5 Kasım 2018 Pazartesi

Kur'an'ın mucize olduğunu nereden biliyoruz?

Yakınlarda üç akademisyenin beraber yayına hazırladıkları Yedi Askı: Arap Edebiyatının Harikaları kitabını okudum. Prof. Dr. Kenan Demirayak, Prof. Dr. Nevzat Hafis Yanık ve Doç. Dr. Nurettin Ceviz, bu kitapta, İslam'ın gelişinden evvel Arap edebiyatının zirveleri olarak kabul edilen ve bu meziyetlerinden dolayı altın suyuyla yazılarak Kabe'nin duvarına asılan yedi şiirin (muallakat-ı seb'a) kısaca analizini yapıyorlar. "Şairleri kimlerdir? Şiirlerin yazılış hikayesi nasıldır? Böyle iltifat görmeye değer ne gibi özellikleri vardır? Araplarda şiirin konumu nedir?" gibi birçok sorunun da cevaplandığı kitapta mezkûr şiirlerin orijinalleri ve Türkçeye çevirileri de var. Kendi adıma 'istifadeli bir okuma' yaşattığını düşündüğüm eserdeki emekleri için, Allah, üç hocamızdan da razı olsun. (İsmini ilk kez duyduğum 'Ankara Okulu Yayınları'na da böyle bir eseri ilim dünyamıza kazandırdığı için ayrıca teşekkür ederim.)

Bu kitabın bana kattığı en büyük değer, Kur'an'da geçen, "Biz o Peygamber’e şiir öğretmedik. Bu ona yaraşmaz da. O(na verdiğimiz) ancak bir öğüt ve apaçık bir Kur’an’dır!" hakikatini bir farklı pencereden daha seyretmeme vesile olmasıdır. Peki bunu nasıl başarmıştır? Bunu o döneme kadar yazılmış Arap metinlerinin zirvesi (diğer bir anlamda da en güzel özeti/seçkisi) olan şiirleri tanımama vesile olmasıyla başarmıştır. Çünkü cahiliyede Arapların edebiyat diyebileceğimiz tek şeyi şiirleridir. Başka bir edebî ürünleri yoktur. (Kitabın giriş kısmında bu konuda yeterli bilgilendirme yapılmaktadır.) Bu noktaya mürşidim bir eserinde şöyle dikkat çeker:

"Ceziretü'l-Arap ahalisi o asırda ekseriyet-i mutlaka itibarıyla ümmî idi. Ümmîlikleri için, mefahirlerini ve vukuat-ı tarihiyelerini ve mehâsin-i ahlâka yardım edecek durub-u emsallerini, kitabet yerine şiir ve belâğat kaydıyla muhafaza ediyorlardı. Mânidar bir kelâm, şiir ve belâğat cazibesiyle eslâftan ahlâfa hafızalarda kalıp gidiyordu. İşte, şu ihtiyac-ı fıtrî neticesi olarak, o kavmin mânevî çarşı-yı ticaretlerinde en ziyade revaç bulan, fesahat ve belâğat metâı idi.

Hattâ bir kabilenin beliğ bir edibi, en büyük bir kahraman-ı millîsi gibiydi. En ziyade onunla iftihar ediyorlardı. İşte, İslâmiyetten sonra âlemi zekâlarıyla idare eden o zeki kavim, şu en revaçlı ve medar-ı iftiharları ve ona şiddet-i ihtiyaçla muhtaç olan belâğatte akvâm-ı âlemden en ileride ve en yüksek mertebede idiler. Belâğat o kadar kıymettardı ki, bir edibin bir sözü için iki kavim büyük muharebe ederdi ve bir sözüyle musalâha ediyorlardı. Hattâ, onların içinde, Muallâkat-ı Seb'a namıyla, yedi edibin yedi kasidesini altınla Kâbe'nin duvarına yazmışlar, onunla iftihar ediyorlardı.

İşte böyle bir zamanda, belâğat en revaçlı olduğu bir anda, Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan nüzul etti. Nasıl ki zaman-ı Mûsâ aleyhisselâmda sihir ve zaman-ı İsâ aleyhisselâmda tıp revaçta idi; mu'cizelerinin mühimmi o cinsten geldi. İşte, o vakit, bülega-yı Arabı, en kısa bir sûresine mukabeleye davet etti.
"

Peki bu davetin neticesi ne oldu? Onun da cevabını metnin devamında alıyoruz: "İşte, eğer muâraza mümkün olsaydı, acaba hiç mümkün müydü ki, bir iki satırla muâraza edip dâvâsını iptal etmek gibi rahat bir çare varken, en tehlikeli, en müşkülâtlı muharebe tariki ihtiyar edilsin? Evet, o zeki kavim, o siyasî millet ki, bir zaman âlemi siyasetle idare ettiği halde, en kısa ve rahat ve hafif bir yolu terk etsin, en tehlikeli ve bütün mal ve canını belâya atacak uzun bir yolu ihtiyar etsin, hiç kabil midir? Çünkü edipleri birkaç hurufatla muâraza edebilseydi, Kur'ân dâvâsından vazgeçerdi, onlar da maddî ve mânevî helâketten kurtulurlardı. Halbuki muharebe gibi dehşetli, uzun bir yolu ihtiyar ettiler. Demek, muâraza-i bilhuruf mümkün değildi, muhaldi. Onun için muharebe-i bissüyufa mecbur oldular."

Yani küfürde kalmakta ısrar edenler, Kur'an'ın, "Kulumuz Muhammed'e indirdiğimiz Kur'an'dan şüpheniz varsa haydi bir benzerini getirin!" teklifi karşısında çaresizliklerinden dolayı 'muaraza-i bilhuruf/harflerle karşı çıkmak' yerine 'muhabere-i bissüyufa/kılıçla savaşmaya' mecbur oldular. Çünkü ona yetişemiyorlardı. Şiirdeki hünerlerine rağmen şuna muvaffak olamıyorlardı. Benzerini yapamıyorlardı. Bu tıpkı, sözlü atışmalar sırasında, muhatabının delilleri karşısında çaresiz kalan kişinin, işi yumruk kavgasına dökmesi gibiydi. Yani, davasında yenilen, hemen 'karşısındakinin fikrini/beyanını baskılama araçlarına' sarılıyordu.

Ben, işte bu hakikati, mezkûr kitabı okurken daha iyi kavradım. Zira baktım, bu yedi şiirin hiçbirisinin içeriğinin, hem biçim hem de mana olarak, Kur'an'a yaklaşması mümkün değil. Eğer Arap edebiyatının zirvesi bunlar iseler, ki öyleler, açıkça görmek lazım: Bu malzemeden Kur'an gibi bir yemek çıkmaz. Bu eserlerin en seçkin sebzeleri olduğu bir tarladan Kur'an gibi bir meyve yeşermez. O, bunu netice vermez, veremez. Mevzuyu kalbinizde netleştirmek için birkaç örnekle daha açmayı deneyeceğim:

İki masa düşünelim. Bir masanın üzerinde salatalık, domates, biber var. Diğer masanın üzerinde ise şerbeti yeni dökülmüş bir tepsi künefe. Ve birisi yanınıza yanaşıp kulağınıza fısıldıyor: "İşte bu künefe diğer masadaki malzemeden yapıldı." Nasıl alayla gülümsersiniz. Veya bu masalardan birisinde tarhana, ezo gelin ve yayla çorbaları var. Diğer tepside ise testi kebabı. Yine aynı kişi kulağınıza fısıldasa: "İşte bu testi kebabını yapan şunlardan kopyalayıp aldı." Nasıl şaşkınlıkla inkâr edersiniz. Veya bu masalardan birisinde cetvel, pergel, gönye gibi ölçüm aletleri bulunuyor. Diğerinde ise okunmasına kıyılmaz bir güzel şiir. Yine birisi kulağınıza fısıldıyor: "Bu şiiri şunlardan yararlanarak yazdı." Nasıl 'Hadi ordan!' dersiniz.

