6 Eylül 2023 Çarşamba

Keşke Sırbistan mı galip gelseydi?

Aaah, ah! Ne talihsiz başımız varmış bizim. Bizim. Yani dindarların arkadaşım. Osmanlı’yı ceddi bilenlerin. Kelime-i Şehadet getirenlerin. Müslüman oğlu/kızı müslümanların. Niye böyle söyledim, a dostlar, izah edeyim: I. Cihan Harbi’nde olanları okumuşsunuzdur. Hani ilkokuldan beri ders kitaplarında anlatılır: “Biz yenilmedik. Ne münasebet? Almanlar yenilince biz de yenik sayıldık.“ Hepten de yanlış değildir ha söylenen. Fakat Almanya yenildikten sonra bizim de savaşı sürdürecek gücümüzün kalmadığını itiraf etmede eksiktir. Nihayetinde o kadar devletle birden tek başımıza başedemezdik. Her neyse... Mağlubiyetin mâkul bir tarafı var yani. Birşey demiyorum. Her girdiğin kavgayı kazanacaksın diye bir dünya yok. Takım arkadaşın yenilmişse sen de yenilmiş sayılabilirsin.

Mevzuun bu tarafını kavrıyorum da, arkadaşlar, geçenlerde başımıza gelen mağlubiyeti bir türlü kavrayamıyorum. Kavrayamıyorum, niye, çünkü bu defa bizzat kendi devletimiz kazandığı halde biz yine kaybettik. Evet. Hatırladınız tabii. Malum, kadın milli voleybol takımımız, her ne kadar kadronun tamamı kendisini kadın gibi hisseden kadınlardan oluşmasa da, Sırbistan’a karşı bir zafer elde etti. Zaferden sonra epey bir süre Türkiye bayrakları sallandı. İstiklal marşı okundu. Zafer nârâları atıldı Türkçe. “Vay!” dedik, “Herhalde bu sefer biz kazanmış oluyoruz!” Parasında gözümüz yok efendim. Afiyetle yesinler. En azından azarını işitmeyelim. Fakat o da ne? Dedim ya: Başımız talihsizdir. Sosyalmedyayı açınca bir baktık. Ohooo! Osmanlı yine kaybediyor. Sarıklıyı gömen mi dersin. Çarşaflıyı ezen mi dersin. Fese tokat atan mı dersin. Kıçından gökkuşağı çıkan mı dersin.

Allah Allah! Yüzbin kere Allah Allah. Biz yine kaybetmişiz yahu. Sırplarla hiçbir ittifakımız bulunmamasına rağmen yine golü bizim kalemize atmışlar. Müslüman oğlu/kızı müslümanlar bir harpten daha mağlup çıkmışız. Vay arkadaş. I. Cihan Harbi’nden beri başımızda dönen karabulutlar bahtımızı hiç terketmiyor. Nitekim, Kurtuluş Savaşı’nda da böyle olmamış mıydı, a dostlarım! Cephede ‘Allah Allah’ diyerek, halifeyi-İslam’ı kurtardığını sanarak, şehitliği düşleyerek, çarşaflısı-sarıklısı onca mücadele ettikten sonra, netice ne olmuştu? Yunanlılar mı denize dökülmüştü? Yok yahu. Yunanlılar birkaç sene sonra takıp takıştırıp geri döndüler. Venizelos Beyler İsmet Paşa’nın hanımını da koluna takarak etrafı gezdiler. Asıl yurdun üç tarafındaki denizlere dindarlar döküldü.

Denize dökülmeyen kısmın üstüne de beton döküldü. Medreseler kapatıldı. Ezan yasaklandı. İslam harfleri kapıdışarı edildi. Asayofya puthaneye çevrildi. Camiler ahır yapıldı. Türbeler yıkıldı. Sarık-çarşaf berhava edildi. Frenk fotörüne dönüldü. Sanki savaşı kazanan başkasıymış gibi, yahut da kaybedeni bizmişiz gibi, her ne edildiyse müslüman oğlu/kızı müslümana edildi. Belki biraz da bu yüzden Kadir Mısıroğlu merhum şöyle bir laf etti: “Keşke Yunan galip gelseydi!” Herkes bunu yanlış anladı. Ben doğru anladım arkadaşım. Biz kazanınca başımıza bunlar geldiğine göre, belki de, karşı taraf kazanınca biz kazanmış sayılacaktık? Oyunun kuralı başka türlüydü de biz kendi taşımızı ütmüştük. Maçın başında kaleleri şaşırmış da olabilirdik? Yaşananların başka açıklaması var mıydı?

İşte, sosyalmedyada kopan kıyameti görünce, ben de içimden dedim: “Keşke Sırbistan galip gelseydi!” Ama içimden dedim. Ben Kadir Mısıroğlu değilim. Onun kadar yiğitlik edemem. Sonra kim sahip çıkar bana? Bu kadar suratlarına tükürülmesine rağmen zaferi(!) tebrik eden İslamcı yazarlar mı? Peh. Buradan başka hiçbir yere yazmadım elbette. Sizden başkası da okumadı. Peki niye yazdım böyle birşeyi? Zira Kurtuluş Savaşı’ndan sonra başımıza gelenlerin bir benzerinin başımıza getirildiğini gördüm. O zaman Bediüzzaman’a birkez daha hakverdim. Hani o bir yerde diyor:

“Tarik-i gayr-ı meşru ile bir maksadı takip eden, galiben maksudunun zıddıyla ceza görür. Avrupa muhabbeti gibi gayr-ı meşru muhabbetin âkıbetinin mükâfâtı, mahbubun gaddârâne adâvetidir.”

Sen misin Allah’ın razı olmadığı şekillerde muvaffakiyetler bekleyen? Sen misin bir de bunlara ‘milli gurur’ falan filan gözüyle bakan? Sen misin, hanımı gibi Lut aleyhisselamın salih arkadaşlığını boşverip, Lûtîlerden yarenlik uman? Oh olsun sana işte. Az bile tükürdüler yüzüne. İnşaallah, daha da çok tükürsünler. Çarşafını, sarığını, Abdülhamid’ini, Osmanlı’nı, dindarlığını, namazını, orucunu, duanı... Hülasa: İslamlığınla övündüğün ne varsa hepsini çalçaput edip üzerinde bir güzel tepinsinler. Tepinsinler ki eşekliğinden bir nebze kurtulasın. En azından kurtulman ümit edilsin. Zira eşek bile, körkütük eşekliğine rağmen, sırtına ağır yük vurulunca huysuzlanır, çiftelenir, yürümez, inat eder. Senin de uğradığın hakaretler sayesinde gayr-ı meşru muhabbetlerinden ayılman beklenir. Yok, ayılmadın mı, o zaman semerin sana hayırlı olsun. Senin gibi eşeğin sırtına daha çoook binerler. Hem de revadır sana. Çünkü, izzetsizliğinde öyle bir eşeklik saklanmıştır ki, semercinin parasını da sen verirsin. Kıçına kamçıyla vuranların ellerini öpersin. Böyle eşeğe eşekler bile acımaz. Kul niye acısın?

4 Eylül 2023 Pazartesi

Teoman da Bediüzzaman’a hakverdi sonunda!

Devletin dinsiz olmasının en kötü yanı ‘devletin dinsiz olması’ değildir. Devletin dinsiz olmasının en kötü yanı ‘dinsizlerin kendilerini devlet sanması’dır. Türkiye’nin de yakın tarihinde başına gelen budur. Evet. Bugün %99’unun kendisini müslüman bildiği şu diyar-ı İslam’da, İslam adına yapılmasa bile, hasbelkader İslam’a uygun verilmiş her hüküm, dinsizler tarafından şiddetle sigaya çekilir. Parmak sallanır. Hesap sorulur. ‘Tukaka’ edilir. (Yakın zamanda İstanbul valiliğinin içki yasağıyla ilgili tepkilerde gördük bunu.)

