20 Ekim 2025 Pazartesi

Yeyiniz, içiniz, işgal etmeyiniz

İstanbul'a taze misafir olduğumuz dönemde Ataköy'de gezinmeyi pek severdim arkadaşım. (Orası daha ferah gelirdi sanki. Yenibosna'da âdeta boğulurdum.) Evet. Sessiz binaları arasında çok dolaştığım olmuştur. Bir keresinde hatta kayboldum. Fakat serde Sivaslı gururu da var. Yön sormak istemedim. Bir saate yakın boşuboşuna sağa-sola yoruldum. En nihayet kibrim "Ben biliyorum!" zalimliğinden taviz verince birisinden istikameti öğrendim. O zaman farkettim ki, ne tuhaftır, aynı daire içinde dönüp duruyormuşum.

Bediüzzaman Hazretleri 19. Lem'a'da (ki nâm-ı diğerle İktisat Risalesi'dir) iktisat için 'sebeb-i bereket' diyor. Mürşidimin sözü, hâşâ, yersiz değil. Hele yalnız hiç değil. Kalbimle yanındayım. Aklımla yanındayım. Hayatımla yanındayım. Çünkü iktisatta bir bereket olduğunu en çok kendimden biliyorum. Bir kere iktisadım beni, ona muvaffak olabildiğimde tabii, 'dünyayı işgal etmekten' alıkoyuyor. Önümü bizzat kendi hamlıklarımla kapatıp hareket edemez, göremez, işitemez, bilemez, sezemez vs. hale gelmekten koruyor. Evet. Elhamdülillah. İktisat ettiğim her yerde kendime 'Duuur!' demiş oluyorum. Yememe 'Duuur!' demiş oluyorum. İçmeme 'Duuur!' demiş oluyorum. Konuşmama 'Duuur!' demiş oluyorum. Tüketmeme 'Duuur!' demiş oluyorum. Durmalarımdan başkalıklara da alan açılıyor.

Başkalarının bize misafir olabilmesi için öncelikle bizim kendimize 'Dur!' dememiz lazım. Bereket, biraz da başkalarının bizde misafir olabilmesi ise, aynalar yansımayla zenginleşiyorsa şayet, mezkûr 'Dur!' ihtarına cidden ihtiyacımız var. Heryer 'ben' olmamalı. Heryer 'benim' olmamalı. Heryer 'ben' olursa ben heryerde yalnız kalırım. Kendime kalırım. Fehmime sıkışırım. Görüşüme körleşirim. Duyuşuma sağırlaşırım. Başkası kalmadığında, eyvah, ben aynasının bulacağı bir bereket de kalmaz. Kendimi frenlemeliyim. İrademi frenlemeliyim. Kuvvetimi frenlemeliyim. Eylemimi frenlemeliyim. Ancak varolmak arzusunda frenlersem beni gayrıma şahit olacağım.

Biteviye kendimle, eylemlerimle, seçimlerimle, düşüncelerimle, görüşümle, konuşmamla, yediğimle vs. dolu bir dünyada bana başkası konuk olamaz. Kibir biraz da 'dünyana girilmesine koyduğun engel'dir bu açıdan. Kibirliyle konuştuğunda sen konuşamazsın. O konuşur. O bilir. O söyler. O yapar, zulmeder... O, o, o, o! 'O'nunla dolu dünyada hiçbir 'o'nun, 'o'nun hiçbir, göreceği bereket yoktur.

Misal vereyim de yaklaş arkadaşım. Beni tanıyorsun. Düşük çeneliyim. Dost meclislerinde de bu huyumun kem yansımaları görülür. Fakat durabilirsem, kendimi durdurabilirsem, bu defa başkaları da konuşmaya başlar. Bense, ne güzel, dinlemeye başlarım. Bu defa meclisteki insan sayısınca sözcüklerim olur. Meclistekilerin dedikleri kadar bildiklerim olur. Gözüm olur. Kulağım olur. "Güya on hakikî müttehid adamın herbiri yirmi gözle bakıyor, on akılla düşünüyor, yirmi kulakla işitiyor, yirmi elle çalışıyor bir tarzda mânevî kıymeti ve kuvvetleri vardır..." sırrı bende câri olur. Bu benim gibi küçük akıllılar için büyük hazinedir. Kıymetini bilebilirsem gerçekten.

Sonra "Herşeyi biliyorum!" tavrımdan vazgeçip, hakikati işgalden gerileyip yani, bilmekte "İstişareye muhtacım!" iktisadına ersem, o zaman da sorduğum-cevap aldığım şeyler sayısınca bende bir zenginleşme olur. Evet. İnşaallah. Çünkü bereket başkalarıdır. Ancak başkalarıyla bereket olur. Başkasız bereket olmaz. Başkaları Rabbü'l-Âlemîn'in bağışlama şeklidir. Yoludur. Duasıdır. İmkânıdır.

Bereketim illa birimi bine çıkaracaktır. Hem Hüda lütfetmek için cömertlik kapıları açık bırakmış zaten. Herşeyi bir bilgi alanı olarak ilgime müheyya kılmış. Hep mehirleri olan dikkati bekliyorlar. Hem bütün bu bilim, teknoloji, edebiyat, irfan vs. alanı özünde 'başkalarıyla edinilmiş bereketler' değil midir? O kapılardan giremediysem sebebi benim. Ben beni 'heryeri işgal etmek' fikrinden bir vazgeçirsem herşey bende misafir olacak zaten. (Tembelliğim de benim. Ukalalığım da benim. Cahilliğim de benim.) Herşey bir anlamda benim olacak. Çünkü 'ben'i varlık arzusunda sınırlamakla ancak başkalara açılıyorum. Hem böylelikle herşeye açık oluyorum. "Kimin için Allah var, ona herşey var. Ve kimin için yoksa, herşey ona yoktur, hiçtir!" ikazı buna işaret eder şekilde de düşünemez miyiz?

İnsan, güzeller güzeli Allah'ı dünyasına sokarsa, şükrolsun, kendi uluhiyet iddiasından-marazından da kurtulmuş olur. Kendi uluhiyet iddiasından kurtulan dünyayı/dünyasını işgal eden Firavun'undan, Nemrud'undan, Karun'undan vs. da kurtulmuş olur. (Ki onlar bizzat kendisidir.) Dünyayı/dünyasını işgal etmekten kurtulana da, inşaallah, cümle varlık misafir olur. Melekler duacısı olur. Mahlukat yardımcısı olur. Yani herşeyden istifade etmenin kapısı ona açılır. O yüzden belki de şu manada denilmiştir: "İnsanın tanrıya inanabilmesi için öncelikle özgürlüğünün sınırsızlığından rahatsız olması gerekir. Zira tanrıya inanmak 'kendinin tanrı olamayacağına' inanmaktır..." Eğer zararlı işgalinden rahatsız değilsen, istediğini-istediğince yapman gerektiğini düşünüyorsan, evrenle ilişkini böyle kurguluyorsan artık, o zaman zaten güzeller güzeli Allah'ı sinene-dünyana misafir edemezsin. Bir sinede iki kalp yoktur. Kendisiyle lebaleb dolana hiçbir başkası sığışamaz. Dolu bardaklar dolamaz. Göğe bakmayanın gökyüzü yoktur. Köstebekler için güneş nafiledir.

Yani, arkadaşım, iktisadımız evveliyetle varlıkla ilişkimizi belirliyor. "Herkes yalnız bana şahit olsun!" diyorsan, eyvah, yandın, çünkü kendin kadar kaldın. "Ben herkese şahit olayım!" dersen, maşaallah, yaşadın, çünkü şahit olabildiklerin kadar geniş bir aynalığa talip oldun. Varlık da, ne güzel, sana açıklığın nisbetinde misafir oldu. Yani yokluğundan varlık hâsıl oldu. Yemekten iktisat ettin, ettinse, kimbilir neleri o açlıkta misafir ettin. Alışverişten iktisat ettin, ettinse, kimbilir neleri o telaşsızlıkta ağırladın. Konuşmaktan iktisat ettin, ettinse, kimbilir kimler o sessizlikte sende konakladı. Bir tane daha misal vereyim. Değerini bilirsin çünkü. Mesela: Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat olmayı seçtin, uleması kadar deniz bilgi hazinesine eriştin, hiç zararın gördün mü? Fakat 'Benim aklım, ben biliyorum, bana göre...' diyenlerin meclisinde emzikli firancuklarla, nemrutçuklarla karşılaştın. O hidayetsizlik de bereketsizlik kokmuyor muydu? 

