8 Mart 2018 Perşembe

İslam'da kadınlar günü neden yok?

Cenab-ı Hakkın her işinde rahmetinin izi var. Bilmem bana katılır mısınız? İslam'ın kimi ibadetler için yıl içinde hususi zaman tayini yapmasını 'omuzlarımızdaki yükün azaltılması' gibi de görürüm. Neden? Belki biraz şundan: Birşeyin günü olduğu zaman diğer günler onun yükünden kurtulmuş gibi hissederler kendilerini.

İslam'da kurbanın günleri var. Orucun günleri var. Haccın günleri var. Bazı farzların onlara ayrılmış vakitleri var. Bu tayin aynı zamanda diğer zaman dilimlerindeki sorumluluğumuzu düşürüyor. Bir ölçüde yükümüzü sırtımızdan attığımızı hissediyoruz. Bir dahaki sefere kadar dinleniyoruz. Bekliyoruz. Güçleniyoruz. Toparlanıyoruz. Fıtratımızda varolan bir hakikat bu. Faturamızı ne zaman ödeyeceğimizi bütün bir ay düşünmemek için bile ona belirli günler tayin ediyoruz. Yalnız o gün hatırlamakla rahatlıyoruz.

Ancak insanlar arası hukuka dair şeylerde, fehmettiğim kadarıyla, böyle bir gün anlayışına sahip değiliz. Anneler günümüz yok mesela. Neden? Çünkü güzel ahlakın günü olmaz İslam'da. Böylesi meselelerde sorumluluğumuzun düştüğü bir zaman dilimine iman etmemişiz. Kadınlar günü de açımızdan öyledir. Kadınlara karşı sorumluluğumuzun düştüğü bir zaman yoktur ki günü de olsun.

Batı'da böylesi günlerin tayini/tesbiti o hususlardaki ihmallerin neticesi olarak gelişmiştir. Yani ihmallerin bir ölçüde telafisi için geliştirilmiştir. İslam şeriatı insan hukukuna dair hususları ihmal etmemiştir ki böylesi günlerle o eksiğini itmam etsin. Tamamlasın.

Şimdi biraz da şu soruyla yüzleşelim: Böylesi 'belirli günler' ilgili oldukları şeylere dair sorumluluklardan kaçmamızı mı sağlıyor yoksa sorumluluğumuzu mu arttırıyor? Eğer, Batı toplumu gibi, bu gibi sorumluluklardan hepten bir haber bir zemine sahip olsaydık, evet, belki de bugünler dünyamıza şu manaların duhülüne sebep olacaktı. Ancak, ebeveyne 'öf' bile demeyi yasak bilmiş bir toplumda anneler günü icad ettiğiniz zaman, bu, insanlarda 'bütün bir ömür sorumluğu oldu şeyden azâd edilmişlik hissi' doğuruyor.

Ya bunu doğuruyor yahut da ötekini anlamsızlaştırıyor. Huzurevine bıraktığı bir annesi olmayan, belki de annesiyle zaten aynı evde yaşayan bir evlat, anneler günü ne yapacağını bilemiyor. Anne de aynı hissi yaşıyor. Bu bizim üzerinde yükseldiğimiz değerler manzumesiyle ilgili birşey. Kimliğimizle ilgili birşey.

Şöyle bir örnekle zihnimize yaklaştırmaya çalışalım ifadesini arzu ettiğimizi: Beş vakit ve her gün kıldığımız namazlar yerine bize 'namaz günü' diye bir gün verilseydi ve denilseydi ki: "Namazın önemini bu günde anacağız!" Bu bir müslüman için tuhaf olurdu. Çünkü dindarlar için günün tamamı namazdır. Namazın günü yoktur ki. Zannederim böylesi günlerde yaşadığımız 'ayağımızı nereye basacağımızı şaşırma' hissi biraz da kökenlerimizdeki tanım farklılıklarıyla ilgili. Ya onunla yahut da artık böylesi başlıklara 'gün ayarlayacak' kadar onlardaki dikkatimizi/özenimizi yitirmekle...

Nihayetinde mürşidimin şu ifadelerine geliyorum: "Asya'da uyanan akvam, fikr-i milliyete sarılıp, aynen Avrupa'yı her cihetle taklit ederek, hattâ çok mukaddesatları o yolda feda ederek hareket ediyorlar. Halbuki her milletin kamet-i kıymeti başka bir elbise ister. Bir cins kumaş bile olsa tarzı ayrı ayrı olmak lâzım gelir. Bir kadına bir jandarma elbisesi giydirilmez. Bir ihtiyar hocaya tango bir kadın libası giydirilmediği gibi, körü körüne taklit dahi çok defa maskaralık olur. Çünkü, Evvelâ: Avrupa bir dükkân, bir kışla ise, Asya bir mezraa, bir cami hükmündedir. Bir dükkâncı dansa gider, bir çiftçi gidemez. Kışla vaziyeti ile mescid vaziyeti bir olmaz."

3 Mart 2018 Cumartesi

İslam'ı güncellemek isteyen yerelliğini kaybeder

Şu mesele Ebubekir Sifil Hoca'nın derslerinde sıklıkla dikkat çektiği birşeydir: Mü'min ve müslüman kavramları, ayrı metinlerde kullanıldıklarında aynı şeyi ifade ederlerken, aynı metinde kullanıldıklarında ise ayrı şeyleri ifade ederler. Mürşidim bu sadedde (yani ayrı şeyleri ifade etmeleri sadedinde) der: "İslâmiyet iltizamdır; iman iz'andır. Tabir-i diğerle, İslâmiyet, hakka tarafgirlik ve teslim ve inkıyaddır; iman ise, hakkı kabul ve tasdiktir." Ve tarifinin devamında şöyle bir örnekle sözlerini açıklar:

"Eskide bazı dinsizleri gördüm ki, ahkâm-ı Kur'âniyeye şiddetli tarafgirlik gösteriyorlardı. Demek o dinsiz, bir cihette Hakkın iltizamıyla İslâmiyete mazhardı; 'dinsiz bir Müslüman' denilirdi. Sonra bazı mü'minleri gördüm ki, ahkâm-ı Kur'âniyeye tarafgirlik göstermiyorlar, iltizam etmiyorlar; 'gayr-ı müslim bir mü'min' tabirine mazhar oluyorlar."