Aynen öyle de, Kur'an'ın içeriğiyle, bu şiirlerin içeriği arasında büyük bir mesafe bulunuyor. Öyle ki: Birisinin diğerisinden yapılması mümkün değil. Hem biçim olarak biri diğerine benzemiyor hem de içerdikleri anlam dünyası arasında bir bağ bulunamıyor. Zira o şiirler ya bir sevgiliden ya bir binekten yahut da savaşlardan bahsediyor. Amma Kur'an'ın kuşattığı anlam dünyasını, insanlık, bırakın yalnızca o dönemi, ondört yüzyıldır tefekkür ediyor da sonuna gelemiyor. Yani Kur'an öyle şeylerden bahsediyor, zikrediyor, tarif ediyor ki, öncesindeki malzemeden bu cennet sofrasının çıkması mümkün değil. Ve dolayısıyla da bu iş 'bir beşerin işi' değil.

İşte, biraz da bu nedenle, mezkûr kitabı okuduktan sonra "Biz ona şiir öğretmedik!" mübarek beyanının dünyamda yeni bir yansıması var. Evet. Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın ümmetine buyurduğu şeyler şiir değildi. Zira onlardan ilham almamıştı. Şiirlerin hiçbirisi onun sözlerine yaklaşamıyordu. Onun isabetle her köşesinden haber verdiği, sınırlarını çizdiği, sırlarını söylediği ve ondört yüzyıldır insanlığın anlaya anlaya bitiremediği zengin anlam dünyasının, öncesindeki şu basit malzemeyle yapılabilmesi mümkün değildi. Onun mübarek dili, kalb-i beşere hutur etmemiş, hiçbir insanın daha önce aklına gelmemiş ve vahiysiz bir o kadar zaman daha geçse yine gelmeyecek hakikatlerden haber veriyordu. İşte, bu 'daha öncesinden aşkınlık'tır ki, müşrik Arap ediplerini çaresiz bırakıyordu.

Şimdi, kimin bu yazıdan şüphesi varsa, mezkûr kitabı alıp şöyle bir okumasını tavsiye ederim. Aleyhissalatuvesselamın ümmetine beyanının 'bir beşerin düşünüşü' olmayacağının en açık delili orada saklıdır bence. Nasıl? Belki biraz şöyle: Beşer ancak öncesindekinin üstüne koyarak yeni birşeyler yapar. Ancak kendisinden önce söylenmişlerin duvarına yaslanarak ilave birşeyler söyler. Esinlenir. Etkilenir. Geliştirir. Kur'an'ın kendisinden önceki Arap edebiyatıyla böyle bir ilişkisi yok. Alın. Okuyun. Karşılaştırın. Siz de o yedi şiirden birinin şairi olan Lebid'in kızı gibi yapmaktan kurtulamayacaksınız. Hani o babasının şiirini Kabe'nin duvarından indirirken demişti: "Ayetlere karşı bunun bir kıymeti kalmadı!" Ve babası da kendisine neden artık şiir yazmadığını soran Hz. Ömer'e (r.a.) şöyle cevap vermişti: "Allah, Bakara ve Âl-i İmran sûrelerini gönderdikten sonra, daha bana şiir söylemek düşmez."

4 Kasım 2018 Pazar

Sıla dövülünce Ahmed'in kıymetini anlamak...

Fatma Barbarosoğlu Hoca'nın bir kitapta anlatmaya çalıştığını bir yazıda anlatmak mümkün değil amma yine de 'zaman' ve 'makam' gereği dokunacağım "İmaj ve Takva" meselesine. Hem kendimce 'İkisini birbirinden nasıl ayırıyorum?' cevaplamaya çalışacağım. Bunu yaparken de evveliyetle mürşidimin kapısını çalacağım. Zira o Ahmed aleyhissalatuvesselamın nübüvvetinin delillerinden birisini izah sadedinde diyor ki:

"Enbiyadan sonra en muhterem ve yüksek taife ve ümmî ve bedevî oldukları halde az bir zamanda nur-u Muhammedî (a.s.m.) ile şarktan garba kadar âdilâne idare edip, cihangir devletleri mağlûp ederek müterakki, fenli, medenî, siyasî milletlere üstad, muallim, diplomat, hâkim-i âdil olarak o asrı bir asr-ı saadet hükmüne getiren sahabeler, Muhammed'in (a.s.m.) her halini tetkik ve taharrîden sonra gözleriyle gördükleri çok mu'cizatın kuvvetiyle eski düşmanlıklarını ve ecdatlarının mesleklerini ve çokları (Halid ibni Velid ve İkrime ibni Ebu Cehil gibi) pederlerinin taraftarlıklarını, kavim ve kabilelerini tamamıyla bırakıp bütün ruh u canlarıyla, gayet fedakârâne bir surette İslâmiyete girerek aynelyakîn derecesinde Muhammed'in (a.s.m.) sadıkıyetine, risaletine imanları, sarsılmaz, küllî bir şehadettir."

Yani onun peygamberliğinin delillerinden birisi de sahabilerinin kendisini gönülden tasdikleridir. Hayatlarının geri kalanında dehaları, faziletleri, kabiliyetleri, gayretleri, dikkatleri, tetkikleri, doğrulukları ve sair güzel meziyetleriyle dünyaya parmak ısırtmış o güzel insanların nübüvvetini doğrulamalarıdır. Böyle bir topluluğun, birçoğu evvelen kendisine kaskatı düşman iken, tüm dünyayı uğrunda karşılarına alabilecek kadar ona bağlanmaları ahlakında gördükleri güzelliklerin neticesidir. Hatta Ebu Süfyan (r.a.) misali birçoğu, daha küfürde iken dahi, onun güzel ahlakının şahitliğinde bulunmuşlardır. İşte, bu güzellik, takvası ismet derecesine varan Ahmed aleyhissalatuvesselamın 'pek büyük ahlakı' üzerinden bize bir ders verir.

Peki nedir o ders? O ders bence 'takva'nın 'imaj'dan ayrıldığı yerdir. Takva 'içten dışa doğru' yansımaları okunan birşeydir. Yani en yakınların en çok görürler. Tıpkı, bir güneşin etrafında yörüngelenmiş gezegenler gibi, en yakındakilerin ışıktan istifadesi en yüksek düzeydedir. Fakat imajda düzen bunun tam tersi olarak işler. İmaj 'dıştan içe yansımalar' üzerinden okunur. En uzaktakiler en çok yanılırlar. Yaklaşıldıkça gördüklerinin sahteliğini anlarlar. Bu da tıpkı Ebu Cehil karpuzunu kesip yemek gibidir. Gerçi ben hiç yemedim. Ama anlatılanlara bakılırsa, dışarıdan leziz bir karpuza benzetilen bu şeyin içi, insanın dilini damağını mahvedecek kertededir.

Biraz da bu nedenle, ben, 'onunla beraber olanların' tarif edildiği Fetih sûresinin 25. ayetini mühim hakikatlere temas eder bir metin olarak görürüm. Peki ne buyrulur orada? Kısacık bir mealiyle nakledelim:

"Muhammed Allah'ın elçisidir. Beraberinde bulunanlar da kâfirlere karşı çetin, kendi aralarında merhametlidirler. Onları rükûya varırken, secde ederken görürsün. Allah'tan lütuf ve rıza isterler. Onların nişanları yüzlerindeki secde izidir. Bu, onların Tevrat'taki vasıflarıdır. İncil'deki vasıfları da şöyledir: Onlar filizini yarıp çıkarmış, gittikçe onu kuvvetlendirerek kalınlaşmış, gövdesi üzerine dikilmiş bir ekine benzerler ki bu, ekicilerin de hoşuna gider. Allah böylece onları çoğaltıp kuvvetlendirmekle kâfirleri öfkelendirir. Allah onlardan inanıp iyi işler yapanlara mağfiret ve büyük mükâfat vâdetmiştir."