Hâtime: İktisat Risalesi'nde de anılan ayette kısa bir mealiyle şöyle buyruluyor: "Yeyiniz, içiniz, israf etmeyiniz!" Neden? Çünkü yemek-içmek varlığımız için yapmamız en kaçınılmaz amellerden. Onlarsız sıhhatimiz yıkılır. Beden devamlılığını koruyamaz. Fakat, israf ettiğinizde, haddini aştığınızda, yemek-içmek gibi en zaruri ameller bile 'meşru varolma eylemleri'nden 'varlığı zalimane işgal'e dönüşebilirler. O halde fehmimize şu mana da fısıldanmış oluyor sanki: "Varolun ama işgalci olmayın!" Evet. Yemek-içmekle israfın beraber anılmasının böyle bir hikmeti de bulunabilir arkadaşım. Ama her sözümüzün ardını 'En doğrusunu Allah bilir' ile toparlayalım.

17 Ekim 2025 Cuma

Sen hiç Oscar alan perde gördün mü?

Kendimde övülecek ne gördümse kendimi olduğumdan başka görmekten arkadaşım. Çünkü övülmek illa yaratanın hakkıdır. Zaten 'Elhamdülillah' da bunun ifadesidir. Yani 'La ilahe illallah!' ile 'Elhamdülillah!' arasında 'zaruret' ilişkisi vardır. O buysa, bu da odur. Evet. Eğer Allah'ın 'tek' olduğunu sahiden kabullendimse, dilimdeki şu ahd u peyman yalan değilse, neticeden hâsıl olan hamdı da başkasına parsel edemem. Eser kiminse övgüsü de ona gider. Fakat, ne yazık, ben araya giriyorum. Kendimi de hisse sahibi sayıyorum. Hatta, yetmiyor, başkalarına da parsel dağıtıyorum. Sanki varlık babamın tarlasıymış gibi... O yüzden ayet bir köşesinde beni de uyarıyor işte: "Yapmadıkları hayırlarla övünen kimseleri azaptan kurtulurlar zannetme!"

Cümle şirkler bu ilk adımdan başlıyor. Beşer önce fahirden kırıntılar araklıyor. Evvel Malik-i Hakiki'nin hakkı senayı tırtıklıyor. Sonra hırsızlığın şe'ni olan 'başkalarının gasbına da gözyumma' aşaması geliyor. Evet. Gâsıbın tabiatı böyledir. Hesap günü geldiğinde "Yalnız ben mi çaldım canım?" diyebilmek için suç ortaklarının çoğalmasına sevinir. Belki böylelikle enselenmemeyi de bekler. Kalabalığın kaynatıcılığını umar. (Alîm-i Kadîr'e karşı ne boş bir umuttur o.) Benim de ilk hırsızlığım övgüde hırsızlığımdır. Fiilin kendisine cür'etimden önce neticesini tırtıklamaktır. Ve o yüzden İslam bize, bir sırr-ı azim ile, her nimete karşı 'Elhamdülilah' demeyi öğütler. Yani elhamdülillahım sirkatimin bileğine vurulan bıçaktır. Bizzat benim kulluk ihtiyacımdır. Allah'ın, hâşâ, övülmeye muhtaciyeti yoktur. Kendini bana övdürmesi bana ihsanıdır, ihtarıdır, ikazatıdır. Keremine binlerce şükür...

Mazhar değilim memerim. Üzerimden gösterilenler emanettiler. Asla malım olmadılar. Bende gösterilmekle beni benden başka kılmadılar. Bir suyun oluktan akıp gitmesi gibi yaşandılar. Günü gelince gittiler. Evet. Bir zamanlar genç olduğum için gençlik ebediyen benim olmadı. Yaşlandım. Bir zamanlar güçlü olduğum için güç ebediyen bende durmadı. Zayıfladım. Bir zamanlar sağlıklı olduğum için sağlık bende ebediyen kalmayacak. Hastalanacağım. Bu ilişki 'taşıyıcı' ilişkisiydi. 'Dönüştürme' ilişkisi değildi.

O yüzden bende misafir olanlar üzerinden 'benin övgüsü'ne geçiş yapamam. Yapmamalıyım. Yaparsam haksızım. Herşey herşeyi yaratana dairdi. Kainatı Cenab-ı Hakkın hakkındaydı. Geriye kalanlar sırf detaylardı. Araçlardı. Kendimi 'La ilahe illallah!' beyan u imanıyla yeterince kenara itemediğim için tabağın ortasından pay bekler oldum. Halbuki kaşığımdakiler yalnız lütufdu. Hakedilmiş birşey yoktu. Yokluktan varlığa çıkan şeylerin varlığa geliş yolculuğunda ne kadarına eşlik ediyordum ki? Ne kadarını biliyordum ki? Ne kadarını görüyordum ki? Hiç. Neredeyse hiçbirşey. Ağzıma koyduğum lokmanın kanıma dağılışı hakkında bilgim yoktu. Baktığım manzaranın beynime gidişinden haberim yoktu. Haberim olmadan gerçekleşen yaratılışlardan, sırf arada iradem de bulunduğu için, 'ilahlık övgüsü' verilmesini bekliyordum. Kibrimin imâsı buydu. Dilim 'La ilahe illallah!' diyorsa da gururum "Bir Allah bir de ben ha!" cümlesini altyazıyla geçiyordu.

Bütün filmler perdede gösterilir arkadaşım. Fakat perdeye ödül verilmez. Ödül o filmi çekenedir. Kendisine övgü sunulmadığı için perde jüriye şöyle diyemez: "Ben olmasaydım bu filmi izleyemeyecektiniz!" Çünkü perde yalnızca bir detaydır. Gösteri için kullanılmış bir araçtır. Filmde hakkı yoktur. Filmin gösterilmesine zararı dokunursa sökülür-yakılır. Ancak filme ettiği hizmetten ötürü neticeyi sahiplenemez. 'Üzerinden gösterilmek' başka şeydir. 'Göstermek' başka şeydir. 'Üzerinden yaratılması' başka şeydir. 'Yaratmak' başka şeydir. O yüzden insan her daim 'mazhar' değil 'memer'dir. Övgülere müşteri olması kendisi adına tehlikelidir. Şöhret üzerinden umduğu varlık 'hırsızlığı' üzerine kurulmuştur. Aman, sakın, dikkat. Allah'ın üzerinden yarattıklarına sirkatçi elini uzatırsan şeriat da senin o hain elini keser. Daha o hayra kollarını uzatamazsın. Üzerinden yaratılır bulamazsın. İşte o zaman asıl mülk sahibinin kim olduğunu da anlarsın. Yokluğunu çekmenle sana öğretilir ki, sadece emanetçisin, yaratmayan Sahib-i Hakiki olamaz.

12 Ekim 2025 Pazar

Bugün Deccal'in kaçıncı günü?

Bediüzzaman Hazretleri, Deccal'in dört gününe dair rivayeti analiz ederken, iki türlü te'vilde bulunuyor. Bunlardan birisi 'fitnenin kuzeyden güneye doğru ineceğiyle' ilgili. Onu alıntılamayacağım. Ancak ikinci te'vil bize lazım:

"Rivayetlerde var ki, 'Deccalin birinci günü bir senedir, ikinci günü bir ay, üçüncü günü bir hafta, dördüncü günü bir gündür.' (...) İkinci te'vili ise: Hem Büyük Deccalın, hem İslâm Deccalının üç devre-i istibdatları mânâsında üç eyyam var. 'Bir günü, bir devre-i hükûmetinde öyle büyük icraat yapar ki, üç yüz sene yapılmaz. İkinci günü, yani ikinci devresi, bir senede, otuz senede yapılmayan işleri yaptırır. Üçüncü günü ve devresi, bir senede yaptığı tebdiller on senede yapılmaz. Dördüncü günü ve devresi âdileşir, bir şey yapmaz, yalnız vaziyeti muhafazaya çalışır...' diye, gayet yüksek bir belâğatla ümmetine haber vermiş."