Bense, burada yapılan izahları, 'parça-bütün' sembolizmi içinde bencileyin şöyle anlar ve anlatırım: Parçanın, içinde yeraldığı bütünün anlamını, 'en genel biçimde' onaylaması imanıdır. Çünkü ancak bu kabullenişle o bütünün bir parçası olabilir. Ondan sayılabilir. Ona dahil olabilir. İsmini alabilir. Kapsamına girebilir. Ancak aynı parçanın, bütünün diğer parçalarının da anlamını tasdik etmesi veyahut da bütünlüğün icap ettirdiği tüm gerekleri yerine getirilmesine taraftar olması, imanından ayrı olarak, onlardaki teslimiyetiyle ölçülür.

Yani mü'minlik genel manada 'itikadî' bir onaylayışı içerirken; müslümanlık detaylara da nüfuz eden 'amelî' bir tasdik edişi ortaya koyar. Meşhur Cibril (a.s.) hadisinde Efendimiz aleyhissalatuvesselamın "İman nedir?" sorusuna "Allah'a, Allah'ın meleklerine kitaplarına, peygamberlerine ve ahiret gününe inanman, bir de kadere, hayrına şerrine inanmandır!" şeklinde cevap vermesi, fakat "İslam nedir?" sorusuna "İslâm; Allah'tan başka ilâh olmadığına, Muhammed'in de Allah'ın Rasulü olduğuna şehadet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman ve gücün yeterse Beyt'i hac etmendir!" cevabını buyurması da bize benzer bir sırrı fısıldar: İslam amele yakındır. İman itikada yakındır.

Elbette bu durum, Ebubekir Sifil Hoca'nın isabetle ifade ettiği gibi, nüans içerdikleri hissettirilir şekilde kullanıldıkları durumlara dairdir. Yoksa, ayrı ayrı kullanımlarında mü'min müslümanlığı, müslümanlık da mü'minliği karşılar. Birisiyle diğeri de kastedilir.

Peki, durmayalım, İslam ve imanın farkını anlamada biz de kendimize bir misal bulalım. Belki şunu kullanabiliriz: Üzerinde yapıldığı firmanın ismi ve seri numarası olan bir motor parçası düşünelim. Tam da kullanılması gereken yerde takılı olsun. Bu motor parçasının şu hali der ki: "Ben iman ettim ki şu firmanın motor üretiminde kullandığı bir parçayım." Fakat aynı parçanın gereğince görevini yerine getirmediğini düşünelim. Hatta motorun yapmak istediği bazı şeylere de engel olduğunu tasavvur edelim. İşte, o zaman bu motor parçası 'iman'ı olduğu şeyde 'İslam'ı olmadığını gösterir bize. Çünkü motorluğun gereklerine taraftarlık göstermez. Hatta o hareketlerin bazılarına itiraz da eder.

Bu da, Kur'an'da 'amenu ve amilu's-salihat' şeklinde geçtiği üzere, salih amelin neden imanın en yakın arkadaşı olarak anıldığına dair bir hikmeti gösterir bize. İmanın insanda tamam olması için İslam'a ihtiyacı vardır. Hem mürşidim de aynı metnin ahirinde der: "İmansız İslâmiyet sebeb-i necat olmadığı gibi, İslâmiyetsiz iman da medar-ı necat olamaz."

Asıl konumuza gelelim. Son zamanlarda yaşadığımız 'yerli ve milli' tartışmaları içinde Bediüzzaman'ın yukarıdaki tariflerinin önemli birşeyi daha söylediği kanaati hasıl oldu bende. O da şudur: Birşeydeki yerellik ondaki İslamiyet ile mümkündür. Ne demek bu? Soruya cevap vermeden önce Barla Lahikası'na uzanıp bir parça daha alıntı yapmak istiyorum:

"Müslim-i gayr-ı mü'min ve mü'min-i gayr-ı müslimin mânâsı şudur ki: Bidayet-i Hürriyette, İttihatçılar içine girmiş dinsizleri görüyordum ki, İslâmiyet ve şeriat-ı Ahmediye, hayat-ı içtimaiye-i beşeriye ve bilhassa siyaset-i Osmaniye için, gayet nâfi ve kıymettar desâtîr-i âliyeyi cami olduğunu kabul edip, bütün kuvvetleriyle şeriat-i Ahmediyeye taraftar idiler. O noktada Müslüman, yani iltizam-ı hak ve hak taraftarı oldukları halde, mü'min değildiler. Demek, 'müslim-i gayr-ı mü'min' ıtlakına istihkak kesbediyordular. Şimdi ise frenk usulünün ve medeniyet namı altında bid'atkârâne ve şeriat-şikenâne cereyanlara taraftar olduğu halde, Allah'a, âhirete, Peygambere imanı da taşıyor ve kendini de mü'min biliyor. Madem hak ve hakikat olan şeriat-ı Ahmediyenin kavânînini iltizam etmiyor ve hakikî tarafgirlik etmiyor, gayr-ı müslim bir mü'min oluyor."

Burada görüldüğü gibi: Bediüzzaman, ahiret nokta-i nazarında her iki grubun da ehl-i necat olmadığını düşündüğü halde, birinci grubun tavrını 'İslam siyasetine' veya 'siyasal İslam'a bakan yönleriyle daha olumlu buluyor. Yani, tamam, şu yukarıdaki iki duruş da ahiret saadetini kazandırabilecek duruşlar değiller. Allah'ın bizden asıl istediği duruşlar değiller. İdealimiz değiller. Bunun altını çiziyor. Fakat birincilerin duruşu, dolaylı da olsa, ümmetin saadetine hizmet edebilir bir duruş. Güçlendirebilir bir duruş. İşte, benim 'yerli ve milli' tartışmalarıyla bu metin arasındaki kurduğum ilgi de, arkadaşlar, şuradan besleniyor.

O bütünün parçası olarak dünyaya gelmemiş olabilirsiniz, hatta genel anlamda o bütünün anlamına iman etmiyor da olabilirsiniz, fakat bütünün işleyişinin detaylarını onaylıyor, destekliyor ve tarafgirlik gösteriyorsanız bu size bir 'yerellik' kazandırıyor. Hatta diyebiliriz ki: Hangi bütünlüğün iltizamlarına taraftarlık gösteriyorsanız onun parçasısınız. Türkiye'de doğup ABD'nin menfaatlerine taraftarlık gösteriyorsanız aslında oranın parçasısınız. Oranın yerelisiniz.