Bakınız şuradaki tahlil 'imaj' ve 'takva' ayrımımıza ne kadar uyuyor: "Beraberinde bulunanlar da kâfirlere karşı çetin, kendi aralarında merhametlidirler." Yani onların güzellikleri içlerine yaklaştıkça daha çok tezahür eder. Dışlarında kalanlar ise çetin yüzleriyle karşılaşırlar. (Demek ki Tevrat, onlar hakkında yanılmamamız için, böyle öğüt verir.) İmajda bu nasıl olur peki? Kanaatimce imajda durum bunun tam tersidir. İmaj, dışarıdakilere karşı merhametli olmayı, içerideyse çetin yüzünü göstermeyi iktiza eder.

Çoğu ünlünün bir şekilde yanına-yamacına yaklaşmış olanlar şu durumun birçok tezahürüne şahitlik ederler. İstisnalar elbette vardır. Fakat genelde uğranılan bir inkisar-ı hayaldir. Dışarıdan bakarak hayranı olduğu insanlara yaklaşanların daha sonraları nefretle o kişiyi andıkları çok olmuştur. Ben de bunu yaşayanlardanım. Belki, kimbilir, aynı zamanda yaşatanlardanım.

İşte Ahmet Kural'ın Sıla'yla yaşadıkları üzerinden kendime böyle bir ders de çıkarıyorum ben: Uzaktan okuduğun şeylere güvenme. Bunlar imaj olabilirler. Yaklaştıklarının şahitliğine sahip çık. Çünkü bu okumalar takvaya daha yakındır.

İnsan, yakınlarında kendi kalmak üzere, uzaklarına başkasıymış gibi davranabilir. Bölgesinde aslını sergilemek üzere yabancı diyarlarda rol kesebilir. Olmadığı şeyler gibi görünebilir. Bunlar 'geçici' katlanışlardır. Televizyonda bu vardır. Tiyatroda bu vardır. Sinemada bu vardır. Hatta konferanslarda-seminerlerde-kitaplarda dahi bu vardır. Fakat en çok yaşadığı alanlarda, en çok varolduğu şekillerde, en çok ortada olduğu yerlerde bir başkası olamaz.

Her an bunu başaramaz. Orada gerçek yüzü ortaya dökülür. Orada onun 'aslında ne olduğunu' söyleyecek lekeler bulunur. Orada onun özündeki yaralar sık sık kanar. Takvayı da böyle yerlerden görüyüp tanımak lazım. İnsanları burasından tanıyıp hayranı olmak lazım. Arkadaşım, ben diyorum ki şimdi, ancak ashabı olduktan sonra kemale inanmak lazım. Sohbet arkadaşı kadar yaklaşmadan şahit olduğun şeylerin, ne kadarı takvadır, ne kadar imajdır, ayıramazsın. Uzaklar hem gözü hem kalbi kandırır. Zaman ahirzamandır, cennet görünümlü cehennemler, cehennem görünümlü cennetler vardır.

22 Ekim 2018 Pazartesi

Osmanlı'nın andımızı yoktur!

Bir dönem İşçi Partisi'nin yönetiminde de görev yapan iktisatçı-düşünür İdris Küçükömer'in en çok bilinen görüşü Türkiye'de sağın ve solun yanlış yerleştiği iddiasıdır. Ona göre; CHP, Avrupa'daki sağ-sol kavramlaştırmalarına kıyasla, sağ bir parti iken, sekülerleştirmesi üzerinden 'sol' olarak tanımlanmıştır. Halbuki devletçilik, totaliterlik, faşistlik gibi başlıklar altında yönetimi boyunca sergilediği tavır, Avrupa'da sağın sergilediği tavırdır. Tarık Buğra da, belki biraz bu nedenle, İbiş'in Rüyası isimli meşhur romanında Sadi karakterine şöyle çıkışır: "Hani sen Nazi idin? Yakını ise, Serbest Fırka değil, Halk Fırkası oğlum."

Serdar Kaya'nın "Endoktrinasyon ve Türkiye'de Toplum Mühendisliği" isimli kitabında da, hatırımda kalan, şöyle bir 'alan çalışması' var. Öğretmenler üzerine yapılan sosyo-kültürel bir çalışma bu. Kaldığı kadarıyla arzedeyim: Türkiye'de bir grup öğretmene o günlerde okutulmakta olan ders kitaplarından belirli parçalar seçilerek incelemeleri isteniyor. Fakat, işin içinde bir iş var, bu metinler orijinal hallerinde değiller. Üzerlerinde çeşitli değişiklikler yapılmış. Mesela: 'Türk' kelimesi 'İngiliz' kelimesiyle veya 'Türkiye' kelimesi 'İngiltere' ile değiştirilmiş. (Yanlış hatırlamıyorsam daha farklı milletlerle yapılan değişiklikler de vardı.) Metinlerin geri kalanına ise dokunulmamış.

Ve bu metinler öğretmenlere okutulup ne düşündükleri sorulmuş. Değerlendirmelerde bulunmaları talep edilmiş. Araştırma seçkisinde yeralan öğretmenlerin neredeyse tamamı bu metinleri 'faşizan' bulmuş. 'Irkçı bir tutum' takınıldığından bahsetmiş. 'Dayatmacı' üslûplarından yakınmış. Sonra, bu öğretmenlere, okudukları metinlerin aslında ders kitaplarından alındığı söylenmiş. Orijinal halleri de teslim edilmiş. Bunları da okumaları istenmiş. Öğretmenler, şaşırtıcı bir şekilde, orijinal metinleri okuduklarında kanaatlerini değiştirmişler. Aynı faşizan tavrı, ırkçılığı veya dayatmacılığı bu metinlerde hissetmediklerini ifade etmişler. Mezkûr değişimi sağlayan sadece 'İngiliz' ve 'İngiltere' gibi kelimelerin yerine 'Türk' ve 'Türkiye' gibilerinin yerleştirilmesiymiş.

Aslında şaşırmamak gerekir. Çünkü faşizmin sorunu/körlüğü tam da burada saklıdır: Faşizm 'fetişizmini yaptığı şeye dair vurguları' aşırılık olarak görmez. Gereklilik, olması gereken ve hatta iyilik olarak tasavvur eder. Hitler için Almanlaştırma çalışmaları aslında bütün dünyaya yapılan bir iyiliktir. Öldürülmek çingelere, yahudilere ve diğer 'neidiğibelirsiz' kavimlere iyi gelir. Böylece hastalıklı varlıklarından kendileri de kurtulmuş olurlar. Hitler'in demeçlerine dikkat edin. İşgallerinin tamamı onun açısından birer 'kurtarma'dır. Yine İngilizlerin, Fransızların veya İspanyolların sömürdükleri ülkelerde yokettikleri yerel diller, kültürler, halklar veya devletler aslında kendi yüce makamlarından dünyaya yaptıkları birer iyiliktirler. (İsrailliler de bugün aynısını Filistinlilere yaptıklarını düşünürler.) Bu sosyal darwinizmin bir sonucudur. Evrim, her zaman, zayıf türün/bireylerin yokolup güçlü olanların ayakta kalmasıyla (doğal seleksiyon) devam eder. Bu açıdan sömürgeleştirmek Batı'nın insanlık üzerindeki hakkıdır. Çünkü halkanın en sonunda kendisi vardır(!).

"Milan Kundera andımızı okur muydu?" başlıklı yazımda da bu noktaya dikkat çekmeye çalışmıştım. 'Efendilerin empatisi' aslında bir empati değildir. Bir 'kendini dayatma'dır. Kafasındaki doğruyu tartışmaya açmayan bir 'kendileştirme hamlesi'dir. Bediüzzaman'ın ifadesiyle 'tangocu kadın elbisesini cami hocasına giydirmeye çalışmak'tır. (Ne de olsa elbise o kadına yakışmıştır. Cami hocasının 'Ben kendime yakıştıramıyorum!' demeye hakkı olabilir mi hiç?) Türkiye'deki andımız tartışmalarında da aynı 'efendi empatisi'nin izleri görülür.