Kendisini devlet sayan dinsizliğin engizisyonudur aslında yaşanan. Bütün köşeler çoktan tutulmuştur. (B)okçular atış yapmaya başlar. %99 ihtimalle de o hatayı(!) yapmış hükümetlere geri adım attırılır. Zira laikliğin ‘pışpışladığı’ üzere hiçbir toplum normsuz yaşayamaz. Devlet de toplumun şahs-ı manevîsi olduğundan normsuz yapamaz. Eğer bu normlar dinin menfaatine bir şekilde şekillenmeyecekse, ister istemez, taraftarlığı dinin aleyhine olur. Arada nötr bir bölge yoktur. Aliya İzetbegoviç merhumun İslam Deklerasyonu’nda da dediği gibi “Dünyasına nizam verme hakkını mahfuz tutan İslam, sahasında, hiçbir yabancı ideolojinin faaliyet göstermesine olanak tanımaz. Bu nedenle ‘laiklik ilkesi’ diye birşey yoktur ve devletin dine ait değerleri desteklemesi gerekmektedir.”

Uygulamaya bakalım. Türkiye kurulurken anayasamızda yazılı olan “Türkiye devletinin dini din-i İslam’dır!” ifadesinin 1928’de çıkarılması, devletin nötr bir alana geçmesi şeklinde tecelli etmemiş, geçen süre dinin devletle ilgili her alandan ‘dehdehlenmeye’ çalışılmasıyla hakikatini ortaya koymuştur. Peki devletle ilgili alanlar nerelerdir? İnsanın evinin içi dahi bir yanıyla devleti ilgilendirmez midir? İşte, tam bu eşikten bakınca, İslam’ın da tıpkı sekülerizm gibi ‘hayatın tamamını istediğini’ söyleyenler isabet eder. Yani hayatın tamamını istiyorsanız müslüman olursunuz. Müslümanlık da hayatınıza girdiği anda hayatınızın tamamını Allah adına sizden ister. Siz de Allah adına hayatın tamamını istersiniz. Dolayısıyla devleti de istersiniz. Aynı şey laiklik için de geçerlidir. Laiklik de, İslam’ın ‘Allah’ın emri, Muhammed Mustafa’nın kavliyle’ istediği bütün alanları ‘Sekülerizmin emri, Mustafa Kemal’in kavliyle’ kendisine çağırır. Bu yüzden sanıldığının aksine müslüman gibi müslümanlar ile kemalist gibi kemalistler arasında ortak bir alan yoktur. Tıpkı suyla zeytinyağı gibi imtizaç etmezler. Aziz Nesin haklıdır. İmtizaç ettirebileceklerini sananlar, ikisinden birinde olup, ama samimi olarak orada bulunmayanlardır. Mesela: Teoman’ın yakın zamanda Altaylı ile yaptığı söyleşide söylediklerine gelelim:

“Türkiye laik olmalı. Eğer din devleti olursa toplum arasında uzlaşma alanı kalmıyor. Muhafazakârlar ya bu ülkeyi barışa götürecekler ya da bu ülke kan davasıyla sonsuza kadar gidecek.” Basına bu şekilde yansıyan beyanlarında Teoman samimi midir? Belki kalbinde samimiyet vardır. Fakat fikrî anlamda hesabı verilmemiş bir argümanı savunmaktadır. Sözgelimi: Laikliğin hakikaten ‘bir uzlaşı alanı’ oluşturduğu ne kadar doğrudur? Milan Kundera’nın ‘Efendilerin Barışı’ kavramlaştırması eşliğinde bakarsanız Hitler de barışçıl bir insandır. Stalin de barış istemektedir. Amerika’nın savaş çıkardığı bütün ülkelerde amacı zaten barıştır. Lakin bu barışlar acaba Hakkın veya halkın da ne istediğini sormakta mıdırlar? Herkes kendi sözüne gelindikten sonra barışçıldır. Musa aleyhisselam “Sen benim ilahımsın!” deseydi Firavun’un kavgacı bir tarafı kalır mıydı hiç? Laikliğin kendini uzlaşma zemini olarak görmesinin, en azından müslüman gibi müslümanın dünyasında, yukarıdakinden farkı var mıdır? Varsa nedir? Bana sorarsanız yoktur. Laiklik de müslümandan aynı şekilde imanını istemektedir.

Üstelik tarihsel zeminde de bir gerçeğe isabet etmiyor Teoman. Türkiye dediğimiz bölgenin varlığı yeni değil. Bin yıldır müslümanlar buralarda yaşıyorlar. (Kürtlerin yoğunluklu yaşadığı bölgelerde bu tarihlerden de daha eskidir.) Bin yıldır İslam üzerine varolmuş bir uzlaşmayı Batılılaşma adına yıktıktan sonra, geçen yüzyıllık kavgayı, ‘Laiklikte uzlaşalım gitsin!’ diye bitirmek(!) biraz ‘asma köprü’ hikâyesine benzemiyor mu? Hani anlatılır: Tek insanın ancak dikkatle ilerleyebildiği bir asma köprüden iki hasım karşıya geçiyormuş. Biri önde diğeri arkada. Arkadan geleni öndekinin dönememesini fırsat bilerek yol boyunca ensesine tokat atıp duruyormuş. Gelgelelim köprünün de bir sonu var. Genişe çıkılınca mazlum intikamını almak üzere hışımla dönmüş. Hasmı hemen ellerine yapışmış: “Yolda ne olduysa oldu. Hadi öpüşüp barışalım. Hakkını helal et.”

Seçimden önce CHP’nin, seçimden sonra da Teoman gibi argümanlar dillendirenlerin, müslüman gibi müslümanlarla hali biraz buna benziyor. Tokat vurabildikleri her darlıkta ensemizi affetmediler. Ne camimize, ne ezanımıza, ne de tesettürümüze acıdılar. Dehdehleyebildikleri her yerden bizi dehdehlediler. Lakin işler değişti. Vaziyet bizim de biraz intikam alabileceğimiz genişliğe döküldü. Şimdi hemen helallik istemeye davranıyorlar. Dahası da var. Bir de “Ensenizi tokatlamamız konusunda uzlaşalım!” diyorlar. “Yoksa kavga edip duracağız.” Gülecek kadar bile dermanımız kalmıyor şaşkınlıktan arkadaşlar. Pişkinliğin bu derecesine ne denilebilir? Ancak susulur. Ama ben böyle şeyler duyduğumda Keloğlan gibi sormadan yapamıyorum: “Adaletin bu mu cazgır?”

Ve Bediüzzaman’ın neredeyse yüzyıl önce bulunduğu öngörünün haklılığını Teoman gibi kabulleniyorum: “Türk unsurunda ebedî kabil-i iltiyam olmamak suretinde bir inşikak çıkacak. O vakit milletin kuvveti, bir şık bir şıkkın kuvvetini kırdığı için, hiçe inecek. İki dağ birbirine karşı bir mizanın iki gözünde bulunsa, bir batman kuvvet, o iki kuvvetle oynayabilir, yukarı kaldırır, aşağı indirir.” Evet. Enerjimizin kaybolduğu doğrudur. Evet. Gündemde çok vakit kaybediyoruz. Fakat kavgayı biz başlatmadık. ‘Allah, Allah’ diyerek aldığımız memlekete “Yallah Arabistan’a!” diyenler çöktüğü için ortalık karıştı. Bir asırdır da bu karışıklık devam ediyor. Beyne beyne enseler kızarıyor. Yakın bir zamanda da sonlanacağa benzemiyor, doğrudur. Ama haberler yine de iyi: Biz de usanası değiliz. Bitirmek isteyenlere çözümü de söylüyoruz: Anayasadan çıkarılan yerine döndüğünde sulh olmaya hazırız. Siz bir ‘Efendi Barışı’ istiyorsanız, biz de ‘Âlemlerin Efendisi’nin barışını istiyoruz, Onun da adı İslam’dır.

25 Ağustos 2023 Cuma

Allah konuşmak zorunda mı?