Yeri geldi. Ebubekir Sifil Hoca'nın, asırlar boyu İslam beldelerinde yaşayan gayrimüslimler hakkında kullandığı, 'kültürel olarak müslüman' ifadesini burada anmak istiyorum. Çünkü yukarıda arzettiğim şeye güzel bir delil oluşturuyor. Çok duymuşsunuzdur ya yine de anayım: Adam hristiyan. Oruç tutmuyor, namaz kılmıyor, kurban kesmiyor ama Ramazan'da çocuğunu sokakta birşey yerken görürse gazaplanıyor.

İslam'ın toplumsal tezahürlerine yapılmış bir saldırıyı kendisine yapılmış gibi karşılıyor. Çünkü detaylarda İslam'ın uygulamalarına bir taraftarlığı var. İslam'ın toplum hayatındaki yansımalarından hissesiz değil. Payına düşen terbiyesini almış. İşte bu gibiler, Ebubekir Sifil Hoca'nın güzel tarifiyle, 'kültürel olarak müslüman' oluyorlar.

Ancak bir başka zümre daha var. Adı müslüman. Kendisine sorsan ondan daha mü'mini yok. Fakat ezanı duysa rahatsız oluyor. Başörtüsü görse kıllanıyor. 'Namaz' desen kaçacak yer arıyor. Dinî birçok emrin, hem de açıkça, aleyhinde bulunuyor. Belki de değişmesi gerektiğini söylüyor. İşte, bu durum, o insanın yerelliğini çoktan kaybettiğini gösteriyor. Çünkü bütününe iman ettiğini söylediği şeyin detaylarına/uygulamalarına itirazları var. Sahada muteriz. Üzerinde fabrikasının ismi olsa da motorun işleyişinden rahatsız.

Böylece benim kafamda, tekfirden uzak bir şekilde, yerellik tanımı şöyle şekilleniyor: Parçası olduğun bütünün detaylardaki tasarruflarına taraftarsan yerelsin. Güzelce çalışmasının devamını istiyorsan yerelsin. İltizamlarını haklı buluyorsan yerelsin. Hatta bütünün parçası olmasan bile, çalışmasından mutlu olduğun bir bütünlük varsa, onun yerelisin. Osmanlı ordusunda Yunan'a karşı çarpışan bir Rum askeri gibisin.

Öteki türlü, ismen/cismen mü'min de olsan, imanın gerektirdiği emir/nehiy taraftarlığı sinende yer tutmadığı için, bütününün hilafına işlemeye başlarsın. Farkında ol veya olma. Bütüne taş koyarsın. İyiliğini isterken kötülüğünü getirirsin. Nitekim, herbirimiz, yakın tarihte şahit olduğumuz olayları zihnimizden bir geçirebilsek, şunlara çok örnekleri oradan bulabiliriz. Hatta teorim o ki: Bediüzzaman, Eski Said döneminde geçen şu tartışmayı tahattur edip naklederken de benzer tecrübelere yaslanıyordu. Kimbilir? Allahu'l-alem.

27 Şubat 2018 Salı

Allah dinini reformistlerle düzeltmez

Mürşidim, Mektubat'ında, ahirzaman hadislerine dair bir suale cevap sadedinde diyor ki: "Yeryüzünde 'Allah Allah' diyecek kalmayacak; yani, ehemmiyetli bir cemaat küre-i arzda mühim bir mevkie sahip olacak bir surette 'Allah Allah' denilmeyecek demektir. Yoksa, ekalliyette kalan veyahut mağlûp düşen ehl-i hak kıyamete kadar bâki kalacak; yalnız, kıyametin kopacağı ânında, kıyametin dehşetlerini görmemek için, bir eser-i rahmet olarak, ehl-i imanın ruhları daha evvel kabzedilecek, kıyamet kâfirlerin başına kopacaktır."

Şimdilerde, ben, bu meselenin Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaate de bir delil oluşturduğunu düşünüyorum. Nasıl? Şöyle: Aleyhissalatuvesselamın, Kur'an'ın ifadesiyle, 'hatemü'l-enbiya/peygamberlerin sonuncusu' oluşu, aynı zamanda, 'getirdiği dinin ta kıyamete kadar bozulmadan kalacağının' da haberini veriyor gibi geliyor. Allahu'l-alem. Bunu da bencileyin şöyle izah ediyorum:

Cenab-ı Hakkın bir mübarek kanunu ki, ne zaman din-i hak yeryüzünden silinecek gibi olsa, yeni bir peygamber ile o dini yeniden tesis ediyor. Hz. Yusuf'un (a.s.) getirdiği mesaj unutulduğunda Hz. Musa'yı (a.s.), Hz. Musa'nın (a.s.) getirdiği şeriat unutulmaya başlandığında Hz. İsa'yı (a.s.); onun getirdiği din tahrif edildiğinde de "Bugün dininizi tamamladım!" hükmünün mazharı, peygamberliğin hatemi, resullerin şahı Muhammed Mustafa aleyhissalatuvesselamı yolluyor. Yani 'nübüvvet kanunu' dünya üzerinde bu şefkatli koruyuculuk üzere işliyor. (Allah hepsinin şefaatine nail eylesin bizleri.)

Şu berrak pınar, asırlar boyu saflaşa saflaşa, en nihayet Mustafa'da (a.s.m.) ıstıfa ediyor. Onda kemale eriyor. Bu kemale eriş, bir açıdan getirdiği şeriatın kendisinden önce gelen bütün şeriatları kapsayan/kuşatan bir mahiyeti olduğunu haber vermekle birlikte, diğer bir açıdan da şunu söylüyor: Bu din bozulmayacak. Bir istikametli fırka her zaman hak üzere bu dini yaşamaya devam edecek. Edecek ki tekrar peygamber göndermeye ihtiyaç kalmayacak.

İşte, tam da bu noktada, reformistlerin iddiaları boşa çıkıyor. Eğer şeriat-ı Muhammediye aleyhissalatuvesselam, bahsettikleri gibi, 'uydurulmuş'u ile yer değiştirmiş olsaydı, Allah, onu düzeltmek için bu muğalatacı reformistleri değil, her zaman olduğu gibi, ismet sahibi peygamberlerini ve vahyini gönderirdi.