Örneğin: Bu tartışmalar sırasında andımızın meşruiyetini savunan insanlara, yukarıda Serdar Kaya'dan aktardığım şekilde, metnin 'Türküm' kısmını değiştirip 'Almanım,' yine 'Ey büyük Atatürk!' kısmını değiştirip 'Ey büyük Hitler!' veya "Varlığım Türk varlığına armağan olsun!" kısmını değiştirip "Varlığım Alman varlığına armağan olsun!" şeklinde okutsanız, kesinlikle o metni faşizan bulurlar. Çin'de Uygurlara, Kuzey Irak'ta Türkmenlere, Sırbistan'da Boşnaklara böylesine farklı versiyonlarıyla okutulduğunu söyleseniz oldukları yerde hırslarından parende atarlar.

Ama kendi ülkelerine, metinlerine, vurgularına, halklarına geldiklerinde işler değişir. İşte bu faşizmin çalışma şeklidir. Faşistin dünyasında iki türlü dünya vardır. 1) Fetişizmini yaptığı şeyin hâkim olduğu dünya. 2) Fetişizmini yaptığı şeyin mazlum olduğu dünya. Bu nedenle, bir Türk, dünyanın herhangi bir yerinde andımız muamelesine maruz kalırsa mazlumdur, ama Türkiye'de başka hangi halk aynı muameleye maruz kalırsa kalsın, eğer itiraz ediyorsa, haksızdır.

Sanıyorum, tam da bu noktada, İslam'ın "Dinde zorlama yoktur!" buyuran güzelliğini de anmak gerekiyor. Başladığı noktadan en son vardığı yere kadar, İslam, hiçbir yerde 'farklı olanın' yaşamına müdahalede bulunmamıştır. Kendisini değiştirmesini istememiştir. Osmanlıların yönetimi altındaki hiçbir azınlık/kavim asimilasyon yaşamamıştır. Hatta Balkanlar için Yavuz Sultan Selim'in biraralık böyle birşeye niyetlendiği ancak dönemin Şeyhülislam'ı tarafından bir hayli paylandığı anlatılır. Zaten asırları aşan kardeşçe yaşamın sırrı da budur. Osmanlı bir imparatorluktur. Çünkü onun 'andımız'ı yoktur.

21 Ekim 2018 Pazar

Andımız okundukça FETÖ'ler bitmez!

"Serbest Fırka kurulalı bir hafta ya olmuş ya olmamıştı. Sadi artık azılı bir muhalif, ateşli bir Serbest Fırkacı idi. Nahit ilk günlerde işi alaya döküp kapatmak istedi: Hani sen Nazi idin? Yakını ise Serbest Fırka değil Halk Fırkası oğlum." (Tarık Buğra, İbiş'in Rüyası'ndan.)

George Orwell'ın 1984'ünü okudunuz mu bilmem. Okumuşsanız oradaki pekçok şeyin izdüşümünü bizim yakın tarihimizde görmüşsünüzdür. Ben de, mesela, kitabın sonunda esas oğlanın 'iki artı iki eşittir beş' yazmasını andımıza benzetirim. Ne kadar aksinin gerçek olduğu bilinse de söylenmesi gereken bir yalandır o da. Devletin söylenmesini zoraki tuttuğu bir yalan. Ve birey, içinde bir yerlerde hangi ırktan olduğuna inanırsa inansın, devletin kapısına geldiğinde yalanını söyler. Başka şekilde yaşama şansı yoktur çünkü.

Yıllar önce, FETÖ ile hükümet arasında 'dersane geriliminin' başladığı zamanlarda, "Çok Kimlikli Olmanın Kökenleri" başlıklı bir yazı dizisi kaleme almıştım. (On yazıdan oluşan bir seriydi.) FETÖ'ye mensup bireylerin, örgütün beyni konumundaki kişiler/kurumlar tarafından nasıl bu kadar kolay yönetilebildiklerini, nasıl böyle kolayca iradelerini teslim edebildiklerini, nasıl bu kadar kolaylıkla karar/doğru değiştirebildiklerini irdelemeye çalışmıştım o yazı dizisinde. Ve şöyle bir resim ortaya koymayı başardığımı düşünmüştüm:

Bu değişimin bir günde yaşanmıyor. Çocukluklarından itibaren FETÖ'nün çarkları içine giren bireyler, bu dönüşme ahlakını, tabir-i caizse 'bukelamunolojiyi' adım adım içselleştiriyorlar. Bir yaşam tarzı olarak hayatlarına yerleştiriyorlar. Ondan sonra da kendilerine verilen her görevde 'görevin gerektirdiği karakterde' olabiliyorlar. Gerekirse başörtülerini çıkarıyorlar. Gerekirse içki içiyorlar. Gerekirse mayoyla denize giriyorlar. Çünkü 'her pozisyona girebilirlik' ruhlarına zaten yerleşmiş oluyor. Bundan sonrası çok bir emek de istemiyor. Hatta bazen bir bahane bile yetiyor.

Fakat hem o yazılarda hem de 15 Temmuz'un hemen sonrasında kaleme aldığım "Kemalistlerin hiç mi suçu yok?" gibi yazılarımda ikinci birşeye daha dikkat çekmiştim: FETÖ'nün mensuplarını böylesine başarıyla karaktersizleştirmesinde yardım aldığı birileri/birşeyler de var. Nedir peki onlar? Onların en belirgini, göze batanı, kendisini net olarak göstereni Kemalizmin totaliterliğidir. Evet. Kemalizmin bir yönetiş tarzı olarak 'iknayı' değil 'baskıcılığı' seçmesi, müslüman bireyi, kimliğini açıkça ortaya koyamayacak bir hale getirmiştir. Ve bu baskı bataklığında FETÖ ve benzerlerinin sivrisinekleri uygun bir yaşam alanı bulmuştur.

Tam da bu noktada, kadim Kemalistlerden Vedat Günyol'un, Kendimce Denemeler isimli kitabındaki şu sözlerini alıntılamak gerekir: "Atatürk devrimlerinin, Türkiye'yi aydınlığa götüren devrimlerinin, tepeden inme, diktatörce yapıldığını ileri sürenler olmuştur, olmaktadır da. Sorarım o kimselere: 'Latin harflerini tepeden inme bir buyrukla kabul ettirmeyip, halkı bu yolda bilinçlendirmeye kalksaydı, sittin sene amacına ulaşabilir miydi?' Yurttaşlık Yasası için de aynı şeyi söyleyebiliriz."

Evet. Kemalizmin Türkiye'yi değiştirmek konusunda çok acelesi vardır. Ve bu acele 'halkının gönlünü bekleyecek' halde değildir. Fakat, bakınız, aynı dönemlerin en acı şahitliğini yaşamış, hayatı hapisten hapise, sürgünden sürgüne geçmiş bir âlim, Bediüzzaman aynı konuya nasıl bakmaktadır: "Bu zamanda ehl-i İslâmın en mühim tehlikesi, fen ve felsefeden gelen bir dalâletle kalblerin bozulması ve imanın zedelenmesidir. Bunun çare-i yegânesi nurdur, nur göstermektir ki, kalbler ıslah olsun, imanlar kurtulsun. Eğer siyaset topuzuyla hareket edilse, galebe çalınsa, o kâfirler münafık derecesine iner. Münafık, kâfirden daha fenadır. Demek, topuz böyle bir zamanda kalbi ıslah etmez. O vakit küfür kalbe girer, saklanır, nifaka inkılâp eder."