“Kâinatın envâı insanı tanıyor değil. Belki insanı bilen ve tanıyan, merhamet eden bir Zâtın tanımasının ve bilmesinin delilleridir.”
Sözler’den.

Elhamdülillah. Müslümanın Allah’ı tutarsızlıktan münezzehtir. Deistlerin tanrısındaysa bir dizi tutarsızlık vardır. İlk tutarsızlığı ‘ilgi’ eşiğinden kendisini gösterir. Fakat, bir saniye, hızlı gidiyoruz. Bu mevzua dalmadan önce birşeyi itiraf etmeliyim: Bediüzzaman’ın bazı ifadelerini ilk okumalarımın üzerinden yirmi yıl kadar geçtikten sonra anlayabiliyorum. Evet. Sanki, daha önce hiç okumamışım, sadece yanlarından geçmişim gibi. “Kimbilir anlamadan yanından geçtiğim daha neler neler var?” diye kederleniyorum böyle anlarda. Eh, ne yapalım, kabımız bu kadarcık. Rabb-i Rahîmimiz azımızı çoğa saysın. Bahsi açtık. Misali de geliyor. İşte onlardan birisi: “Madem yapan bilir, elbette bilen konuşur.”

Ben bu cümleyi her okuduğumda ‘yapmak ile bilmek’ arasındaki zarureti kavrar fakat ‘bilmek ile konuşmak’ arasındaki lüzumu kavrayamazdım. Nihayetinde her bilen konuşmak zorunda değildi. En azından beşerî düzlemde bu zarureti kavramamı sağlayacak kıyaslamalar bulamıyordum. Susmak da insanlığın bir parçasıydı. Ve bazen insanlar bile bile susarlardı. Peki Bediüzzaman bu zarurete nasıl intikal etmişti? Aradaki boşluğa(!) dair düşünmeye başladım. O düşünmek mesaisi epey bir sürdü.

‘Yapmak ile bilmek’ arasında ise aynı güçlüğü çekmediğimi belirtmiştim. Zira bilmesiz yapmak ancak yıkmak türünden ‘vücudî görünen ademîlikler’ için mümkündü. (Yokuş aşağı yuvarlanan bir kaya ne yaptığını bilemezdi, ama birşey de yapmış olmazdı zaten, yıkardı sadece.) Sistemli herşeyin inşasıysa bilgi isterdi. Kasıt isterdi. Dikkat isterdi. Israr isterdi. Bütüncül bakış isterdi. Çay yapmasını bilmeyenler çay yapamazdı. Bina yapmasını bilmeyenler inşaata girişemezdi. İlim, irade, kudret üçlüsü her eserin arkasında zaruret olarak kendisini gösteriyordu. Kader de, daha büyük resimde, kainatı varlığa çıkaran (ve onu varlıkta tutan) bilişin/ilmin adıydı. Evet. Kadere iman edilmeden iman tamam olamazdı. Çünkü Allah’ın yarattıklarını önceden (aslında, zamandan aşkın bir şekilde, ezelden) bilmeden yarattığını söylemek olurdu bu. Dolaylı olarak da, ne yaptığını bilmeden yaratan Allah gibi, hâşâ, imkansız birşeyin tasavvuruna giderdiniz. Kainatı binbir harikalıkla yaratan Allah, ilminin izleri her eserinde okunan Allah, nasıl böyle birşeyle itham edilebilirdi? Düpedüz iftira olmaz mıydı denilen?

Buraya kadar tamam. Fakat bilen neden konuşmak zorundaydı? İşte şu eşikten sonra deistlerin ilah tasavvurundaki tutarsızlık kendisini ele vermeye başladı arkadaşım. Deistler bize diyorlardı ki: “Kainatla ‘yaratacak’ kadar ilgilenen Allah insanlarla ‘konuşacak’ kadar ilgilenmedi.” Halbuki yaratmak ilgilerin en şiddetlisiydi. Cenab-ı Hak, daha varlık sahnesinde yokken, sadece ilm-i İlahî’de mevcutken, o kadar ilgilendi ki bizle, o kadar teveccüh etti ki keremiyle, varlık sahnesine çıkardı bizi. Sadece bizi değil cümle mahlukatını. Cenab-ı Hakkın ilgisi en çok rahmetiyle görünür. Bediüzzaman’ın ifadesiyle “Rahmetiyle bildiğini bildirir.” Kainatta rahmet olarak okuduğumuz aslında Cenab-ı Hakkın, bize, bizi bildiğini bildirme şeklidir. Kusurlu bir ifade olsa da, kendi aramızda bunu, ‘ilgi’ olarak isimlendiriyoruz.

Zaten ilgi dediğimiz şey de genelde belirli seviyelerde ‘muhabbet’ ve ‘merhamet’ tecellileriyle kendisini gösterir. Sözgelimi: Ben yeğenimle ilgileniyorum. Nereden belli? Çünkü onunla oynuyorum. Çünkü onunla geziyorum. Çünkü ona dondurma alıyorum. Çünkü, çünkü, çünkü… Daha birçok şeyi sayabilirim. Bunlar hep belirli düzeylerde ‘yeğenimin varlığına düşkünlüğüm’ ile belli olmuştur. Evet. Ben yeğenimi severim. Ben yeğenime şefkat ederim. Eğer bu iddialarda yalancı değilsem hayatta tezahürleri olur illa ki. “Ben yeğenimi çok severim ama hiç yüzüne bakmam!” gibi bir ‘inkılab-ı hakaik’ (hakikatlerin tersyüz olması) yahut da ‘cem-i zıddeyn’ (zıtların birlikteliği) hakikatte varolamaz.

Tezat bir kusurdur. Nihayetsiz kemalde olan Allahımız kusurlardan münezzehtir. Madem ki, yoku vara çıkaracak kadar ilgilidir, o halde konuşacak kadar da ilgilidir. Esasında yaratması zaten bir tür konuşmasıdır. Konuşmasının dolaylı bir biçimidir. Yüzünüze güldürdüğü her bebek, uçarken gösterdiği her kelebek, açarken bulduğunuz her çiçek, Onun kendisini size bildirmesinin yollarıdır.

Yeğenime gösterdiğim ilginin ederi nedir? Çok cüzî şekillerde varlığına katkılar sunabilirim. Hak Teala ise bizimle yokluktan varlığa çıkaracak kadar ilgilenmiştir. Bize bütün kainatı kitap kılacak kadar ilgilenmiştir. Herşeye herşeyden kendisini bildirecek kadar ilgilenmiştir. Herşeyi yüzbin dilli bir mektub-u Samedanî kılacak kadar ilgilenmiştir. Kainattaki bu ilmî doluluk, bu iletişim zenginliği, bu daldıkça dibi görünmeyen marifet, ancak Cenab-ı Hakkın ‘konuşmaktaki arzusu’ ile açıklanabilir. Yani zaten Onun yaratmasında konuşmak/bildirmek arzusunun (Bu ifadenin de kusurlu olduğunu biliyorum. Fehminize yaklaştırmak için bir araç olarak görün lütfen. Münezzeh manalarla tefekkür edin.) tezahürleri okunmaktadır. Varlığa çıkışımız Onun eserleri üzerinden konuşmasıdır.

O halde, bizi yoktan vara çıkaracak, herşey üzerinden kendisini bildirecek kadar bizimle ilgili bir Allah; ağzımıza attığımız her lokmanın nereye/ne kadar dağılacağına kadar ilgilenen bir Allah; âlemin başından sonuna vücuda lazım yasalarını devam ettirecek dikkatte bir Allah; bu kadar detaylı bir kuşatıcılıkla iradesi üzerimizde bir Allah; nasıl olur da en çok ‘acaba’ya düştüğümüz yerlerde kalbimizi ‘konuşmasız’ bırakır? Nasıl dolaylı bir şekilde kendisini bu kadar çok anlatır da doğrudan mesajı ihmal eder? Halbuki dolaylı mesajın kavranması da çoğu zaman doğrudan mesajın varlığına bağlıdır.