Yakınlarda, Mısırlı düşünür Fuad Zekeriya'nın kaleme aldığı, Kapı Yayınları tarafından Türkçeye kazandırılmış(!) Çağdaş İslamcı Harekette Hakikat ve Hayal isimli kitabı okudum. Kitap, özetle, 'dünyacı' olduğunu saklamayan bir müellifin, "Neden İslamcılık/İslamcılar iktidara gelmemeli?" sorusunun altını çaresizce doldurma çabasından oluşuyor. Özelde hakkında konuşulan Mısır. Ancak, yazarın argümanlarının, daha genel-geçer olmak iddiası barındırdığını düşünmekteyim. Evet. 'CHP zihniyeti' dediğimiz şeyin Arap versiyonuyla tanışmak isteyenlere bu kitap tavsiye edilebilir. Böyle bir zenginleşmeye(!) ihtiyaç duymalanlar içinse yazımızın konusuna dönelim:

Fuad Zekeriya, özellikle kitabın ilk yarısında, İslam coğrafyasındaki seküler/dünyevî (veyahut 'sol' da diyebilirsiniz) rejimlerin/tutumların son durumlarını da üstünkörü analiz ediyor. Aydınlanmacılık(!) hakkında özeleştiri verdiği bu gibi yerlerde İslam coğrafyasındaki gelecekleri hakkında iyimser şeyler söylemiyor pek. Ona göre dünyevîleşme çabaları ilk günkü coşkusundan epeyce yoksun. Hatta, daha kendi satırlarına gelmeden, kitaba yazdığı Önsöz'de İbrahim Abu-Rabi diyor ki:

"Mısırlı düşünür Celil Amin'e göre, çağdaş Arap aydınlanma hareketi son dönemde iki nedenden ötürü sınırlarına dayanmıştır. Birincisi: Ortadoğu'da giderek İsrail'in yörüngesine girmiştir. İkincisi: Hertür dindarlığı terörist olarak kabul edip saldırmaktadır. Modern Arap kültüründeki 'tenvirî eğilim'in gerçekten tükendiği Arap dünyasındaki geçmişinden bellidir. (...) Ayrıca bu eğilim, kaderini, Arap dünyasındaki diktatörlük rejimlerinin hayatta kalmasına bağlamıştır. Ancak en güçlü kozları olan 'modernleştirici seçkinler' toplumu modernleştirmekte başarısız olmuştur. Üstelik çağdaş tenvirî Arap düşüncesi dinsel düşünceye yönelik saldırılarını yoğunlaştırmıştır..."

Önsöz'ün ilerleyen kısımlarında da İbrahim Abu-Rabi benzer gerçekleri dillendirmektedir:

"Arapların içinde bulundukları koşulları gözönüne almadan Batı'nın projesini körükörüne izlediler. Arap aydınlanması Arap aydınlarının Batılı aydınlar karşısında hissettiği aşağılık duygusu üzerine bina edildi. Körfez Savaşı sırasında Arap düşüncesinde iki tenvirî kamp vardı. Biri sosyalist, öteki kapitalistti, ama ilerleme ile akılcılık düşünceleri ve 'dine karşı duydukları nefret' onları birbirine bağlıyordu."

Fuad Zekeriya ise kitabının 24. sayfasında asıl itirafı yapıyor:

"Günümüzde Arap dünyasında sekülarizm her alanda savunmaya çekilmiştir. Ana hedefi 'şiddetli İslamcı akıma karşı direnmek'tir. 20. yüzyılın başlarında birinci sekülarizm evresinde yapılanların tersine, kendi projesini hazırlamak iddiasında değildir. Bu artık olumsuz bir sekülarizmdir. (...) Çağdaş Arap sekülarizm hareketi 20. yüzyılın başlangıcında ortaya çıkan öncelinden şu özellikleriyle ayrılmaktadır: Birincisi: Çağdaş Arap sekülarizminin diğer rönesans projeleriyle rekabet edebilecek bütünlüklü bir projesi yoktur. İkincisi: Türdeş bir insan grubu ya da düşünce akımları tarafından desteklenen bir söylem yaratmaktan uzak olan bu sekülarizm, ideolojik yönelimleri farklı çeşitli gruplardan oluşmaktadır. Üçüncüsü: Bu farklı grupları birleştiren şey 'İslamî projeyi reddetmeleri'dir. Bu da demektir ki, bunlar olumsuz özellikler üzerinde işbirliği yapmakta ve olumlu yönelimler konusunda fikir ayrılığı içinde bulunmaktadır. Bu durum çağdaş Arap sekülarizmini daha işin başında savunma konumuna yerleştirmiştir."

'Savunma konumu' ha? Bediüzzaman Hazretleri ne demişti sahi: '(...) yalnız vaziyeti muhafazaya çalışır.' Daha sonra İslamcılık-sekülarizm kıyaslamasına şunları da ekliyor Fuad Zekeriya:

"İslamcı hareket, milyonlarca insanı yanına çekip, toplum hayatında radikal değişiklikler yapmaları için yüreklendirirken (bu aynı zamanda, örtülü ya da açık olarak, statükoyu hepten reddetme çağrısıdır), görünen o ki, sekülarizm sadece değişim isteyen bu güçlü sesin susturulmasını savunmaktadır. Sonuç olarak, sekülarizm, mevcut statükonun kabulünü içerir."

Fuad Zekeriya'nın Mısır'daki seküler akımlar/rejimler hakkında dillendirdiği bu karamsar özeleştiriler, bir anlamda, Türkiye için de geçerli sayılır. Çünkü aynı yollardan, belki daha da şiddetlisiyle, Türkiye de geçmiştir. Zaten Fuad Zekeriya da bazı makalelerinde buna dikkat çeker:

"Mısır'daki devrim dinle ilgili bir miktar kaygı duymuştur ama bu kaygı ne Türkiye'deki Atatürk devrimine benzemiştir ne de terimin Batı'daki anlamında sekülarist olmuştur. (...) Temmuz devrimi, başka birçok devrimden, örneğin, kesin bir sekülarist yaklaşım izleyen ve dinsel kurumların sayısını/etkisini büyük ölçüde azaltan Türkiye'deki Atatürk devriminden ya da dinsel kurumların itibarını öteki kurumların itibarı pahasına yükselten İran devriminden ayrılır."

Hülasa: Fuad Zekeriya, eseri boyunca, sanki Bediüzzaman Hazretlerinin te'vilini doğrular gibi, İslam coğrafyasında 'sol' diye tarif edilen hareketlerin/rejimlerin tükenişini resmediyor. Onların 20. yüzyılın başındaki 'büyük değişimleri' tekrarlamak gibi bir enerjilerinin kalmadığını, artık sadece mevcud pozisyonlarını ne pahasına olursa olsun korumak üzerine çalıştıklarını, anlatıyor. Başarısızlıklarından dolayı da halkın yüzünü İslam'a/şeriata döndüğünü çaresizce kabulleniyor. 'Bu kem(!) gidişatı engellemek için' eserini kaleme aldığını söylüyor.

Peki bu telif 'surda açılan mukaddes mi mukaddes deliği' kapatabilecek mi? İslam coğrafyasında sol yeniden yükselebilecek mi? Bence mümkün değil. Kahpe rüzgâr nereden eserse essin. Deccal'in dördüncü günü doluyor. Evet. Artık onlar üzerimize gelemiyorlar. Sadece vaktiyle aldıkları kaleleri/mevkileri tutmaya gayret ediyorlar. 'Değiştirilmesi teklif dahi edilemez' maddelerin arkasına saklanıyorlar. 5816'ya yalvarıyorlar. Nerede bir büst-heykel görseler, ayık-sarhoş, dertlerini anlatıp yardıma çağırıyorlar. Cümlesi boştur-boşunadır. Biz iman ediyoruz ki Aleyhissalatuvesselam Efendimiz hakkı haber vermiştir. Bu akış tersine dönmeyecektir. Dördün beşincisi olmayacaktır. Allah dinini tamamlayacaktır. Kemalistler istemese de...

