gücünüz yetmezse kalben buğz ediniz!" emrediliyor. Mürşidim de bir yerde II. Cihan Harbi'yle zihnen fazla meşgul olmanın şöyle bir sakıncası olabileceğine dikkat çekiyor: "Ve bazen bu harp boğuşmalarını merakla takip eden, bir tarafa kalben taraftar olur. Onun zulümlerini hoş görür, zulmüne şerik olur." Belki size tuhaf gelecek ama, ben, nicedir bu üç mübarek kelam arasında bir ilgi seziyordum. Fakat teşhis edemiyordum.
Yakınlarda bu bağı, hiç hesap etmeyeceğim bir yerden, Murat Gülsoy'un İstanbul'da Bir Merhamet Haftası isimli deneysel çalışmasından, öğrendim. Elbette o kitabın hiçbir yerinde bu metinler alıntılanıp "İşte onların arasındaki bağ şudur!" denmiyor. Böyle bir izah yok. Fakat, bir yerinde 'kötülüğün görünürlüğü' hakkında öyle şeyler söyleniyor ki, sanki 'sezgim' eksik parçasını onunla buluyor ve bir tür 'hakikate' dönüşüyor. Orası da şurasıdır:
"İzlemek, müdahale etmeden izlemek, bakmak, görmek, dolaylı bir onaylama mekanizmasından başka birşey değil. Modernlik sonrası dünyanın medyayı kullanma biçimi tam da bu ikili işleve dayanmakta. Kötülük gizlendiği ölçüde kaynağına zarar verebilir. Onaylanmamış kötülük sadece sahibine aittir. Kötülük sahibi olmak başlangıçta iktidarla mümkündür ancak sürdürülmeye muhtaç bir iktidardır bu. Sonsuza genişlemekten başka stratejisi olamaz kötülüğün. Dolayısıyla, yırtıcı, iktidarını bir biçimde seyirlik hale getirmek zorundadır. Bir kez seyirlik hale gelen iktidar izleyicisinin onayını alır.
Onaylamak gönüllü yapılan bir eylem değildir. İzleyicinin, güçsüzlüğünü ve etkisizliğini kavradığı anda yaşadığı psikolojik bir dönüşümdür. Bu süreç kötünün güçlüye ve haklıya dönüştürülmesi ile tamamlanır. Onaylamamanın tek yolu 'karşı kuvvet oluşturmak'tır. İzleyici bunu yapacak erke sahip olmadığını anladığı anda kötülüğü onaylamanın anaforuna kapılmak üzere olduğunu hisseder. Psikolojik bütünlüğü korumak için bu durumla başaçıkacak bir strateji/bir açıklama bulmak zorunda kalır. Yırtıcının iktidarı bu şekilde haklı bir duruma dönüşür izleyicinin zihninde. Bir başka değişle, onay önce gelir, ardından açıklama. Bu izlemenin işlevidir."
Bu ifadeler eşliğinde, bencileyin, farkettiğim şu: Birşey varolduğu andan itibaren iki güdüyle/arzuyla/taleple birlikte varoluyor. 1) Bir kere varolan her kere varolmak istiyor. Yani devam istiyor. Sonsuzluk istiyor. Beka istiyor. (Varoluş öyle büyük bir nimettir ki varolan aksini tasavvur edemez.) 2) Bir kere varolan her yerde varolmak istiyor. Yani yayılmak istiyor. İşgal etmek istiyor. Kabullenilmek istiyor. (Varolan, kendinde öyle meziyetler görür ve onları öyle beğenir ki, her yerde aynı meziyetlerin takdir edildiğini görmek ister.) Bu iki güdü, arzu veya talep ile vücuda geliyor herşey. Masivadan her ne varolsa bu iki şeyi arzulayarak varoluyor ve elde ettikçe de devam ediyor. Bu noktada diyebiliriz ki: İyiliğin varoluşu, onun bu iki talebinin tatminiyle ilgili olduğu gibi, kötülüğün eksiltilmesi de yine bu iki talebinin karşılıksız bırakılmasıyla ilgilidir.
Yani: Biz bir kötülüğe, hadiste ifade buyrulduğu gibi, karşı koyduğumuz zaman öncelikle 'yayılma arzusuna' bir bıçak vurmuş oluyoruz. "Sen bende yayılamazsın. Bana yayılamazsın. Benimle yayılamazsın!" demiş oluyoruz. İkinci olarak da bu tebliğin etkisiyle kötülük 'yanlış olduğunu' işitmiş oluyor. Birşeye yanlış olduğunu söylemek ona 'devam edici olmadığını' söylemiş olmaktır. Zira yanlış olan arızîdir. Olagelemez. Devam edemez. Kökü kesiktir. Fıtrata aykırıdır.
Birşeyin yanlışlığı ifade edildiğinde aslında söylenen o şeyin 'akışa uygun olmadığı'dır. Bu akışa ister hikmet diyelim, ister uyum, ister fıtrat, ister büyük resim, ister kader, en nihayet dilegelen o parçanın içinde yeraldığı sistemle uyumsuzluğudur. Bu yapıldığı zaman kötülüğün varlığına karşı adım atılmış olur.
Peki ya kötülüğe karşı çıkamayacak kadar güçsüz/etkisiz bir konumdaysak? O zaman ne yapmalıyız? İşgaline nasıl karşı koymalıyız? İşte, bu durumda da, en başta alıntıladığım ayet-i kerimeyi ve Bediüzzaman'ın (kanaatimce) bu ayetin bir tefsiri olduğunu düşündüğüm altındaki cümlelerini hatırlamalıyız. Bir de Murat Gülsoy'un şu cümlesini: "Onaylanmamış kötülük sadece sahibine aittir." Acze düştüğümüz yerde kötülüğe karşı koyuşumuz 'buğz' iledir. Daha ilerisinde ise bizdeki işgaline karşı koymamız 'ilgisizlikle' olur.
Kötülük, kendisiyle ilgilenenleri ancak, kendisinden haberdar eder. Etkiler. Buğzedemeyecek kadar zayıfları ise bu ilgi sayesinde işgal eder. İlgilenegeldiğiniz bir kötülük galipken mağlup bir hakikatin yanında yeralmak her babayiğidin harcı değildir. Galibiyetin bir cazibesi vardır. Genel-geçer olmanın bir dayatması vardır. Gücün bir ilüzyonu vardır. Bu cazibe, dayatma ve ilüzyonların etkisi altında kalmamak 'onların etki alanı dışında kalmak'la mümkün olur. İşte, bu zeminde biz, ayet-i kerimede bize emredilen şeyi hatırlarız: "Âyetlerimiz hakkında dedikoduya dalanları gördüğün vakit başka bir söze dalıncaya kadar onlardan yüz çevir, uzaklaş. Şayet şeytan sana unutturursa, hatırladıktan sonra (kalk), o zalimler grubu ile beraber oturma!"
Evet. Söyleyeceklerim özetle bu kadar. Ben şimdi ne yaptım? Murat Gülsoy'un zâhiren ayetle, hadisle, Risale-i Nur'la hiçbir ilgisi olmayan birkaç paragrafını onları anlamak için kullandım. Bediüzzaman'ın 'bahtiyar doktor' dediği talebesine tavsiye ettiği gibi 'kafamdaki odunları yaktım' ve Furkan sûresindeki "Allah onların kötülüklerini iyiliklere çevirir!" sırrına sığınarak farklı okumalarım içinden bir ateş çıkardım. (İsteyen elini ısıtır.) Daha doğrusu; öğrendiğim felsefeyi, Ene Risalesi'nde emredildiği gibi, nübüvvetin hizmetine vermeyi denedim. Bunu siz de deneyin. Korkmayın. Muvaffakiyet ise Allah'tandır.
Yakınlarda bu bağı, hiç hesap etmeyeceğim bir yerden, Murat Gülsoy'un İstanbul'da Bir Merhamet Haftası isimli deneysel çalışmasından, öğrendim. Elbette o kitabın hiçbir yerinde bu metinler alıntılanıp "İşte onların arasındaki bağ şudur!" denmiyor. Böyle bir izah yok. Fakat, bir yerinde 'kötülüğün görünürlüğü' hakkında öyle şeyler söyleniyor ki, sanki 'sezgim' eksik parçasını onunla buluyor ve bir tür 'hakikate' dönüşüyor. Orası da şurasıdır:
"İzlemek, müdahale etmeden izlemek, bakmak, görmek, dolaylı bir onaylama mekanizmasından başka birşey değil. Modernlik sonrası dünyanın medyayı kullanma biçimi tam da bu ikili işleve dayanmakta. Kötülük gizlendiği ölçüde kaynağına zarar verebilir. Onaylanmamış kötülük sadece sahibine aittir. Kötülük sahibi olmak başlangıçta iktidarla mümkündür ancak sürdürülmeye muhtaç bir iktidardır bu. Sonsuza genişlemekten başka stratejisi olamaz kötülüğün. Dolayısıyla, yırtıcı, iktidarını bir biçimde seyirlik hale getirmek zorundadır. Bir kez seyirlik hale gelen iktidar izleyicisinin onayını alır.
Onaylamak gönüllü yapılan bir eylem değildir. İzleyicinin, güçsüzlüğünü ve etkisizliğini kavradığı anda yaşadığı psikolojik bir dönüşümdür. Bu süreç kötünün güçlüye ve haklıya dönüştürülmesi ile tamamlanır. Onaylamamanın tek yolu 'karşı kuvvet oluşturmak'tır. İzleyici bunu yapacak erke sahip olmadığını anladığı anda kötülüğü onaylamanın anaforuna kapılmak üzere olduğunu hisseder. Psikolojik bütünlüğü korumak için bu durumla başaçıkacak bir strateji/bir açıklama bulmak zorunda kalır. Yırtıcının iktidarı bu şekilde haklı bir duruma dönüşür izleyicinin zihninde. Bir başka değişle, onay önce gelir, ardından açıklama. Bu izlemenin işlevidir."
Bu ifadeler eşliğinde, bencileyin, farkettiğim şu: Birşey varolduğu andan itibaren iki güdüyle/arzuyla/taleple birlikte varoluyor. 1) Bir kere varolan her kere varolmak istiyor. Yani devam istiyor. Sonsuzluk istiyor. Beka istiyor. (Varoluş öyle büyük bir nimettir ki varolan aksini tasavvur edemez.) 2) Bir kere varolan her yerde varolmak istiyor. Yani yayılmak istiyor. İşgal etmek istiyor. Kabullenilmek istiyor. (Varolan, kendinde öyle meziyetler görür ve onları öyle beğenir ki, her yerde aynı meziyetlerin takdir edildiğini görmek ister.) Bu iki güdü, arzu veya talep ile vücuda geliyor herşey. Masivadan her ne varolsa bu iki şeyi arzulayarak varoluyor ve elde ettikçe de devam ediyor. Bu noktada diyebiliriz ki: İyiliğin varoluşu, onun bu iki talebinin tatminiyle ilgili olduğu gibi, kötülüğün eksiltilmesi de yine bu iki talebinin karşılıksız bırakılmasıyla ilgilidir.
Yani: Biz bir kötülüğe, hadiste ifade buyrulduğu gibi, karşı koyduğumuz zaman öncelikle 'yayılma arzusuna' bir bıçak vurmuş oluyoruz. "Sen bende yayılamazsın. Bana yayılamazsın. Benimle yayılamazsın!" demiş oluyoruz. İkinci olarak da bu tebliğin etkisiyle kötülük 'yanlış olduğunu' işitmiş oluyor. Birşeye yanlış olduğunu söylemek ona 'devam edici olmadığını' söylemiş olmaktır. Zira yanlış olan arızîdir. Olagelemez. Devam edemez. Kökü kesiktir. Fıtrata aykırıdır.
Birşeyin yanlışlığı ifade edildiğinde aslında söylenen o şeyin 'akışa uygun olmadığı'dır. Bu akışa ister hikmet diyelim, ister uyum, ister fıtrat, ister büyük resim, ister kader, en nihayet dilegelen o parçanın içinde yeraldığı sistemle uyumsuzluğudur. Bu yapıldığı zaman kötülüğün varlığına karşı adım atılmış olur.
Peki ya kötülüğe karşı çıkamayacak kadar güçsüz/etkisiz bir konumdaysak? O zaman ne yapmalıyız? İşgaline nasıl karşı koymalıyız? İşte, bu durumda da, en başta alıntıladığım ayet-i kerimeyi ve Bediüzzaman'ın (kanaatimce) bu ayetin bir tefsiri olduğunu düşündüğüm altındaki cümlelerini hatırlamalıyız. Bir de Murat Gülsoy'un şu cümlesini: "Onaylanmamış kötülük sadece sahibine aittir." Acze düştüğümüz yerde kötülüğe karşı koyuşumuz 'buğz' iledir. Daha ilerisinde ise bizdeki işgaline karşı koymamız 'ilgisizlikle' olur.
Kötülük, kendisiyle ilgilenenleri ancak, kendisinden haberdar eder. Etkiler. Buğzedemeyecek kadar zayıfları ise bu ilgi sayesinde işgal eder. İlgilenegeldiğiniz bir kötülük galipken mağlup bir hakikatin yanında yeralmak her babayiğidin harcı değildir. Galibiyetin bir cazibesi vardır. Genel-geçer olmanın bir dayatması vardır. Gücün bir ilüzyonu vardır. Bu cazibe, dayatma ve ilüzyonların etkisi altında kalmamak 'onların etki alanı dışında kalmak'la mümkün olur. İşte, bu zeminde biz, ayet-i kerimede bize emredilen şeyi hatırlarız: "Âyetlerimiz hakkında dedikoduya dalanları gördüğün vakit başka bir söze dalıncaya kadar onlardan yüz çevir, uzaklaş. Şayet şeytan sana unutturursa, hatırladıktan sonra (kalk), o zalimler grubu ile beraber oturma!"
Evet. Söyleyeceklerim özetle bu kadar. Ben şimdi ne yaptım? Murat Gülsoy'un zâhiren ayetle, hadisle, Risale-i Nur'la hiçbir ilgisi olmayan birkaç paragrafını onları anlamak için kullandım. Bediüzzaman'ın 'bahtiyar doktor' dediği talebesine tavsiye ettiği gibi 'kafamdaki odunları yaktım' ve Furkan sûresindeki "Allah onların kötülüklerini iyiliklere çevirir!" sırrına sığınarak farklı okumalarım içinden bir ateş çıkardım. (İsteyen elini ısıtır.) Daha doğrusu; öğrendiğim felsefeyi, Ene Risalesi'nde emredildiği gibi, nübüvvetin hizmetine vermeyi denedim. Bunu siz de deneyin. Korkmayın. Muvaffakiyet ise Allah'tandır.