Cenab-ı Hakkın âdeti, gönderdiği hak din tahrif olduğunda, onu hevasına yaslanmış filozoflar eliyle düzeltmek değildir. Vahyine istinad eden peygamberler eliyle düzeltmektir. İslam'da bu yüzden 'reform' olmaz. Çünkü 'nübüvvete iman' bu düşüncenin makuliyetini reddeder. Akıl vahye ayar çekemez. Vahiy akla ayar çeker. Yeniden bir peygamber gelmeyeceği de nass-ı Kur'an'la sabit olduğuna göre, o halde bu din, hak bir fırka tarafından istikamet üzere kıyamete kadar yaşanacaktır, yaşanıyordur, yaşanmıştır. Hep de, inşaallah, böyle kalacaktır. "Hâzâ min fadli Rabbi."

Bozulmadan devam eden cadde budur. Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaatin dayandığı hak meslek budur. Yani: Cenab-ı Hakkın, ardından bir daha peygamber göndermeyeceğini haber verdiği Hatemü'l-Enbiya aleyhissalatuvesselamın dinini, ilk kaynadığı yerden son akacağı yere kadar, tahrifattan da koruyacağıdır.

Bunun bir ucu peygamberin ismeti ise diğer ucu da Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaatin hadis-i şeriflere bakışıdır. Dikkatidir. Adaletidir. Güvenidir. Şu pınar, Asr-ı Saadetten ahirzamana bulanmadan akacaksa/akıyorsa, sırrı Cenab-ı Hakkın "Şüphesiz o Zikr’i biz indirdik. Onun koruyucusu da elbette biziz!" garantisidir. Bu garanti, sadece Kur'an'ın lafızlarını değil, dinin istikametle anlaşılmasını ve yaşanmasını da kasteder. (Din yanlış yaşandıktan/anlaşıldıktan sonra onu öğretmek için gelen lafızların korunmasının ne anlamı vardır?) Evet, Cenab-ı Hak, Son Peygamber aleyhissalatuvesselamın dinini kıyamete kadar istikamet üzere koruyacaktır. Hem zaten koruyordur. Hem zaten korumuştur. Modernistler/reformistler istemese bile...

İşte, arkadaşım, 'peygamberlere iman' rüknünün ne denli önemli olduğuna da buradan bir pencere bulabilirsin. Biz o silsilenin tamamına iman etmekle aslında Cenab-ı Hakkın 'nübüvvet kanununa' da iman ederiz. Ve nübüvvet kanunu bize söyler ki: Eğer yeni bir peygamber gönderilmeyecekse, ki Kur'an bunu söylemektedir, o zaman bu dinin 'indirilmiş'i ilelebed devam edecektir.

24 Şubat 2018 Cumartesi

Rüyada modernist görmek...

Biliyorsunuz: Buralarda rüya anlatmak pek âdetim değildir. Hele rüyalarımla amel etmek hiç âdetim değildir. Fakat bu defa bir istisna yapacağım. Çünkü bu rüyada bir hakikat de vardı. Uyanılınca kıssasından hisse de alındı. Paylaşılsa iyidir. Özeti şöyledir:

Elimde kırmızı bir kitapla (muhtemelen bugünlerde okuduğum Barla Lahikası idi o) sabah namazına camiye gidiyorum. Geç kalmışım. Acele ediyorum. İçeriye girdiğimde şaşırıyorum. Neden? Çünkü caminin iki mihrabı var. Birisi, tam da olması gereken yerde, merkezde. Diğeri caminin sol yanından açılmış bir odacıkta. Ve cemaatten küçük bir kısmı bölünmüş. Merkezdekilerden ayrılmış. Orada sola doğru namaz kılıyorlar. Fakat bu durum o mecliste acayibin acayibi bir görüntü oluşturuyor. Bir camide iki kıble birden oluyor. Aynı anda iki ayrı kıbleye doğru namaz kılınıyor.

İçeri girdiğimde cemaati tartışır buluyorum: "Doğru mihrap hangisi?" Ben ya içimden yahut dışımdan diyorum: "Yahu koskoca cami yapılsın da mihrabı sola açılan küçük bir odaya konsun. Böyle saçma tasarım olur mu? Böyle kocaman bir camiyi yapan mimar şöyle bir arızayı neden işlesin? Oraya cemaatten kaç kişi sığar? Safları en fazla kaç kişilik olur? Hem baksanıza caminin ana duvarları şu ana mihrabın yönüne doğru gidiyor. Sütûnları oraya doğru akıyor. Eni de oraya doğru verilmiş. Camiyi böyle yapıp da mihrabını odaya koymak hikmetsizliktir. Mimar dediğin şöyle bir hikmetsizlik yapmaz."

Devamında yaşananları geçeyim. Belki başka bir yazıda da onlardan anladığımı izah ederim. Fakat burada özellikle son zamanlarda modernist (ehl-i bid'a) zümreyle yaşadığımız tartışmalara tutulan muazzam bir ışık vardı. Hadi ona bakalım:

Allahu'l-alem, 'uydurulmuş din-indirilmiş din' demagojisine sapıp, ümmetin cadde-i kübrası olan Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat çizgisini sapıtmışlıkla suçlayan ahirzaman sapkınlarının halini anlatıyor bu rüya. Yani: Onlar, bindörtyüz yıllık caminin kenarından açtıkları yeni odaya bir sahte mihrap kondurmuşlar, farklı bir yöne doğru namaz kılmaya başlamışlar. Biz de hakikat diliyle diyoruz ki: Yahu böyle şey olur mu? Şu göz önündeki İslam camisini her asır büyüterek, süsleyerek, genişleterek inşa eden Sanî-i Zülcelal, o caminin mihrabını alıp sizin daha yeni açtığınız/farkettiğiniz bir göz odaya koyar mı? Bunu yapmakla sanatla inşa ettiği o caminin sizden evvelini 'boşuboşuna' kılar mı?