5 Ekim 2025 Pazar

Türkiye'yi 'devekuşu Türkçülüğü'nden kim kurtaracak?

"Acip bir mağlâta-i şeytaniye ile kendini aldatır, yaşar..."

Hüda müslüman Türkleri aziz eylesin. İslamiyeti onlardan, onları da İslamiyetten, ayırmasın. Din-i Mübîn'e hizmetleri çoktur. Dua ederiz. Teşekkür ederiz. Destekleriz. Bediüzzaman Hazretlerinin dediği gibi 'Dindar bir Türkü fâsık çok ırkdaşımıza tercih ederiz.' Fakat bazı düğümler bu kadarcık kabullerle çözülmüyor ki... Çünkü işin ucu 'kizbe/yalana' varıyor. Ve yine mürşidimiz bize öğretiyor: "Kizb kudret-i İlâhiyeye bir iftiradır." Yani öyle yaratmadığı halde 'Öyle yarattı' demektir. Daha başlangıçta bu yüzden kendimize Türk demeyi beğenmeyiz. Zira 'Türk' bir ırk ismidir. Cenab-ı Hak bizi o ırktan yaratmamıştır. Aleyhissalatuvesselam Efendimiz 'kendisini nesebinden başka nesebe atfedeni' kınamıştır. "Kizb hikmet-i Rabbaniyeye zıttır." Bu tavrımız mübarek Türklere husumetten değildir.

Hikmet-i Hüda öyle eda etmediği halde öyle yapmak asla fıtrî değildir. Şer'î değildir. Hakiki değildir. Nitekim İslam tarihimiz boyunca muazzez büyüklerimiz isimlerinin arkasına el-Arabî, et-Türkî, el-Kürdî gibi takılar yerleştirmekten teberri etmemişlerdir. Milletlerini yalnız İslamiyet bilmekle birlikte kavmiyetlerini reddetmemişlerdir. Bilakis, birbirlerinin kavmiyetlerini tanıyarak, ayette buyrulduğu gibi "Sizi taife taife, millet millet, kabile kabile yaratmışım, tâ birbirinizi tanımalısınız ve birbirinizdeki hayat-ı içtimaiyeye ait münasebetlerinizi bilesiniz, birbirinize muavenet edesiniz. Yoksa, sizi kabile kabile yaptım ki, yekdiğerinize karşı inkârla yabanî bakasınız, husumet ve adâvet edesiniz değildir..." sırrına uygun hareket etmişlerdir. Yani, ne kavmiyeti yabanîliğe kullanmak caizdir, ne de onu reddetmek mümkündür. Evet. Yurdumuzdaki 'Türklük' giysisi, bu İslamî arkaplana boşverdikçe, bedenimize oturmaz olmuştur. Yani, Fransız ulusalcılığının tangocu kadın libası, ümmet-i Muhammed'in hocalarına giydirildikçe, kalıbımızdaki güzellik zedelenmiştir.

Tabiî, biz böyle söyleyince, hemen şu tarz itirazlar yükseliyor: "Türklük bir ırk değildir. Türk aslında 'müslüman' demektir. Kendine Türk demekten çekinen müslümanlıktan çekiniyordur..." Hâşâ! Niye böyle olsun? Neden böyle ittirmeye-çektirmeye mecbur kalalım? Türklük bir ırk manasına gelmiyorsa, tamam, biz de seve seve Türk olalım. Eyvallah. Fakat insafını/aklını yitirmemiş hiçbir muallim diyebilir mi ki: Sözün etimolojisinde ırk yoktur. Hayır. Bunu insafını/aklını yitirmemiş hiçbir Allah'ın kulu diyemez. Bu kelime tarih boyunca ırk manasına kullanılmıştır. Selefimizin dev kütüphanelerini ateşe atıp yandıracak halimiz yok. Beyanları apaçık ortada.

Peki kelimelerin manaları değişmez mi? Değişebilir. Yeterli zamanı-edebiyatı tanırsanız, evet, mümkündür. Ancak Türklüğün artık ırk manasına kullanılmadığını sahiden söyleyebilir miyiz? Serdar Kaya'nın Endoktrinasyon ve Türkiye'de Toplum Mühendisliği kitabında arzettiği vechile, bu konuda, Türkiye'nin ciddi çelişkileri vardır. Bu çelişkilerden birazına Şener Aktürk Hoca da Türkiye'nin Kimlikleri isimli eserinde dikkat çeker. Türklük şu anda Türkiye'de devekuşu gibi 'ne deve ne kuş' bir pozisyonda sürdürülmektedir. Mesela: Herhangi başka ırkın 'Türkiyeliliği' sözkonusu olduğunda Türklüğün 'Türkiyeli Müslüman' tanımına yaklaştırıldığı olur. Hatta uzun yıllar Türkiye'de yaşamış gayrimüslimlerin de 'artık Türk olduğundan' bahsedilir. Burada Türk daha çok 'Türkiyeli' manasınadır.

Ancak ulus-devlet cenderesinden çıkıldığında 'Türkî Cumhuriyetler' diye bir başlık belirir. Bu başlığın içine Arap, Afgan, Kürt, Afrikalı müslümanlar giremez. Burada 'Türk' demekle kastedilen kesinlikle ırktır. Yani bu devletler aynı ırktan gelenlerin devletleridir. Sonra yüzünüz Batı'ya döndüğünde, bu defa, Avrupa'nın 'Türk' demekle aslında 'müslümanı' imâ ettiği belirtilir. Yani, Avrupalı, birisine 'Türk' diyorsa aslında 'müslüman' demek istemiştir. "O yüzden Türk 'müslüman' demektir." Fakat bu defa okullarımızda okutulan tarih derslerine gider aklımız. Ta Hunlara, asıl adı Mao-Tun olan Mete Han'a, kadar uzandırılan bir tarih müfredatı vardır. Oralarda Türke artık 'müslüman olma şartı' koşulmaz. Şaman, hindu, manici, mecusi, hatta hristiyanlığa mensup olanlar dahi bu dairenin içine girebilir.

O yüzden Macarlar, Bulgarlar, Gagavuzlar vs. 'Hristiyanlaşmış Türkler' olarak aksettirilir. Hülasa: Resmi söylem hep 'bir öyle bir böyle' yapar. Hangi delikte yakalamaya çalışsanız, başka bir delikten başını çıkarıp, 'Naaniik!' çeker. Kimse Türklüğün tam olarak ne olduğunu bilmez. Bilemez. Çünkü Türkçülüğümüz, umdeleri belli bir itikattan çok, nabza göre şerbet bir taktiksellikten ibarettir.

Hülasa: Türkiye şu an neye 'Türk' dediğini kendisi de tam bilmez bir haldedir. Vatandaşlarını Türk olarak tanımlar. Tamam. Ama Türkiyeli olmayan bir Türkü de vatandaşı kabul etmez. "Ne mutlu Türküm diyene!" derken sanki herkesi kucaklayacakmış gibi yapar. Ama "Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur!" dediğinde işi genetiğe döker. Nesillerdir Türkiyeli olan bir Arabı, Kürdü, Çerkezi, Boşnağı, Arnavutu vs. pekâlâ Türk sayabilir. Maşaallah. Ancak iş tarih tedrisatına geldiğinde onları da Türkten bilmemeye başlar. Çünkü Türkler Ortaasya'dan kalkıp göç etmiş bir 'çekik gözlüler' nesebidir. Bozkır çocuklarıdır. Yafes'in evlatlarıdır.