Yine bir misale müracaat edelim: Diyelim ki bir mecliste konuşma yapıyorsunuz. Boynunuza da nereden geldiği bilinmez bir akrep çıktı. Seyirciler içindeki arkadaşınız durumu farketti. Size kaş-göz işaretleriyle durumu anlatmaya çalışıyor. Anlayamıyorsunuz. (Zaten işaret diliyle birşeyi anlatmak doğrudan anlatıştan her zaman daha zordur. Böylesi oyunlar oynayanlar bilirler. İşaret dili dolaylı bir dildir. İkincil bir dildir. Semboller insanların dünyasında her zaman aynı anlamlara karşılık gelmezler. Kelimelerse genelde yakın anlamları bulurlar.) Nihayetinde akrep de sizi sokuyor. O zaman arkadaşınıza sitem etmez misiniz: “Birader niye ağzını açıp söylemedin? İmâlarını anlamadım ki.”

Cenab-ı Hak da bize kainat üzerinden sonsuz akıbetimizi etkileyecek olan bilgiyi sürekli aktarıyor. Zaten yaratılış bu bilgi aktarımı ile anlamlı oluyor. (Belki, daha ileri bir hayalgücüyle, yaratılışın da ‘çok boyutlu bir bilgi aktarım şekli’ olduğunu söyleyebiliriz.) Böyle bir ilmin katman katman varolduğunu bilimdallarının herbiri bize, hatta en sekülerlerimize bile, gösteriyor. Daldıkça bilgi çıkıyor. Kazdıkça bilgi fışkırıyor. Kurcaladıkça bilgi kaynıyor. Kendisini bu denli şiddetli bir şekilde, böylesine yoğun bir ilgiyle, ama dolaylı olarak anlatan bir Alîm-i Hakîm, o dolaylı mesaj karşısında ‘acaba’ya düşmüş kullarına, yine sonsuz rahmetinin bir gereği olarak, göz açıcı doğrudan mesajlar da iletmez mi? Doğrudanı dolaylı ile birleştirerek hikmetini tamam etmez mi? Âlem kitabını, Resul kitabıyla ve vahy-i Furkanıyla ‘Ya Rabbi anlayamadım!’ bahanesi kalmayacak şekilde okunulur kılmaz mı? Bence “Madem yapan bilir, elbette bilen konuşur…” böyle de okununca daha bir anlaşılır oluyor: Madem bildiğini bu kadar yapmakla (dolaylı biçimde) gösterir, elbette, konuşmakla da (doğrudan biçimde) bizzat gösterir. Çünkü yapması zaten bilmesindendir. Bu kadar eser üzerinden konuşmak arzusunu gösteren bilmek, elbette aciz değildir ki, bizzat kelamullahıyla da konuşmasın.

“Şu kâinatın Sahip ve Mutasarrıfı, elbette bilerek yapıyor ve hikmetle tasarruf ediyor ve her tarafı görerek tedvir ediyor ve herşeyi bilerek, görerek terbiye ediyor ve herşeyde görünen hikmetleri, gayeleri, faideleri irade ederek tedvir ediyor. Madem yapan bilir, elbette bilen konuşur. Madem konuşacak; elbette zîşuur ve zîfikir ve konuşmasını bilenlerle konuşacak. Madem zîfikirle konuşacak; elbette zîşuurun içinde en cemiyetli ve şuuru küllî olan insan nev'iyle konuşacaktır. Madem insan nev'iyle konuşacak; elbette insanlar içinde kàbil-i hitap ve mükemmel insan olanlarla konuşacak. Madem en mükemmel ve istidadı en yüksek ve ahlâkı ulvî ve nev-i beşere muktedâ olacak olanlarla konuşacaktır. Elbette, dost ve düşmanın ittifakıyla, en yüksek istidatta ve en âli ahlâkta ve nev-i beşerin humsu ona iktidâ etmiş ve nısf-ı arz onun hükm-ü mânevîsi altına girmiş ve istikbal onun getirdiği nurun ziyasıyla bin üç yüz sene ışıklanmış ve beşerin nuranî kısmı ve ehl-i imanı mütemadiyen günde beş defa onunla tecdid-i biat edip ona dua-yı rahmet ve saadet edip ona medih ve muhabbet etmiş olan Muhammed aleyhissalâtü vesselâm ile konuşacak ve konuşmuş; ve resul yapacak ve yapmış; ve sair nev-i beşere rehber yapacak ve yapmıştır.”

Bir de meselenin şu boyutu var arkadaşım: Dolaylı anlatım imtihanlıdır. Yukarıda da altını çizmeye çalıştım. İşaretler aynı karşılıkları bulmayabilir. Yine Bediüzzaman’ın “Küçük âlemde, yani insanda ene, büyük insanda, yani kâinatta tabiata benziyor. İkisi de tâğutlardandır…” demesini hatırlayalım. Allah’ın yarattığı ‘ene’ veya ‘tabiat’ neden ‘tağut’ oluveriyor? Çünkü dolaylılığına takılınıyor. Mana-i harfî ile işaretleşmesi gereken mana-i ismî ile bütün nazarı kendisine hapsediyor.

“Ene, haddizatında bir hava, bir buhar gibi iken, verilen ehemmiyete göre mâyi haline gelir. Sonra ülfetle kalınlaşır. Sonra gaflet ve isyan ile öyle kalınlaşır ki, sahibini yutar. Halkı, esbabı da kendisine kıyas ederek Hâlıkın evâmirine mübarezeye başlar. Küçük âlemde, yani insanda ene, büyük insanda, yani kâinatta tabiata benziyor. İkisi de tâğutlardandır.”

Esere baktığınızda müessiri görmek ikincil bir dikkate muhtaçtır. Eğer esere aşkınsız dikkat ederseniz, onda boğulursanız yani, göstermek için yaratılan şey görmenin engeli olmaya başlar. Mürşidimin ‘ene’ ve ‘tabiat’ta hissettiği tuzak budur. Cenab-ı Hak sırr-ı imtihan gereği varlığı bu şekilde halketmiştir. Ötesini görmeye çalışan öteyi bulur. Gördüğünden ibaret sayansa onda boğulur. Ancak, ötenin varlığından haberdar edilmemişlerse, nasıl öteden sorumlu tutulabilirler? İşte, Cenab-ı Hakkın peygamberleri göndermesi, bu hikmetin eda edilmesi için de gerekiyor. Mektubu vermeden önce okumayı öğretmek lazım. Yazıyı ‘okunacak’ bilmeyenin elinde mektup sırf resimden ibaret kalır. Ne diyelim? Cenab-ı Hak, bizi, huzurunda gözü başkalarına kayanlardan eylemesin arkadaşım. Âmin.

14 Ağustos 2023 Pazartesi

Allah’ı bilmek Allah’ı bilmekten ibaret değildir

Tevafukları seviyorum. Had bildiren bir yanları var çünkü. Evet. Eğer dahlin olmayan süreçlerle bir uyum yakalıyorsan kendinde, o halde, sen ‘kendilik nakışının’ nakkaşı değilsin. Nakkaşın nakışında bir detaysın ancak. Seni de onları da o öyle eyliyor. O öyle eylediği için senle onlar arasında uyum var. Tevhidin mühr-ü kereminden aranızda kardeşlik görünüyor. Yaradınınız istediği gibi denk getiriyor sizi. Bir şiirin kafiyeleri gibi. Varlığa, bu yolla, dilediği şekilde ahenk katıyor. Nakışların elleri nakkaşlıktan çekiliyor. Zira herbirisinin yalnız kendisiyle ilgisi var. Peki yalnız kendisiyle ilgilenebilenlerin büyük resme oynayabilmeleri mümkün mü? Değil. Fakat, neyse, konuyu dağıtıyorum. ‘Tevafukların had bildirmesine memnunum’ diyordum. Doğrudur. Akıllı keçi çobanın her taşından memnun olur. Çünkü belki bu sayede çok kereler hayatı kurtulmuştur. Bir uçuruma düşmekliği engellenmiştir. Bir kurdun ağzından alınmıştır. Böyledir. Had bildiren herşey aslında nimettir. Haddi olmayanın güvenliği de olmaz.