O camide asıl ve sahih olan mihrap, elbette, ekserin arkasında saf tuttuğu, hiçbir zaman cemaatsiz/namazsız bırakmadığı ve duvarların/sütûnların da oraya baktığı mihraptır. Yani: Bu ümmetin sütûn misal mürşidleri ve duvar misal müçtehidleri hep o yöne gitmişlerdir. Evliyası, asfiyası, arifanı, meşayihi hep o tarafa doğru namaz kılmışlardır. Siz nasıl oluyor da, 'ahirzaman şımarıklığıyla' açtığınız küçücük odayı caminin asıl bünyesi, mihrabını da o caminin asıl kıblesi ilan ediyorsunuz? Buradan bu İslam camiinin Mimarına (c.c.) ve onun tayin ettiği İmama (a.s.m.) bühtan çıkmaz mı?

Öyle ya! Sanki şu Mimar, sizin vehminizce, İslam camisinin yapılmasını bindörtyüz yıl önce emretmiş, fakat yapılışını hiç takip etmemiştir. Korumamıştır. İşçileri de, her nasıl olmuşsa, onu farklı bir yöne götürmüştür. Veyahut şu İmam (a.s.m.), İslam camisini bir kıbleye doğru yönlendirmek için bindörtyüz yıl önce görevlendirilmiş, fakat muvaffak olamamış, ahirzamana kadar ekser ümmeti yanlış yöne doğru namaz kılmıştır. Mihrap, nasıl olmuşsa, bindörtyüz yıldır şaşırılmıştır. Biz, şüphesiz, Rabbimizi böylesi kusurlardan, hikmetsizliklerden, boşuboşunalıklardan tenzih ederiz.

Bu tenzihin verdiği bakış açısıdır ki, bize hakkı hak, bâtılı bâtıl olarak gösterir. Ve, evet, sizin o küçük odada açtığınız mihrap bâtıldır. Çünkü bindörtyüzyıllık caminin mimarisine aykırıdır. Uyumsuzdur. Bid'adır. Buradan bir 'uydurulmuşluk-indirilmişlik' analizine girilecekse, işte o küçük oda hakkında denilebilir ki: Uydurulmuştur. Ve arkasında ekserin namaz kıldığı esas mihrap indirilmiştir. Aksi Sahib-i İslam'a çaktırmadan hakaret etmektir.

İşte, arkadaşım, rüyamdan aldığım hakikat dersi böyle birşeydi. Uyanınca tabirini böyle yaptım. Hissemi de böyle aldım. Cenab-ı Hak, bizi o ana mihrabın, Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat çizgisinin arkasından ayırmasın. Ayrılanlara da çabucak ayılıp geri dönmeyi nasip etsin. Âmin. Tevfik ve hidayet ancak Allah'tandır.

16 Şubat 2018 Cuma

Allah bizi seviyorsa sevdiklerimizi neden öldürüyor?

Çocukluk 'olabileceklerin' çağıdır. İslam büyüklerinin hayatlarını öğrenmeye çocukken pek meraklı idim. Onların varlığı, sanki uzaklarımda değildi, içimde de şahitleri vardı. Bana, bir ütopyadan değil, fıtratımdaki bir zenginlikten haber veriyorlardı. Menkıbelerinin zikri/tahatturu, nefs-i emmare tırtılıma, 'çalışırsa güzel birşeye dönüşebileceğini' ihtar ediyordu. İçimdeki potansiyelin, dolayısıyla asl-ı insanımın, hakikatine iman ediyordum onları okumakla. Günahlarımla ümitsizliğe düşmüyordum. Ahirzamanın tozları arasında kaybolmuş kalbim bir yerlerde 'ahsen-i takvim' cevheri bulunduğunu anımsıyordu. Demek başlangıcım iyiydi benim. Bu anımsama elbette özüme gelecek için ümit veriyordu.

Olgunluk 'olmuşların' çağıdır. Şimdi tohum büyüdü. İhtimalleri azalttı. Artık kendisini koca incir ağaçlarıyla karıştıramaz karaçalı. Ben de karıştırmıyorum: Onlar semaya doğru yer tutup bize gölge etmek için varolmuşlar. Tohumları böyle bir tohum imiş. Biz sayelerinde rüzgârlardan korunmak için varolmuşuz. Tohumumuz öyle bir tohum imiş. Ancak yine de, o hayatlara dair yeni her ne okuma yapsam, anlatılanların olmuşluğuna şahitlik ediyorum. Bu değişmiyor. Çünkü içimdeki şahitlerinin şahitliği bitmiyor. Hem onların varlığından cennete de bir delil buluyorum. Öyle ya! Yalnız hatıraları yâdedilmekle gönlümüze cennet esintileri getiren şu salihler, herhalde, gittikleri yeri de cennet ederler. Ve yine, herhalde, ebediyyen varolacakları yeri de cennet ederler. İnşaallah.

Şimdi, bu vesileyle, o kitaplardan birisinde, İmam Ebu Yusuf'a (r.a.) atfen okuduğum birşeyin hakikatine yıllar sonra nasıl eriştiğimi de anlatayım sana. Hafızamda yanlış kalmamışsa, İmam, çok sevdiği bir yakınının cenazesinde şöyle demiş çevresindekilere: "Allah eğer bir kulunu seviyorsa önce sevdiklerini alır..." Bir saniye. Bir duralım.

Nasıl yani? Sevdiğinin sevdiklerini almak? Ve bununla aslında sevgini ifade ediyor olmak? Bu nasıl olabilir? Doğrusu; bu mesele, çocukluğumdan büyüklüğüme, kafamı epeyce meşgul eden şeylerden olmuştur. Çünkü bana hep şöyle gelmiştir: Sevdiklerinden önce ölmek, en azından, onların ölümünü/acısını görmemekle sana verilmiş bir hediyedir. Böylece ilk giden sen olursun ve senin acın onlara kalır. (Biraz bencilce, tamam, ama haksız da diyemezsiniz.) Eğer sen sona kalırsan, bu demektir ki, onların acısı sana kalacaktır. Peki sevdiklerinin acıları kucağına bırakılmakla bir insan nasıl sevilmiş olur? Bu nasıl bir seviştir?