Cumhurreisimiz dahi, cumhurbaşkanlığı forsundaki devletleri temsil eden askerlerin arasından inerken, sağına-soluna Arap, Kürt vs. almamıştır. Temsil edilen devletler sırasıyla şunlardır: Büyük Hun, Batı Hun, Avrupa Hun, Ak Hun, Göktürk, Avar, Hazar, Uygur, Karahan, Gazneliler, Büyük Selçuklu, Harezmşahlar, Altınordu, Timur, Babür ve Osmanlı... Bunların tamamı ırken(!) Türk devletlerdir. Karahanlılardan sonrası müslümanlardır. Eyvallah. Ancak çok büyük sınırlara hükmetmelerine rağmen, Emevîler-Abbasîler vs. yoktur. Memlükler yoktur. Eyyübîler yoktur. Yani burada da devletin Türklüğü gayet be gayet ırkîdir. 'Türkiyeli müslüman' falan gibi değildir.

Resmi söylem kendinden bu ikirciliği kaldıramadığı için tartışmalar da dinmiyor. Üç Tarz-ı Siyaset'teki İslamcılık, Osmanlıcılık, Türkçülük ekolleri, üçü birden, artık tek 'Türk' kelimesinde halledilmeye çalışılıyor. Bazen Türklük İslamcılık anlamına geliyor. Bazen Türklük Osmanlıcılık anlamına geliyor. Bazen de Türklük düpedüz Türkçülük oluyor. 'Ne deve ne kuş' sistemiyle bu gemi yalpalayarak gidiyor. Gönül istiyor ki, yeni anayasada, bu iş artık bir rayına otursun. En azından Türkiyeliler Türkiye'de ne olduklarını çelişkisiz şekilde bilsinler. Hoş, ona da "Türkiyeli değil Türküm!" taifesi mâni olacak gibi, çünkü bunlar Türk olmayı diğer ırklara bahşedilmiş bir lütûf olarak görüyorlar. Ellerinde bir aşı var. En kara zencileri dahi beyaz yapabilen bir aşı. Şırıngayla dolaşıyorlar. Ve bazı zenciler her nedense aşıyı istemiyor. Onlar da şaşırıyorlar: "Neden kabul etmiyorsunuz? Zenciliğin rezilliğinden(!) kurtulup lebaleb şeref beyazlar meclisine katılmak bahşediliyorken neden direniyorsunuz?" Bu üstencilik aynı Batılının Asya'ya-Afrika'ya bakışı gibi... X Man serisinin üçüncü filminde normal insana dönüşmek istemeyen mutantlara insanların bakışı gibi... Kizb bahsinin tamamını alırsak şöyle deniyor:

"Kizb küfrün esasıdır. Kizb nifâkın birinci alâmetidir. Kizb kudret-i İlâhiyeye bir iftiradır. Kizb hikmet-i Rabbaniyeye zıttır. Ahlâk-ı âliyeyi tahrip eden kizbdir. Âlem-i İslâmı zehirlendiren ancak kizbdir. Âlem-i beşerin ahvâlini fesada veren kizbdir. Nev-i beşeri kemalâttan geri bırakan, kizbdir. Müseylime-i Kezzâb ile emsalini âlemde rezil ve rüsvây eden, kizbdir..." Her zamanın bir Müseylemesi var. Biz de kendi zamanımızın Müseylemesine çattık. Başımızda sahabe yoktu. Hırpalandık. Başka milletlerin görmediği toplumsal mühendislik çalışmaları gördük. Balyozlarla dövüldük. Süngülerle delindik. Harflerimizi kaybettik. Medreselerimizi-tekkelerimizi kaybettik. Sarığımızı-çarşafımızı kaybettik. Şükür, hamdolsun, ölmedik. Gayrı kemalizmden kurtulmanın vaktidir. Çünkü kemalizm bu millete söylenilen en büyük yalandır. Kezzâb Süfyan'ın ayakizlerine bakarak yürürsek yollar düzelmez. İlla ki reddetmeliyiz arkadaşım.

"(...) Acip bir mağlâta-i şeytaniye ile kendini aldatır, yaşar. Sûrî bir lezzet alır zanneder. Meşhur bir temsille onun mahiyetine işaret edeceğiz. Şöyle ki: Deniliyor: Devekuşuna demişler, 'Kanatların var, uç.' O da kanatlarını kısıp 'Ben deveyim' demiş, uçmamış. Fakat avcının tuzağına düşmüş. Avcı beni görmesin diye başını kuma sokmuş. Halbuki koca gövdesini dışarıda bırakmış, avcıya hedef etmiş. Sonra ona demişler, 'Madem deveyim diyorsun, yük götür.' O zaman kanatlarını açıvermiş, 'Ben kuşum' demiş, yükün zahmetinden kurtulmuş. Fakat hâmisiz ve yemsiz olarak avcıların hücumuna hedef olmuş..."

2 Ekim 2025 Perşembe

Erdoğan Enver Sedat olmuyorsa biraz da Bediüzzaman sayesinde

Bediüzzaman Hazretlerini sevmemek için herkesin bir gerekçesi var. Mesela: Irkınızı dininizin önüne koyacak kadar müfrit bir Türkçüyseniz 'Kürtlüğü ile barışıklığı' üzerinden hasım olabilirsiniz. Yahut yine ırkınızı dininizin önüne koyacak kadar müfrit bir Kürtçüyseniz 'Türklere muhabbetini izhârı' üzerinden düşmanlık yapabilirsiniz. Eğer bir kemalistseniz, eh, zaten ikinci bir gerekçeye ihtiyaç yok. Âlim olması kin beslemenize yeter. Eğer ehl-i bid'aysanız ehl-i sünnet ve'l-cemaate yaptığı vurguya bozulabilirsiniz. Hülasa: Elhamdülillah, Bediüzzaman Hazretleri bu coğrafyada çok oyunu bozduğu, çok fayhattını yapıştırdığı, çok çatışmayı önlediği için o tip çatlaklara oynayanların kalbini kendisinden razı edemez. Aman efendim, olmazlarsa olmasınlar, önemli olan zaten Hüda'nın razılığıdır.

Bu sıralar Bediüzzaman'dan Razılığı Olmayanlar listesine yeni yeni isimler de ekleniyor üstelik. Evet. Mesela? Mesela: Selefîler. Türkiye'de 'Ebu Hanzala' vs. gibi isimler üzerinden taban tutmaya başlayan bu ekol de Bediüzzaman'ı bir türlü beğenmiyor, sevmiyor. Hoş, onların dünyada kendilerinden başka sevdikleri kimse var mı, o da tartışılır ya. Oraya girmeyelim. (Adamlar gölgeleri karşı duvara vursa onu bile tekfir edecek tiynetteler.) Dünyayı kurtarmak için sarfettikleri mesai iki merkezde temerküz ediyor: 1) Ne yapıp edip Allah'ı bir mekan sahibi yapacaklar. 2) Ne yapıp edip birilerini dinden çıkaracaklar. Takva ehli bir müslimin her gece uyumadan önce nefis muhasebesi için kendisine sorması gereken "Bugün Allah için ne yaptın?" sualini bu arkadaşlar şöyle çeviriyorlar: "Bugün Allah için kimi tekfir ettin?" Tabii böyle tahtieci bir zihniyetten de düzgün bir iş çıkmıyor. Nereye çöreklenseler orada kardeş kardeşi yiyor.

Ne demiş Sünuhat'ında mürşidim efendim: "Bence, Tahtîeci, hubb-u nefisten neş'et eden inhisar zihniyeti illetiyle malûldür. Ve Kur'ân'ın câmiiyetinden ve umum tabakat-ı beşere şümul-ü hitabından gafletle mes'uldür. Hem Tahtîecilik fikri, sû-i zan ve tarafgirlik hissinin menbaı olduğundan, İslâm'da lâzım olan tesanüd-ü ervâh, tevhid-i kulûb, tehâbbüb ve teâvüne büyük rahneler açmıştır. Hâlbuki hüsn-ü zanla, muhabbet ve vahdetle memuruz." Fakat bazılarının memurluğu bugün suizan, husumet ve ayrılık üzerinedir, maalesef...