Etiketler:
Bediüzzaman,
buğzetmek,
En'am sûresi,
görünürlük,
Hadis,
II. Dünya Savaşı,
İbn Mace,
İstanbul'da Bir Merhamet Haftası,
Kitap,
Kötülük,
Kur'an,
Murat Gülsoy,
Okumak,
roman,
Şer,
Tirmizî,
Zulüm
12 Eylül 2017 Salı
Kertenkelenizi bir vuruşta öldürmekten korkmayın
Okuyanları bilirler. Bediüzzaman ve talebeleri hapse girdikten sonra, onlarla tanışıp Risale-i Nur'u ders alan mahkûmlardan, evvelen kendi ailesinden birisini öldürmüş olanlar bile, tahtakurusunu öldürmeye çekinir hale gelmişlerdir. (Tevhide imanın tetiklediği mübarek bir şefkattir bu.) Hatta, bu böceklerin verdikleri rahatsızlık ziyadeleşince, Bediüzzaman'a "Bunları öldürmemiz caiz mi?" diye sorduranlar olmuştur. Bu husus, gerek mahkeme müdafaalarında, gerek talebelerin hatıralarında defalarca nakledilir. İmanın (özelde ise Risale-i Nur'un) insanda yaptığı olumlu değişime karine gösterilir:
"Bunun bir nümunesi Denizli Hapishanesidir. Oraya Nurlar ve o mahpuslar için yazılan Meyve Risalesi girmesiyle, üç-dört ay zarfında iki yüzden ziyade o mahpuslar öyle fevkalâde itaatli, dindarâne bir salâh-ı hal aldılar ki, üç dört adamı öldüren bir adam, tahta bitlerini öldürmekten çekiniyordu."
Bu değişim büyük bir enteresanlık. Kütüb-i Sitte okumalarım esnasında ben de enteresan şeylerle karşılaşıyorum. Özellikle 'enteresan sorular'la. Aslında soruların kendisi enteresan değil. Benim ukâlâ bakışaçım yüzünden enteresan oluyorlar. Ne de olsa ahirzaman çocuğuyum. Hak mezhep ulemasının herşeyi tam bir vukufiyetle tesbit edip sistemleştirdiği, helalleri-haramları madde madde toparlayıp sunduğu, amelleri neyin bozup neyin zarar vermediğini hazır bir liste şeklinde önüme koyduğu bir devrin müslümanıyım ben. Hazırcılığın perdeli kibrine sahibim.
Bu nedenle, dinin daha yeni tesis edildiği bir dönemde, herhangi birşeyi yedikten sonra bile 'Abdest almam gerekiyor mu?' diye soran bir sahabeyi anlayamıyorum. Yemenin abdesti bozmadığını çoktandır biliyorum çünkü. Fakat unutuyorum. Ben bunu kimin sayesinde biliyorum? Ben bunu, işte, o mübarek ve muazzez insanların bu temkinleri sayesinde biliyorum. Yoksa, onlar bu soruları sorup cevaplarını almasalardı, ben bu cevapları nereden bulacaktım?
Zaten sünnet-i seniyyeyi ve sahabeyi bizim için vazgeçilmez kılan da budur: Ancak vahiyle bilinebilecek şeylerin bilgisini o ilk neslin soruları ve Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın cevapları sayesinde öğreniriz biz. Sahabe bu noktada alternatifsizdir. Rehberliği kaçınılmazdır. Onların rehberliğine başvurulmadan İslam'ın mesajının aslında ne olduğu anlaşılamaz.
Bize en çok "Yahu bu da sorulur mu?" gibi gelen şey, zaten vaktiyle sorulduğu ve cevabı bilinir hale geldiği için, bize öyle geliyordur. O suallerin izahı asırlar önce alınmış, zaptı yapılmış, fakihlerce metinlerde bize aktarılmıştır. İlk nesillerin bu çalışması olmasa dine dair herşey havada kalır. Elimizi-ayağımızı nereye koyacağımızı bilemeyiz. Ufacık meseleleri bile aramızda tartışadururuz. Üstelik hiçbir sonuca da varamayız.
Geçenlerde, Esad Coşan Hocaefendi merhumun yıllar boyu İskender Paşa Camii'nde verdiği Ramuzü'l-Ehadis derslerinden birisini dinliyordum. Sanıyorum tarihi 1994'tü. O haftanın hadis okuması sırasında Esad Coşan Hocaefendi, meşhur (meşhurluğu bugünlerde çokça tartışmaya konu edilmesinden) 'kerkentele hadisini' de okudu ve izah etti. Doğrusu, üzerine 'modernistler tarafından çokça gürültü koparılan' bir hadisin, bu kadar güzelce izahını işitince hakkında yazmaktan kendimi alıkoyamadım.
Anladığımca nakledeceğim. Esad Coşan Hocaefendi diyordu ki o derste: "Sahabenin soruları olmasa, biz, neyin-nerede-ne sınırlar içinde yapılacağını veya yapılamayacağını bilemezdik. Mescid-i Haram'da kan dökmek yasak mı? Yasak. Peki ya çok tehlikeli bir canlı ile karşılaşırsak? O zaman da mı yasak? Hayır. O zaman değil.
İşte bu hadis onu da bize haber veriyor. Burada bahsedilen kertenkele türü o civarda yaşayan zehri kuvvetli bir kertenkeledir. (Ebubekir Sifil Hoca da aynı soruya yanıt verdiği bir videoda Mütercim Âsım Efendi'nin bu hadisteki 'el-vezağa' ifadesini 'ağulu keler' olarak çevirdiğini nakleder.) Bütün kertenkeleler için bu hüküm geçerli değildir. 'Bu tür kertenkele ile Mescid-i Haram sınırları içinde bile karşılaşsanız onu öldürebilirsiniz' diye izin vermiş Allah Resulü aleyhissalatuvesselam. Bu hadis o izni ve teşviki anlatıyor bize. Yoksa, bir arkadaşımın da başına geldiği gibi, kötü şeyler başınıza gelebilir."
Sonra arkadaşının başına umrede gelen hadiseyi anlatıyor. Yakınındaki bir taşın altından akrep çıkınca arkadaşı tereddüt etmiş. "Burası Mescid-i Haram. Burada kan dökmek olur mu? Dokunmayayım!" demiş. Fakat akrep nasıl yapmışsa birden ayağına hamle yapıp sokuvermiş. Sokmasıyla bayılıp hastaneye kaldırılması bir olmuş arkadaşının. Böyle şeyler yaşamamak için, zararlı canlılarla karşılaşılırsa, can tehlikeye girerse, "Onları Mescid-i Haram sınırında dahi olsa öldürebilirsiniz!" sırrının bizlere böyle hadislerle ders verildiğine dikkat çekiyor Esad Coşan Hocaefendi merhum. Çünkü, İslam'ın kalplerini ihtizaza getirişiyle, mü'minlerde Allah'ın yarattığı mahluka zarar vermeme konusunda oluşan bir temkin var. O temkinin/şefkatin ifrata kaçıp hayatları tehlikeye sokmaması için bu uyarı yapılmış.
Mürşidim de bir yerde der: "Şefkat-i insaniye, merhamet-i Rabbaniyenin bir cilvesi olduğundan, elbette rahmetin derecesinden aşmamak ve Rahmetenli'l-Âlemîn zâtın (a.s.m.) mertebe-i şefkatinden taşmamak gerektir. Eğer aşsa ve taşsa, o şefkat, elbette merhamet ve şefkat değildir; belki dalâlete ve ilhada sirayet eden bir maraz-ı ruhî ve bir sakam-ı kalbîdir." Bugün biz şer'î pekçok hususta bu maraz-ı ruhî ve sakam-ı kalbî ile muhatap oluyoruz. Şefkatlerini Allah'ın sonsuz rahmeti ile yarattığı düzenden öteye taşabileceğini düşünen hastalıklı insanlar kurban ibadetini dahi sorgulayabileceklerini sanıyorlar. Hatta onların bir kısmı da işi ileri götürüp mezkûr 'kertenkele hadisi' üzerinden bütün hadis-i şeriflere bir şüphe iliştirmeye çalışıyorlar.
Öncelikle yaptıkları şu: Hadis-i şerifi 'anlayabilecekleri en yanlış şekilde' anlıyorlar. Hiçbir ilmî kaynakta 'Yakaladığınız her kertenkeleyi öldürün' diye bir hüküm olmadığı halde, sanki şimdiye kadar bu hadis hep böyle anlaşılmış ve uygulanmış gibi bir tavır takınıyorlar. Bu önkabulle birlikte safsata başlıyor. Şefkate, yine muazzez olan insanın canını hıfz için çekilen bir sınırı, kontrolsüz bir şiddetin kaynağı gibi gösteriyorlar.
Bu hususta Bediüzzaman ile talebesi Molla Hamid ağabey arasında geçen bir hâdise mezkûr meseleye ne kadar da ibretli bir delil oluşturuyor: Malumdur. Molla Hamid ağabeyin, beraberce yaptıkları gezinti sırasında, bir kertenkeleyi öldürmesi üzerine Bediüzzaman hiddetleniyor. Sorduğu ilk soru ise Esad Coşan Hocaefendi'nin izahlarını doğrular nitelikte: "O hayvan sana taarruz etti mi?"
Burada durup 'duruşumuzu' hatırlayalım: Biz önümüze gelen her koyunu öldürür müyüz? Öldürmeyiz. Ama kurbanda Allah'ın emriyle ve ismiyle, sair vakitlerde de ismiyle ve izniyle kesebiliriz. Önümüze gelen her hayvanı kin ile avlar mıyız? Avlamayız. Ama yine onun izniyle ve ismiyle helal kıldıklarını rızkımız için avlayabiliriz. Önümüze gelen her kâfirle cihad eder miyiz? Etmeyiz. Ama harp zamanı, şer'î hukuk çerçevesinde, Rabbimizin emriyle ve ismiyle karşımızdakinin sayısından korkmadan cihad ederiz. Bizde herşeyin bir fıkhı, bir çerçevesi, bir itidal sınırı vardır. Kontrolsüz olamayız.
Mü'minler olarak şunu asla ve asla unutmayız: İslam hiçbir histe garkoluş değildir. O dengedir. Şefkatinde garkolanların ise elbette Hatemü'l-Enbiya aleyhissalatuvesselamdan sınır öğrenmelerinden başka kurtuluşları yoktur. Onun beşere getirdiği istikamet tüm garkoluşların üstündedir çünkü. En güzel örnek onun itidalidir. "İbadette ifrata kaçan üç sahabeyi kendi ahlakını misal vererek düzelttiği o meşhur hadisede olduğu gibi, böyle hadislerle de, yine şefkatte ifrata düşmüş sahabeye bir itidal çağrısında bulunmuş olabilir!" deriz. Böylesi konularda çıkmaza düşenleri, değil kırda rastgeldikleri masumcukları, kafalarında onları zehirleyen modern ifrat kertenkelelerini, hiç çekinmeden, hem de mübarek bir tek vuruşta, öldürmeye çağırıyoruz. Zira onlara şefkat dinden değildir.
"Bunun bir nümunesi Denizli Hapishanesidir. Oraya Nurlar ve o mahpuslar için yazılan Meyve Risalesi girmesiyle, üç-dört ay zarfında iki yüzden ziyade o mahpuslar öyle fevkalâde itaatli, dindarâne bir salâh-ı hal aldılar ki, üç dört adamı öldüren bir adam, tahta bitlerini öldürmekten çekiniyordu."
Bu değişim büyük bir enteresanlık. Kütüb-i Sitte okumalarım esnasında ben de enteresan şeylerle karşılaşıyorum. Özellikle 'enteresan sorular'la. Aslında soruların kendisi enteresan değil. Benim ukâlâ bakışaçım yüzünden enteresan oluyorlar. Ne de olsa ahirzaman çocuğuyum. Hak mezhep ulemasının herşeyi tam bir vukufiyetle tesbit edip sistemleştirdiği, helalleri-haramları madde madde toparlayıp sunduğu, amelleri neyin bozup neyin zarar vermediğini hazır bir liste şeklinde önüme koyduğu bir devrin müslümanıyım ben. Hazırcılığın perdeli kibrine sahibim.
Bu nedenle, dinin daha yeni tesis edildiği bir dönemde, herhangi birşeyi yedikten sonra bile 'Abdest almam gerekiyor mu?' diye soran bir sahabeyi anlayamıyorum. Yemenin abdesti bozmadığını çoktandır biliyorum çünkü. Fakat unutuyorum. Ben bunu kimin sayesinde biliyorum? Ben bunu, işte, o mübarek ve muazzez insanların bu temkinleri sayesinde biliyorum. Yoksa, onlar bu soruları sorup cevaplarını almasalardı, ben bu cevapları nereden bulacaktım?
Zaten sünnet-i seniyyeyi ve sahabeyi bizim için vazgeçilmez kılan da budur: Ancak vahiyle bilinebilecek şeylerin bilgisini o ilk neslin soruları ve Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın cevapları sayesinde öğreniriz biz. Sahabe bu noktada alternatifsizdir. Rehberliği kaçınılmazdır. Onların rehberliğine başvurulmadan İslam'ın mesajının aslında ne olduğu anlaşılamaz.
Bize en çok "Yahu bu da sorulur mu?" gibi gelen şey, zaten vaktiyle sorulduğu ve cevabı bilinir hale geldiği için, bize öyle geliyordur. O suallerin izahı asırlar önce alınmış, zaptı yapılmış, fakihlerce metinlerde bize aktarılmıştır. İlk nesillerin bu çalışması olmasa dine dair herşey havada kalır. Elimizi-ayağımızı nereye koyacağımızı bilemeyiz. Ufacık meseleleri bile aramızda tartışadururuz. Üstelik hiçbir sonuca da varamayız.
Geçenlerde, Esad Coşan Hocaefendi merhumun yıllar boyu İskender Paşa Camii'nde verdiği Ramuzü'l-Ehadis derslerinden birisini dinliyordum. Sanıyorum tarihi 1994'tü. O haftanın hadis okuması sırasında Esad Coşan Hocaefendi, meşhur (meşhurluğu bugünlerde çokça tartışmaya konu edilmesinden) 'kerkentele hadisini' de okudu ve izah etti. Doğrusu, üzerine 'modernistler tarafından çokça gürültü koparılan' bir hadisin, bu kadar güzelce izahını işitince hakkında yazmaktan kendimi alıkoyamadım.
Anladığımca nakledeceğim. Esad Coşan Hocaefendi diyordu ki o derste: "Sahabenin soruları olmasa, biz, neyin-nerede-ne sınırlar içinde yapılacağını veya yapılamayacağını bilemezdik. Mescid-i Haram'da kan dökmek yasak mı? Yasak. Peki ya çok tehlikeli bir canlı ile karşılaşırsak? O zaman da mı yasak? Hayır. O zaman değil.