Sonra bir gün, mürşidimin, kendisinden önce vefat eden salihlere dair bir tefekkürünü okuduğumda, İmam'ın sözünün hakikatine gözüm hafifçe açılır gibi oldu. O metin de şurasıdır:

"Eğer İmam-ı Rabbanî Ahmed-i Farukî bugün Hindistan'da hayattadır diye ziyaretine bir dâvet vuku bulsa, bütün zahmetlere ve tehlikelere katlanarak ziyaretine gideceğim. Binaenaleyh, İncil'de Ahmed, Tevrat'ta Ahyed, Kur'ân'da Muhammed ismiyle müsemmâ iki cihanın güneşi, kabrin arka tarafında milyonlarca Farukî Ahmed'lerle muhat olarak sâkindir. Onların ziyaretlerine gitmek için niye acele etmiyoruz? Geri kalmak hatâdır." Hem yine başka bir yerde diyordu: "Ey nefis! Başta Habibullah, bütün ahbabın, kabrin öbür tarafındadırlar. Burada kalan bir iki tane ise, onlar da gidiyorlar. Ölümden ürküp, kabirden korkup başını çevirme. Merdâne kabre bak, dinle, ne talep eder? Erkekçesine ölümün yüzüne gül, bak, ne ister?"

Ben bu metinler eşliğinde İmam'ın sözünü artık şöyle yorumladım: İnsan her nereye kendisinden önce sevdiklerini gönderirse oraya ülfetini de göndermiş oluyor. Yani büsbütün yabancımız olan bir yere alışmak önce sevdiklerimizi oraya göndermekle oluyor. Veya olabiliyor. Nasıl? Mesela: Gurbette, askerde veya bir seyahatte, tastamam yabancı olduğumuz bir mevkide, dost bir yüzü, sesi, hatırayı bulmak nasıl oradaki yabancılığımızın bir kısmını alıp götürüyor; aynen öyle de; sevdiklerimizin bizden önce ölüm ötesine alınmış olması da, tastamam bir sevgi ifadesi olarak, ölümün görünürdeki karanlık yüzünü munisleştiriyor. Sevimli kılıyor. 'Büsbütün bilinmezlik'ini 'kısmî aşinalık'a çeviriyor. Yani: Sevdiklerimizinin bizi orada bekliyor olması, onlarla orada tekrar buluşabilme ümidi, bu dünyada yarım kalan hayatımıza bir teselli sunuyor.

Bu meselenin birinci tarafıydı. Bir de ikinci tarafı var. Ki onu da bana düşündüren yine mürşidimin bazı metinleridir. Mesela bir yerde talebelerinden birisine diyor: "Cenâb-ı Hak bir abdini severse, dünyayı ona küstürür, çirkin gösterir. İnşaallah sen de o sevgililerin sınıfındansın." Hem yine ehl-i beytin yaşadığı acıları analiz ederken diyor: "Hasan ve Hüseyin (r.a.) ve onların hanedanları ve nesilleri, mânevî bir saltanata namzet idiler. Dünya saltanatı ile mânevî saltanatın cem'i gayet müşküldür. Onun için onları dünyadan küstürdü, dünyanın çirkin yüzünü gösterdi—tâ, kalben dünyaya karşı alâkaları kalmasın. Onların elleri muvakkat ve surî bir saltanattan çekildi; fakat parlak ve daimî bir saltanat-ı mâneviyeye tayin edildiler. Âdi valiler yerine, evliya aktablarına merci oldular."

Ben de fanilikle yaralı kalbime diyorum ki şimdi: Senden önce dünyanın ölmesi, senin dünyandan önce ölmenden yeğdir. Zira ikincisinde dünya senin faniliğine belki aldırır. O binler ölümler içinde belki (o da çok zayıf bir belki) önemser. Fakat birincisinde sen dünyanın faniliğini mutlaka farkedersin. Sevdiklerinin acısıyla bir arayışa girersin. Belki bu arayış sayesinde hakikate de erersin. Ne demek bu? Belki biraz şu demek: Bu gidenlerin/gidişlerin acısı sana gidilecek yere yönelik hazırlıklı olmayı öğütler. Hatta içinde bir yerde körükler. Bu öğütleme ve körükleme sayesinde insan ölüme hazırlıklı yaşama fikri edinir. Bu fikir ve eşliğinde geliştirilecek gayret sayesinde, inşaallah, ahiretini kurtarmış olur. Kendisinden önce gönderdiği güzel dünyaya yeniden kavuşmuş olur.

Şimdi, ister yakınlarının ölümlerine, ister hayatlarına hayran olduğun büyüklerin vefatlarına, ister her an ölüp gitmekte olan güzel anlarına bu nazarla bak. Allah, seni sevdiklerinin ölümüne şahit kılmakla, sana bir kötülük etmiyor aslında. Yani ayrılıklarını, acılarını, özlemlerini kahrolasın diye omuzlarına vermiyor. Zulmetmiyor. Hâşâ! Esasında olay şu: Gitmesi kaçınılmaz olan bir yer var. Düşmesi kaçınılmaz bir çukur var. Ve sen oraya çok hazırlıksızsın. Hiç gidecek gibi durmuyorsun. Hiç gidecek gibi hazırlanmıyorsun. Hiç gidecek gibi aldırmıyorsun. Rabb-i Rahim'in, senden önce gidenleri sana göstermekle, bu kaçınılmaz yolculuğu hatırlatmış oluyor. Yani: Hem hatırlatıyor, hem özletiyor, hem de hazırlıyor. Şimdi bunları da hesaba katıp düşün arkadaşım: İmam'ın sözünde çok büyük bir hakikat var öyle değil mi?

12 Şubat 2018 Pazartesi

Bediüzzaman hürriyetten vazgeçti mi?

Ebubekir Sifil Hoca bu yakınlarda izlediğim bir Riyazü's-Salihîn dersinde (Hayırlı İşlere Koşmak 1) "Yararlı işler görmekte acele ediniz. Zira yakın bir gelecekte karanlık geceler gibi birtakım fitneler ortalığı kaplayacaktır. O zamanda insan, mü'min olarak sabahlar, kafir olarak geceler; mü'min olarak geceler, kafir olarak sabahlar. Dinini küçük bir dünyalığa satar!" hadisini izah sadedinde (bilmana) dedi ki:

"Bu hadisin haber verdiği şeylerden birisi de 'fitne zamanı'nın amel-i salihte muvaffakiyetsizliğe sebep olacağıdır. Hakikaten de, ahirzaman geldiğinde insanlar, amellerini tam bir ihlas ile yerine getirmekte zorlanacaklar..." Ve devamında, Ebubekir Hoca, mezkûr muvaffakiyetsizliğin 'niyet'ten başlayıp 'ahirzaman psikolojisine' kadar uzanan yönlerine dair önemli teşhislerde bulundu. (Merak edenleri internetteki kaydına havale ederim.)