Buradan şuraya geçeceğim arkadaşım: Bence selefîlerin Bediüzzaman Hazretlerini sevmemelerinin nedenlerinden birisi de onun 'cumhurî sistem' ile İslam arasında kurduğu sulhten dolayıdır. Hatta 'ehven-i şer'i bir oy verme yöntemi olarak ihtiyar etmesidir. Evet. Bediüzzaman'a göre, cumhurî sistemde, sisteme başkaldırmak, sırt dönmek, reddetmek bir çözüm değildir. Ya? Sistemin elverdiği ölçüde hayra, adalet-i mahzaya, o da olmuyorsa, bir adalet-i izafiye olarak ehven-i şerre (yani kötülerden en iyisine) rey verme yolunu tutmaktır. Çünkü bizzat kendisinin beyanıyla "Ehvenüşşer ise bir adalet-i izafiyedir. Heyhat! Âlemin her halinde hayr-ı mahz olamaz..."

Söyleyeceklerimi tamamlamadan önce küçük bir iktibas yapmalıyım. Kendisini 'seküler' olarak tarif eden Mısırlı düşünür Fuad Zekeriya, Çağdaş İslamcı Harekette Hakikat ve Hayal eserinde, İhvan'ın Enver Sedat'a neden suikast düzenlediğini şöyle analiz ediyor:

"Sedat'ın onları cezalandırış biçimi, Nasır'ınkiyle karşılaştırıldığında, çok daha hafif olmasına rağmen İslamcı gruplar öfkelerini neden Sedat'a kustular? (...) Sedat aslında İslamcılara çok yakın olduğu için öldürülmüştür. İhvan, Sedat'ın kendisine çok yakın oluşuna epey umut bağlamış ve Sedat da İhvan'ı 'birçok amacını gerçekleştirmek için çalıştığına' inandırmıştı. Ayrıca, Sedat onlara üyelerini çoğaltma fırsatı vermiş ve İhvan da bu jeste 'hayal ettikleri İslamcı devletin kurulmasının eşiğine gelindiği' beklentisine kapılarak yanıt vermişti. Ancak, dışarı yansıttığından daha farklı hesaplar ve planlar yapmakta olan Sedat, iktidarının son iki yılında, İhvan'ın ümitlerini boşa çıkardı. Batı'yla ilişkisini ve sayısı milyonları bulan hristiyan Mısır vatandaşlarını koruma gereksinimini hesaba katınca İhvan'dan uzaklaşmaya başladı. Ancak İslamcı grupların gücü rejim tarafından konan sınırları aşınca bu soğuma şiddete dönüştü. Şeriatın eksiksiz bir şekilde uygulanma olasılığının azalmakta olduğunun farkına varınca İslamcı gruplar da rejimle aralarına mesafe koymaya başladılar. Sedat'a karşı, onları hapse atan ve işkence eden Nasır'a yaptıklarından daha çok şiddete başvurmalarının sebebi buydu. Sedat'ın, kendilerine yakınmış gibi davrandıktan sonra aldattığını, bütün taleplerini kabule yanaşmayacağını keşfettiler."

Türkiye'de İslamcılığın hikâyesi Mısır'daki yolu izlemediyse bunda Bediüzzaman Hazretlerinin payının çok büyük olduğunu düşünüyorum. Elbette pay sahibi olan tek kişi o değildi. 'Müsbet hareketi' usûl edinmiş herkesin bugünlere sarsıntısız gelinmesinde hissesi vardı. Fakat Bediüzzaman'ın devr-i hayatında takındığı tavır ayrıca 'geniş kitlelere ulaşma-etkileme' yeteneğine sahipti. Yani tesiri çoktu. Ve o 'gerçekten seçim denilebilecek seçimler'in yapıldığı 1950 sonrasında rey kanaatini talebelerine şöyle izhâr etmişti:

"Kardeşlerim, hastalığım pek şiddetli; belki pek yakında öleceğim veyahut bütün bütün konuşmaktan—bazan men olduğum gibi—men edileceğim. Onun için benim Nur âhiret kardeşlerim, 'ehvenüşşer' deyip bazı biçare yanlışçıların hatâlarına hücum etmesinler. Daima müsbet hareket etsinler. Menfî hareket vazifemiz değil. Çünkü dahilde hareket menfîce olmaz. Madem siyasetçilerin bir kısmı Risale-i Nur'a zarar vermiyor, az müsaadekârdır; 'ehvenüşşer' olarak bakınız. Daha âzamüşşerden kurtulmak için, onlara zararınız dokunmasın, onlara fâideniz dokunsun..."

Bugün de Türkiye'nin benzer bir dönemden geçtiğini söylemek hata olmaz diye düşünüyorum. Evet... 2002'de, maşaallah, mührü eline alan AK Parti'den beklediklerimizin tamamını gördüğümüzü söyleyemeyiz. Evet. Alınması gereken daha epey mesafe var gibi görünüyor. Ve, evet, bazen AK Parti'nin bizzat kendisi de bu mesafenin alınıp-alınmayacağı konusunda bizi tereddüde düşürüyor. Lakin Türkiye'deki dindarların zihninde şöyle bir ferasetli 'sağlama yapma yöntemi' var: 'Ehven-i şer düsturu.' Yahut daha bilinen ismiyle 'ehvenü'ş-şerreyn kaidesi.' Seçeneklerin hiçbirisi hayr-ı mahzı tam ifade etmediğinde 'en az zararlısını' veya 'kötülerin en az kötüsünü' seçme. Bu fıkıh kaidesini, Üstad Hazretleri, 'Türkiye müslümanlarının siyaset algısına' merkezî bir şekilde yerleştirmiştir.

'Türkiye müslümanları' mevzua böyle ferasetle baktıkları için, kemalizmi yıkması için oy verdikleri AK Parti artık kemalizme yanlamaya başlasa bile, Filistin için büyük umutlar bağladıkları hükümet Gazze'de hüsrana uğratsa bile, sokaklarda açıklık-saçıklık, ahlaksızlık, LGBT, yozlaşma artsa bile, büsbütün sırtlarını dönüp hasma dönüşmüyorlar. Bir adım ötesini de hesaba katıyorlar: "Ben buna hasım olursam kime yolvermiş olurum? Yoksa 'azamüşşer'e kapı mı aralarım? Eğer öyle olacaksam, aman, durayım. İleri gitmeyeyim." O yüzden her seçimde solcuların hiç beklemedikleri neticeler sandıktan çıkıyor. Yani, bir dindar, ne kadar hükümeti eleştirirse eleştirsin, ki eleştiri yapmak 'insafı katık ettikten sonra' hakkıdır da, iş 'Mührü kime vermek lazım?' sorusuna geldiğinde 'Mührü azamüşşerre vermem! Kan içer kızılcık şerbeti derim. Tamam. Lakin ehven-i şer makuliyetinden ayrılmam!' refleksi gösteriyor.

Bu makuliyet refleksi de Türkiye'yi siyasi çalkantılardan büyük ölçüde koruyor. Evet. Biz siyasetin 'kusurlu bir alan' olduğunu kabul etmişiz. O alanda faaliyet gösterenlerin de 'sütten çıkmış ak kaşık' olamayacağını bilmişiz. Hayra sevkedebilmek için elimizden geleni yapsak da, ellerinden şer sâdır olduğunda, durup tekrar düşünürüz: "Şimdi ben buna küsüp gitsem sonuçta kazanan kim olur?"

Türkiye müslümanlarının bu özelliği ile iftihar ediyorum arkadaşım. Böyle davranmanın da mümkün yollar içinde en güzel yol olduğunu düşünüyorum. Ve 'mümkün olmayanı isteyenler'den bir zümreyi de selefîler olarak düşünüyorum. İşte, onlar, dahilde kılıç çekmeye kadar giden kaotik şeriatçılıklarını bizim bu mâkul şeriatçılığımızın yerine yerleştiremedikleri için bize düşman kesiliyorlar. Onlara göre Bediüzzaman devrimin yolunu kapattı. Halkı sakinleştirdi. Sakinleştirdiği için de aradıkları kıvamda cinnet bulamıyorlar. 