İşte FETÖ, bir açıdan, Bediüzzaman'ın bu tesbitinin yıllar sonra vücud bulmuş şeklidir. Kemalist baskının eşliğinde hayatlarını 'gizlenerek/saklayarak' yaşamaya alıştırılmış bireyler, böylelikle, kendilerine bu şekilde varolmalarını öğütleyen örgütlerin kucağına itilmişlerdir. Başörtüsüyle hiçbir yerde, hatta okul sıralarında bile, varolmasına izin verilmeyen genç kız FETÖ'ye altın tepside sunulmuştur. Namaz kıldığının tesbiti halinde askeri liseye alınmayacağından korkan dindar genç FETÖ'ye servis edilmiştir. Kendisi olarak varolması bastırılan her dindar birey gizlenerek varolmasını öğreten bu örgütün kucağına itilmiştir. Hem sadece bu da değil.

Bu işin bir tarafı FETÖ'ye bakarsa bir tarafı da PKK'ya bakar. PKK'nın Kürtlerin nüfusça yoğun olduğu bölgelerdeki varlığı, hepimiz de bunu açıkça biliyoruz ki, Kürtlerin kendileri olarak varolmalarına izin verilmemesine yaslanır. İzin verilmedikçe güçlenir. İzin verildikçe geriler. Kemalist baskıcılığın ülkemize bir hediyesi de, oluşturduğu baskı bataklığının, 1980'lerden itibaren PKK'nın ortaya çıkmasına münbit bir zemin hazırlamasıdır.

İşte bu noktadan hareketle ben diyorum ki: Yeni Türkiye'nin yapması gereken en son şey Eski Türkiye'nin bu hatalarını tekrar etmesidir. Bataklığı besleyerek sineklerin kuvvetlenmesine sebep olmasıdır. Zira bu baskıcılık, bireylerin beyinlerini endoktrine etmez, aksine husumetlerini doğurur. Hem "Münafık kâfirden eşeddir!" sırrınca daha tehlikeli bir hale getirir.

Yine Bediüzzaman'ın ifadesiyle "Düşman meçhul olduğu zaman daha zararlı olur. Kandırıcı olursa daha habis olur. Aldatıcı olursa fesadı daha şedit olur. Dahilî olursa zararı daha azîm olur. Çünkü, dahili düşman kuvveti dağıtır, cesareti azaltır. Haricî düşman ise, bilâkis, asabiyeti şiddetlendirir, salâbeti arttırır. Nifakın cinayeti İslâm üzerine pek büyüktür. Âlem-i İslâmı zelzeleye maruz bırakan nifaktır."

O halde aklı başında olan herkesin, nifakın anneliğini yapan baskıcılığı, dayatmayı, totaliterliği, fıtrata/yaratılışa aykırı her şekliyle, dışlaması gerekir. Andımız da buna dahildir. Kemalizm, bu baskıcı yapısını ve toplumun gündelik yaşamındaki tezahürlerini terketmedikçe, terör örgütlerinin anneliğini yapmaktan kurtulamayacaktır. Çünkü ideolojisini benimsemeyen bireyleri delikanlılıktan alıp karaktersizliğe itecektir. Hem doğuracak hem de doğurduklarıyla (güya) savaşacaktır. Gerçi devrimlerin kendi evlatlarını yemesi normaldir. Herkes az-çok bilir. Lakin şu bin yıllık kardeşliklere yazık oluyor.

14 Ekim 2018 Pazar

Çav Bella'yı Sordum Sarı Çiçeğe'den daha gür sesle söylemek

Gönül istemezdi ki olalım ama tanıdıklarımdan birkaçının boşanma sürecine şahit oldum. Bazılarını ise sonradan dinledim. Farkettiğim tevafuk şu oldu: Ne zaman ki eşler arasında 'senin-benim' ifadeleri kullanılmaya başlanıyor, artık arabanın freni patlamış oluyor, yokuş aşağı boşanmaya doğru gidiliyor. 'Senin-benim' ifadelerinden kastım nedir? Özünde bir 'mülkiyet' kavgasıdır. Sözgelimi: Ortak kullanılan arabanın üzerinde hanımın hissesi fazladır. (Yani daha çok parayı o koymuştur.) Ve kavganın bir yerinde der ki:

"Araba benim! Sen ne karışıyorsun?" Veya aynı şekilde, erkek, başka bir ortak eşyanın üzerinde hayat arkadaşının hakkını gözardı ederek der ki: "O şey benim! Sana ne?" İşte, bir çift, ne zaman ki böyle ifadeleri birbirine karşı sıklıkla kullanmaya başlıyor, aralarındaki bağlar da kopmaya başlıyor.

İşin şöyle tuhaf bir yanı da var: Başka türden gerginlikler kolay unutulsa da böylesi yaşanmışlıklar bir türlü unutulmuyor. Yıllar geçtikten sonra bile, benzer bir zemin fırsat bilinerek, hemen hatırlatılıyor: "Sen zaten bir keresinde de böyle böyle demiştin!" Hatta bazen, bu sözlerin üzerine söylendiği eşyayla, sözün muhatabı olan taraf 'bir daha ilişki kurmamayı' da seçebiliyor. Sözgelimi: Yukarıdaki örnekte olduğu gibi, kadın erkeği arabanın sahipliğinden bir kez dışlamış olsun, erkek o arabayı kullanmayı artık şerefine yediremiyor. Tersi misaller de çoklukla vardır. Görülmüştür. Bulunur. Belki benim örneklerim size kendi tecrübelerinizden/şahitliklerinizden başka başka misalleri de hatırlatmıştır. Hepimizin ne yazık ki rastladığı şeyler.

Yani 'mülkiyet' başlığı altında süren tartışmaların erkek ve kadın arasında 'fayhattına benzer' bir mahiyeti var. Bediüzzaman, 11. Mektup'ta, "Erkeğe iki kız hissesi vardır!" ayetini tefsir ederken şunları söyler:

"Hükm-ü Kur'ânî, mahz-ı adalet olduğu gibi, ayn-ı merhamettir. Evet, adalettir. Çünkü, ekseriyet-i mutlaka itibarıyla bir erkek, bir kadın alır, nafakasını taahhüt eder. Bir kadın ise, bir kocaya gider, nafakasını ona yükler, irsiyetteki noksanını telâfi eder. Hem merhamettir. Çünkü, o zaife kız, pederinden şefkate ve kardeşinden merhamete çok muhtaçtır. Hükm-ü Kur'ân'a göre o kız, pederinden endişesiz bir şefkat görür. Pederi, ona 'Benim servetimin yarısını ellerin ve yabanilerin ellerine geçmesine sebep olacak zararlı bir çocuk...' nazarıyla endişe edip bakmaz. O şefkate, endişe ve hiddet karışmaz. Hem kardeşinden rekabetsiz, hasetsiz bir merhamet ve himayet görür. Kardeşi, ona 'Hanedanımızın yarısını bozacak ve malımızın mühim bir kısmını ellerin eline verecek bir rakip...' nazarıyla bakmaz; o merhamete ve himayete bir kin, bir iğbirar katmaz. Şu halde, o fıtraten nazik, nâzenin ve hilkaten zaife ve nahife kız, sureten az birşey kaybeder; fakat, ona bedel, akaribin şefkatinden, merhametinden tükenmez bir servet kazanır. Yoksa, rahmet-i Haktan ziyade ona merhamet edeceğiz diye hakkından fazla ona hak vermek, ona merhamet değil, şedit bir zulümdür."

Yani mirasta kızı erkekle eşit tutmak, mirası eşit paylarla bölüştürmek, kıza yapılmış bir zulümdür. Kur'an'a ve sünnete göre bu böyledir. Ayetin sarih ifadesiyle, sünnetin uygulamasıyla ve ümmetin icmaıyla da sabittir. Bunu şu asrın feminist yüzüne anlatmak ise büsbütün zordur. Çünkü onlar daha siz 'fıtraten nazik, nazenin ve hilkaten zaife ve nahife kız' der demez üstünüze bin yerden top atışı yaparlar: "Ne demek bütün bunlar? 'Kadınlar erkekten daha zayıftır!' demeye mi getiriyorsunuz? Aşağılıyor musunuz bizi?"