Arkadaşım, işte, bu neviden bir tevafuk daha yaşadım geçenlerde. 29. Lem’a’nın tercümesindendi dersi verilen: "Elhamdülillahın lâm-ı istiğrakla işaret ettiği umum hamdlerle hamd edilmesi lazım olan nimetlerden birisi de Rahmâniyet nimetidir. Evet, Rahmaniyet, zevilhayattan rahmete mazhar olanların sayısınca nimetleri tazammun etmiştir. Çünkü bilhassa insan herbir zîhayatla alâkadardır. Bu itibarla insan her zîhayatın saadetiyle saidleşir ve elemleriyle müteessir olur. Öyleyse, herhangi bir fertte bulunan nimet, arkadaşlarına da bir nimettir. Ve kezâ, validelerin şefkatleriyle nimetlenen çocukların sayısınca nimetleri tazammun edip ona göre hamdlere, senâlara kesb-i istihkak edenlerden birisi de Rahîmiyettir. Evet, annesiz aç bir çocuğun ağlamasından müteessir ve acıyan bir vicdan sahibi, elbette validelerin çocuklarına olan şefkatlerinden zevk alır, memnun ve mahzuz olur. İşte, bu gibi zevkler birer nimettir, hamd ve şükürler ister. Ve kezâ, kâinatta mündemiç hikmetlerin bütün envâ ve efradı adedince hamd ve şükürleri iktiza edenlerden birisi de Hakîmiyettir. Zira insanın nefsi, Rahmâniyetin cilveleriyle, kalbi de Rahîmiyetin tecelliyatıyla nimetlendikleri gibi, insanın aklı da Hakîmiyetin letaifiyle zevk alır, telezzüz eder. İşte, bu itibarla ağız dolusu ile ‘Elhamdülillah’ söylemekle, hamd ü senâları istilzam eder.”

Sanki üstümden yük alınıyormuş gibi bir ferahlama yaşadım ben de okundukça. Sonra sordum nefsime: “Bu ferahlama neden ileri geliyor?” Yani ‘Elhamdülillah’ denilecek şeyleri öğrenmek, Allah’ın marifetine dair sırlardan haberdar olmak en başta elbette, hatta bizzat ‘Elhamdülillah’ demenin mübarek zatı, nasıl bizi rahatlatıyor? Bunları bilmekle yaşadığımız psikolojik/kalbî inşirahın takip edilebilecek adımları var mı? İzlenir mi? Avlanır mı? Tasvir edilebilir mi? Kendim için etrafını çevirmeye çalışayım bir. Belki başkaları da istifade ederler.

Eve döndüm. ‘Şiir Okuma Kılavuzu’ idi ismi diğer bir denizin. İçine daldım. Bahtıma şöyle bir inci çıktı oradan da: “İnsan kendini azaltmak için kendini bilir.” Azıcık önünden-arkasından da katarak seçtirmeye çalışayım: “(…) Oysa din yolunda kendini bilen insan kendi emniyet bölgesini keşfeder. Bunu yapabildiği oranda beşerî duyumlarından kendi emniyetini tehlikeye sokan kısmı yontar. Yani insan kendini tasarlayabilsin diye kendilik bilgisine ulaşır ve buna mukabil insan kendisini azaltmak için kendini bilir. (…) Akrabalığın değerine işaret eden bilgelik ve din ‘kendini bil’ buyruğuyla otlarla, yağmurla ve kanbağından başlayarak bütün insanlarla ilişkide insana nasıl bir yerin biçildiğini anlatır. Kendini bil ve çevrimdeki yerine yaraşan davranışı yerine getir. Demek ki insanoğlu dine bağlanarak kendini bilme cehdini göstermekle ister istemez kendine hayatiyet veren ilkeye uymayı kabullenir. Bu kabulleniş, bu teslimiyet, insanın kendine ‘ben’ dediği alanın sönükleşmesine, ilkenin belirginleşmesine sebep olur. (…) Kendisini bilen insan gittikçe azalmayı öğrenir. Kendilik bilgisi insana, insanlara olan ihtiyacını arttırır. Kendini bilen insan yardımın insanlardan gelmeyeceğini de bilir.”

Arkadaşım, galiba, Allah’ı bilmek yalnızca Allah’ı bilmek anlamına gelmiyor. Evet. Allah’ı bilmekte Allah’ı bilmekten çok daha fazlası var. Mesela: İnsan, Allah’ını bildiği zaman, kendisinin de Allah olmadığını öğrenmiş oluyor. Yani, Allah’ın marifetine dair her hakiki biliş, her uyanış, her kabulleniş, içimizde bir yerde, bir yanlış algımızın yahut bir münkir iddiamızın veyahut bir münafık sanrımızın yıkılmasını sağlıyor. İçimizde de doğruya hidayet ediliyoruz Allah’ı bilmekle. Zira Allah’ı bilmedikçe cehaletten doğan boşluğu kendimizle doldurmaya çalışıyoruz. Elimizde putlarımızdan başkası kalmıyor. Put sahibi olmak içinse önce put olmak gerekir. İlk putumuz bu yüzden kendimiziz. Halbuki kendimiz hiçiz. Elbette Rabbü’l-Âlemîn’in ilmine, iradesine, kudretine sahip değiliz.

Altına girdiğimiz yükü kaldırmamız mümkün değil. Herşey olduğu gibi üstümüze düşüyor. Biz de onlarla birlikte aşağılara yuvarlanıyoruz. Sıkılıyoruz. Bunalıyoruz. Her zihayatın saadeti/elemi derdimize dönüşüyor. Tüm bebeklerin muhtaç oldukları şefkat gönlümüzde sorumluluk doğuruyor. “Aman!” dedirtiyor hepsi. Hepsi için herşeyden “Aman!” diliyoruz. Faniliğin anlamına ihtiyacımız var. Anlamsız yaşanmaz. Faniliğe anlamsızken katlanılmaz. Herşeye bir anlam yüklemek gerektiğini de aklımıza yük ediyoruz. Lakin anlamı yüklemek de haddimiz değil ki. Tükürükle tutturulmuş taşlar gibi dökülüyor felsefeler. Kadavraya yapılmış makyaj gibi sırıtıyor ideolojiler. Varlığın anlamı yaratılışından gelmeli. Özünde olmalı. Üstüne yamanmamalı. Fanilik yama tutmaz. Ancak aslını ortaya döker. Foyaları meydana çıkarır. Ölçülerini kuşatamayanların uydurduğu hiçbir elbise modelin üstüne yakışmaz. Elbise el-Muhît’ten biçilmeli. Onu takdir eden Rabbü’l-Âlemîn olmalı. Ezelden bakmalı. Ebede kadar görmeli. İşte Rahmaniyetin, Rahîmiyetin, Hakîmiyetin ‘Elhamdülillah’ denilecek birşeye dönüşmesi buradan kaynaklanıyor zannederim arkadaşım. Üçünün (ve daha fazlasının) bende yaptığı ferahlamayı da böyle anlarım.

Evet. Allah’ın Allahlığın şânına hakkıyla sahip olması her defasında beni biraz daha bölgeme çekilmeye zorluyor. Bu ric’at canıma da minnet geliyor. Zira taş yerinde ağırdır. Traktör yolunda Ferrari’nin işi zordur. Formula pistinde de traktör rezil olmaktan kurtulamaz. “Kendini bilen Rabbini bilir!” nasıl bir hakikattir, aynen öyle de, “Rabbini bilen kendini bilir!” de o derece hakikattir. Çünkü, birinde ne olduğunu bilir, ötekinde ne olmadığını öğrenir. İnsan, ne olduğunu bilirken de öğrenir, ne olmadığını öğrenirken de değerlenir. Nihayetinde ‘olması gereken yere’ çekildikçe huzurunun katsayısı artar: “Kalpler ancak Allah’ın zikriyle mutmain olur!” Öyledir. Allah’a Allah dediğinde sana kulluktan başka çare kalmaz. Tevazunun aslı budur. Tevazu vazedildiğin gibi olmaktır.