İşte bu hadis onu da bize haber veriyor. Burada bahsedilen kertenkele türü o civarda yaşayan zehri kuvvetli bir kertenkeledir. (Ebubekir Sifil Hoca da aynı soruya yanıt verdiği bir videoda Mütercim Âsım Efendi'nin bu hadisteki 'el-vezağa' ifadesini 'ağulu keler' olarak çevirdiğini nakleder.) Bütün kertenkeleler için bu hüküm geçerli değildir. 'Bu tür kertenkele ile Mescid-i Haram sınırları içinde bile karşılaşsanız onu öldürebilirsiniz' diye izin vermiş Allah Resulü aleyhissalatuvesselam. Bu hadis o izni ve teşviki anlatıyor bize. Yoksa, bir arkadaşımın da başına geldiği gibi, kötü şeyler başınıza gelebilir."
Sonra arkadaşının başına umrede gelen hadiseyi anlatıyor. Yakınındaki bir taşın altından akrep çıkınca arkadaşı tereddüt etmiş. "Burası Mescid-i Haram. Burada kan dökmek olur mu? Dokunmayayım!" demiş. Fakat akrep nasıl yapmışsa birden ayağına hamle yapıp sokuvermiş. Sokmasıyla bayılıp hastaneye kaldırılması bir olmuş arkadaşının. Böyle şeyler yaşamamak için, zararlı canlılarla karşılaşılırsa, can tehlikeye girerse, "Onları Mescid-i Haram sınırında dahi olsa öldürebilirsiniz!" sırrının bizlere böyle hadislerle ders verildiğine dikkat çekiyor Esad Coşan Hocaefendi merhum. Çünkü, İslam'ın kalplerini ihtizaza getirişiyle, mü'minlerde Allah'ın yarattığı mahluka zarar vermeme konusunda oluşan bir temkin var. O temkinin/şefkatin ifrata kaçıp hayatları tehlikeye sokmaması için bu uyarı yapılmış.
Mürşidim de bir yerde der: "Şefkat-i insaniye, merhamet-i Rabbaniyenin bir cilvesi olduğundan, elbette rahmetin derecesinden aşmamak ve Rahmetenli'l-Âlemîn zâtın (a.s.m.) mertebe-i şefkatinden taşmamak gerektir. Eğer aşsa ve taşsa, o şefkat, elbette merhamet ve şefkat değildir; belki dalâlete ve ilhada sirayet eden bir maraz-ı ruhî ve bir sakam-ı kalbîdir." Bugün biz şer'î pekçok hususta bu maraz-ı ruhî ve sakam-ı kalbî ile muhatap oluyoruz. Şefkatlerini Allah'ın sonsuz rahmeti ile yarattığı düzenden öteye taşabileceğini düşünen hastalıklı insanlar kurban ibadetini dahi sorgulayabileceklerini sanıyorlar. Hatta onların bir kısmı da işi ileri götürüp mezkûr 'kertenkele hadisi' üzerinden bütün hadis-i şeriflere bir şüphe iliştirmeye çalışıyorlar.
Öncelikle yaptıkları şu: Hadis-i şerifi 'anlayabilecekleri en yanlış şekilde' anlıyorlar. Hiçbir ilmî kaynakta 'Yakaladığınız her kertenkeleyi öldürün' diye bir hüküm olmadığı halde, sanki şimdiye kadar bu hadis hep böyle anlaşılmış ve uygulanmış gibi bir tavır takınıyorlar. Bu önkabulle birlikte safsata başlıyor. Şefkate, yine muazzez olan insanın canını hıfz için çekilen bir sınırı, kontrolsüz bir şiddetin kaynağı gibi gösteriyorlar.
Bu hususta Bediüzzaman ile talebesi Molla Hamid ağabey arasında geçen bir hâdise mezkûr meseleye ne kadar da ibretli bir delil oluşturuyor: Malumdur. Molla Hamid ağabeyin, beraberce yaptıkları gezinti sırasında, bir kertenkeleyi öldürmesi üzerine Bediüzzaman hiddetleniyor. Sorduğu ilk soru ise Esad Coşan Hocaefendi'nin izahlarını doğrular nitelikte: "O hayvan sana taarruz etti mi?"
Burada durup 'duruşumuzu' hatırlayalım: Biz önümüze gelen her koyunu öldürür müyüz? Öldürmeyiz. Ama kurbanda Allah'ın emriyle ve ismiyle, sair vakitlerde de ismiyle ve izniyle kesebiliriz. Önümüze gelen her hayvanı kin ile avlar mıyız? Avlamayız. Ama yine onun izniyle ve ismiyle helal kıldıklarını rızkımız için avlayabiliriz. Önümüze gelen her kâfirle cihad eder miyiz? Etmeyiz. Ama harp zamanı, şer'î hukuk çerçevesinde, Rabbimizin emriyle ve ismiyle karşımızdakinin sayısından korkmadan cihad ederiz. Bizde herşeyin bir fıkhı, bir çerçevesi, bir itidal sınırı vardır. Kontrolsüz olamayız.
Mü'minler olarak şunu asla ve asla unutmayız: İslam hiçbir histe garkoluş değildir. O dengedir. Şefkatinde garkolanların ise elbette Hatemü'l-Enbiya aleyhissalatuvesselamdan sınır öğrenmelerinden başka kurtuluşları yoktur. Onun beşere getirdiği istikamet tüm garkoluşların üstündedir çünkü. En güzel örnek onun itidalidir. "İbadette ifrata kaçan üç sahabeyi kendi ahlakını misal vererek düzelttiği o meşhur hadisede olduğu gibi, böyle hadislerle de, yine şefkatte ifrata düşmüş sahabeye bir itidal çağrısında bulunmuş olabilir!" deriz. Böylesi konularda çıkmaza düşenleri, değil kırda rastgeldikleri masumcukları, kafalarında onları zehirleyen modern ifrat kertenkelelerini, hiç çekinmeden, hem de mübarek bir tek vuruşta, öldürmeye çağırıyoruz. Zira onlara şefkat dinden değildir.
6 Eylül 2017 Çarşamba
İstibdatsız bir ikna biçimi: Sünnilik
"Konuşma özgürlüğü her istediğini söyleyebilirsin demek. Yapamayacağın şey ise yalan söylemek." Denial/İnkâr filminden.
Rahmetli babam televizyonda hayret ettiren yeni birşeyi gördüğü zaman şöyle derdi: "Yaşa ki neler göresin!" Ben de bu cümleyi şu sıralar modernistlerle girdiğim tartışmalarda kullanıyorum. Bir tanesi de daha bugün kullandım. Münazarat'ta geçen bir metinle ilgiliydi olay. Önce metni alıntılayayım:
"İstibdat tahakkümdür, muâmele-i keyfiyedir, kuvvete istinad ile cebirdir, rey-i vâhiddir, sû-i istimâlâta gâyet müsâit bir zemindir, zulmün temelidir, insâniyetin mâhisidir. Sefâlet derelerinin esfel-i sâfilînine insanı tekerlendiren ve âlem-i İslâmiyeti zillet ve sefâlete düşürttüren ve ağrâz ve husumeti uyandıran ve İslâmiyeti zehirlendiren, hatta herşeye sirâyet ile zehrini atan, o derece ihtilâfâtı beyne'l-İslâm îkâ edip, Mûtezile, Cebriye, Mürcie gibi dalâlet fırkalarını tevlid eden, istibdattır. Evet, taklidin pederi ve istibdad-ı siyasînin veledi olan istibdad-ı ilmîdir ki, Cebriye, Râfıziye, Mûtezile gibi İslâmiyeti müşevveş eden fırkaları tevlid etmiştir."
Şimdi bu metni bana gönderen arkadaş yorumunda demeye getiriyordu ki: "Cebriye, Râfiziye, Mûtezile gibi fırkaların ortaya çıkmasının sebebi Ehl-i Sünnetin ilmî istibdadıdır. İşte, bakınız, Bediüzzaman da bunu söylüyor..." Âlemde acayip çoktur. Şaşır şaşır da bitmez. Hem mürşidimin verdiği misallerdendir: İnsan hilali görmek arzusuyla göğü taramaya görsün. Gözüne düşen beyaz kılı bile hilal sanır. Modernistler de öyle bir şiddet-i çakma arzusuyla bakıyorlar ki Ehl-i Sünnete, bu yolla tevil edebilecekleri her ifadeyi, Bektaşi'nin Kur'an okuması gibi yarım yamalak alıp kullanıyorlar.
Bir kere asgarî şunu hatırlamak lazım: Bir eserdeki cümleler o eserin bağlamı içinde değerlendirilir. Eğer 'sağlıklı yaşam rehberini' alıp okurken rastladığın "Tuzsuz yemek daha iyidir!" cümlesini 'lezzetli yemekler' kitapçığının hükmü gibi anlarsan elinden kimse birşey yemez. Tuzluksuz da sofrana oturulmaz. Münazarat bir Ehl-i Sünnet eleştirisi kitapçığı mıdır ki ondaki her 'istibdat' kelimesi alınıp Ehl-i Sünnetin başına çalınsın? Münazarat'ın hiçbir yerinde böyle bir bağlam iması yoktur. Herkes de biliyor ki: Münazarat, Bediüzzaman'ın, Kürdistan aşiretleri içinde dolaşarak onlara Meşrutiyet'i ve meşruiyet dayanaklarını anlattığı bir eserdir.
Kaldı ki: Bu ifadelerden kastedilenin, 'Ehl-i Sünnet ulemasının/taraftarlarının insanları baskıladığı, ilmî tahakküm altına aldığı, bu yüzden bâtıl fırkaların oluştuğu' olduğunu söylemeye hiçbir karine yoktur. Bir kere, eğer bu baskı bâtıl fırkalar oluşmadan önce başladıysa, neden başlamıştır? Sünni sünniyi durup dururken neden baskılamaktadır? "Hepimiz birbirimiz gibi inanıyoruz. Sen biraz başka türlü inan bakayım!" diye mi baskılıyorlardı kardeşlerini? Zaten aynı şekilde düşünenler birbirini neden baskılar? Şüpheyi ortaya atan bu halli müşkül soruya da cevap vermek zorundadır.
Hem bu soru bizi asıl cevaba da yaklaştırır. Burada 'istibdad-ı ilmî' ile kastedilen Ehl-i Sünnet ulemasının "Herkes bizim gibi inanacak! Soru sormak yasak! Farklı düşünce belirtmek suç!" tavrı değildir. Böyle bir tavrı da yoktur zaten Ehl-i Sünnetin. Zımmîsiyle beraber yaşayan bir itikat elbette hürriyetsiz değildir. (Bu noktada, Denial/İnkâr filminde altı çizildiği gibi, 'yalan söylemek' ile 'düşünce özgürlüğünü' birbirinden ayırmayı da unutmayalım.)
Azıcık İslam tarihini karıştıranlar bilir ki: İstibdadın olduğu yerde muhakkik yetişmez. Fakat Ehl-i Sünnetin tarihi muhakkik âlimler tarihidir. Bâtıl fırkalarla münazara ettiğinde delillerinin kılıcıyla başlarını kesen odur. İçinden birçok farklı ekolü (tasavvufî, fıkhî veya başka türden) çıkarıp hepsini de kendi usûlü içinde sinesine basan odur. Ta Hz. Ali (r.a.) emriyle İbn Abbas (r.a.) Haricileri iknaya gittiğinden beri Ehl-i Sünnet "Bizim gibi inanın! Yoksa alırım ayağımın altına!" dememiştir. İkna yolunu kimseye karşı kapamamıştır. Hatta anlatılır ki: İbn Abbas'ın (r.a.) sünnet-i seniyyeden getirdiği delillerle o dönemde birçok Haricî hatasından tevbe edip tekrar Hz. Ali'nin (r.a.) tarafına katılmıştır.
Peki bahsi geçen istibdat nedir? Burada Bediüzzaman'ın bahsettiği istibdadı iki şekilde anlamak mümkündür: 1) Topluluk içi sosyolojik istibdat. 2) Topluluk dışı siyasi istibdat. Örneğin: Emeviye döneminde Cebriye mezhebinin görünürlüğünün artıp yönetimden de yüz bulmasıyla kendi anlayışını topluma dayattığı doğrudur. (Burada dayatılanın Ehl-i Sünnet olmadığını hatırlamak gerekir.) Abbasiler döneminde de buna benzer birşeyin Mutezile ile yaşandığı bilinmektedir. (Burada da dayatılanın Ehl-i Sünnet çizgisi olmadığı hatırlanmalıdır.) Her iki dönemde de baskılanan aslında Ehl-i Sünnet olan ekser halktır. Baskıyı yapan bu fırkalardır. Hatta belki denilebilir ki: Emeviyenin Cebriye ile müstebid ilişkisi Şiayı da tepkisel olarak Mutezilî olmaya itmiştir.
Bu fırkalar bâtıl olduklarından elbette burhan mesleğinde gidemiyorlardı. İmam Ahmed b. Hanbel (r.a.) gibi çok mücahidler onlara karşı ilmî, burhanî, susturucu cevaplar veriyorlardı. Onlar da çözümü mücahidleri zindanlarda çürütmekte buluyorlardı. Hem de büyük işkenceler altında. Hatta Me'mun döneminde Bizans'la yapılan esir takası sırasında "Kur'an mahluk mudur?" sorusuna Ehl-i Sünnet itikadınca "Hayır!" cevabı veren askerlerin geri alınmadığı bile nakledilen bilgiler arasında vardır. Sapkın mezhepler bu şekilde bir ilmî istibdat oluşturarak, yani 'başka türlü düşünenlere nefes aldırmayarak' hem kendi taraftarlarının sayısını arttırmışlardır hem de tepkisel başka bâtıl fırkaların doğuşuna annelik etmişlerdir.
"İslâmiyeti zehirlendiren, hatta herşeye sirâyet ile zehrini atan, o derece ihtilâfâtı beyne'l-İslâm îkâ edip, Mûtezile, Cebriye, Mürcie gibi dalâlet fırkalarını tevlid eden, istibdattır..." derken mürşidimin kastettiği budur. Yoksa Ehl-i Sünnet çizgisi ne zaman burhan mesleğinden ayrılmıştır ki böyle şeylere mecbur olsun? İstibdada sapan ancak sapkın olandır. Çünkü başka şekilde kendini kabul ettirmeye yol bulamaz. Tıpkı bugünün modernistlerinde olduğu gibi... (Burada da hemen Caner Taslaman'ın Habertürk'teki münazarada Ebubekir Sifil Hoca karşısında yaptığı 'bıdı bıdı'yı hatırlayalım. Evet, o fare fare telaş, ilmî istibdadın en açık suretiydi.)