Halbuki niyetiniz aşağılamak falan değildir. Niyetiniz fıtratı, yani yaratılışımızı, hiçbir tasannu ve kibre kapılmadan ortaya koymaktır. Fakat muhataplarınızın kibri ve bu kibrin beslediği refleksleri o kadar açılmıştır ki, lafı ağzınıza tıkarlar, hatta bir de alay ederler: Üzerinizde 'ata-erkil toplumun' veya 'erkek-egemen zamanların' izleri vardır. İslam geleneği de elbette bu 'eril taassub'dan kendisini koruyamamıştır. Biraz daha insaflı(!) olanları belki şu noktaya gelebilirler: Kur'an, ata-erkil bir topluma inmiştir, elbette bir süre onların nabzına göre şerbet vermek gerektiğini bilmektedir. Ama artık bu 'nabza göre şerbet verme'ye gerek kalmamıştır. İşler değişmelidir.

Ben, ümmetin asırlardır uygulayageldiği şeylere karşı yapılan karşı hamlelerde de, benzer bir mantığın olduğunu düşünmekteyim. Bizim dünyamızda 'eşitlik' artık 'fıtrat'tan daha vurgulu. Adaletimiz de, bu nedenle, birinden çok diğerine meylediyor. Kadın ve cami ilişkisi üzerine başlayan tartışmalarda da kokusunu alabiliyoruz bunun. Kadın artık camide daha çok varolmak istiyor. Daha çok pay, saf, hak istiyor. Çünkü oradaki paylaşımın eşitliğe uygun olmadığını düşünüyor. Peki fıtrata uygun mu? Bu soruyu durup düşünecek zamana sahip değiliz. Genciz. Feminist bir enerji ile dolup taşmaktayız. Sahiplik iddia edebileceğimiz her yer hakkında sahipliğimizi iddia ederiz. Erkeklerin varolabildiği her yerde biz de varolabiliriz.

Bunun bedeli ne olur peki? Sanıyorum ödenecek bedelde çok bir değişiklik olmaz. Bir fayhattına daha sahip oluruz böylece. Geriye çekilmekle daha kuvvetlendirilecek ilişkiler yerine, ileri gidilerek zayıflatılan bağlar doldurur dünyamızı. Mirastan erkek kardeşinin yarısı kadar hisse almayı kabullenmeyen kızın, Bediüzzaman'ın yukarıda ifade ettiği gibi, hem kardeşi ve hem de babasından kazandığı muhabbet/şefkat yerine, hiddetli/şiddetli bir kavgası olur. Çav Bella'yı Sordum Sarı Çiçeğe'den daha gür sesle söyleyen bu asrın insanına da bu yakışır elbette: Kıyameti koparana kadar yerleri sallamak.

12 Ekim 2018 Cuma

Hanımlar ne zamandan beri yasaklı?

"Bazı vilâyetlerde taife-i nisâdan samimî ve hararetli bir surette Nurlara karşı alâkalarını gördüğüm ve haddimden pek ziyade, onların Nurlara ait derslerime itimadlarını bildiğim sıralarda, mübarek Isparta'ya ve mânevî Medresetü'z-Zehraya üçüncü defa geldiğim zaman işittim ki, o mübarek âhiret hemşirelerim olan taife-i nisâ, benden bir ders bekliyorlarmış. Güya vaaz suretinde camilerde onlara bir dersim olacak..." Hanımlar Rehberi'nden.

Daha önce, erkeklerle aynı safta/hizada namaz kılmak isteyen bir genç kızımızın meşhur beyanı üzerine, "Ön safa koşanlar rıza mı arıyor?" başlıklı bir yazı kaleme almıştım. O yazıda şunun altını çizmeye çalışmıştım özellikle: Kadın-cami ilişkisi üzerinden koparılmaya çalışılan yeni bir fırtına var. Ve bu fırtına 'çok da ürkütmeyen adımlarla' yaklaşıyor. Zahirine bakarsanız onda sadece bir 'hak arayışı' var. Hatta, daha süslü ifadelerle, kadınların da erkekler kadar din konusunda bilgili olması gerektiğine, bunun da camilere devamla mümkün olabileceğine, oradaki duruşlarının da öyle 'gerilerde' falan değil 'erkeklerle eşit seviyede' olması lazım geldiğine dair atıflar var. Böylesi beyanları duymuş/okumuş herkes az-çok mevzuyu biliyordur.

Tafsilata girmeyeceğim. Yaşar Nuri Öztürk'ün sağlığında, kendisinin takipçileri oldukları söylenen bir grup, bazı camilerde böyle cemaatlar oluşturmaya başlamıştı. Karışık saflar, göbeği-bacağı-saçı açık kadınlar, aralarına serpiştirilmiş modern erkekler, herkes ellerini aynı şekilde bağlamış, namazların biçimi dahi tevhid edilmiş enteresan ayinlerdi bunlar. Bir rüzgâr gibi esip geçtiler. Çok şükür. Fakat şimdilerde işin rengi daha başka bir hal almaya başladı. Bu defa mütesettir, hatta sokakta görseniz ziyadesiyle ehl-i takva olduğunu tahmin edebileceğiniz hanımlar, camilerde ve ön saflarda hak iddiasında bulunuyorlar. (Batı'da özellikle çok desteklenen/uygulanan bir tutum bu.)

Bazı camilerde erkeklerin şaşkın bakışları altında ilk safların bir bölümünü işgal edip namaza durduklarını işittim. Bazı fotoğrafları ise haber sitelerinde gördüm. Şaşırdım. Bu daha değişik bir fitne gibi geliyor bana. Daha da tehlikeli görünüyor. Çünkü öncekilerin sekülerliği dışlarından zaten belli oluyordu. Ve avam-ı mü'minîn de bu sayede durumun 'dindarlık gayreti olmadığı' kolayca tayin edebiliyordu. Peki bu yeni akıma karşı ne yapacaklar? Nesinden hamiyetin kirli mehazını ayıracaklar?

Hatta bir tane de mayoyla namaz kılan hanım kızımız oldu. Subhanallah! Bunu da gördük kıyamet kopmadan önce. Belki içinizden başkaları başka başka rezillikleri duydular. Allah bilir. Malumatım bunlardan ibaret. Fakat bütün bu olanlar bana birşey sezdirdi. Hamiyet-i diniye görünümde yeni bir bid'a dalgasının, hanımlar (hem de dindar hanımlar), üzerinden geldiğini hissettim. Üstelik camilere doğru estiğini hissettim. Belki epeydir bu konuda çalışıyorlar da tezahürleri yeni yeni görünmeye başladı. Bilemiyorum. Ancak içimizde âkil olanların, önder olanların, abi olanların, hoca olanların bu durumda 'surların delinmesine' değil 'sağlamlığının korunmasına' temayül göstermesi şart. Doğrusu budur. Bediüzzaman'ın tabiriyle "Lâubâliler ruhsatlarla okşanılmaz; azîmetlerle, şiddetle ikaz edilir." Bu yüzden endişelerimizi arzetmekten kendimizi alıkoyamıyoruz. Ne kadar 'sevilmez' hale gelsek de bunu yapıyoruz. Ve, inşaallah, hep yapacağız da.

Yani mesele 'kadınların camiye gidip-gitmemesi' meselesi değildir. Bu memlekette yaşamış hiçbir müslüman, çevresindeki kadınların, teravihlerde (veya kadınlara özel düzenlenen dinî etkinliklerde) camiye gittiğini görmeden büyümemiştir. Hatta metropollerde yaşamanın bir sonucu olarak, hanımların evlerine tekrar dönmelerinin namazı kaçırmalarına sebep olabileceği mesafelerde, her erkek eşini-annesini-bacısını camilere götürür. Şehirlerarası otobüs yolculuklarında, AVM'lerde, hatta terminallerde mutlaka bu yerlere bir/birkaç uğranır. Ve oralarda 'hanımlar mescidi' ve 'erkekler mescidi' ayrı ayrı olarak vardır. Yoksa da istenir. Talep edilir. Bizzat erkekler tarafından da yapılır bu.