3 Ağustos 2023 Perşembe

Psikolojinin Allah’ı yok mu?

"Ey ahmak nokta-i sevda! Hâlıkın ef'âli sana nâzır değildir. Ancak Ona bakar. Kâinatı senin hendesen üzerine yapmış değildir. Ve seni hilkat-i âlemde şahit tutmamıştır.”
Mesnevî-i Nuriye’den.

Allah amellerini mübarek etsin. Geçenlerde ODTÜ mezuniyet töreninde “Kalpler ancak Allah’ın zikriyle mutmain olur!” ayet mealinin pankart olup gezdirildiğini gördük. Cenab-ı Hak, kelamullahından nur alan böyle sineleri çoğaltsın, müslüman memleketini müslümansız bırakmasın. Âmin. Fakat elbette yarasa tabiatlıların bu nurdan gözleri kamaştı. Hemen başlarını mâbâdlarına çevirdiler. Hatta mırıldandılar: “Böyle birşeyi savunmak akademinin/psikolojinin değerlerini aykırıdır!” Neden efendim? Onlar açık açık söylemezler ya. Biz çekinmeyip deyiverelim: Zira kafalarındaki bilimin Allah’ı yoktur. Yani Allah varsa bilim yoktur. O yüzden yanlarında ‘Allah’ denildiğinde ‘Euzü’yü duyan İblis’e dönerler. Şeytanlarından önce kendileri çarpılırlar. Kaçacak mağaralar ararlar.

Will Smith’in, yaşanmış bir hikâyeye dayanan, dişe dokunur, mesaj içerir filmlerinden Doğruyu Söyle’de (Concussion/2016) buna benzer bir sahne olduğunu izleyenler hatırlar. (Hafızamda kaldığı kadarıyla nakledeyim.) Nijeryalı dindar bir hristiyan olan Dr. Bennet Omalu ABD’de adlî tabiblik yapmaktadır. Amerikan futbolu yıldızlarının emekliliklerinin ardından intihara kadar varan psikolojik sorunlar yaşamaları dikkatini çeker. Böyle vakalardan birisini, cebinden de para harcayarak, özel olarak incelemeye tâbi tutar. Teşhisini kesinleştirir. Durum apaçıktır. Futbolcuların oyunun sertliği içinde kafalarına aldıkları darbeler beyinlerinde hasara neden olmaktadır. Ve bu hasar ilerleyen yaşlarda kendini iyice belli etmektedir. Dr. Omalu’nun asıl mücadelesi bu teşhisten sonra başlar. Kamuoyunun dikkatini çekmeye çalışır. Bulgularını yayınlamak ister. Bir bilimsel derginin editörüne verileri aktardıktan sonra şöyle bir cümleyle sunumu bitirir: “Tanrı insanı futbol oynasın diye yaratmamış!” Editörün bu finale tavrı gariptir: “Tamam. Güzel. Tanrıyı çıkar. Elindekileri makaleye dönüştür. Bunu dergide yayınlayalım.”

“Tanrıyı çıkar!” dindarlığın, sahadaki bilimsel muvaffakiyeti ne olursa olsun, titri/yetki sahibi Nemrutlardan gördüğü muamelenin özüdür. Belki biraz da bu yüzden, Bediüzzaman, “Muallimlerimiz Allah’tan bahsetmiyorlar!” diye yakınan lise talebelerine şöyle cevap vermiştir: “Sizin okuduğunuz fenlerden her fen, kendi lisan-ı mahsusuyla, mütemadiyen Allah'tan bahsedip Hâlıkı tanıttırıyorlar. Muallimleri değil onları dinleyiniz.” Devamında birçok misalle bu uyanışın yöntemini de belirtir mürşidim. Teberrüken birisini alıntılayalım: “Meselâ, nasıl mükemmel bir eczahane ki, her kavanozunda harika ve hassas mizanlarla alınmış hayattar macunlar ve tiryaklar var; şüphesiz gayet maharetli ve kimyager ve hakîm bir eczacıyı gösterir. Öyle de, küre-i arz eczahanesinde bulunan dört yüz bin çeşit nebatat ve hayvanat kavanozlarındaki zîhayat macunlar ve tiryaklar cihetiyle bu çarşıdaki eczahaneden ne derece ziyade mükemmel ve büyük olması nisbetinde, okuduğunuz fenn-i tıb mikyasıyla, küre-i arz eczahane-i kübrasının eczacısı olan Hakîm-i Zülcelâli, hatta kör gözlere de gösterir, tanıttırır.”


Bu meselede yukarıda zikredilenlerden daha garibi de şudur bence arkadaşım: Bu sekülerizm kaselislerinin din düşmanlığındaki gayreti, bönlüğü, basitliği, iptidaîliği, hamlığı vs. Batılı pirlerinde dahi bulunmaz. Mesela: Psikolojinin Freud ve Jung ile birlikte ‘üç kurucu babasından biri’ sayılan Alfred Adler, İnsanı Tanıma Sanatı isimli eserinde, ‘ben merkezciliğin’ psikolojik sağlığa verdiği zararı izah sadedinde, sözü ilginç bir yere getirip der ki:

“Gelişmiş bir toplumsallık duygusunu içinde barındıran ve ‘Başkalarına ne verebilirim?’ sorusunu soran biri tüm karşıtlığıyla kendini beğenmiş kişiyle yanyana getirildiğinde arasında ne büyük bir değer farkının bulunduğu hemen anlaşılacaktır. Bu da ulusların binlerce yıl önce müthiş bir kesinlikle sezdiği ve İncil’in o bilgelik dolu ‘Vermek almaktan daha hayırlıdır!’ sözünde dilegelen bakış açısına götürür bizi. Alabildiğine eski bir insanlık deneyiminin dışavurumu sayılan bu sözün anlamı üzerine düşündük mü görürüz ki: Burada anlatılmak istenen ruhsal bir durumdur; vermenin, kollayıp gözetmenin, yardım elini uzatmanın insanın ruhunda yarattığı havadır; bu hava, ruhsal yaşamda kendiliğinden bir denge ve uyum sağlar, veren kimsenin kendiliğinden ele geçirdiği bir Tanrı armağanıdır adeta. Daha çok almaya eğilimli kimse ise çoğu zaman dağınık ve tutarsız biridir. Hoşnut olmak nedir bilmez. Tam bir mutluluğa ulaşabilmek için elindekiler dışında daha nelere kavuşması ve neleri kendisine maletmesi gerekeceği düşüncesiyle oyalanıp durur hep. ‘Gözlerimi çevirip başkalarının gereksinimlerine bakayım’ demez. Başkalarının mutsuzluğunu kendi mutluluğu saydığından, bir uzlaşmanın sağlayacağı huzur düşüncesine kafasında yer yoktur. Dikkafalılığıyla yarattığı yasalara başkalarının boyun eğmesini ister amansız bir tutumla, varolandan başka bir gökyüzü ister, bir başka türlü düşünce ve duygu ister. Kısaca: Onda gördüğümüz herşey gibi hoşnutluk ve alçakgönüllülük duygusundan uzaklığı da dehşet vericidir.”