Allah razı olsun. Bu ders Risale-i Nur'da kısa zaman önce dikkatimi çeken bir hususu aydınlatmamda bana yardımcı oldu. O husus da şudur: Mürşidim Eski Said döneminde yazdığı Mesnevî-i Nuriye'de diyor: "İ'lem: İman ilimlerinden sonra en mühim ve en lüzümlu şey amel-i salihtir. Zira Kur'an-ı Hakîm devamlı şekilde 'İman eden ve amel-i salih işleyenler' der. Evet, bu kısa ömür, ancak en ehemmiyetli olan şeye yeter." Fakat daha sonra, yani Kastamonu Lahikası'nın telif edildiği dönemde (aynı dönemin II. Dünya Savaşı gibi delidolu eylem yıllarına denk geldiğini de akılda tutalım), sanki bu konudaki vurgusunu değiştiriyor:

"Bugünlerde, Kur'ân-ı Hakîmin nazarında, imandan sonra en ziyade esas tutulan takvâ ve amel-i salih esaslarını düşündüm. Takvâ, menhiyattan ve günahlardan içtinab etmek; ve amel-i salih, emir dairesinde hareket ve hayrat kazanmaktır. Her zaman def-i şer, celb-i nef'a râcih olmakla beraber, bu tahribat ve sefahet ve câzibedar hevesat zamanında bu takvâ olan def-i mefasid ve terk-i kebair üssü'l-esas olup büyük bir rüçhaniyet kesb etmiş. Bu zamanda tahribat ve menfî cereyan dehşetlendiği için, takvâ bu tahribata karşı en büyük esastır. Farzlarını yapan, kebireleri işlemeyen, kurtulur. Böyle kebair-i azîme içinde amel-i salihin ihlâsla muvaffakiyeti pek azdır..."

Ben de Ebubekir Sifil Hoca'nın dersinin ardından düşündüm: Eski Said'den Yeni Said'e dönüşümün izlerinden birisi de burada saklanıyor olabilir. Eski Said'in, özellikle İstanbul hayatı sırasında yaptığı, dinamik 'hürriyet' vurgusuna bedel, Yeni Said'in kendi şartlarında ve elinden geldiğince yaptığı 'asayişi muhafaza' çağrısı, yine yukarıdaki hadis-i şerifin sırrınca, önemli hakikatler fısıldıyor olabilir. Çünkü hakikaten 'hürriyet' ile 'amel-i salih' arasında 'asayişi muhafaza' ile 'takva' arasındakine benzer bir anlam/yöntem ilgisi vardır.

Birinciler fethedicidir. İkinciler koruyucudur. Birinciler taaruzcudur. İkinciler savunmacıdır. Birinciler kılıçtır. İkinciler kalkandır. Birinciler genişleticidir. İkinciler mevcudu muhafazaya çalışırlar.

Hem şu da bir gerçektir: Asayişi bozacak şekilde amellerinde ifrat eden bir hürriyet talebi 'anarşiye' sebep olabileceği gibi, hürriyetleri görmezden gelecek şekilde şiddetlenen bir asayişi muhafaza kaygısı da 'zulümlere' sebep olabilir.

Belki Bediüzzaman'ın Eski Said döneminde yaşadıkları üzerinden Yeni Said'e taşıdığı bir tecrübe de budur: Güvenlik özgürlüğün önsözüdür. Eğer hürriyetten önce/beraber emniyet tesis edilmezse, talep edenlerle-edilenler arasında güven ortamı oluşmazsa, bu tarz talepler daha şiddetli istibdatları doğurmakla aksü'l-ameli netice verirler. Şu derdin de devası, belki hürriyet ile asayişi muhafazanın barıştırıcısı, müsbet harekettir. Yani hayrı talep ederken veya doğruyu dillendirirken bireyin, toplumun veya devletin güvenlik algısını bozmayacak şekilde hareket etmektir.

Baba, oğluna istediği hürriyet verir, ancak ondan karşılığında edep ve hürmet görmezse müstebitleşir. Devlet, halkına hakkı olan özgürlüğü tanır, ancak karşılığında emniyet ve itaat görmezse azgınlaşır. Hem bazen iyi niyetli amel edişler dahi sonuçları kestirilemeyerek yıkımlara neden olabilir. Yine bir hadisin ifadesiyle, fitne zamanı müslümanların oturanını ayakta olanından hayırlı kılan şey, biraz da bu türden amellerin kime/neye hizmet ettiğinin belli olmamasından kaynaklanan bir endişe olabilir mi? Bana bu ihtimal kuvvetle muhtemel geliyor. Neden? 'Uçları ecnebi elinde' bir manipülasyon alanında eylenen herşeyin nereye varacağını da elbette tezgâhın sahipleri belirler. Kullanılmaktan uzak kalabilmek ise ancak kenarda kalabilmekle mümkündür.

Bediüzzaman, Osmanlı'dan Cumhuriyet'e, 31 Mart'tan Şeyh Said Hâdisesi'ne yaşadıklarıyla elbette kendi içinde de bir noktaya geldi. Zamanın müfessirliğini bu olaylar üzerinden de okudu. Fakat zaman durmuyor ki! Gezi'den beri yaşadıklarımızla ben de şöyle bir noktaya geldim: 'Mümkün olanın' güzelliğini bozmamaya çalışmak 'mümkün olabilecek' güzellikleri istemekten önce gelir. Daha fazla güzellik istemek ancak eldekinin de yitirilmeyeceği bir üslûpla, ölçüde ve dengeyle mübarektir. Yoksa, Orwell'ın Hayvan Çiftliği'nde başarıyla tasvir ettiği gibi, ütopyalar ancak karaütopyaların doğumuna annelik ederler. Yani: Işığı arzulamaktaki ifrat yeni bir karanlığın önsözü olur.

10 Şubat 2018 Cumartesi

Göğe araba fırlatmak

Mürşidim, kısa bir meali "Andolsun ki biz (dünyaya) en yakın olan göğü kandillerle donattık. Bunları şeytanlara atış taneleri yaptık ve onlara alevli ateş azabını hazırladık!" buyuran Mülk sûresinin 5. ayetini tefsir sadedinde diyor ki:

"Zira, yüksek kalelerin muhkem burçlarından atılan mancınıklar ve işaret fişeklerine benzeyen şu hadise-i necmiye, bu recm-i şeytana ne kadar ensep düştüğü bedâheten anlaşılır. Halbuki, şu hadisenin, bu hikmetten ve şu gayeden başka, ona münasip bir hikmeti bilinmiyor."