Meseleyi zihninize biraz daha yaklaştırmak için DAİŞ örneğini vermek istiyorum. DAİŞ sapkınlığını bizim coğrafyamızda doğuran nedir? Ehl-i Sünnet itikadı mıdır? Bu yalanın yalanlığını ispat için DAİŞ'in sünniler içinde düştüğü azlığı göstermek yeter. Eğer bu, sünniliğe dair bir itikadî arkaplana yaslanıyorsa, aynı itikada sahip olanlar arasında DAİŞ neden bu kadar azdır? Neden sevilmemektedir? Ve neden onlarca kınanmaktadır?
Bu balon patladıysa asıl nedenleri konuşmaya başlayalım. Bence iki nedeni vardır. Birincisi: Topluluk dışı istibdattır. Yani Batı'nın istibdadıdır. İşgal ettiği bölgelerde sürdürdükleri zulüm, baskı, işkence, trajedi vs. müslüman toplumun bir kısmında paranoyaya sebep olmuş, bu da onların kalp ve akıllarının sapkınlarca kullanışlı hale gelmesini sağlamıştır. İşte gözümüz önünde bir istibdat ve bâtıl mezhep ilişkisi! Elbette öfke, korku veya ümitsizlik ile dengesi bozulmuş bir psikoloji manipülasyona açık hale gelir. DAİŞ'in sorunlu coğrafyalardaki kamuoyu başarısı bununla ilgilidir.
Bunun ikinci yüzü ise 'topluluk içi istibdada' bakar. Bölge sosyolojisinin sahip olduğu aşiret kültürü, bir grup topluca DAİŞ'e katılma kararı aldığında, "Yahu ne yapıyorsunuz?" diyecek bireylerin törpülenmesini netice verir. Bu da sapkınlığı genişletir. DAİŞ'in büyümesinin bir sebebi de budur. Tutunduğu topluluklarda "Acaba?" deme geleneğinin çok olmamasıdır. İşte bu neviden 'muhalif fikre hakk-ı hayat vermeyen' istibdatlar bâtıl fırkaların doğmasına, yetişmesine, gelişmesine sebebiyet verir. Delil ile iknaya çalışan, sorulara cevap veren, burhan mesleğinde giden fırkanın istibdadı olmaz. İhtiyacı da olmaz. İkna kuvveti istibdada ihtiyaç bırakmaz. Yalana, iftiraya, çarpıtmaya karşı kullanılan cezaî yaptırımlar ise istibdattan değil adalettendir.
Meşrutiyeti Ehl-i Sünnetin duruşuna daha uygun kılan da budur. Bediüzzaman'ın Münazarat'ta savunduğu birşeyden bahsedeceksek ancak bundan bahsederiz. Muhakemat'ı da buna şahit gösteririz: "Herşeyde meşveret hükümfermâdır. Efkâr-ı umumiye dahi dîdebandır. İcma-ı ümmetin hücciyeti buna hüccettir." İcma-ı ümmeti sevad-ı azam olan Ehl-i Sünnetten başka önemseyen hangi bâtıl fırka vardır? (Önemseselerdi az bir bâtıllık kalacaklarına ümmette erirlerdi zaten.) Öteki türden tırnaklı aparmalar tamamen "Minareyi çalan kılıfını uydurur!" kabilindendir. Hülasa: Bediüzzaman'ın Ehl-i Sünnet çizgisine veya ulemasına veya selef-i salihîne 'istibdat' atfettiğini söyleyen külliyatı içinde bunu doğrulayacak bir cümle bulmalıdır. Yoksa müfteridir.
Rahmetli babam televizyonda hayret ettiren yeni birşeyi gördüğü zaman şöyle derdi: "Yaşa ki neler göresin!" Ben de bu cümleyi şu sıralar modernistlerle girdiğim tartışmalarda kullanıyorum. Bir tanesi de daha bugün kullandım. Münazarat'ta geçen bir metinle ilgiliydi olay. Önce metni alıntılayayım:
"İstibdat tahakkümdür, muâmele-i keyfiyedir, kuvvete istinad ile cebirdir, rey-i vâhiddir, sû-i istimâlâta gâyet müsâit bir zemindir, zulmün temelidir, insâniyetin mâhisidir. Sefâlet derelerinin esfel-i sâfilînine insanı tekerlendiren ve âlem-i İslâmiyeti zillet ve sefâlete düşürttüren ve ağrâz ve husumeti uyandıran ve İslâmiyeti zehirlendiren, hatta herşeye sirâyet ile zehrini atan, o derece ihtilâfâtı beyne'l-İslâm îkâ edip, Mûtezile, Cebriye, Mürcie gibi dalâlet fırkalarını tevlid eden, istibdattır. Evet, taklidin pederi ve istibdad-ı siyasînin veledi olan istibdad-ı ilmîdir ki, Cebriye, Râfıziye, Mûtezile gibi İslâmiyeti müşevveş eden fırkaları tevlid etmiştir."
Şimdi bu metni bana gönderen arkadaş yorumunda demeye getiriyordu ki: "Cebriye, Râfiziye, Mûtezile gibi fırkaların ortaya çıkmasının sebebi Ehl-i Sünnetin ilmî istibdadıdır. İşte, bakınız, Bediüzzaman da bunu söylüyor..." Âlemde acayip çoktur. Şaşır şaşır da bitmez. Hem mürşidimin verdiği misallerdendir: İnsan hilali görmek arzusuyla göğü taramaya görsün. Gözüne düşen beyaz kılı bile hilal sanır. Modernistler de öyle bir şiddet-i çakma arzusuyla bakıyorlar ki Ehl-i Sünnete, bu yolla tevil edebilecekleri her ifadeyi, Bektaşi'nin Kur'an okuması gibi yarım yamalak alıp kullanıyorlar.
Bir kere asgarî şunu hatırlamak lazım: Bir eserdeki cümleler o eserin bağlamı içinde değerlendirilir. Eğer 'sağlıklı yaşam rehberini' alıp okurken rastladığın "Tuzsuz yemek daha iyidir!" cümlesini 'lezzetli yemekler' kitapçığının hükmü gibi anlarsan elinden kimse birşey yemez. Tuzluksuz da sofrana oturulmaz. Münazarat bir Ehl-i Sünnet eleştirisi kitapçığı mıdır ki ondaki her 'istibdat' kelimesi alınıp Ehl-i Sünnetin başına çalınsın? Münazarat'ın hiçbir yerinde böyle bir bağlam iması yoktur. Herkes de biliyor ki: Münazarat, Bediüzzaman'ın, Kürdistan aşiretleri içinde dolaşarak onlara Meşrutiyet'i ve meşruiyet dayanaklarını anlattığı bir eserdir.
Kaldı ki: Bu ifadelerden kastedilenin, 'Ehl-i Sünnet ulemasının/taraftarlarının insanları baskıladığı, ilmî tahakküm altına aldığı, bu yüzden bâtıl fırkaların oluştuğu' olduğunu söylemeye hiçbir karine yoktur. Bir kere, eğer bu baskı bâtıl fırkalar oluşmadan önce başladıysa, neden başlamıştır? Sünni sünniyi durup dururken neden baskılamaktadır? "Hepimiz birbirimiz gibi inanıyoruz. Sen biraz başka türlü inan bakayım!" diye mi baskılıyorlardı kardeşlerini? Zaten aynı şekilde düşünenler birbirini neden baskılar? Şüpheyi ortaya atan bu halli müşkül soruya da cevap vermek zorundadır.
Hem bu soru bizi asıl cevaba da yaklaştırır. Burada 'istibdad-ı ilmî' ile kastedilen Ehl-i Sünnet ulemasının "Herkes bizim gibi inanacak! Soru sormak yasak! Farklı düşünce belirtmek suç!" tavrı değildir. Böyle bir tavrı da yoktur zaten Ehl-i Sünnetin. Zımmîsiyle beraber yaşayan bir itikat elbette hürriyetsiz değildir. (Bu noktada, Denial/İnkâr filminde altı çizildiği gibi, 'yalan söylemek' ile 'düşünce özgürlüğünü' birbirinden ayırmayı da unutmayalım.)
Azıcık İslam tarihini karıştıranlar bilir ki: İstibdadın olduğu yerde muhakkik yetişmez. Fakat Ehl-i Sünnetin tarihi muhakkik âlimler tarihidir. Bâtıl fırkalarla münazara ettiğinde delillerinin kılıcıyla başlarını kesen odur. İçinden birçok farklı ekolü (tasavvufî, fıkhî veya başka türden) çıkarıp hepsini de kendi usûlü içinde sinesine basan odur. Ta Hz. Ali (r.a.) emriyle İbn Abbas (r.a.) Haricileri iknaya gittiğinden beri Ehl-i Sünnet "Bizim gibi inanın! Yoksa alırım ayağımın altına!" dememiştir. İkna yolunu kimseye karşı kapamamıştır. Hatta anlatılır ki: İbn Abbas'ın (r.a.) sünnet-i seniyyeden getirdiği delillerle o dönemde birçok Haricî hatasından tevbe edip tekrar Hz. Ali'nin (r.a.) tarafına katılmıştır.
Peki bahsi geçen istibdat nedir? Burada Bediüzzaman'ın bahsettiği istibdadı iki şekilde anlamak mümkündür: 1) Topluluk içi sosyolojik istibdat. 2) Topluluk dışı siyasi istibdat. Örneğin: Emeviye döneminde Cebriye mezhebinin görünürlüğünün artıp yönetimden de yüz bulmasıyla kendi anlayışını topluma dayattığı doğrudur. (Burada dayatılanın Ehl-i Sünnet olmadığını hatırlamak gerekir.) Abbasiler döneminde de buna benzer birşeyin Mutezile ile yaşandığı bilinmektedir. (Burada da dayatılanın Ehl-i Sünnet çizgisi olmadığı hatırlanmalıdır.) Her iki dönemde de baskılanan aslında Ehl-i Sünnet olan ekser halktır. Baskıyı yapan bu fırkalardır. Hatta belki denilebilir ki: Emeviyenin Cebriye ile müstebid ilişkisi Şiayı da tepkisel olarak Mutezilî olmaya itmiştir.
Bu fırkalar bâtıl olduklarından elbette burhan mesleğinde gidemiyorlardı. İmam Ahmed b. Hanbel (r.a.) gibi çok mücahidler onlara karşı ilmî, burhanî, susturucu cevaplar veriyorlardı. Onlar da çözümü mücahidleri zindanlarda çürütmekte buluyorlardı. Hem de büyük işkenceler altında. Hatta Me'mun döneminde Bizans'la yapılan esir takası sırasında "Kur'an mahluk mudur?" sorusuna Ehl-i Sünnet itikadınca "Hayır!" cevabı veren askerlerin geri alınmadığı bile nakledilen bilgiler arasında vardır. Sapkın mezhepler bu şekilde bir ilmî istibdat oluşturarak, yani 'başka türlü düşünenlere nefes aldırmayarak' hem kendi taraftarlarının sayısını arttırmışlardır hem de tepkisel başka bâtıl fırkaların doğuşuna annelik etmişlerdir.
"İslâmiyeti zehirlendiren, hatta herşeye sirâyet ile zehrini atan, o derece ihtilâfâtı beyne'l-İslâm îkâ edip, Mûtezile, Cebriye, Mürcie gibi dalâlet fırkalarını tevlid eden, istibdattır..." derken mürşidimin kastettiği budur. Yoksa Ehl-i Sünnet çizgisi ne zaman burhan mesleğinden ayrılmıştır ki böyle şeylere mecbur olsun? İstibdada sapan ancak sapkın olandır. Çünkü başka şekilde kendini kabul ettirmeye yol bulamaz. Tıpkı bugünün modernistlerinde olduğu gibi... (Burada da hemen Caner Taslaman'ın Habertürk'teki münazarada Ebubekir Sifil Hoca karşısında yaptığı 'bıdı bıdı'yı hatırlayalım. Evet, o fare fare telaş, ilmî istibdadın en açık suretiydi.)
Meseleyi zihninize biraz daha yaklaştırmak için DAİŞ örneğini vermek istiyorum. DAİŞ sapkınlığını bizim coğrafyamızda doğuran nedir? Ehl-i Sünnet itikadı mıdır? Bu yalanın yalanlığını ispat için DAİŞ'in sünniler içinde düştüğü azlığı göstermek yeter. Eğer bu, sünniliğe dair bir itikadî arkaplana yaslanıyorsa, aynı itikada sahip olanlar arasında DAİŞ neden bu kadar azdır? Neden sevilmemektedir? Ve neden onlarca kınanmaktadır?
Bu balon patladıysa asıl nedenleri konuşmaya başlayalım. Bence iki nedeni vardır. Birincisi: Topluluk dışı istibdattır. Yani Batı'nın istibdadıdır. İşgal ettiği bölgelerde sürdürdükleri zulüm, baskı, işkence, trajedi vs. müslüman toplumun bir kısmında paranoyaya sebep olmuş, bu da onların kalp ve akıllarının sapkınlarca kullanışlı hale gelmesini sağlamıştır. İşte gözümüz önünde bir istibdat ve bâtıl mezhep ilişkisi! Elbette öfke, korku veya ümitsizlik ile dengesi bozulmuş bir psikoloji manipülasyona açık hale gelir. DAİŞ'in sorunlu coğrafyalardaki kamuoyu başarısı bununla ilgilidir.
Bunun ikinci yüzü ise 'topluluk içi istibdada' bakar. Bölge sosyolojisinin sahip olduğu aşiret kültürü, bir grup topluca DAİŞ'e katılma kararı aldığında, "Yahu ne yapıyorsunuz?" diyecek bireylerin törpülenmesini netice verir. Bu da sapkınlığı genişletir. DAİŞ'in büyümesinin bir sebebi de budur. Tutunduğu topluluklarda "Acaba?" deme geleneğinin çok olmamasıdır. İşte bu neviden 'muhalif fikre hakk-ı hayat vermeyen' istibdatlar bâtıl fırkaların doğmasına, yetişmesine, gelişmesine sebebiyet verir. Delil ile iknaya çalışan, sorulara cevap veren, burhan mesleğinde giden fırkanın istibdadı olmaz. İhtiyacı da olmaz. İkna kuvveti istibdada ihtiyaç bırakmaz. Yalana, iftiraya, çarpıtmaya karşı kullanılan cezaî yaptırımlar ise istibdattan değil adalettendir.