Adler bu hususta daha birçok önemli şey söylüyor. Fakat yazıyı daha fazla uzatmayalım. Yalnız şu noktaya bir dikkat çekelim: Adler’in bahsettiği bilgelik, sadece İncil’de değil, hadis-i şeriflerde de bulunuyor. “Veren el alan elden hayırlıdır!” buyuran Aleyhissalatuvesselam Efendimiz de bize mezkûr duruşu bir anlamda tavsiye ediyor. Biz; Bediüzzaman’ın ifadeleriyle; hodbin, hodgam, hodendiş bakanlardan değiliz varlığa. Olmamalıyız. Kainatı kendi merkezimizde şekillenmeye zorlamamalıyız. Bu yalnızca ‘nazarımızda pek fena bir memlekete’ düşmemize sebep olur. Halbuki memleket fena değildir. Nazarımızda öyledir. Mü’mine yakışan hüdabinliğinden kaynaklanan bir “Herşeyle beraber birşeyim!” neşesine sahip olmaktır. Tevhide iman tevhidle yaratılmış herşeye bağlar bizi. “İman bir intisabdır.” Artık bu zeminde, varlığın merkezini Allah’ın esmaü’l-hüsnası şekillendireceğinden, mü’min ben merkezciliğin vartalarından kurtulur. İnsaniyetini bütünün amacına kattıklarında arar. Kendi varlığına kapanmaz. 

Aman, neler söylüyoruz, çenemiz düştü, Adler Efendi bizi tehlikeli(!) sularda yüzdürdü. Psikoloji adına cür’et edip İncil’e gittik, hadis-i şeriflere uğradık, Allah’lı-Kur’an’lı lâflar ettik. Cık, cık, cık. Oldu mu hiç? Şimdi Allahsız bilimcilerimiz böyle şeylere müsaade ederler mi? “Çaaat!” diye tanrıyı çıkarmazlar mı aradan? Bir antidepresan yazıp yollayacaklarken müşteriyi camiye yönlendirirsek elbette ekmeklerine kan doğramış oluruz. Kalpler Allah’ın zikriyle tatmin olur, tamam, ama bazılarının gözü maddeden başka şeylerle tatmin olmaz. O yüzden ne Adler’e, ne Bediüzzaman’a, ne hadis-i şeriflere, ne de Kur’an’a uyup böyle lâflar edilmesin dilerler. Bunların psikolojisinin Allah’ı yok çünkü. Eh, evet, ODTÜ’de ayetli bilim yürek ister. Kardeşlerimizin yüreğini tekrardan tebrik ediyoruz.

27 Temmuz 2023 Perşembe

Dünyanın aklını başından nasıl alıyoruz?

“Kur'ân-ı Hakîm bu zemin kafasının aklı ve kuvve-i müfekkiresidir. Eğer—el'iyâzübillâh—Kur'ân küre-i arzın başından çıksa, arz divâne olacak, akıldan boş kalan kafasını bir seyyareye çarpması, bir kıyamet kopmasına sebep olması akıldan uzak değildir.”
14. Şua’dan.

Bazı kelimeler ancak popüler şarkılarda yerli yersiz kullanılınca hayata dönebiliyor. Ne yazık. Benim de dönmesini dilediğim kelimeler var. Onlardan birisi ‘hodendiş.’ Hod-endiş. Sözlükteki karşılığı: “Yalnız kendisi için endişelenen.” Öhöm. Birşey dokundu galiba. Neyse. ‘Bencilliğin tariflerinden birisidir’ diye tanıtabilirim size onu. (Mürşidimin bu amaçla kullandığı üç kelime var: Hodbin, hodgam, hodendiş. Yalnız kendisini bilen, yalnız kendisinin keyfini düşünen, yalnız kendisi için endişelenen. Bencilliğin üç vechi. Herbir kuvveye bir tanesi yakışıyor. Kuvve-i akliyeye hodbin, kuvve-i şeheviyeye hodgam, kuvve-i gadabiyeye hodendiş.) Bense kendisini Risale-i Nur’la tanıdım. İşte, şimdi bir kısa alıntı yapalım da, onunla tanışmış olun. İlk durağımız 2. Söz. Deniliyor ki orada: “Bir vakit iki adam hem keyif, hem ticaret için seyahate giderler. Biri hodbin/talihsiz bir tarafa, diğeri hüdâbin/bahtiyar diğer tarafa sülûk eder, giderler. Hodbin adam hem hodgâm, hem hodendiş, hem bedbin olduğundan, bedbinlik cezası olarak nazarında pek fena bir memlekete düşer.”

Hodbin ‘yalnız kendini bilen’ demek. Yukarıda parantez içi bahsi geçmişti. Bediüzzaman ‘hodbin-talihsiz’ şeklinde beraber kullandığı için taksim koyma ihtiyacı hissettim. Orijinalinde bu imla yok. (Tamamen işgüzarlığım.) Peki bu yakınlıktan çıkardığım ne? O da şöyle birşeydir: Demek ki, mürşidimin tefekküründe, ‘yalnız kendini bilme’ ile ‘talihsizlik’ arasında çok yakın bir ilişki vardır. Hem ‘hüdabinlik’ ile de ‘bahtiyarlık’ birbirine çok yakındır. O olunca bu da olur. Şu olunca o da olur. İnsan Rabbini bildiği zaman bahtı ‘yâri’ olmaya başlar. Bilmesine kapandığı, yani bilişi kendisine münhasır kıldığı, ölçüde de talihsizliği bahtlaşır. Yâri ‘yarı’ olur. Yargısının merkezine göre ‘sevgili’ ile ‘uçurum’ yer değiştirir. Fakat dert bununla da bitmiyor arkadaşım.

Şimdi de Sünuhat’tan bir alıntı geliyor: “Beşerde, hayvanın aksine olarak, kuvâ ve müyul fıtraten tahdit edilmemiş. Meyl-i zulüm, hubb-u nefis dehşetli meydan alıyor. Evet, ene ve enaniyetin eşkâl-i habîsesi olan hodgâmlık, hodbinlik, hodendişlik, gurur ve inat o meyle inzimam etse, öyle ekberü'l-kebâiri icad eder ki, daha beşer ona isim bulmamış. Cehennemin lüzumuna delil olduğu gibi, cezası da yalnız Cehennem olabilir.” Yani, bizim hodbin yalnız kendi bahtını karartmakla kalmıyor, bir de talihsizliğini büyütüyor, genişletiyor, herkesin ufkuna yayıyor. Uçurumunu ‘insanlığın da uçurumu’ haline getirebiliyor. Öyle de ürpertici birşeydir.

Neden böyle olur? Çünkü parçasını, bütünün, hatta Bütünün Sahibinin (Rabbü’l-Âlemîn denilir Ona) nihayetsiz kemaldeki hikmeti üzerine kaldırır. Kişisel akledişleri, zevkedişleri, korkuşları sanki hepsinin üstündeymiş gibi ahkâm keser. Manzara tamamen nazarına sığmadığı için de, bütünün asla hakvermediği, fakat has penceresinde mutlak sanrılanan yargılar yumurtlar. Onlarla zalimane tasarruflara girişir. Nihayetinde ‘nazarında pek fena bir memlekete düşer.’ (Hakikatteyse memleket öyle değildir. Evet. Doğrusu hüdabinin algıladığı gibidir. Çünkü hüdabin kendi göresine kapanmamıştır. Parçalığında kör olmamıştır. Allah’ın varlığına, yani Rabbü’l-Âlemîne, yani Âlemler Rabbine, yani Bütünün Sahibine, vahyine, marifetine, isimlerine, sıfatlarına, şeriatına yaslanmıştır okumalarında. Ezelden haber verdiği şekilde kainatı algılamaya çalışmıştır.) Kendisi de nazarında böyle gözüken memleketi daha fena hale getirmek için elinden geleni yapar. Yanlış dedim. Düzelteyim: Daha fena hale getirmek için yapmaz bunu belki. Düzeltmeye çalışırken yıkar. Tıpkı tavuktan başka kuş bilmeyen bahçevanın tavusu makasla düzeltmesi gibi olur. Ne tavusta tavusluk kalır ne de ele yeni bir tavuk geçer. Bütünü kendisine göre biçimlendirmeye çalışan parça onun kanseridir.