Halbuki bu adamların parmak karıştırdıkları hiçbir yerde hakkıyla şeriatın geldiği görülmemiş. Aksine, şeriat yerine, cinneti hükümferma etmişler. Kardeşi kardeşi yedirmişler. Kardeşi kardeşe tekfir ettirmişler. Kafirler için uygun operasyon alanları açmışlar. Yoksa, Allah korusun ya, bu kadar inkisar-ı hayale bir 'Enver Sedat vakası' da Türkiye'de meydana gelebilirdi. Elhamdülillah ki gelmiyor. Gelmeyecek de... Çünkü Türkiyeli müslüman şöyle diyor: "Evet, ben nasıl bu kış içinde baharı temenni ediyorum ve arzu ediyorum; fakat irade edemiyorum, getirmeye teşebbüs edemiyorum. Öyle de, hal-i âlemin salâhını temenni ediyorum, dua ediyorum ve ehl-i dünyanın ıslahını arzu ediyorum. Fakat irade edemiyorum; çünkü elimden gelmiyor. Bilfiil teşebbüs edemiyorum; çünkü ne vazifemdir, ne de iktidarım var..." Hakikat ile hayal arasına 'mâkuliyet' ayracı koyduğu için Türkiyeli müslüman hata değil isabet ediyor.

28 Eylül 2025 Pazar

Bayram değil, seyran değil, Trump enişte bizi niye öptü?

İmam Şafiî rahimehullaha atfedilen bir söz var: “Fitne zamanı düşman oklarını takip edin. O sizi Hak ehline götürür.” Doğrusu o büyük imamın böyle bir sözü gerçekten var mıdır bilmiyorum. Google'da yaptığım aramalardan da bir sonuca ulaşamadım. Kaynağını bulamadım. Akıbetinin, İmam Ali radyallahu anha atfen sosyalmedyada çokça gezdirilen, “Bir zulme engel olamıyorsanız, onu duyurun!" sözüne benzemesinden korkuyorum. Zira, mezkûr kelamın Hz. Ali radyallahu anha değil, Ali Şeriatî'ye ait olduğunu İranlı bir yazarın kitabından öğrenmiştim. (Sorularlaislamiyet sitesinde de 'kaynaklarda böyle bir sahabi sözüne rastlanmadığı' belirtilmiş.) Eh, evet, günümüzdeki anlamda basın-yayın olmayan bir devirde 'zulmü duyurmak' nasıl olabilirdi ki? İşin içinde bir gariplik bulunduğu belli...

Fakat, Bediüzzaman Hazretlerinin de ifade ettiği gibi, ilm-i siyasette maslahat mülahazasıyla böyle yollara çok sülûk ediliyor. Hatta, şu sadece siyasetin hastalığı değil, zamanın hastalığı: "Şu zamanda, kizb ve sıdkın ortasındaki mesafe o kadar kısalmış ki, adeta omuz omuza vermişler. Sıdktan yalana geçmek, pek kolay gidiliyor. Hatta, siyaset propagandası vasıtasıyla yalancılık, doğruluğa tercih ediliyor..." Tuttuğu partinin propagandasına yardımcı olacak diye İmam Şafiî rahimehullanın ağzına böyle bir beyanı yerleştirmeyi hoşgörmüş olabilir birileri. Peki seçilen neden o olmuş olabilir bu defa? Herhalde Kürtler arasındaki itibarından kaynaklanmıştır. Eğer propagandanın hedefinde Hanefîler değil Şafiîler varsa, sözü elbette İmam-ı Âzâm rahimehullah yerine, İmam Şafiî'nin ağzına koymak daha mantıklı. Ancak baştaki beyanımı tekrar edeyim: O büyük imamın hakikaten böyle bir sözü bulunup bulunmadığını bilmiyorum.

Focus filminde, Will Smith, yalan hakkında şöyle demişti vurulmadan hemen önce: "Yalanın sorunu şu: Seçeneklerini kısıtlıyor. Seni giderek bir köşeye sıkıştırıyor." Her yalancı hissetmiştir bunun sancısını. Evet. Yalanın doğurgan bir vücudu vardır. Yalan yalanı doğurur. Onu itiraftan başka hiçbir şey onaramaz. Çünkü kurgu dünya artık başlamıştır. Gerçekten bir kere çıkılmıştır. Tekrar itiraf/tevbe ile dönülmezse giderek ayaklar yerden kesilir. Yalancı, gün gelir öyle bir hale gelir ki, söylediği yalanlara 'yalnız kendisinin inandığı' bir doğruluk atfeder. Kıyas ölçüsünü yitirdikten sonra yalan neden yalan olsun? Fakat, Rahman sûresi, ikinci bir gerçekliğin olmadığını ne kadar açık söyler bize: "Ey cinler ve insanlar topluluğu! Göklerin ve yerin sınırlarından çıkmaya gücünüz yeterse çıkın."

Bediüzzaman Hazretleri de yine diyor ki: "Kizb kudret-i İlâhiyeye bir iftiradır." Neden Allah'a iftira olsun yalan? Çünkü, O öyle yaratmadığı halde, sen öyle olduğunu söylüyorsun. Yalan söylemenin hakikate vurduğu kılıç bu: 'Paralel' fakat 'vehmî' evrenler oluşturmak. Hakikati olmayan spekülasyon vücutlar... Yine mürşidimin dediği gibi: "Dalalet vehmîdir." Öyle olmayana 'öyleymiş' gibi davranmaya başladıktan sonra seni hakikatin yanında kim tutabilir? Kezzâbı sıkıştıran çember bir önceki yalanının ne olduğunu hatırlamakta zorlanmasıdır. Vehmin hafızası yoktur. Hakikatinse öncesiyle çelişkisi yoktur. Zamanın müfessirliği vehim ile hakikati ayırır. Bir adım ilerisiyse, yalanlarının, sonraki yalanlarının da ayaklarına dolanmasıdır. Bunu, aynı yöne gitmeyen, eninde sonunda çakışacak doğrular gibi düşünün. Yalana söylemekle vehmî bir vücut veriyorsunuz. O vücut başladığı yerde bitmiyor. Ekilmiş bir tohum gibi büyümeye devam ediyor. Belki biraz da bu yüzden 2. Lem'a'da şöyle deniliyor: "Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var."

Haydi, küfre gitmese bile, şu tehlike mevcut: Artık kendinizle çelişmeye başlıyorsunuz. Sözgelimi: Erdoğan'ın son ABD ziyareti sırasında gördüğü ilgiden dolayı 'itibarının büyüklüğüne' hükmedenler, daha önceleri İmam Şafiî rahimehullaha atfettikleri o cümleyi unutuyorlar. Bu defa düşmanın okunu aramıyorlar. Düşmanın öpücüğünü arıyorlar. O zamanlar Erdoğan'la uğraştığı için bize hakikati işaret eden ABD, şimdi Erdoğan'a değer verdiği için hakikati işaret eder hale geliyor. Elbette bu tastamam pragmatizmdir. 'Dün dündür, bugün bugündür'cülüktür. Bu hususta da Üstad Hazretlerinin şu sözü çok gözaçıcıdır:

"Düşmanın düşmanı, düşman kaldıkça dosttur. Düşmanın dostu, dost kaldıkça düşmandır."

Yanlış anlaşılmasın. Şu hayatta pragmatizmin hiç yeri olmadığını söylemiyoruz. Vardır. Ancak 'kâfir gözünde değer aramanın' sakıncalı olduğuna dikkat çekiyoruz. Onlarla elbette belli düzeylerde 'ortak düşmanlara karşı' ittifak ilişkileri sürdürülebilir. Lakin onların dostluklarına asla güvenilmez. Nitekim, ABD de, 'ne delikanlı bir dost olduğunu' yakında Katar'a gösterdi. NATO dışından en büyük müttefiki gibi gördüğü bir ülkeyi itine ısırttı. Hem de ne ısırtma! Hainliğin daniskası. Gözlerimiz bu yüzden hep açık tutulmalıdır.

Hakkını yemeyeyim. Bence Erdoğan da bu durumun kendi içinde farkındadır. Trump'ın yüzüne gülmesinin, elini sıkmasının, iltifatlarının 'koparacağı anlaşmalarla' ilgili olduğunu bilmektedir. Zaten Trump kendisine haraç vermeye gelmiş hiçbir İslam ülkesine kötü davranmamıştır. Hepsini cilalayıp ağırlamıştır. Alacağını aldıktan sonra da kendi işine dönmüştür. Trump'ın husumet gösterdiği 'para vermeye gelenler' değil 'para almaya gelenler'dir ki, Zelenski mesela, bunlardan birisidir. O yüzden Trump'ın veya daha genel manada Amerika'nın veyahut en geniş manada ehl-i küfrün gösterdiği iltifata itibar edilmez. "Bu bizi niye oklamıyor?" diye huylanılır. 