Meşrutiyeti Ehl-i Sünnetin duruşuna daha uygun kılan da budur. Bediüzzaman'ın Münazarat'ta savunduğu birşeyden bahsedeceksek ancak bundan bahsederiz. Muhakemat'ı da buna şahit gösteririz: "Herşeyde meşveret hükümfermâdır. Efkâr-ı umumiye dahi dîdebandır. İcma-ı ümmetin hücciyeti buna hüccettir." İcma-ı ümmeti sevad-ı azam olan Ehl-i Sünnetten başka önemseyen hangi bâtıl fırka vardır? (Önemseselerdi az bir bâtıllık kalacaklarına ümmette erirlerdi zaten.) Öteki türden tırnaklı aparmalar tamamen "Minareyi çalan kılıfını uydurur!" kabilindendir. Hülasa: Bediüzzaman'ın Ehl-i Sünnet çizgisine veya ulemasına veya selef-i salihîne 'istibdat' atfettiğini söyleyen külliyatı içinde bunu doğrulayacak bir cümle bulmalıdır. Yoksa müfteridir.
5 Eylül 2017 Salı
Nübüvvete şaşılır mı?
"Hem mümkün olur mu ki, bu kâinatı bütün esmâsının kemâlâtını ifade eden masnuatla tezyin ederek seyir için garip ve ince san'atlarla süslenilmiş bir saraya benzetsin de, rehber bir muallim tayin etmesin?" Haşir Risalesi'nden.
Bu bana ilginç geldi. Sizinle de paylaşmak istedim. Belki söylediklerimin içinde bir dane-i hakikat vardır. Bende kalıp yitmesin. Hayatınızla hayat bulsun. Yaşasın. O heyecanım da Yunus sûresine dairdir. Ki şöyle başlıyor: "Elif. Lâm. Râ. İşte bunlar hikmet dolu Kitâb’ın âyetleridir. İçlerinden bir adama: 'İnsanları uyar ve iman edenlere Rableri katında onlar için yüksek bir doğruluk makamı olduğunu müjdele!' diye vahyetmemiz, insanlar için şaşılacak bir şey mi oldu ki, o kâfirler: 'Bu elbette apaçık bir sihirbazdır' dediler?"
Bu ilk ayetlerde dikkatimizi çeken şey, nübüvvetin, ehl-i inkârca 'şaşılası' bulunması. Yani 'beklenmiyor' olması. "Nereden çıktı bu şimdi?" muamelesi görmesi. Beklenmediğinden dolayı da yaşananı 'sihir' olarak nitelemeyi doğru buluyor müşrikler. (Veya öyleymiş gibi görmeye/göstermeye çalışıyorlar.) Peki neden böyle demeyi seçiyorlar? Çünkü sihir bir sıradışılıktır. Normalin aksine gerçekleşen birşeydir. Beklenmeyendir. Kalıcı da değildir. Arızîdir. Geçicidir. Düzene, düzenin gerektirmediği bir şekilde, müdahale sayıldığından düzende uzun süre tutunamaz. Bu yüzden bir yakınımızın başına sıradışı bir kötülük geldiğinde "Yoksa büyü mü yaptılar?" tarzı sözleri sıkça işitiriz. Yalnız gözboyamacılıkla olsun, sihir, eşyanın fıtrî akışı içinde yaşanmaz. Hep "Olmaz böyle şey!" denildiği yerden vurur insanı. Niyeti arzî ve de kirlidir.
Kur'an, onların bu 'şaşkınlığını' dikkatimizi çevirmekle, birşeyi daha nazarımıza vermiş oluyor aslında: "Sizin nübüvveti şaşkınlık verici bulmanız yanlış!" demiş oluyor. Neden? İşte bunun cevabı devamındaki ayet-i kerimelerde bulabiliyoruz bence. Cenab-ı Hak, bize, hilkatindeki aşamaları (ve yaratışının tek bir evreden ibaret olmayan sürecini) hatırlatmakla şöylesi bir 'sıradışılığın' aslında 'sıradışılık' değil 'yaratışında artık zamanı gelmiş bir aşama' olduğunu ihtar etmiş oluyor. Devamındaki ayetlerin kısa meallerini de alıntılayalım:
"Şüphesiz ki Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra da işleri yerli yerince idare ederek arşa istiva eden Allah’dır. Onun izni olmadan hiç kimse şefaatçı olamaz. İşte O Rabbiniz Allah’tır. O halde O’na kulluk edin. Hâla düşünmüyor musunuz! Allah’ın gerçek bir vâdi olarak hepinizin dönüşü ancak O’nadır. Çünkü O, mahlûkatı önce (yoktan) yaratır, sonra da iman edip iyi işler yapanlara adaletle mükâfat vermek için (onları huzuruna) geri çevirir. Kâfir olanlara gelince, inkâr etmekte oldukları şeylerden ötürü onlar için kaynar sudan bir içki ve elem verici bir azap vardır."
Şimdi bu ayetlerde ne hatırlatıldı bize? 'Göklerin ve yerin altı günde yaratılışı...' Daha? Bu halde kalmayacağımız. Tekrar ona döneceğimiz. Daha daha? Ahiretteki mükafat ve mücazat... Bütün bu hatırlatmaların bizde uyandırmaya çalıştığı tefekkür de şu gibi: Herşey bir bütünün parçaları olarak ilerliyor. Farklılıklar öyle farklılıklar. Yeni hiçbirşey kaderin gözünde sürpriz değil. Varlık ilk varolduğu şekilde kalmaya mahkûm değil. Her nesne çeşitli varlık aşamalarından geçerek varoluş sürecine devam ediyor. Uyumun adımlarını okumaya çalışın. Varoluşun, aşamalarından ibaret olmayan, küllî bir amacı var. Kainat kitabının da, o kitabın kurgusu içinde, hikmetsiz bir satırı yok. Tıpkı ayet-i celilede buyrulduğu gibi: "İşte bunlar hikmet dolu Kitâb’ın âyetleridir."
Dün, bugün olanın habercisi; bugün, dün üzerinden okunursa şaşkınlık verici değil. Yarın, dün ve bugün üzerinden bakılırsa, sanatlı. Eğer bu konuda sizde bir şaşkınlık varsa, bu, yaratışta (hâşâ) 'ani bir karar değişikliği olduğundan' değil. Allah böyle kusurlardan münezzehtir. Sizin aşamaların dilini okuyamamanızdandır. Okulu yaptıran öğretmeni de gönderecektir elbette. Kitabı yaratan muallimi de indirecektir.
Bundan önce hep 'şöyle' olması, sizin buna alışmanız, bundan sonra 'böyle' olmayacağı anlamına gelmez. Uyumlu bir bütünlük içinde değişimler olur. Ve, evet, Hak Teala, hikmetinin uygun gördüğü vakit geldiğinde vahyini Nebisi aleyhissalatuvesselama indirir. Sizin şaşırmanız bu hikmete nakise getirmez. Çünkü hikmet, kısa nazarlarınızla değil, kainatın yaratıldığı amaçla ilgilidir. Hatta, ayetlerin devamında 'zamana' ve 'aşamalara' yapılan vurgu, yine böylesi bir ihtarın içlerinde saklı olduğu hissini uyandırıyor:
"Güneşi ışıklı, ayı da parlak kılan, yılların sayısını ve hesabı bilmeniz için ona (aya) birtakım menziller takdir eden O’dur. Allah bunları, ancak bir gerçeğe (ve hikmete) binaen yaratmıştır. O, bilen bir kavme âyetlerini açıklamaktadır. Gece ve gündüzün değişmesinde (uzayıp kısalmasında) Allah’ın göklerde ve yerde yarattığı şeylerde, (Onu inkâr etmekten) sakınan bir kavim için elbette nice deliller vardır!
"Huzurumuza çıkacaklarını beklemeyenler, dünya hayatına razı olup onunla rahat bulanlar ve âyetlerimizden gafil olanlar yok mu, işte onların, kazanmakta oldukları (günahlar) yüzünden varacakları yer, ateştir! (...) Eğer Allah insanlara, hayrı çarçabuk istedikleri gibi şerri de acele verseydi, elbette onların ecelleri bitirilmiş olurdu. Fakat bize kavuşmayı beklemeyenleri biz, azgınlıkları içinde bocalar bir halde (kendi başlarına) bırakırız."
Özetle demek istediğim şu: Kainatı, varoluşu, aşamaları, zamanı, döngüselliği vs. doğru okuyan bir insanın nübüvvete şaşırması mümkün değildir. Süreç onu bu beklentiye sokar zaten. Yani fıtrî olan nübüvveti beklemektir. Kendi halini, yaşayışını, aklını, okumasını, sınırlarını mutlaklaştıran kişi ancak nübüvveti inkâr eder. Bin hikmet üzerine varedilen kainat kitabının öğretmensiz, derssiz ve rehbersiz kalması elbette mümkün olamaz.
Sonsuz sayıda ihsan ve yaratış sahibinin, bu ihsan ve yaratışla neyi murad ettiğini, vakti geldiğinde akıl sahibi mahlukatına bildirmemesi hiç mümkün olabilir mi? Akıl böyle bir hikmetsizliği kabul eder mi? Hâşâ! Uyanık olalım. Dün 'sihir' deyip anormal bulanlar, bugün de mucizeleri kafalarına sığdıramayanlar, varlığın şahit oldukları kısmını mutlaklaştırıp "Nübüvvetin ne gereği vardı?" demeye getiriyorlar. Semavî bir amaçla varolanı arzî nedenlere indirgiyorlar. Halbuki varlık, ilk anından son anına kadar, "Nübüvvete ihtiyaç var!" diye çığlık atıyor. Duyamayan kulaklar çın çın çınlasın!
Bu bana ilginç geldi. Sizinle de paylaşmak istedim. Belki söylediklerimin içinde bir dane-i hakikat vardır. Bende kalıp yitmesin. Hayatınızla hayat bulsun. Yaşasın. O heyecanım da Yunus sûresine dairdir. Ki şöyle başlıyor: "Elif. Lâm. Râ. İşte bunlar hikmet dolu Kitâb’ın âyetleridir. İçlerinden bir adama: 'İnsanları uyar ve iman edenlere Rableri katında onlar için yüksek bir doğruluk makamı olduğunu müjdele!' diye vahyetmemiz, insanlar için şaşılacak bir şey mi oldu ki, o kâfirler: 'Bu elbette apaçık bir sihirbazdır' dediler?"
Bu ilk ayetlerde dikkatimizi çeken şey, nübüvvetin, ehl-i inkârca 'şaşılası' bulunması. Yani 'beklenmiyor' olması. "Nereden çıktı bu şimdi?" muamelesi görmesi. Beklenmediğinden dolayı da yaşananı 'sihir' olarak nitelemeyi doğru buluyor müşrikler. (Veya öyleymiş gibi görmeye/göstermeye çalışıyorlar.) Peki neden böyle demeyi seçiyorlar? Çünkü sihir bir sıradışılıktır. Normalin aksine gerçekleşen birşeydir. Beklenmeyendir. Kalıcı da değildir. Arızîdir. Geçicidir. Düzene, düzenin gerektirmediği bir şekilde, müdahale sayıldığından düzende uzun süre tutunamaz. Bu yüzden bir yakınımızın başına sıradışı bir kötülük geldiğinde "Yoksa büyü mü yaptılar?" tarzı sözleri sıkça işitiriz. Yalnız gözboyamacılıkla olsun, sihir, eşyanın fıtrî akışı içinde yaşanmaz. Hep "Olmaz böyle şey!" denildiği yerden vurur insanı. Niyeti arzî ve de kirlidir.
Kur'an, onların bu 'şaşkınlığını' dikkatimizi çevirmekle, birşeyi daha nazarımıza vermiş oluyor aslında: "Sizin nübüvveti şaşkınlık verici bulmanız yanlış!" demiş oluyor. Neden? İşte bunun cevabı devamındaki ayet-i kerimelerde bulabiliyoruz bence. Cenab-ı Hak, bize, hilkatindeki aşamaları (ve yaratışının tek bir evreden ibaret olmayan sürecini) hatırlatmakla şöylesi bir 'sıradışılığın' aslında 'sıradışılık' değil 'yaratışında artık zamanı gelmiş bir aşama' olduğunu ihtar etmiş oluyor. Devamındaki ayetlerin kısa meallerini de alıntılayalım:
"Şüphesiz ki Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra da işleri yerli yerince idare ederek arşa istiva eden Allah’dır. Onun izni olmadan hiç kimse şefaatçı olamaz. İşte O Rabbiniz Allah’tır. O halde O’na kulluk edin. Hâla düşünmüyor musunuz! Allah’ın gerçek bir vâdi olarak hepinizin dönüşü ancak O’nadır. Çünkü O, mahlûkatı önce (yoktan) yaratır, sonra da iman edip iyi işler yapanlara adaletle mükâfat vermek için (onları huzuruna) geri çevirir. Kâfir olanlara gelince, inkâr etmekte oldukları şeylerden ötürü onlar için kaynar sudan bir içki ve elem verici bir azap vardır."
Şimdi bu ayetlerde ne hatırlatıldı bize? 'Göklerin ve yerin altı günde yaratılışı...' Daha? Bu halde kalmayacağımız. Tekrar ona döneceğimiz. Daha daha? Ahiretteki mükafat ve mücazat... Bütün bu hatırlatmaların bizde uyandırmaya çalıştığı tefekkür de şu gibi: Herşey bir bütünün parçaları olarak ilerliyor. Farklılıklar öyle farklılıklar. Yeni hiçbirşey kaderin gözünde sürpriz değil. Varlık ilk varolduğu şekilde kalmaya mahkûm değil. Her nesne çeşitli varlık aşamalarından geçerek varoluş sürecine devam ediyor. Uyumun adımlarını okumaya çalışın. Varoluşun, aşamalarından ibaret olmayan, küllî bir amacı var. Kainat kitabının da, o kitabın kurgusu içinde, hikmetsiz bir satırı yok. Tıpkı ayet-i celilede buyrulduğu gibi: "İşte bunlar hikmet dolu Kitâb’ın âyetleridir."
Dün, bugün olanın habercisi; bugün, dün üzerinden okunursa şaşkınlık verici değil. Yarın, dün ve bugün üzerinden bakılırsa, sanatlı. Eğer bu konuda sizde bir şaşkınlık varsa, bu, yaratışta (hâşâ) 'ani bir karar değişikliği olduğundan' değil. Allah böyle kusurlardan münezzehtir. Sizin aşamaların dilini okuyamamanızdandır. Okulu yaptıran öğretmeni de gönderecektir elbette. Kitabı yaratan muallimi de indirecektir.