Söylediklerim abartılı geldiyse şu dünyanın gidişatına bak isterim arkadaşım. Modern medeniyet denilen ‘deniyet’ beşeriyet parçasını kainat bütünlüğüne dayattıkça işleri daha çıkılmaz hale getirmedi mi? Allah’ın rızası yerine insanlığın menfaati(!) arandıkça düzenimiz bozulmadı mı? Kur’an çekilip alındıkça arz başının döndüğünü belirtir tavırlar sergilemiyor mu? Tamam. Şimdi belki herşey yalnız bizim menfaatimize göre oluyor. Fabrikalarımız çalışıyor. Uçaklarımız uçuyor. Bir tıkla gözümüz dünyayı dolaşıyor. Fakat, ne garip, bu parçalı menfaatlerimiz büyük resimde sonumuzu da hızlandırıyor. Küresel ısınma artıyor. Çevre kirliliği yükseliyor. Buzullar eriyor. Birçok hayvanın nesli tükeniyor. Üstelik nükleer bir savaş başlatırsak iş daha hızlı da bitebilir. Bütün bunlar olurken herşeyi parçamıza göre okuyorduk işte. Hodbinlik, hodgamlık, hodendişlik yapıyorduk. Yalnız kendimiz için endişelendiğimizden evrenin ömrünü kısalttık. Nazarımızda memleket hâlâ fenadır bir de. İdeolojiler çözüm getirmediler görünene. Belki de görüneni değil göremizi değiştirmeliydik ha? Merkezden kendimizi çeksek, zaten olduğu gibi Kur’an’ı yerinde bıraksak, yok, onun için de geç kalındı sanki.

19 Temmuz 2023 Çarşamba

Kıyamet de belki son ısırığımızdır

Arkadaşım, belki de mutsuzluğumuz, mutluluğu bu kadar umursadığımız için gözümüze batıyor. Ve umursadıkça da daha fazla batacak. Evet. Mutluluk parçaya bakar. Parçanın göresidir. Parçanın varlığıysa aslî değil. (Yani bütün parça için değil.) Parça detaydır. Parça dairdir. Parça gösterir. Yerine geçmez. Yerini doldurmaz. Yerinden etmez. Sadece tamamlar. Hakikaten mutlu olmak için bütünün göresini edinmeliyiz. Huzur diye zikrolunan makama erişmeliyiz. Dikenle gülü için barışılmalı. Güle dikeninden küsülmemeli. Kendimizi lazımınca detaylaştırabilseydik geriye sadece bütün kalacaktı. İntisabımız bizi ona dair kılacaktı. Bütünün Sahibini (Rabbü'l-Âlemîn denilir Ona) razı eden vücudîlik de tatmin için gayet yeterli olacaktı.

Konu ‘biz’ değildik çünkü. Hiçbir zaman olmadık. Dolayısıyla yalnız bize, parçalığımızla bize, dair olanlar da merkeziyeti teşkil etmedi. Aksine, biz, bütüne dair oldukça varlığın gündemini meşgul ettik. Melekler ayaklarımıza nurdan kanatlarını serdilerse bu yüzden serdiler. Felekler bekledilerse milyarlarca sene gelmemizi bu sebepten beklediler. Fakat, kabul, başka olduğumuzdan da haberdar kılındık bir kere. Vahdetin tahtından Ehadiyetin bahtına sıçradık. Manzara bizde özetlenerek yansıtıldı. Bizde özetleneni tanımak özetle bize de bahşedildi. Bu arada âlem de bizde özetlenmişti zaten. Biz de kendimizi özetledik. Üstelik özetle ‘başkaları’ da bildik. Varedilen aldığından kolay vazgeçemez. Zat-ı Kudretin 'Ol'una şahit olmak 'Ol'anların aklını başından alır. Tutunur. Tutkulanır. Tutuklanır. İşte hayvaniyetimiz varlığını böyle isbat eder. Parçalığımıza dair herşey hayvaniyetimize de bakıyor. Parçalayan hayvandır. Hayvanlar yalnız parçalar. Fakat, biz, parçasını aşması murad edilmiş parçayız. Yüzü bütünleştirmeye bakan da yalnız biziz.

O kadar güzeldir ki varedilmek. ‘Ol’la tanıştırılmak o kadar güzeldir ki… İlim kudrete âşık olur yaptığından. Kudret ilme hayret eder bildiğinden. Şarabı dahi sarhoş eder mestliği. İmtihansa mezkûr mestliğin keskin bir şuura dönüşmesi düzeyinde başladı. (Beşeriyet hayvaniyet sarhoşluğundan ayıldı.) İnsana kadar herşey mestti. Eylerdi ama eylediğini düşünmezdi. Pervaneydi. Yanardı da yanmak nedir sormazdı. Bilmeden yansıtırdı. Bilmeden severdi. Bilmeden överdi. Bildirirdi yine bilmeden. Gösterirdi yine görmeden. Sezdirirdi yine sezmeden. Lakin biz bin hikmetle ayıltıldık. “Yanmak nedir?” sormaya başladık. Kendimizde bir bütünlük vardı. Tamam. Bunu anlıyorduk. Ancak şunu da biliyorduk ardından hemen: Karşımızda başka bütünlükler de vardı. Tanıyorduk onları... Ki tanımlayabiliyorduk. Parçalıyorduk.

Âdem aleyhisselama öğretilmişti isimler. Sırr-ı Tâlim-i Esma. Eyvallah. Maşaallah. İsim bilen isim de verir. Ne demek isim vermek? İsmini bildiğin herşeyin bir bütünlüğü vardır demek. Onda bir bütünlük, dışından ayırabildiğin bir bütünlük, tanımlayabildiğin için isim verirsin. İsmiyle beraber o ayrı şey bilinir böylece. Parça ayrılabilir bütününden. Tanıyamasaydın veremezdin. Parçalayabiliyordun ki verebildin.

“Nefis ne zaman girecek olaya?” Acele etme. Oraya geliyoruz. Evet. Diğer bütünler olmasa bizim bütünlüğümüz de devam etmiyordu. Onlara muhtaçtık. Susuzluğumuz içmeden geçmiyordu. Açlığımız gıdasızlıkla başedemiyordu. Acizdik. Fakirdik. (Bunlar parçalığın kanıtlarıydı.) Ancak kendi bütünlüğümüz devam etmeyince de diğer bütünlüklerin anlamı kalmıyordu. (Biz olmazsak herşey hiçti.) Herşeyi ancak kendimizle bilebiliyorduk. Yani kendimize de epeyce muhtaçtık. (Bu da parça değil bütün olduğumuzu sanrılatıyordu.) Neticede bu girift ilişki nedeniyle 'vicdanımız' ile 'nefsimiz' arasına sıkıştık. Vicdan bize 'bir bütünün ancak parçası olduğumuzu' söyleyip duruyordu. Minnettarlık telkin ediyordu. ‘Uygun adım’ yürümeyi öneriyordu. Başkaları da önemsiyordu mecburen. Ben'imizi detaylaştırıyordu yani. Lakin nefsin mesaisi başkaydı. Başkalığın diğer uçta en şiddetli hissedildiği yerdi nefis. Varlığımızın has dairesini korumaya yatkınlaşmış yanımızdı. Yahut da biz onu böyle sanıyorduk. Onu hep bu tarafından besliyorduk.

Hangisini beslersen o galip gelir. Hak Teala, şeriatı emretti ki, başkalığımızı vicdanından besleyelim. Benliğimizi nefsimizden doyurmayalım. Bütüne dönük manalar doldursun her yanımızı. Parçanın rahatı bütündedir. “Kalpler ancak Allah’ın zikriyle tatmin olur.” Hem parçalığımızı doyurdukça parçalayacağız. Hem de parçalanacağız. Çünkü biz de nihayetinde onun parçasıyız. Dişlediğimiz özbir etimizdir. Yani bütünü parçalamak kendimizi de parçalamaktır. “İman bir intisabdır!” diyen mürşidim ne kadar isabet ediyor. Zira imanını kaybeden şu çağ kadar parçalayıcı başkası yok. Bak hâlâ da dişleri kan kan. Kıyametini koparana kadar sürdürecek görünüyor dişlemeyi. Arkadaşım, ne dersin, belki kıyamet de son ısırığıdır ha!

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...