"Şark husumeti, İslâm inkişafını boğuyordu; zâil oldu ve olmalı. Garp husumeti, İslâmın ittihadına, uhuvvetin inkişafına en müessir sebeptir; bâki kalmalı." 

Maşaallah Erdoğan'ın siyasetine ki, şark husumetini, siyasete ilk girdiği günden beri boğuyor. Boğmaya da devam eder inşaallah. İslam'ın inkişafı buradan doğacaktır. Türkiye'nin bahtı da buradan aydınlacaktır. Varsın İslam ülkelerinin tamamı yeterince müsbet yaklaşmasınlar. İlanihayet kâfirin zulmü bizi birbirimize yakınlaştıracaktır. Gönlümüzle olmazsa, Hak Teala, zalimler eliyle bizi birbirimize mecbur edecektir. Fakat, Erdoğan'ın etrafında, Batı'ya teşne, kâfirin yanağından makas almasından sevince boğulan pek acayip tipler de var. Yukarıdaki cümlenin ikinci yarısı onlara bakıyor. Aman, dikkat, teyakkuz! "Garp husumeti bâki kalmalı!" Çünkü Batı'yla dostlaşmak kendi felaketimizi çağırmaktır. Yaptıkları iltifata dahi 'hasmın gülümsemesi' gibi şüpheyle yaklaşılmalıdır. Bu şüphe ancak bizi onlardan gelecek saldırılara karşı tedbirli kılar. Allah ululemrimizi istikametten ayırmasın. Âmin.

26 Eylül 2025 Cuma

Aman yine arkamızı dolaşmasınlar

Bir Yazar Nasıl Okunur'da John Freeman'ın söyleşi yaptığı yazarlardan birisi de Norman Mailer. Mailer, söyleşinin son kısımlarında, hayatı üzerine bir roman kaleme aldığı Hitler'e dair şunları söylüyor: "Almanya'nın I. Dünya Savaşı sonrası berbat koşulları gözönüne alındığında bir canavarın ülkeyi ele geçirmesi için bütün şartlar yaratılmıştı." Yani, ona göre, ilk dünya savaşındaki yenilginin Almanlara verdiği utanç, onları, 'kurtarıcı her sese koşulsuz kapılacak' bir pozisyona getirdi. Benzer bir tesbiti tarihçi John Lukacs da Modern Çağın Sonu'nda yapar.

Ona göre de Hitler'in 'tek adam' olması sürecinin taşları halkına aşıladığı 'özgüvenle' örülmüştür. Almanlar kendilerini o kadar aşağılanmış hissetmektedirler ki, bu aşağılanmadan kurtulmak için, tutulacak her ışığa delice koşmak eğilimindedirler. Hitler'in hüneri bu psikolojiyi hitabetiyle yönetmesindedir. Sonraki olağanüstülüklerse halkın bu hitabete verdiği coşkulu karşılıktır. Kitapta Simone Weil'in 1942'de dillendirdiği şu ifadeler iktibas edilir:

"Hitler ekonomiyi küçümsüyorsa, nedeni, ekonomiden hiç anlamıyor olması değildir. Ekonominin bağımsız bir gerçek olmadığını ve sonuç olarak gerçek kuralları bulunmadığını bildiği içindir. (Bu Hitler'in sahip olduğu basit sağduyu anlayışlarından birisidir ve bu tür fikirler pek az anlaşıldığı için ilham edilmiş olarak nitelenebilir.) Hitler'in, bir tür insan meselesinin fiziğini idrak ettiğini, açıkça idrak ettiğini inkâr etmek güç görünüyor. O 'zorlamanın gücüne' dair şaşmaz bir inanca sahip. Hitler'in olağanüstü gücü, olağanüstü yükselişi, olağanüstü başarıları halkını olağanüstü derecede cezbetmesi büyük ölçüde onun aklın maddeden üstün olduğu kanaatinden kaynaklanıyor."

Evet. Hitler'in 'sıradışı yükselişi' konunun uzmanlarına göre böyle bir içeriğe sahip. Fakat, bu hikâye bize, hemen hemen aynı dönemlerde yaşanan bir başkasını hatırlatmıyor mu? Soru şu: Neşe ne zaman tehlikeli olur? İşte, Bediüzzaman Hazretlerinin, Tabiat Risalesi'nin başına koyduğu 'İhtar' bu konuda da gözümüzü açar cinsten:

"1338'de Ankara'ya gittim. İslam Ordusunun Yunan'a galebesinden neş'e alan ehl-i imanın kuvvetli efkârı içinde, gayet müthiş bir zındıka fikri, içine girmek ve bozmak ve zehirlendirmek için dessâsâne çalıştığını gördüm. 'Eyvah' dedim. 'Bu ejderha imanın erkânına ilişecek!' (...) Maatteessüf, o dinsizlik fikri hem inkişaf etti, hem kuvvet buldu."

Demek Hristiyan takvimine göre 1922 yılında, yani Cumhuriyet'in kurulduğu dönemde, mezkûr tehlike kendisini bizde de göstermiş. Balkan harpleri, 93 Harbi, I. Dünya Savaşı vs... Üstüste yaşanan mağlubiyetlerden izzet-i nefsi iyice kırılan müslümanlar büyük bir zafer elde etmişler. Elhamdülillah. Ancak... Zafer sarhoşluğu içinde kimlerin arkamızı dolaştığı anlaşılamamış. Tıpkı Uhud harbinde, galibiyet sevinciyle, okçular tepesi terkedilip düşmanın taarruzuna uğranıldığı gibi, Kurtuluş Harbi'nde de, yine galibiyetin sevinciyle, iman tepesinde dikkat kesilmesi gereken mü'minler bu önemli mesailerini unutmuşlar. Yahut bakacak dermanı bulamamışlar. Devletin direksiyonunun kimlerin eline geçtiğini anlayamamışlar. Bedeli Uhud'dan da ağır olmuş üstelik. Bin yıl İslam'ın bayraktarlığını yapmış bir mücahidler topluluğu, dedelerine, "Eliyazübillah!" dedirtecek deneate sürüklenmişler. ne medreselerini ne İslam harflerini ne de ezanlarını ellerinde tutabilmişler... Hüda tekrarını yaşatmasın. Âmin.

Dua ediyoruz ama dikkatli olmakta da fayda var. Çünkü 'neşe zamanlarının körleştirici etkisi' her zaman câri. Nitekim 15 Temmuz'da kazandığımız zafer de bizi bir ölçüde sarhoşluğa düşürdü. Öyle ki, kemalizmle yüzyıllık hesaplaşmamızı yapmasını beklediğimiz hükümetimiz, bu hesaplaşmayı 'önemsememeye' başladı. AK Parti'de artık eskisi kadar coşkulu bir 'kemalizm eleştirisi' göremiyoruz. Başını biraz Atatürk'e doğru kaldıranı ise, 5816'dan önce, partinin kendisi buduyor. Misalleri bir değil yüzü geçti. O yüzden Ahmed kardeşiniz de kendisine sormadan edemiyor: Acaba yine birileri arkamızı mı dolaştı? Neşemizi dikkatsizliğimize fırsat mı bildi? Böyle birşey olduysa tekrar nasıl toparlanacağız? Aynı şeyleri yaşamadan evvel direksiyonu elimize nasıl alacağız? Sorularım var. Fakat cevaplara sahip değilim. Belki bileniniz vardır. Yine hidayetini Hak Teala'dan dilemekten başka çare bulamıyorum.

Altay tankı Kur'an'da geçiyor mu?

Bizi aptallaştıran hasma karşı hüsnüzannımızdır. Ancak bir aptal düşmanına karşı hüsnüzan eder. Ve başına gelecek felaketlere böylece daveti...