Bundan önce hep 'şöyle' olması, sizin buna alışmanız, bundan sonra 'böyle' olmayacağı anlamına gelmez. Uyumlu bir bütünlük içinde değişimler olur. Ve, evet, Hak Teala, hikmetinin uygun gördüğü vakit geldiğinde vahyini Nebisi aleyhissalatuvesselama indirir. Sizin şaşırmanız bu hikmete nakise getirmez. Çünkü hikmet, kısa nazarlarınızla değil, kainatın yaratıldığı amaçla ilgilidir. Hatta, ayetlerin devamında 'zamana' ve 'aşamalara' yapılan vurgu, yine böylesi bir ihtarın içlerinde saklı olduğu hissini uyandırıyor:
"Güneşi ışıklı, ayı da parlak kılan, yılların sayısını ve hesabı bilmeniz için ona (aya) birtakım menziller takdir eden O’dur. Allah bunları, ancak bir gerçeğe (ve hikmete) binaen yaratmıştır. O, bilen bir kavme âyetlerini açıklamaktadır. Gece ve gündüzün değişmesinde (uzayıp kısalmasında) Allah’ın göklerde ve yerde yarattığı şeylerde, (Onu inkâr etmekten) sakınan bir kavim için elbette nice deliller vardır!
"Huzurumuza çıkacaklarını beklemeyenler, dünya hayatına razı olup onunla rahat bulanlar ve âyetlerimizden gafil olanlar yok mu, işte onların, kazanmakta oldukları (günahlar) yüzünden varacakları yer, ateştir! (...) Eğer Allah insanlara, hayrı çarçabuk istedikleri gibi şerri de acele verseydi, elbette onların ecelleri bitirilmiş olurdu. Fakat bize kavuşmayı beklemeyenleri biz, azgınlıkları içinde bocalar bir halde (kendi başlarına) bırakırız."
Özetle demek istediğim şu: Kainatı, varoluşu, aşamaları, zamanı, döngüselliği vs. doğru okuyan bir insanın nübüvvete şaşırması mümkün değildir. Süreç onu bu beklentiye sokar zaten. Yani fıtrî olan nübüvveti beklemektir. Kendi halini, yaşayışını, aklını, okumasını, sınırlarını mutlaklaştıran kişi ancak nübüvveti inkâr eder. Bin hikmet üzerine varedilen kainat kitabının öğretmensiz, derssiz ve rehbersiz kalması elbette mümkün olamaz.
Sonsuz sayıda ihsan ve yaratış sahibinin, bu ihsan ve yaratışla neyi murad ettiğini, vakti geldiğinde akıl sahibi mahlukatına bildirmemesi hiç mümkün olabilir mi? Akıl böyle bir hikmetsizliği kabul eder mi? Hâşâ! Uyanık olalım. Dün 'sihir' deyip anormal bulanlar, bugün de mucizeleri kafalarına sığdıramayanlar, varlığın şahit oldukları kısmını mutlaklaştırıp "Nübüvvetin ne gereği vardı?" demeye getiriyorlar. Semavî bir amaçla varolanı arzî nedenlere indirgiyorlar. Halbuki varlık, ilk anından son anına kadar, "Nübüvvete ihtiyaç var!" diye çığlık atıyor. Duyamayan kulaklar çın çın çınlasın!
28 Ağustos 2017 Pazartesi
Yüzleşmekten korktuğumuz gerçek: Tesettürsüzlükten enseste giden yol
"Siz, Allah'ın size haklarında hiçbir hüküm indirmediği şeyleri O'na ortak koşmaktan korkmazken, ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden nasıl korkarım! Şimdi biliyorsanız (söyleyin) iki gruptan hangisi güvende olmaya daha lâyıktır?" (En'am sûresi 81)
Mürşidimden aldığım en güzel derslerden birisidir: Hayır vücudî (varlıksal) şer ise ademîdir (yokluksaldır). Bu yokluksallığı 'eylemsizlik' olarak anlamak yanlış olur. Zira şerrin eylemleri de yokluğa bakar. Bir sarayı yapmak da bir eylemdir yıkmak da. Yani her iki durumda da birşeyler eylenmiş olur. Fakat hayrın eylediklerinin aksine şerrin eylemliliği nesneleri yokluğa doğru götürür. Eskisinden daha zayıf bir varlık mertebesine sürükler. Bu nedenle günah, nasıl bir eylem zincirine bakarsa baksın, ademîdir, şerdir, kötüdür. Sevap da, nasıl bir eylemsizlik zincirine takılırsa takılsın, vücudîdir, hayırdır, iyidir.
Misalen: 'Zulme karşı sessiz kalmak' eylemsizlik gibi görünen bir şerken 'öfkeyi yutmak' da eylemsizlik gibi görünen bir hayırdır. 'Masumları bombalamak' eylemli bir şerken 'meşru dairede cihad etmek' eylemli bir hayırdır. Burada 'varlıksal' ve 'yokluksal' olanın tayininde eylemlilik/eylemsizlik durumunun sebep olabileceği ilüzyonu fiilin 'hayra' veya 'şerre' bakan yüzü ortadan kaldırır.
"Evet, ekseriyet-i mutlaka ile, hayır ve mehâsin ve kemâlât, vücuda istinad eder ve ona râci olur. Sureten menfi ve ademî de olsa, esası sübutîdir ve vücudîdir. Dalâlet ve şer ve musibetler ve mâsiyetler ve belâlar gibi bütün çirkinliklerin esası, mayası ademdir, nefiydir. Onlardaki fenalık ve çirkinlik, ademden geliyor. Çendan suret-i zâhirîde müsbet ve vücudî de görünseler, esası ademdir, nefiydir."
Fakat bazen bu tarz okumalar da yeterli olmaz 'iyi' ve 'kötü' olanın tayini için. Çünkü varlıkta sûret ve mahiyet her zaman birbirinden doğru şekilde haber vermez. Bir sırr-ı imtihandır bu. Dost görünümlü düşmanlar ve düşman görünümlü dostlar da yaratılmıştır. Bazı eylemlerimiz sûreten bize ademî gibi gözükürken aslında mahiyetleri vücudîdir. Ve yine bazı eylemlerimiz sûreten bize vücudî gibi görünürken aslında mahiyetleri ademîdir.
Örneğin: Zekat, verdiğinizde malınızı azaltacak bir 'yokluksallık' gibi dururken, aksine, verdiğinizde malınızı bereketlendirir/arttırır. Faiz, aldığınızda malınızı arttıracak bir 'varlıksallık' gibi dururken, aksine, aldıkça malınızın bereketi kaçar/azalır. İşte tam da bu noktada şeriat devreye girer. Vahyin varlığı ile insan bu sûreten 'öyle görünen böylelerin' ve 'böyle görünen öylelerin' engelini aşar. Faizi, kumarı, içkiyi, zinayı, tesettürsüzlüğü (ucunda görünen bütün varlıksallığa rağmen) haram; zekatı, sadakayı, evliliği, tesettürü ise (ucunda görünen bütün yokluksallığa rağmen) helal ve hatta fazilet olarak bilir.
Bedel eğer varlıksallık için ödeniyorsa bedel değildir. Bediüzzaman bize bunun bir örneğini faiz-zekat denkleminde anlatır. Toplumları allak-bullak eden emek-sermaye mücadelesinin devasının faizin yasaklanıp zekatın emredilmesiyle mümkün olabileceğini söyler. Hakikaten de dünya tarihinde büyük karmaşalara, kaoslara, sosyolojik cinnetlere sebep olmuş bir dönemin İslam coğrafyasında benzeri ölçüde sarsıntılara sebep olmaması ancak böyle açıklanabilir. Dindar zenginler faiz almamakla ve zekat vermekle zahiren mallarından olmuşlardır, ancak sosyolojik anlamda bakıldığında, bütün bir toplum hayatı sınıf çatışmalarının tehditinden kurtulmuştur.
"Hayat-ı içtimaiye-i beşeriyede havas ve avam, yani zenginler ve fakirler, muvazeneleriyle rahatla yaşarlar. O muvazenenin esası ise, havas tabakasında merhamet ve şefkat, aşağısında hürmet ve itaattir. (...) şu asırda sa'y, sermaye ile mübareze neticesi, herkesçe malûm olan Avrupa hâdisât-ı azîmesi meydana geldi. İşte, medeniyet, bütün cem'iyât-ı hayriye ile ve ahlâkî mektepleriyle ve şedit inzibat ve nizâmâtıyla beşerin o iki tabakasını musalâha edemediği gibi, hayat-ı beşerin iki müthiş yarasını tedavi edememiştir. Kur'ân, birinci kelimeyi, esasından 'vücub-u zekât' ile kal' eder, tedavi eder. İkinci kelimenin esasını 'hurmet-i ribâ' ile kal' edip tedavi eder. Evet, âyet-i Kur'âniye âlem kapısında durup ribâya 'Yasaktır' der. 'Kavga kapısını kapamak için banka (ribâ) kapısını kapayınız' diyerek insanlara ferman eder, şakirtlerine 'Girmeyiniz' emreder."
Ben şimdilerde böyle birşeyi 'tesettür' için de konuşmamız gerektiğini düşünüyorum. Biz tesettürü nasıl biliyoruz? Allah'ın rızası için, erkek veya kadın, sınırları farklı ölçüde de olsa itaat ettiğimiz bir emir. Ödediğimiz bir bedel(!) Evet, bu yönü var, fakat tesettür sadece bu mu? Yani insanlık için anlamı yalnızca bundan ibaret mi? Sadece bu kadar değil bence. Tıpkı zekatta ve faizde olduğu gibi, ancak büyük resme bakınca görünen, başka nedenleri de var. Uyulmadığında ödenen bedelleri ve katlanılan sonuçları da var.
Bediüzzaman'ın Tesettür Risalesi boyunca nazarımıza verdiği birşey çok önemli: Tesettür, sadece emir değildir, aynı zamanda fıtrîdir. İnsanın mahiyeti, yapısı, yaratılışı, kimyası, artık ne derseniz deyin, tesettür diye birşeyin İslamî sınırları çerçevesinde varolmasını arzu eder. Bazı modern bireyler bunun aksini düşünüyor olsa da uzun vadede maruz kaldığımız yokluksallıklar bu hakikati ortaya koymada ikna edicidir. Nasıl? O eserde beyan edilen birçok hikmetten nazarımızı çevirip, son günlerde çokça konuştuğumuz konulara bakmamızın yerinde olacağını düşünüyorum. Mesela: Ensest ve pedofili meselelerine...
İşte, mürşidim, mezkûr eserinin bir yerinde diyor ki:
"İnsan, hemşire misilli mahremlerine karşı fıtraten şehvânî his taşıyamıyor. Çünkü mahremlerin simaları, karâbet ve mahremiyet cihetindeki şefkat ve muhabbet-i meşruayı ihsas ettiği cihetle, nefsî, şehvânî temâyülâtı kırar. Fakat bacaklar gibi şer'an mahremlere de göstermesi caiz olmayan yerlerini açık saçık bırakmak, süflî nefislere göre, gayet çirkin bir hissin uyanmasına sebebiyet verebilir. Çünkü mahremin siması mahremiyetten haber verir ve nâmahreme benzemez. Fakat meselâ açık bacak, mahremin gayrıyla müsavidir. Mahremiyeti haber verecek bir alâmet-i farikası olmadığından, hayvânî bir nazar-ı hevesi, bir kısım süflî mahremlerde uyandırmak mümkündür. Böyle nazar ise, tüyleri ürpertecek bir sukut-u insaniyettir!"
Bir kadının veya erkeğin bazı yerleri, gösterdiği alamet-i farikalarla (ayırıcı nüanslarla) onun hakkında şehvet türünden hisler beslememizi engeller. (Yüzleri böyledir.) Çünkü doğrudan 'o kişinin hakkında öyle şeyler duyulmayacak birisi olduğunu' hatırlatır. Fakat vücudunun öyle bölümleri de vardır ki, oralarına nazarınız tesettürsüzlükle değdiği zaman, aynı uyarıyı yapmaz nefsinize. Bu nedenle 'hayvânî bir nazar-ı hevesi, bir kısım süflî mahremlerde uyandırmak mümkündür.' Mürşidim meseleyi burada bırakmıyor. Sözlerini sarsıcı bir şekilde bağlıyor: "Böyle nazar ise, tüyleri ürpertecek bir sukut-u insaniyettir!"
Modern zamanlarda, ağzımıza almaktan bile teberri ettiğimiz, 'pedofili' gibi 'ensest' gibi sapkınlıkları neden bu kadar sık duyuyoruz? (Hatta Batı'da böyle şeylerin 'hak' olduğunu dilegetiren manyaklar bile var.) Bu soruyu dürüstçe cevaplayabilmek için yüzümüzü tesettüre kadar dönmemiz gerek.
Mayolarıyla bir teknede yolculuk eden amca ve yeğen, elbette, Bediüzzaman'ın hakkında şiddetle endişe ettiği o şeyi yaşıyorlar. Birbirlerinin görmemeleri gereken (aralarındaki akraba hukukunu hatırlatmayan) yerlerini de görüyorlar. Tesettürsüzlüğün böylesine revaçta olduğu bir dönemde, tekrar tekrar tetiklenen süflî arzuların, bir kısım insanlarda böyle arızalarla patlak vermesi tuhaf mı?
Eğer ensest ve pedofili vakıalarından rahatsızlığımız hakikatse, ki ben hakikat olduğuna inanıyorum, işin başında şu tetiklemeyi önlemeye de çalışmamız gerekmez mi? En azından, elimizi vicdanımıza koyup, "Yahu İslam'da böyle birşey var. Böyle şeyleri engelleyici bir tedbir gibi duruyor. Bunu da bir konuşalım!" demek iktiza etmez mi? Fakat şimdi bunu söyleyen dindar birisi olduğu için, bazılarımızın da dindarlara alerjisi olduğu için, muhtemelen ya linç edilecek yahut da yazısı görmezden gelinecek. Biz yine de hakkı söylemekten teberri etmeyelim. Kulakları yaratacak olan Allah'tır.
Mürşidimden aldığım en güzel derslerden birisidir: Hayır vücudî (varlıksal) şer ise ademîdir (yokluksaldır). Bu yokluksallığı 'eylemsizlik' olarak anlamak yanlış olur. Zira şerrin eylemleri de yokluğa bakar. Bir sarayı yapmak da bir eylemdir yıkmak da. Yani her iki durumda da birşeyler eylenmiş olur. Fakat hayrın eylediklerinin aksine şerrin eylemliliği nesneleri yokluğa doğru götürür. Eskisinden daha zayıf bir varlık mertebesine sürükler. Bu nedenle günah, nasıl bir eylem zincirine bakarsa baksın, ademîdir, şerdir, kötüdür. Sevap da, nasıl bir eylemsizlik zincirine takılırsa takılsın, vücudîdir, hayırdır, iyidir.