Yani müslüman erkeklerin 'kadınları camiye göndermemek' diye bir yasak dünyasında yoktur. Ya ne vardır? Sahabe döneminden başlayarak gözetilmiş bir endişenin, o salih seleflerin uygulamalarındaki hikmete tevekkül edilerek, devam ettirilmesi vardır. Bir kadın "Ben beş vakit camiye devam edeceğim!" dese bu her müslüman erkeğe tuhaf gelir. Çünkü kadınların evlerinde kıldıkları namazların mescidlerde kılacakları namazlardan daha faziletli olduğuna dair rivayetler vardır. Bu kadınlara konulmuş bir cami yasağı değildir. Bu takdir edilmesi gereken bir endişedir. Hatta, şunu da açıklıkla ifade edelim, 'ahirzaman ablaları' gelene kadar kadınların da bu konuda bir kavgası-endişesi-dışlanmışlık hissi bulunmamıştır.

Aksine, kadınlar, cami dışı her alanın birer mescid, medrese, ilim ve ibadet yuvası haline gelmesinde büyük hizmetler görmüşlerdir. Ben iddia ediyorum: Hiçbir camide okunagelen cüzleri takip eden erkek sayısı, kadınların evlerinde organize ettikleri Kur'an etkinliklerini takip eden kadın sayısından fazla değildir. Camilerde devam eden tefsir-hadis derslerini takip eden erkek sayısı, aynı dersleri kendilerine has mekanlarda takip eden kadın sayısından fazla değildir. Hatta, hepimiz birer parçası olarak şahidi oluyoruzdur bu durumun, dinî seminerleri takip eden erkek sayısı asla kadın sayısına ulaşmamıştır. Bu bazen eleştiri konusu bile edilir. Özellikle Sözler Köşkü, Çay House veya Hayalhanem gibi grupların etkinliklerine gelen hanım sayısının fazlalığı nedeniyle aldıkları eleştiriler az mıdır? Çeşitli dinî internet programlarının dahi en devamlı, sebatlı, istekli takipçileri yine hanımlardır. (Bunu da ben TV111 tecrübemden biliyorum.)

Bence, asıl görülmesi gereken, hanımlar dindarlıklarını korumak veya arttırmak hususunda erkeklerden daha az camiye ihtiyaç hissediyorlar. Ortadaki durumu böyle düşünebilmek de mümkün. Çünkü, daha iyi organize olabiliyorlar, daha sağlam sohbet grupları oluşturabiliyorlar, daha düzenli bir din eğitimini her mekanda başarabiliyorlar. Bu noktada camilerin yardımına daha çok muhtaç olan, onlar değil, erkekler. Cuma namazı gibi ancak cemaatle yapılan bir ibadetin yalnız erkeklere farz olması bu noktadan da ele alınıp irdenelebilir. (Hatta bu irdelemeye Bediüzzaman'ın Kur'an'da geçen iki kullanım üzerinden, kadınların ittifaklarının kuvvetli, erkeklerin ittifaklarının zayıf oluşuna dair yaptığı okuma da eklenebilir.)

Yani, toparlarsam, bu cami tartışmalarında mevzu bana 'kadınların dindarlığı' gibi gelmiyor. Metropol şartlarında namazlarını rahatça kılabilmek için camileri kullanabilmeleri imkanının sağlanması gibi de gelmiyor. Bu imkanın sağlanmasına karşı hiçbir erkeğin itirazı yok zaten. Çünkü onlar da durumun farkındalar. (Girişteki metinde Bediüzzaman'dan bulunulan kadınlara vaaz talebini ve onun bu durumu hiç yadırgamamasını hatırlayalım.) Fakat erkekler şunun da farkındalar:

Kadın-cami ilişkisinde değişen birşeyler var. Ve belki bu değişkenlerdir ki, asırlar önce, bu ümmetin salih seleflerini kadınların camideki varlıklarını azaltmaya götüren tavsiyeleri vermeye veya ilgili rivayetleri nakletmeye sevketti. Ve ümmet de bu tavsiyeye ekseriyetle intibak etmekle icma desteğini vermiş oldu. Onayladı. Yalnız erkekler değil kadınlar da tutumlarıyla bu okumaya destek verdiler.

Siz hiç Rabia-i Adeviye'nin (k.s.) "Ben de erkeklerle aynı safta namaz kılacağım!" veya "Ben de beş vakit namazımı erkeklerle camide kılacağım!" gibi bir davaya girdiğini duydunuz mu? Ben hiç duymadım. Başka faziletli hanımlardan böyle bir dava işitmedik. Bu yepyeni birşey. Bunu bilelim.

Ve sakınalım. Yıktığımız şeylerin altındaki hikmeti okumamaktan sakınalım. Sinematografiye dair okuduğum kitaptan şöyle bir cümle aklımda kaldı: "Kuralları değiştirmek isteyenler önce o kuralların ne işe yaradığı öğrenmeli!" Bizim de 'ümmetin hep öyle uygulayageldiği şeylere' saldırılırken aklımızda şu kuralı tutmamız lazım. Uhud dağı kadar altınımızın bir dirhemine karşılık gelmediği insanlarla karşı karşıyayız. Dikkatli olmak zorundayız. Yoksa akıbetimizi mahvetmek işten bile değil. Allah, katından bir istikamet bağışlayarak, cümlemizi böyle bir akıbetten korusun. Kendi hevamızı onların hayâsından yüce göstermesin. Âmin.

Zenginlerin iyiliğine ne zaman inanırız?

Takipçilerim bilirler. Hayrın vücudî yanına nazar edip ona sık sık 'varlıksallık' derim. Elbette gayet eksik bir karşılıktır bu. Fakat manasını fikre yaklaştırmak için bunu yaparım. Özündeyse hayrın Allah'ın razı olduğu şeylerden ibaret olduğunu bilirim. Şunu da kabul ederim: İmtihan âleminde her cevap 'çantada keklik sorular'a karşı aranmaz. Bediüzzaman'ın ifadesiyle 'ademî görünen vücudîlikler' ve 'vücudî görünen ademîlikler' de vardır. Ve onlar 'iki kere iki dört eder'e alışmış akıllarımıza zaman zaman takla attırmaktadırlar.

Takla attırmak ne demek? Hep verdiğim örnekleri tekrar edersem: Bir mü'min zekat/sadaka türünden bir hayırda bulunduğunda malının artacağına iman eder. Halbuki, zâhirde, verdiği şey malından eksilmektedir. Varlıksallığı azalmaktadır. Fakat, Cenab-ı Hak, Kur'an'da vaadetmiştir. Hayra harcanan mal artar. İşte, burada, kalb-i selim sahibi mü'min, İslamiyetinin gereği olarak, Allah'ın buyruğunu kendi gördüğüne tercih eder. Aklının o an için kuşatabildiğini terkedip nassa teslim olur. "Ben görünürde malımın azaldığını sanıyorsam da Cenab-ı Hakkın buyurduğu haktır. Bu mal artacaktır. Bakış açımın darlığı nedeniyle şu an bana görünmüyordur!" der.

Bu sayede yeni okuma-anlama imkanları açılır önünde. Verdiği şeyin ahireti adına bir 'varlıksallık artımı' olduğunu; kalbine bağışlanan 'birine yardım etme mutluluğunun' da bir 'varlıksallık artımı' sayılabileceğini; Cenab-ı Hakkın, o hayır hürmetine, kendisini çeşitli musibetlerden koruyarak (bir tür 'müstakbel maliyetlerden kurtarma' ile) varlığını arttırmış olabileceğini ve böyle daha nice ihtimalleri düşünür, tahlil eder, idrak eder. Artışın 'hak' ancak keyfiyetinin kendisinin kuşatamayacağı şekillerde de 'mümkün' olduğunu kabul eder.