Yine başka bir yerde de diyor: "Ruhânîlerin ahyârı semâda bulunduklarından, eşrarı da letâfetlerine güvenerek onları takliden iltihak etmek istediklerinde, ehl-i semâ, onları şerâretleri için kabul etmeyerek def ediyorlar. Maahaza, bu gibi mânevî mübârezeleri âlem-i şehadete, bilhassa vazifesi şehadet ve müşahede olan insana ilân ve teşhirine recm-i nücum alâmet ve nişan kılınmıştır."

Geçtiğimiz yılbaşı göğe atılan havaifişekleri izlerken bu bahisler hatırıma geldi. Şöyle düşündüm: Kainatta olan herşeyin insanın fıtratında bir karşılığı (veya açlığı) var. Göktaşlarını şeytanların recmine/taşlanmasına alamet kılan Sanî-i Zülcelâl insanı da bu tür şeylere ilgili yaratıyor. Ki insan da, kendi dünyasında büyük saydığı şeyleri kutlarken (veya ilan ederken), göğe ışıklı şeyler fırlatıyor.

Sadece yılbaşında mı? Değil elbette. Düğünlerde/nişanlarda da böyle. Mezuniyet kutlamalarında da böyle. Hatta sünnetlerde bile böyle. (Yakınlarında düğünsalonu bulunanlar iyi bilirler.) Eskiden kurşun sıkma âdeti vardı. Yenilerde havaifişek. Ramazanlarda da top atılırdı. Dilek fenerleri var şimdilerde bir de. Şekil değişse de öz aynı.

Belli ki derinlerde hepsinin özü bir 'biliş/seziş' var. Fıtratımıza kodlanmış ve karşılığını görünce uyanıveren bir sezgi, bir ürperti, bir farkındalık. "Gökte ışıklı birşeyler uçuyorsa önemli şeyler oluyordur âlemde!" Bunu biliyoruz. Bütün insanlığın ortak ekranı sayılacak semavatta gösterilen sıradışı şeylerin dünya sakinlerinin gündemini etkileyecek işaretler barındırdığını hissediyoruz.

Elon Musk'ın uzaya araba göndermesi de (tüm magazinel okumaların üstünde) bu sadetten sayılabilir. Belki ikinci bir kanunu daha söylüyor şu olay bize: Bizim, içimizden en güzel birisini/birşeyi, ta kab-ı kavseyn makamına çıkacak kadar ileriye göndermek kanımızda var. İster 'hayırlılar' olalım ister 'şerliler.' Fıtratımız aynı Ustanın nakışlarını söyler. Demek: Göğümüze ilgisiz kalamıyoruz.

Neler yapabildiğimizi/yapabileceğimizi ortaya koyabilmenin orayla bir ilgisi varmış gibi geliyor. Derinlerden ses veren ikinci bir açlık da bu sanki. Bir zamanlar "Aya ilk önce kim çıkacak?" diye ABD ve Rusya'nın yarışması gibi bir rüştünü/potansiyelini isbat etme arzusu var hepsinin altında. Tıpkı Firavun'un Haman'dan 'semaya ulaşacak bir kule' yapmasını istemesi gibi. Peki kime karşı bu potansiyelin isbatı? Elon Musk bunu elbette insanların takdirini hedef alarak yaptı. Firavun da öyle. Lakin şu arzunun biraz daha köklerine inmek gerekmez mi? Öyleyse soralım kendimize: Göğe çıkmak isteyenler kimin takdirini arıyor?

Belki de biz, Hz. Âdem aleyhisselamdan beri, karşılarında yaratılış hikmetimizi ifadeye şevkli olduğumuz melek dostlarımıza birşeyler anlatmaya çalışıyoruz? Talim-i Esma meselesinde de yapmıştık bunu. Yine deniyoruz. Öyle ya! Bediüzzaman'ın tabirince 'umum-i kanunların uçları' olan kıssa-i Kur'aniyenin bugüne söylediği bu türden şeyler de olamaz mı? Elbette olur/olabilir.

Belki de biz Sahib-i Miraç aleyhissalatuvesselam sayesinde de buna muvaffak olduk. Talim-i Esma ile başlayan isbat-ı rüşd zincirinin son halkası olarak Miraca muvaffak kılındık. Melekler şerirleri taşlayarak bize semanın edebini öğretiyorlardı. Biz de içimizden en hayırlısını onların hayal bile edemedikleri mesafelere göndererek bu edepten haberdar olduğumuz isbatladık. Sadece bu da değil. Onların bize gönderdikleri türden bir işaret de gönderdik.

"Dünyada mühim şeyler oluyor! Ahirzaman Peygamberi (a.s.m.) geldi. İnsanlığın rengini değiştiriyor. Verdiği mesajın sesi bir baştan başa dünyayı sarıyor..." Tıpkı dostun yüksekteki penceresini taşlayıp aşağıda olanlara karşı onu meraklandırmak gibi. Bir sevinci paylaşmak gibi. Hep onlar atıyorlardı. Bu sefer bir nurdan taş da biz onlara fırlattık. Şenliğimizden büyüklüğünden haberdar ettik.

"Hazret-i zât-ı Ahmediye aleyhissalâtü vesselâm'ın zuhuru zamanında, 'Yıldızlar saçıldığı zaman...' âyetinin bir nümunesini gösterir bir tarzda, recm-i şeyâtîne alâmet olan yıldızların düşmesi kesretle vuku bulmuştur. Ehl-i tahkikin nazarında, o zaman vahiy zamanı geldiğinden, vahye şüphe gelmemek için, kâhinler gibi, gaybî ve cinler vasıtasıyla semavî haberlerine karışanlara sed çekmeye alâmet ve işaret olmakla beraber, zât-ı Ahmediye aleyhissalâtü vesselâm cin ve inse meb'us olarak teşrifine semâvât ehlince bir şenlik, bir bayram gibi bir alâmet-i sürur olduğunu, ehl-i keşif ve hakikat hükmetmişlerdir."

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...