Misalen: 'Zulme karşı sessiz kalmak' eylemsizlik gibi görünen bir şerken 'öfkeyi yutmak' da eylemsizlik gibi görünen bir hayırdır. 'Masumları bombalamak' eylemli bir şerken 'meşru dairede cihad etmek' eylemli bir hayırdır. Burada 'varlıksal' ve 'yokluksal' olanın tayininde eylemlilik/eylemsizlik durumunun sebep olabileceği ilüzyonu fiilin 'hayra' veya 'şerre' bakan yüzü ortadan kaldırır.
"Evet, ekseriyet-i mutlaka ile, hayır ve mehâsin ve kemâlât, vücuda istinad eder ve ona râci olur. Sureten menfi ve ademî de olsa, esası sübutîdir ve vücudîdir. Dalâlet ve şer ve musibetler ve mâsiyetler ve belâlar gibi bütün çirkinliklerin esası, mayası ademdir, nefiydir. Onlardaki fenalık ve çirkinlik, ademden geliyor. Çendan suret-i zâhirîde müsbet ve vücudî de görünseler, esası ademdir, nefiydir."
Fakat bazen bu tarz okumalar da yeterli olmaz 'iyi' ve 'kötü' olanın tayini için. Çünkü varlıkta sûret ve mahiyet her zaman birbirinden doğru şekilde haber vermez. Bir sırr-ı imtihandır bu. Dost görünümlü düşmanlar ve düşman görünümlü dostlar da yaratılmıştır. Bazı eylemlerimiz sûreten bize ademî gibi gözükürken aslında mahiyetleri vücudîdir. Ve yine bazı eylemlerimiz sûreten bize vücudî gibi görünürken aslında mahiyetleri ademîdir.
Örneğin: Zekat, verdiğinizde malınızı azaltacak bir 'yokluksallık' gibi dururken, aksine, verdiğinizde malınızı bereketlendirir/arttırır. Faiz, aldığınızda malınızı arttıracak bir 'varlıksallık' gibi dururken, aksine, aldıkça malınızın bereketi kaçar/azalır. İşte tam da bu noktada şeriat devreye girer. Vahyin varlığı ile insan bu sûreten 'öyle görünen böylelerin' ve 'böyle görünen öylelerin' engelini aşar. Faizi, kumarı, içkiyi, zinayı, tesettürsüzlüğü (ucunda görünen bütün varlıksallığa rağmen) haram; zekatı, sadakayı, evliliği, tesettürü ise (ucunda görünen bütün yokluksallığa rağmen) helal ve hatta fazilet olarak bilir.
Bedel eğer varlıksallık için ödeniyorsa bedel değildir. Bediüzzaman bize bunun bir örneğini faiz-zekat denkleminde anlatır. Toplumları allak-bullak eden emek-sermaye mücadelesinin devasının faizin yasaklanıp zekatın emredilmesiyle mümkün olabileceğini söyler. Hakikaten de dünya tarihinde büyük karmaşalara, kaoslara, sosyolojik cinnetlere sebep olmuş bir dönemin İslam coğrafyasında benzeri ölçüde sarsıntılara sebep olmaması ancak böyle açıklanabilir. Dindar zenginler faiz almamakla ve zekat vermekle zahiren mallarından olmuşlardır, ancak sosyolojik anlamda bakıldığında, bütün bir toplum hayatı sınıf çatışmalarının tehditinden kurtulmuştur.
"Hayat-ı içtimaiye-i beşeriyede havas ve avam, yani zenginler ve fakirler, muvazeneleriyle rahatla yaşarlar. O muvazenenin esası ise, havas tabakasında merhamet ve şefkat, aşağısında hürmet ve itaattir. (...) şu asırda sa'y, sermaye ile mübareze neticesi, herkesçe malûm olan Avrupa hâdisât-ı azîmesi meydana geldi. İşte, medeniyet, bütün cem'iyât-ı hayriye ile ve ahlâkî mektepleriyle ve şedit inzibat ve nizâmâtıyla beşerin o iki tabakasını musalâha edemediği gibi, hayat-ı beşerin iki müthiş yarasını tedavi edememiştir. Kur'ân, birinci kelimeyi, esasından 'vücub-u zekât' ile kal' eder, tedavi eder. İkinci kelimenin esasını 'hurmet-i ribâ' ile kal' edip tedavi eder. Evet, âyet-i Kur'âniye âlem kapısında durup ribâya 'Yasaktır' der. 'Kavga kapısını kapamak için banka (ribâ) kapısını kapayınız' diyerek insanlara ferman eder, şakirtlerine 'Girmeyiniz' emreder."
Ben şimdilerde böyle birşeyi 'tesettür' için de konuşmamız gerektiğini düşünüyorum. Biz tesettürü nasıl biliyoruz? Allah'ın rızası için, erkek veya kadın, sınırları farklı ölçüde de olsa itaat ettiğimiz bir emir. Ödediğimiz bir bedel(!) Evet, bu yönü var, fakat tesettür sadece bu mu? Yani insanlık için anlamı yalnızca bundan ibaret mi? Sadece bu kadar değil bence. Tıpkı zekatta ve faizde olduğu gibi, ancak büyük resme bakınca görünen, başka nedenleri de var. Uyulmadığında ödenen bedelleri ve katlanılan sonuçları da var.
Bediüzzaman'ın Tesettür Risalesi boyunca nazarımıza verdiği birşey çok önemli: Tesettür, sadece emir değildir, aynı zamanda fıtrîdir. İnsanın mahiyeti, yapısı, yaratılışı, kimyası, artık ne derseniz deyin, tesettür diye birşeyin İslamî sınırları çerçevesinde varolmasını arzu eder. Bazı modern bireyler bunun aksini düşünüyor olsa da uzun vadede maruz kaldığımız yokluksallıklar bu hakikati ortaya koymada ikna edicidir. Nasıl? O eserde beyan edilen birçok hikmetten nazarımızı çevirip, son günlerde çokça konuştuğumuz konulara bakmamızın yerinde olacağını düşünüyorum. Mesela: Ensest ve pedofili meselelerine...
İşte, mürşidim, mezkûr eserinin bir yerinde diyor ki:
"İnsan, hemşire misilli mahremlerine karşı fıtraten şehvânî his taşıyamıyor. Çünkü mahremlerin simaları, karâbet ve mahremiyet cihetindeki şefkat ve muhabbet-i meşruayı ihsas ettiği cihetle, nefsî, şehvânî temâyülâtı kırar. Fakat bacaklar gibi şer'an mahremlere de göstermesi caiz olmayan yerlerini açık saçık bırakmak, süflî nefislere göre, gayet çirkin bir hissin uyanmasına sebebiyet verebilir. Çünkü mahremin siması mahremiyetten haber verir ve nâmahreme benzemez. Fakat meselâ açık bacak, mahremin gayrıyla müsavidir. Mahremiyeti haber verecek bir alâmet-i farikası olmadığından, hayvânî bir nazar-ı hevesi, bir kısım süflî mahremlerde uyandırmak mümkündür. Böyle nazar ise, tüyleri ürpertecek bir sukut-u insaniyettir!"
Bir kadının veya erkeğin bazı yerleri, gösterdiği alamet-i farikalarla (ayırıcı nüanslarla) onun hakkında şehvet türünden hisler beslememizi engeller. (Yüzleri böyledir.) Çünkü doğrudan 'o kişinin hakkında öyle şeyler duyulmayacak birisi olduğunu' hatırlatır. Fakat vücudunun öyle bölümleri de vardır ki, oralarına nazarınız tesettürsüzlükle değdiği zaman, aynı uyarıyı yapmaz nefsinize. Bu nedenle 'hayvânî bir nazar-ı hevesi, bir kısım süflî mahremlerde uyandırmak mümkündür.' Mürşidim meseleyi burada bırakmıyor. Sözlerini sarsıcı bir şekilde bağlıyor: "Böyle nazar ise, tüyleri ürpertecek bir sukut-u insaniyettir!"
Modern zamanlarda, ağzımıza almaktan bile teberri ettiğimiz, 'pedofili' gibi 'ensest' gibi sapkınlıkları neden bu kadar sık duyuyoruz? (Hatta Batı'da böyle şeylerin 'hak' olduğunu dilegetiren manyaklar bile var.) Bu soruyu dürüstçe cevaplayabilmek için yüzümüzü tesettüre kadar dönmemiz gerek.
Mayolarıyla bir teknede yolculuk eden amca ve yeğen, elbette, Bediüzzaman'ın hakkında şiddetle endişe ettiği o şeyi yaşıyorlar. Birbirlerinin görmemeleri gereken (aralarındaki akraba hukukunu hatırlatmayan) yerlerini de görüyorlar. Tesettürsüzlüğün böylesine revaçta olduğu bir dönemde, tekrar tekrar tetiklenen süflî arzuların, bir kısım insanlarda böyle arızalarla patlak vermesi tuhaf mı?
Eğer ensest ve pedofili vakıalarından rahatsızlığımız hakikatse, ki ben hakikat olduğuna inanıyorum, işin başında şu tetiklemeyi önlemeye de çalışmamız gerekmez mi? En azından, elimizi vicdanımıza koyup, "Yahu İslam'da böyle birşey var. Böyle şeyleri engelleyici bir tedbir gibi duruyor. Bunu da bir konuşalım!" demek iktiza etmez mi? Fakat şimdi bunu söyleyen dindar birisi olduğu için, bazılarımızın da dindarlara alerjisi olduğu için, muhtemelen ya linç edilecek yahut da yazısı görmezden gelinecek. Biz yine de hakkı söylemekten teberri etmeyelim. Kulakları yaratacak olan Allah'tır.
24 Ağustos 2017 Perşembe
Kaderle barışmanın bir yolu var mı?
"Kaçırılmış fırsatlar bir süre sonra aşk tadı alır." Murathan Mungan, Aşkın Cep Defteri'nden.
Bazı şeyleri geçmişte bırakmak öyle zor ki. Özellikle bugününüzü etkilemeye devam ediyorlarsa. Bugünümüzü etkilemeye devam eden (veya oluşturduğu dalga geri alınamayan demeliyim) seçimlerimiz arkada bırakılmıyor. Sebep olduğu her yeni kırılmada tekrar hatıra geliyor. Tekrar can yakıyor. Tekrar kan akıtıyor. Onlarla barışabilmenin bir yolunu şimdilik bulamadım. (Bazı tedavi denemelerini ise aşağıda zikredeceğim.) Çünkü bunların bir kısmı benim seçimlerim de değildi. Evet, seçtim, ancak ikinci ihtimale açık kapı bırakılmayarak. (Acaba hakikaten öyle miydi?) İtilerek. Mecbur bırakılarak. Hal böyle olunca onları kendi seçimlerim olarak görüp sorumluluğu üzerime almam da mümkün olmuyor. Başkalarını suçlamaya devam ediyorum.
İnsan bir şekilde kendi hatalarıyla barışmanın yolunu bulur. Çünkü kendisine karşı hüsnüzan sahibidir. Anlayışlıdır. Hoşgörmeye meyyaldir. Hatta, bir noktadan sonra, aptallığından yaşadığı mahrumiyetleri iradeli seçimlermiş gibi göstererek hava bile atabilir. (Acısı yokedilemeyen şeylerin acısıyla hava atılır.) Fakat bir başkasının bizi mecbur ettiği seçimlerde bu anlayış kalmıyor.
Biraz bastırıyorsunuz üstünü edeben. Kötü şeyler denmesin hakkınızda diye tutuyorsunuz içinizi. Duvarlara söyleniyorsunuz. Ama ebeden tutmaz ki bu taş altındakileri! "Bir yol bulmalı!" diyorum o zaman. "Bir yol bulmalı! Yoksa bu emrivakiler beni kötü bir adam yapacak. Geri dönüşü mümkün olmayan şeyleri düzeltemeyişimin hırsını sevdiklerimden alacağım."
Kadere iman etmeyen işte bu yüzden zalimleşiyor. Kadere iman içimizdeki firavuna direnişin başlangıç noktasıdır. Zalimliğin bizdeki ilk engelidir. Yaşadıklarınızın yaratılışını sebeplerden aşkın birşeyle (özellikle de dişinizin kesmediği birşeyle) bağladığınızda etrafınızdakileri haksızca suçlamayı kısmen terkedersiniz. Çünkü resmin büyüklüğünün yükü beşerî omuzlardan aldığını görürsünüz. Mazlumunuzun çapı bu organizasyonun sorumluluğunu kaldıramaz.
Kaderi de denedim. İş kadere geldiğinde elbette akan sular duruyor. Nihayetinde bu seçimlerin hepsi bir takdirden geçti. Planlar üstünde bir plan vardı ve elbette yollar beni en nihayet oraya götürdü. Hayatta durduğum yer çok da halinden şikayet edilecek bir yer değil. Elhamdülillah. Ne büyük sıkıntılar yaşayanlar var. Kendisinin gram payı olmayan savaşlar için ülke değiştirenler var. Sakat kalanlar var. Arakada bırakılmaz acılar çekenler var. Ancak, benim de, onların da düğümümüz aynı sanki. Eğer dışımızda gelişen ve bizim de dahil edildiğimiz şeylerle barışmanın bir yolunu bulursak huzura ereceğiz. Bunu nasıl yapacağız?
Nietzsche Ağladığında'da bunun bir çözümünü gördüm sanki. İzah etmeyi denersem: İnsan, geçmişindeki böyle şeylere, yani kaçırılmış fırsatlara, onları 'en güzel' olarak kurguladığı için âşık oluyor. Uzaklaştıkça da bu kurgu güzelleşiyor. (Uzaklık nesnedeki kusurları 'görünmez' veya 'daha az görünür' yapar.) Bunu bir örnek üzerinden konuşmak daha doğru. Öyle yapalım. Sözgelimi: Sevdiğiniz kızla/erkekle evlenemediniz. Bu ihtimal artık sürekli kanıyor.
Pişmanlıklar zamana bırakılmış ayraçlardır. Akıl geçmişi her eline aldığında kitabınız oradan açılır. Tenimizdeki yaralar zaman geçtikçe kurur. Kanaması azalır. Pişmanlıklar öyle değildir. Ruhun, bedenin hilafına, sonsuz olduğunun bir kanıtını da burada buluruz: Ruhun yaraları da lezzetleri de kalıcıdır. Ve siz, bir yandan kendinizi, bir yandan o ihtimali büyütmeye başlarsınız. Hayal büyüdükçe güzelleşir. En nihayet, öyle bir hal alır ki, kaçırılmış koca bir alternatif hayat gibi birikip önünüzde durur. Bugününüzü binbir 'keşke' tasavvuruyla taciz eder.