Bunun tam tersi riba/faiz için geçerlidir. Faiz de zahiren malın artımıdır aslında. Bir insan faize para yatırdığında malının artacağını umar ve öyle de görür. Fakat kudsî metinler, ayetler ve hadisler, bize hakikatte durumun tam tersi olduğunu söyler. Faiz malın bereketini kaçırır. Musibeti çağırır. Bu durumda da mü'minin tavrı "Nasıl olur ya öyle şey?" diye itiraz etmek yerine nasların söylediğine teslim olmaktır. Onların geldiği yüce makamın kendi aklının durduğu yerden çok yüce olduğunu, onların güneş kendisininse ancak ateş böceği sayılabileceğini kabul ettiğinde, ışıklarının altında dolaşmayı daha çok sever. Bizim 'tevekkül' dediğimiz şeyin özünde yatan 'teslimiyet' budur. Tefekkür de gücünü bu hüsnüzandan alır. Biz, kendi sınırlılığımızı kabul ile, Allah'ın sonsuz ilminin, hikmetinin, rahmetinin kanatları altına sığınırız.

Sonuçta da hep o haklı çıkar zaten. Hatta yazıya misal olarak seçtiğimiz zekat-faiz ikilisinin bu açıdan önemli bir örnekliği de vardır. Lakin burada ben sözü, onun gibi güzelce ifade etmekten aciz olduğum için, mürşidime bırakıyorum. O İşaratü'l-İ'caz adlı eserinde diyor ki:

"Arkadaş! Heyet-i içtimaiyenin hayatını koruyan intizamın en büyük şartı, insanların tabakaları arasında boşluk kalmamasıdır. Havas kısmı avamdan, zengin kısmı fukaradan hatt-ı muvasalayı kesecek derecede uzaklaşmamaları lâzımdır. Bu tabakalar arasında muvasalayı temin eden zekât ve muavenettir. Halbuki vücub-u zekât ile hurmet-i ribaya müraat etmediklerinden, tabakalar arası gittikçe gerginleşir, hatt-ı muvasala kesilir, sıla-i rahim kalmaz. Bu yüzdendir ki, aşağı tabakadan yukarı tabakaya ihtiram, itaat, muhabbet yerine ihtilâl sadâları, haset bağırtıları, kin ve nefret vâveylâları yükselir. Kezalik, yüksek tabakadan aşağı tabakaya merhamet, ihsan, taltif yerine zulüm ateşleri, tahakkümler, şimşek gibi tahkirler yağıyor."

Peki zekat ve faiz arasında bu zıtlaşma neden yaşanıyor? Ben bunu, bencileyin, 'iyiliğin ölümü' ile açıklıyorum. Ne demek peki iyiliğin ölümü? Belki biraz şu demek: Bizi birbirimize katlanır kılan şeylerden birisi de sevgimizdir. (Ancak sevdiği şeylerle beraber yaşayabilir insan.) Bu sevginin aktığı, can aldığı, güçlendiği oluklardan birisi de muhatabının 'iyiliğine inanma'dır.

İnsan iyi olduğuna inandığı şeyin varlığını gerekli görür. Hayatına saygı duyar. Tehlikelerden korumaya çalışır. Ancak iyiliğine inanmıyorsa, o zaman onun varlığıyla ilişkisi böyle olmaz, 'Olsa da olur olmasa da olur' kıvamına gelir. Hatta eğer olmamasında bir menfaati varsa 'Olmasa daha iyi olur!' noktasına da gelebilir. İşte, kanaatimce, mürşidimin bahsettiği 'tabakalar arası boşluk' böylesi bir sevgisizliğin tezahürü olarak ortaya çıkar.

Bir insanın diğer bir insanın varlığından mutlu olması için illa ondan bir menfaat görmesi gerekmez. İyi olduğuna inandığımız şeylerin bize erişen menfaatleri olmasa da varlıklarından mutlu oluruz. Ömründe hiç balina görmemiş, etini yememiş, yağını kullanmamış bir insanın televizyonda yavru bir balinayı gördüğünde yaşadığı mutluluğu düşünün. Bunu menfaatle açıklamanın bir yolu var mıdır? Yahut da soyu tükenme tehlikesi yaşayan hayvanlara karşı duyduğumuz ızdırabı nazara alalım. Bunlar hakikaten menfaatle mi ilişkilidir?

İyilik düşüncesi varlıkla ilişkimizi menfaatten aşkın kılar. Biz iyiliğine inandığımızın bir zenginin varlığından mutlu olmayı, ondan hiçbir menfaat görmesek de, başarabiliriz. Çünkü fayda görenler vardır. Çünkü o dünyaya güzel şeyler katmaktadır. Çünkü o bir güzelliktir. Ve güzellik sevilmek için ikinci bir nedene ihtiyaç duymaz. Cemal zatında sevilir.

Faiz, bence, işte bu iyilik düşüncesini öldürdüğü için zekatın zıttı ve kardeşliğin düşmanı oluyor. Peki nasıl yapıyor bunu? Biz, modern zaman çocukları olduğumuz için, ribanın hep 'paranı yatıracaksın faiz gelecek' tarafını düşünüyoruz. Fakat riba aslında 'faizle borç verme' esasına dayanıyor. Hatta Veda Hutbesi'ni okumuşlar hatırlayacaktır, Efendimiz aleyhissalatuvesselam, orada faizi yasaklarken amcası Hz. Abbas'ın (r.a.) 'faizle aldığı-verdiği borçları' anıyor. İlk onu kaldırdığını söylüyor. Yani riba, öncelikle, insanların birbirlerine 'hiçbir kâr gütmeden' verecekleri maddi yardımları öldürüyor.

Ribanın olmadığı bir âlemde insanlar ancak birbirlerine 'aşkın bir manayı murad ederek' yardımda bulunabilirler. Borç verebilirler. Borç alabilirler. Ve bu aşkın manadan dolayı da içlerinde bir minnettarlık, bir sevgi, bir şefkat, bir saygı hissederler. Fakat faizin dirildiği bir toplumda maddi yardımların sûreti büyük ölçüde değişir. Borçlar faizle alınır. Alacaklar faizle tahsil edilir. Ve bu alışverişi yaşayanlar arasında duygusal bir etkileşim olmaz. Hatta, daha kötüsü, 'fazladan alınan' yavaş yavaş muhtaç tarafta bir öfkenin birikmesine de sebep olur. Tefecileri bu hayatta seven kim vardır?

İşte ben de diyorum ki: Ribanın yasaklanıp zekatın yollarının iyiden iyiye açılmadığı hiçbir yerde fakirler zenginlerin iyiliğine inanmazlar. Hep bir menfaat ile yapıldığını düşünürler varlıksal görünen şeylerin. Okul yaptırıyorsa kesin vergiden düşecektir. İkramiye dağıttıysa kesin fazla mesai yaptıracaktır. Bir yerden veriyorsa kesinlikle başka bir yerden alacaktır.

Ancak zekatın normalleştiği bir toplumda 'aşkınlık' alışıldık birşey olur. Allah emretmiştir. Hep öyle yapılagelmiştir. Ve insanlar seküler bir menfaatleri olmadan da yardım edildiğine/edilebildiği fikrine alışmışlardır. Bu nedenle menfaatlerini görmedikleri zenginlerin dahi iyiliğine inanırlar. Madem ki zekatını veriyordur. O halde o da iyiliğin bir parçasıdır. İyiliğin parçası olan da iyidir. Ve iyi olan sevilir.

Çok uzattım. Toparlayıp bitireyim. Özetle söylemek istediğim şu: Zekatın varlığı ve ribanın yasaklanması toplumda büyük bir varlıksallığı diriltiyor. Büyük bir boşluk dolduruyor. İnsanların kalplerinde iyilik düşüncesinin yeşermesine büyük bir faydada bulunuyor. Böylece hüsnüzannı ve sevgiyi arttırıyor. Olmadığında ise kimse kimseye 'Menfaati olmadan selam vermez!' bir dünyada yaşamaya çalışıyoruz. Ve tabii mutlu olmuyoruz. Çünkü mutluluk önce kalplerde başlar.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...