İçimizde bir Deccal var. Sahte cennetleri ve cehennemleri olan bir Deccal. Onun ahirzamanda başaracağını içimizde başarıyor. Bizim sahte cennetimiz de bu. Hayalimizde büyüyen şu alternatif hayatlar! Kurgusu yanıltıcı. Çünkü tek gözlü. Çünkü adaletsiz. İhtimallerin en iyileri seçilerek oluşturuldu. Kötülerine hiç bakılmadı. Bu alternatif hayat adeta tenzih edildi. İşte, Nietzsche Ağladığında kitabında, bu derde bir çözüm olarak şu kötümserci yöntem öneriliyor:
Kurgularken ihtimallerin, en iyilerini değil sadece, kötülerini de seçin. Onlarla da alternatif gelecekler düşleyin. Pesimist felsefenin dokunduğu dane-i hakikat de bu sanırım. Hayalin ilüzyonuna karşı bir uyanış bu tutum. Yine 'kavuşamadığımız kişi' örneğinden gidelim. Ya bu kişiyle vuslata erdiğimizde hayat daha kötüye gitseydi? Ya hayatınızı birleştirdikten sonra ayrı dünyaların insanı olduğunuzu anlasaydınız?
Ya şimdikinden beter mutsuz olsaydınız? Bunlar da ihtimal. Hem de ötekiler kadar sahiciler. Hatta ötekiler kötülüğün gidebileceği nokta hakkında bir kayıda sahip değilken, gerçek, bu konuda bir sınıra da sahiptir. Yaşadığımız şey yaşadığımızdan daha kötü olamaz. Ama hayalî seçimlerimiz kötülükte daha derinlere ulaşabilir. Seçilmeyen şıkkın kötü yanlarını hatıra getirin bu şekilde. Bu kötü gelecek düşüncesi, sizi, hayalinizin azabından bir derece kurtaracaktır.
Şunu söylemek istiyorum: Seçtiğiniz şıkkın hayatınızı bugünden daha iyi bir yere götüreceği sadece bir yanılsama. Bir kurgulama. Bir cennet hayali. Belki de öyle olmayacaktı? Belki de o şıkkı seçmeniz sadece bugününüzü değil ahiretinizi de yakacaktı. Belki, şimdi bir kere mutsuzsanız, o zaman bin kere mutsuz olacaktınız. Belki... Belki... Belki biraz da bu yüzden, hayal ettiğimiz kurguların kötü bir sona evrildiğini öğrendiğimiz zamanlarda, o hayalin peşini hemence bırakırız. Kaçırdığımıza üzüldüğümüz otobüslerin kaza yaptığı haberi tüm 'yeterince çabuk davranamama' pişmanlıklarını uçurur.
Fakat bir saniye... Aynı misali kullanmayı terketmeyelim. Mesela: Âşık olduğunuz insanın bir kötü yanı, ilerde başkasıyla kurduğu yuvada ortaya çıkarsa/çıktığında ve siz de bunu duyduğunuzda 'kurtarılmışlık' duygusu içinde şükretmez misiniz? Veya tatile gidemediğiniz bir yerde deprem olduğunda. İşte, biz aslında, bize yaşatılan gerçeklik sayesinde ihtimal halindeki birçok kötülükten de kurtarılmış oluyoruz. "Ne kadar az şükrediyorsunuz?" ayeti belki bu 'sonsuz ihtimallerin çilesini' de hatırlatıyor bizlere...
Hem mürşidim de şöyle demiyor mu: "Evet, nimette kendinden yukarıya bakıp şekvâ etmeye hiç kimsenin hakkı yoktur. Ve musibette herkesin hakkı, kendinden musibet noktasında daha yukarı olanlara bakmaktır ki, şükretsin."
Bu cümlelerin altında verilen harika bir minare örneği de var. Ancak uzun olduğundan yazıya eklemeyeceğim. (Belki siz bir nazar edersiniz.) Demek mesele kendinden kötüye bakmayı bilmekte... Ancak biz bu 'kendinden kötüye bakma' işini sadece başkalarının hayatlarında yaşarız. Kendi hayatlarımızı düşlemeyiz. Halbuki hayatlarımızı da 'daha kötü ihtimaller' üzerine çalışabilmeliyiz.
Kaderden razı olmak, hem Allah'ın yaratışı olduğu için razı olmak, hem de gerçekleşmeyen ihtimallerin daha iyiye gideceği yönünde hiçbir garantinin olmayışından dolayı razı olmakla ilgilidir. 'Olmamışların hep güzele gittiği' yerde 'olmuşlar' elbette onlarla başa çıkamaz. Bu kem huyu bırakmalıyız. İçimizdeki Deccal bizi şükürsüzlüğe şu araçla itiyor. Lütfen, siz de benim gibi yapın, ara sıra seçilmeyen şıkların gidebileceği muhtemel kötü senaryoları da çalışın. Belki de hayalgücünün bize verilmesinin hikmetlerinden birisi de bu: Yaşananın ihtimallerin en iyisi olduğunu görebilmek. Kaderden böylece razı olmak. Geçmişle en nihayet barışıp geleceğe kavgasız bakabilmek...
Bazı şeyleri geçmişte bırakmak öyle zor ki. Özellikle bugününüzü etkilemeye devam ediyorlarsa. Bugünümüzü etkilemeye devam eden (veya oluşturduğu dalga geri alınamayan demeliyim) seçimlerimiz arkada bırakılmıyor. Sebep olduğu her yeni kırılmada tekrar hatıra geliyor. Tekrar can yakıyor. Tekrar kan akıtıyor. Onlarla barışabilmenin bir yolunu şimdilik bulamadım. (Bazı tedavi denemelerini ise aşağıda zikredeceğim.) Çünkü bunların bir kısmı benim seçimlerim de değildi. Evet, seçtim, ancak ikinci ihtimale açık kapı bırakılmayarak. (Acaba hakikaten öyle miydi?) İtilerek. Mecbur bırakılarak. Hal böyle olunca onları kendi seçimlerim olarak görüp sorumluluğu üzerime almam da mümkün olmuyor. Başkalarını suçlamaya devam ediyorum.
İnsan bir şekilde kendi hatalarıyla barışmanın yolunu bulur. Çünkü kendisine karşı hüsnüzan sahibidir. Anlayışlıdır. Hoşgörmeye meyyaldir. Hatta, bir noktadan sonra, aptallığından yaşadığı mahrumiyetleri iradeli seçimlermiş gibi göstererek hava bile atabilir. (Acısı yokedilemeyen şeylerin acısıyla hava atılır.) Fakat bir başkasının bizi mecbur ettiği seçimlerde bu anlayış kalmıyor.
Biraz bastırıyorsunuz üstünü edeben. Kötü şeyler denmesin hakkınızda diye tutuyorsunuz içinizi. Duvarlara söyleniyorsunuz. Ama ebeden tutmaz ki bu taş altındakileri! "Bir yol bulmalı!" diyorum o zaman. "Bir yol bulmalı! Yoksa bu emrivakiler beni kötü bir adam yapacak. Geri dönüşü mümkün olmayan şeyleri düzeltemeyişimin hırsını sevdiklerimden alacağım."
Kadere iman etmeyen işte bu yüzden zalimleşiyor. Kadere iman içimizdeki firavuna direnişin başlangıç noktasıdır. Zalimliğin bizdeki ilk engelidir. Yaşadıklarınızın yaratılışını sebeplerden aşkın birşeyle (özellikle de dişinizin kesmediği birşeyle) bağladığınızda etrafınızdakileri haksızca suçlamayı kısmen terkedersiniz. Çünkü resmin büyüklüğünün yükü beşerî omuzlardan aldığını görürsünüz. Mazlumunuzun çapı bu organizasyonun sorumluluğunu kaldıramaz.
Kaderi de denedim. İş kadere geldiğinde elbette akan sular duruyor. Nihayetinde bu seçimlerin hepsi bir takdirden geçti. Planlar üstünde bir plan vardı ve elbette yollar beni en nihayet oraya götürdü. Hayatta durduğum yer çok da halinden şikayet edilecek bir yer değil. Elhamdülillah. Ne büyük sıkıntılar yaşayanlar var. Kendisinin gram payı olmayan savaşlar için ülke değiştirenler var. Sakat kalanlar var. Arakada bırakılmaz acılar çekenler var. Ancak, benim de, onların da düğümümüz aynı sanki. Eğer dışımızda gelişen ve bizim de dahil edildiğimiz şeylerle barışmanın bir yolunu bulursak huzura ereceğiz. Bunu nasıl yapacağız?
Nietzsche Ağladığında'da bunun bir çözümünü gördüm sanki. İzah etmeyi denersem: İnsan, geçmişindeki böyle şeylere, yani kaçırılmış fırsatlara, onları 'en güzel' olarak kurguladığı için âşık oluyor. Uzaklaştıkça da bu kurgu güzelleşiyor. (Uzaklık nesnedeki kusurları 'görünmez' veya 'daha az görünür' yapar.) Bunu bir örnek üzerinden konuşmak daha doğru. Öyle yapalım. Sözgelimi: Sevdiğiniz kızla/erkekle evlenemediniz. Bu ihtimal artık sürekli kanıyor.
Pişmanlıklar zamana bırakılmış ayraçlardır. Akıl geçmişi her eline aldığında kitabınız oradan açılır. Tenimizdeki yaralar zaman geçtikçe kurur. Kanaması azalır. Pişmanlıklar öyle değildir. Ruhun, bedenin hilafına, sonsuz olduğunun bir kanıtını da burada buluruz: Ruhun yaraları da lezzetleri de kalıcıdır. Ve siz, bir yandan kendinizi, bir yandan o ihtimali büyütmeye başlarsınız. Hayal büyüdükçe güzelleşir. En nihayet, öyle bir hal alır ki, kaçırılmış koca bir alternatif hayat gibi birikip önünüzde durur. Bugününüzü binbir 'keşke' tasavvuruyla taciz eder.
İçimizde bir Deccal var. Sahte cennetleri ve cehennemleri olan bir Deccal. Onun ahirzamanda başaracağını içimizde başarıyor. Bizim sahte cennetimiz de bu. Hayalimizde büyüyen şu alternatif hayatlar! Kurgusu yanıltıcı. Çünkü tek gözlü. Çünkü adaletsiz. İhtimallerin en iyileri seçilerek oluşturuldu. Kötülerine hiç bakılmadı. Bu alternatif hayat adeta tenzih edildi. İşte, Nietzsche Ağladığında kitabında, bu derde bir çözüm olarak şu kötümserci yöntem öneriliyor:
Kurgularken ihtimallerin, en iyilerini değil sadece, kötülerini de seçin. Onlarla da alternatif gelecekler düşleyin. Pesimist felsefenin dokunduğu dane-i hakikat de bu sanırım. Hayalin ilüzyonuna karşı bir uyanış bu tutum. Yine 'kavuşamadığımız kişi' örneğinden gidelim. Ya bu kişiyle vuslata erdiğimizde hayat daha kötüye gitseydi? Ya hayatınızı birleştirdikten sonra ayrı dünyaların insanı olduğunuzu anlasaydınız?
Ya şimdikinden beter mutsuz olsaydınız? Bunlar da ihtimal. Hem de ötekiler kadar sahiciler. Hatta ötekiler kötülüğün gidebileceği nokta hakkında bir kayıda sahip değilken, gerçek, bu konuda bir sınıra da sahiptir. Yaşadığımız şey yaşadığımızdan daha kötü olamaz. Ama hayalî seçimlerimiz kötülükte daha derinlere ulaşabilir. Seçilmeyen şıkkın kötü yanlarını hatıra getirin bu şekilde. Bu kötü gelecek düşüncesi, sizi, hayalinizin azabından bir derece kurtaracaktır.
Şunu söylemek istiyorum: Seçtiğiniz şıkkın hayatınızı bugünden daha iyi bir yere götüreceği sadece bir yanılsama. Bir kurgulama. Bir cennet hayali. Belki de öyle olmayacaktı? Belki de o şıkkı seçmeniz sadece bugününüzü değil ahiretinizi de yakacaktı. Belki, şimdi bir kere mutsuzsanız, o zaman bin kere mutsuz olacaktınız. Belki... Belki... Belki biraz da bu yüzden, hayal ettiğimiz kurguların kötü bir sona evrildiğini öğrendiğimiz zamanlarda, o hayalin peşini hemence bırakırız. Kaçırdığımıza üzüldüğümüz otobüslerin kaza yaptığı haberi tüm 'yeterince çabuk davranamama' pişmanlıklarını uçurur.
Fakat bir saniye... Aynı misali kullanmayı terketmeyelim. Mesela: Âşık olduğunuz insanın bir kötü yanı, ilerde başkasıyla kurduğu yuvada ortaya çıkarsa/çıktığında ve siz de bunu duyduğunuzda 'kurtarılmışlık' duygusu içinde şükretmez misiniz? Veya tatile gidemediğiniz bir yerde deprem olduğunda. İşte, biz aslında, bize yaşatılan gerçeklik sayesinde ihtimal halindeki birçok kötülükten de kurtarılmış oluyoruz. "Ne kadar az şükrediyorsunuz?" ayeti belki bu 'sonsuz ihtimallerin çilesini' de hatırlatıyor bizlere...
Hem mürşidim de şöyle demiyor mu: "Evet, nimette kendinden yukarıya bakıp şekvâ etmeye hiç kimsenin hakkı yoktur. Ve musibette herkesin hakkı, kendinden musibet noktasında daha yukarı olanlara bakmaktır ki, şükretsin."
Bu cümlelerin altında verilen harika bir minare örneği de var. Ancak uzun olduğundan yazıya eklemeyeceğim. (Belki siz bir nazar edersiniz.) Demek mesele kendinden kötüye bakmayı bilmekte... Ancak biz bu 'kendinden kötüye bakma' işini sadece başkalarının hayatlarında yaşarız. Kendi hayatlarımızı düşlemeyiz. Halbuki hayatlarımızı da 'daha kötü ihtimaller' üzerine çalışabilmeliyiz.
Kaderden razı olmak, hem Allah'ın yaratışı olduğu için razı olmak, hem de gerçekleşmeyen ihtimallerin daha iyiye gideceği yönünde hiçbir garantinin olmayışından dolayı razı olmakla ilgilidir. 'Olmamışların hep güzele gittiği' yerde 'olmuşlar' elbette onlarla başa çıkamaz. Bu kem huyu bırakmalıyız. İçimizdeki Deccal bizi şükürsüzlüğe şu araçla itiyor. Lütfen, siz de benim gibi yapın, ara sıra seçilmeyen şıkların gidebileceği muhtemel kötü senaryoları da çalışın. Belki de hayalgücünün bize verilmesinin hikmetlerinden birisi de bu: Yaşananın ihtimallerin en iyisi olduğunu görebilmek. Kaderden böylece razı olmak. Geçmişle en nihayet barışıp geleceğe kavgasız bakabilmek...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...